Her Yolcuğun Bir Heyecanı Vardır Avrasya Yazarlar Birliği’nden üç kişilik heyetle İran’a, Türkmen Sahra’ya gidiyoruz. Kültür Bakanlığı Türk Dünyası Müzik Topluluğunun değerli Şefi ve Birliğimizin Sanat Danışmanı İrfan Gürdal ve Avrasya Yazarlar Birliği Yayın Sorumlusu Ömer Kayır beylerle birlikte yolculuğumuz Ankara’dan İstanbul’a hareketle başlıyor. Bu yıl doğumunun 275. yılı kutlanacak olan büyük Türkmen Şairi Mahtumkulu anma törenlerine davetliyiz. Önce Tahran’a uçacak oradan da İran’ın Türkmenistan sınırı yakınlarında yer alan Gorgan’a yani İran’da Türkmenlerin yaşadığı bölgeye gideceğiz. Bu bölgeye Türkmen Sahra da diyorlar. İran Havayolları uçağıyla gideceğiz. Heyetin, İran Havayolları ile ilk uçuşu ve İran’a ilk yolculuğu. Bir yandan ilk kez gidilen bir ülkeye yapılan yolculukların belirsizliklerinin verdiği endişe diğer yandan son yıllarda pek çok yönü ile Türk ve dünya kamuoyunun gündeminde olan İran’ı merakımızdan her şeye dikkat etmeye çalışıyoruz. Uçağa binmeden evvel havaalanındaki kafede son sigaralarımız içiyoruz. Dönüşte kapalı alanlarda sigara içme yasağı başlayacağı için bu keyfi hiç yaşayamayacağız. Belki Atatürk Havaalanındaki içebileceğimiz son sigaralar oluşundan kafedeki sohbeti uzatıyoruz. Yolcular önümüzden geçerek uçağa alınıyorlar ve nihayet son olarak İranlı görevli bizleri de uçağa davet ediyor. İran’la İlgili İlk İntibalar Uçağımız galiba Fransız yapımı büyük bir uçak. Atların ırklarını görür görmez bilirim de şu uçak modellerini henüz öğrenemedim. Benim için uçaklar, yalnızca büyük ve küçük olarak ikiye ayrılıyorlar. Tabii bir de eski ve yeni. Oturduğumuz koltuklar pırıl pırıl değil hatta kumaşları biraz solgun bile denebilir ama uçağımız geniş, ortadaki koltuk bloğunda altı yer birden var. İran’a her ilk giden Türkiyeli gazeteci veya yazar da olduğu gibi bizim de ilk dikkatimizi çeken hosteslerin siyah başörtülü giyimleri oluyor. İran intibalarını yazan gazetecilerin yazılarından “İranlı siyah elbise ve siyah başörtüsü takan kadınların kaküllerinin açıkta olduğunu” kim bilir kaç kez okudum. Ve hemen hepsi kadınların bu tavırlarını “rejime sessiz bir protesto” olarak yorumluyorlardı. Bizim de ilk dikkatimizi çeken, belki de okuduklarımızın da etkisi ile hosteslerin giyimleri ve saçlarının önlerinin görünüyor olması idi. Ardından her uçak yolcuğunun değişmeyen seromonisi başladı. Hani şu “acil çıkış kapılarının ikisinin yanda ikisinin arkada olduğunu, oturduğunuz koltukların altında can yeleklerinin bulunduğu” gibi çoğu sevimsiz ama gerekli ikazları yolculara anlatan, banttan yapılan yayına eşlik eden hostes hareketleri ile eş zamanlı seromoni. Tıpkı Türk Havayolları uçaklarında, Aeroflot, Luthansa veya Kazak Havayolları uçaklarında veya herhangi bir dünya ülkesine ait uçuşlarda olduğu gibi, siyah üniformasının içinde İran Havayollarının elemanı hostes, aynı hareketlerle aynı şeyleri anlatıyordu. Nedense bu duruma şaşırmıştım. Bu seremoninin uluslararası bir standart olduğunu, elbette biliyorum ama yine de şaşırtıcı. Sanki bu kızcağızın, aynı duyuruları binlerce kez yapan bütün hostesler gibi hiçbir duyguyu mimiklerine yansıtmadan adeta yüzüne yerleştirdiği bir maske ile yaptığı standart hareketler, bana, “modern usullerin” İran’a etkisini veya İran’ın “zamanevî dünyaya” ünsiyetinin ilk belirtileri gibi geliyor. Halbuki ben daha kendine has, belki daha doğulu ve belki de “modernizmden daha uzak” bir ülkeye gittiğimizi zannediyorum. Uçağımız havalanıyor ve biraz sonra yemek servisi başlıyor. İran’la ilgili ilk olumlu tepkimizi de işte bu anda veriyoruz. Porsiyonlar gayet bol kepçe ve İran pirinciyle yapılmış pilav ve içindeki biftek gayet lezzetli. Aynı medeniyet dairesinde olmanın en kolay fark edilebilen ve elbette en çok memnuniyet yaratan özelliklerinden birisi ortak damak tadı olsa gerek. İran’a Suriye’ye, Kafkaslara, Orta Asya’ya veya Balkanlara yapacağınız seyahatlerde, yemek konusunda gayet rahat olabilirsiniz. Buralara yapacağınız her seyahatten damak tadınıza uygun ama daha önce yemediğiniz yeni lezzetler deneyerek döneceğinizden emin olabilirsiniz. Yolcular için bu durum çok önemlidir. Hele benim gibi, damak tadına düşkün birisi olarak Paris’te Hilton Otelindeki fevkalade lüks akşam yemeğinden tam doyamadan ayrılmışsanız, gittiğiniz ülkenin yemekleri yolculuğun nasıl geçeceğinin de önemli bir işareti sayılır. Mahdumgulu, bu yıl Türkmenistan’da 12-14 Mayıs 2008 tarihlerinde anıldı. Doğum yeri olan ve kabrinin bulunduğu Türkmen Sahra’da ise 17-18 Mayıs tarihlerinde yapılacak törenlerle anılacak. Türkiye Cumhuriyetinin kurucusunun doğum yerinin Türkiye sınırlarının dışında kalması gibi Türkmen edebiyatının kurucusunun doğum yeri ve türbesi de Türkmenistan sınırları dışında bulunuyor. Mahdumgulu’nun babası da şair ve o şiirlerini Anadolu Türkçesine daha yakın olan ve bugün Türkmenlerin “ortak Türk edebi dili” dedikleri dille yazmış, Mahdumgulu ise Türkmen lehçesiyle edebiyatın ilk başlatıcısı yani Türkmence edebiyatın kurucusu sayılıyor. Avrasya Yazarlar Birliği’nin Türkmen Sahralı üyelerinden değerli Türkolog ve yazar Oğlumaya Semizade Hanımın girişimleri ile Gorgan Valiliği tarafından törenlere davet edildiğimiz için bir yandan Türkmen Sahra’nın önde gelen ailelerinden Semizadelerin, diğer yandan İran devletinin misafirleri olarak İran’a gidiyoruz. Tahran’da havaalanının gümrüğünden ne bagajlarımız ne de bizimle ilgili hiçbir mesele çıkmadan geçişimizdeki ve görevlilerin iyi muameleleri ile geçişimiz de gayet memnuniyet vericiydi. Yolumuz Cürcan’a Havaalanının çıkışında Recep Semizade bizleri karşılamak için bekliyordu. Kendi özel aracıyla dört yüz kilometrelik yoldan gelmişti ve şimdi bizimle aynı yolu geri gidecekti. Kendinden emin, samimi, gösterişten uzak tavırlarıyla Recep Ağa, bir anda bizlerin saygı, güven ve sevgi duygularını bir anda oluşturmayı başarıyordu. Bu tanışma ile birlikte dört gün boyunca bizi bir an bile yalnız bırakmayacak Recep Ağa ile İran’ı ve Türkmen Sahra’yı tanıma yolculuğumuz da başlamış oluyordu. Gorgan’a karayolu ile gidiyoruz. Tahran’la Gorgan arasında günde 4 uçak seferi olmasına rağmen uçaklarda yer bulamayışımız yüzünden karayoluna mecbur oluyoruz. Havaalanından çıktıktan sonra İran’da ilk dikkatimizi çeken Tahran’ın kalabalık trafiği oluyor. Akşam trafiğinin başladığı saatlerde Tahran’ı içine girmeden terk ediyoruz. Doğrusu Tahran’ın nüfusunun 20 milyon olması yani İstanbul’dan daha kalabalık olması sanki iyi bir durummuş gibi biraz canımı sıkıyor. 70 milyonluk İran nüfusunun 20 milyonu bu büyük kentte yaşıyor. Çarpık kentleşmenin bir başka örneği Tahran ama olsun bu coğrafyada hiçbir kent İstanbul’u geçmemeli sanki. Tuğrul Beyimizin türbesi bu şehirde. Büyük Selçuklunun başkenti Rey, şimdilerde Tahran’ın bir mahallesi olmuş. Gorgan’dan dönüşümüzde vaktimiz olursa, 34 yaşında vefat etmesine rağmen Oğuzlara devlet olmayı öğreten bu büyüğümüzü ziyaret etmek arzusundayız. Şimdilik Gorgan’a yolumuz uzun ve önümüz gece. Gorgan, İran’ın idari yapılanmasında Gülistan vilayetinin merkezi ve 250 bin civarındaki nüfusuyla bölgesinde önemli bir şehir. Ömer Kayır Bey; “Gorgan, tarihdeki Cürcan olabilir mi? Diye soruyor. Emin değiliz ama galiba öyle olmalı. Cürcan, Tus, Nişabur, İsfahan ve Türk tarihinde adını sık sık duyduğumuz pek çok şehir bu bölgede. Gazali, İbni Sina, Farabi, Ali Kuşçu hatta Hacı Bektaş kültür tarihimizin pek çok ismi ya bu topraklarda doğmuş veya buralardan ilim almıştır. Günümüzde Horasan İran’ın doğu sınırında bir vilayetinin adı olsa da bu şehirler taa Herat’a kadar Türk kültürü tarihinin o muhteşem merkezi tarihi Horasan’a dahildir. Yolculuğumuz Horasan’dan Asya’yı aydınlatan nice kültür yıldızımızın güzergahından devam ediyor. Bu yolculukların her birinin hikayeleri kültür tarihimizde yer alır. Bu hikayelerden en meşhuru galiba Gazali’nin yolculuğuna ait olanıdır. Tus şehrinin Gazal kasabasında doğan Gazali, Cürcan’a gider. İmam Ebu Nasr İsmaili’den bir müddet ders alır. Sonra Tus’a döner. Cürcan’dan Tus’a dönerken başından geçen bir hadiseyi şöyle anlatır: “Bir grup yol kesici karşımıza çıktı. Yanımda olan her şeyimi alıp gittiler. Arkalarından gidip kendilerine yalvardım. Ne olur işinize yaramayan ders notlarımı bana verin. Reisleri; “Onlar nedir? Nasıl şeylerdir?” diye sorunca; “Onları öğrenmek için memleketimi terk ettim, gurbetlere gittim. Filan yerdeki birkaç tomar kağıtlardır” dedim. Eşkıyaların reisi güldü; “Sen o şeyi bildiğini nasıl iddia ediyorsun, biz onları senden alınca ilimsiz kalıyorsun” dedi ve onları bana geri verdi. Sonra düşündüm, Allahü Teâlâ, yol kesiciyi beni ikaz için o şekilde söyletti, dedim. Tus’a gelince üç yıl bütün gayretimle çalışarak, Cürcan’da tuttuğum notların hepsini ezberledim. O hâle gelmiştim ki, yol kesici önüme çıksa, hepsini alsa, bana zararı dokunmazdı.” İşte şimdi o Cürcan’a gidiyoruz. Burada Dört Mevsim Yaşanır Tahran düzlüğünden Hazar Denizi kıyılarına geçerken büyük bir dağın verdiği geçitlerden yavaş yavaş ilerliyoruz. Virajlarla dolu, İstanbul-Ankara yolunun viyadükler yapılmadan önce Bolu Dağlarının aşarken sık sık yaşanan manzaralar gibi trafiği akışını engelleyen kamyonlar, Elburuz Dağlarının yamaçlarında bize hiç de yabancı gelmiyor. Yağan yağmur yolculuğu biraz daha güçleştiriyor. Recep Ağa dağların adının Elburuz olduğunu söyleyince İrfan’la birbirimize bakıyoruz. Kafkas Dağlarının en yüksek tepesinin adı da Elburuz. Kafkas Türk halkları Karaçay ve Malkarların Mingi Tav yani Bengü Dağ dedikleri Elburuz’un pek çok da türküsü var. Bu benzerlik bizi şaşırtsa da nedeni hakkında hiçbir bilgimiz yok. Elburuz bu bölgede iklimi ikiye bölüyor. Elburz Dağlarının Hazar Denizi ile arasında kalan bölge bir mikrokilma oluşturuyor. Dağların birkaç yüz kilometre güneyinde çöl varken burası tam bir cennet. “Bizi bölgede dört mevsimi yaşanır” diye övüyor Recep Ağa, bu bölgeyi anlatırken. Dört mevsimi yaşamak da büyük lütuf. Önce yadırgasam da düşündükçe hak veriyorum. Dünyanın ve İran’ın pek çok bölgesi var ki orada yaşayan insanlar bir yılda dört mevsim yaşayamıyorlar. Hazar kıyısındaki bu mikroklimada daha sonraki günlerde bizzat görüyoruz ki, zeytin, limon, kivi yetişiyor. Gorgan’a yolculuğumuz fıkralarla, türkülerle renklenerek devam ediyor. Sanki Recep Ağa ile üniversiteden sınıf arkadaşıyız, yıllardır o bizi tanıyor biz onu. Vakit gece yarısını geçmişti ki, Gorgan’dan geçip Kelaleh kasabasına doğru yöneliyoruz ve eve varmamız saat biri buluyor. Sabahın erken saatlerinde Ankara’dan başlayan yolculuğumuz yaklaşık 18 saat sürmüştü. Türkmen Sahra’yı görmenin heyecanı ile aldırış etmesek de yorulmuştuk. Bizim için hazırlanan odadaki yan yana serilmiş yer yataklarına uzanmamızla uykuya dalmamız bir oluyor. Türkmen Sahra’da İlk Gün Ertesi gün uyandığımızda etrafımıza daha dikkatli bakıyoruz. Recep Ağanın zevkle dekore edilmiş geniş bir evi var. Bizim için ayrılan oda evin mimarisi içinde özel bir konumu var. Dışarıdan bakıldığında evin bütünlüğü içinde yer alıyor ancak evin içinde kapısı ayrı bir hole açılıyor ve misafir ev sahipleri odalarına çekildiklerinde hem ailenin mahremiyetini bozmadan hem de kendisi adeta yalnız tek odalı bir evde kalıyormuşçasına özel ihtiyaçlarını karşılayabiliyor. Geleneğe ve Türkmen sosyopsikolojisine gayet uygun bir mimari tarzı bu. Aslında, evin genelinden ayrılan özel misafir odalarını çocukluğumdan hatırlıyorum. Doğup büyüdüğüm Çankırı’da da hala hali vakti yerinde olanlar, misafir ağırlamayı sevenler kapısı evin avlusuna açılan ayrı odalar yaptırırlar. Ama maalesef büyük şehirlerimizde uyguladığımız mimarilerde batılı ev tarzlarını uyarlamaktan, hayatın meselelerine karşı kendi geliştirdiğimiz mimarimizi unutur olduk. Belki de misafiri eskisi kadar çok sevmez olduk, yada eskisi kadar evlerimize yatılı misafirler gelmiyor. Avlu duvarları gayet yüksek, kapılar kapandığında aile tamamen kendi mahremiyeti içinde hür bir alana kavuşuveriyor. Sabah saat 9.00 da Ankara Radyosu Gündem Programından Oytun Şahin Hanım arıyor. Türkmen Sahra’dan Ankara Radyosuna canlı yayına bağlanıyor ve Mahdumgulu ve Türkmen Sahra hakkında dinleyicilere bilgi aktarıyoruz. Kahvaltının süprizi evin küçük oğlu Didar oluyor. Didar, İrfan Gürdal’ın müzik CD’lerini dinlemiş ve İrfan’ı çok seviyor. Didar’ın İrfan’a olan ilgisi hepimizi hem şaşırtıyor hem de sevindiriyor. Şiir söze, müzik şiire kanat takar. İrfan’ın seslendirdiği nameler de uçmuş kilometrelerce uzaktaki bu Türkmen çocuğunun yüreğine ulaşmış. Sanat; sanat ey sanat… Aslında sevgili Didar’ın bu ilgisinin İrfan Gürdal’ın Türkmen Sahrada göreceği büyük ilginin habercisi oldu nereden bilebilirdik ki! TRT Türkmence yayınlarının şefi Murat Hoylu’da bize katılıyor. Prof. Dr. Fikret Türkmen’le birlikte gelmeleri gerekiyordu ancak Fikret Hocanın kolunun kırılması onun bize katılmasına mani oluyor. Bu durum aslında yükümüzü biraz daha artırıyor: Kümbet Şehrinde yapılacak uluslar arası sempozyumda Türkiye’den katılan tek tebliğ Ömer Kayır Beyle hazırladığımız “Mahdumgulu ve Hikmet” başlıklı çalışma olacak. Ömer Bey her zaman ki görev sorumluluğu ile günlerdir tebliğ üzerinde çalışıyor. Konuyu birlikte seçmemize rağmen onun hızına yetişemeyip tüm yükü, ara sıra yapabildiğim küçük katkıların dışında onun sırtına yüklemiş durumdayım. Masallar Ülkesinden Geçtik Bugün akşam Mahdumgulu’nun türbesine gideceğiz. Türkmenler, Mahdumgulu’nun kabri başında kendi organizasyonları ile törenler düzenleyecekler. Kaldığımız Kelaleh’den epey uzakta olduğundan önce Oğlmaya Hanımın dayılarının Maravatepe kasabasındaki evlerine misafir olacağız. Vakit yaklaşınca da Acı Kavşan ve daha sonra da Aktogay’daki törenlere gidilecek. Recep Ağanın Horasan’dan gelmiş başka misafirleri de var. İki arabaya binip yola çıkıyoruz. Garip bir vadiden geçiyoruz. Sanki masal ülkesindeyiz, şu dağlar, tepeler, dereler sanki bir çizgi film simülasyonu için yapılmış. Tepeler geniş düzlüğün üzerinde birden yükseliyor, yamaçları çok dik; dereler üzerinden geçtikleri toprakta derin yarıklar oluşturmuşlar, sanki her şey sonradan yapılmış gibi. Hele toprak kalınlığı inanılır gibi değil, dere yataklarının geçtiği veya yol yapımı için kazılan tepelerin yüzleri abartısız 3-5 metre kahverengi humuslu topraklardan oluşuyor. Ömer Beyle bu kalın toprak tabakasına bakıp şaşırıyoruz. Türkiye’ye dönünce sayın Hayrettin Karaca’yı arayıp Türkiye topraklarındaki erozyon için üzülmemesini söyleyelim. Biz öyle bol bir toprak bulduk ki, getirip erozyonlu alanların üzerine havadan serpelim, her yere yeter, diyelim kendisini bu kadar üzmesin diye şakalaşıyoruz. Yolumuz karaçam ormanlarıyla kaplı bir dağın kenarından geçerken, dağın eteğindeki küçük düzlükte bir medrese karşımıza çıkıveriyor. Oğulmaya Hanım bu medresenin 250 yıllık olduğunu ve mimarının Türkiye’den geldiğini söylüyor. Seyit Kılıç İşan medresesi, durup ziyaret etmek istediğimizi söylüyoruz. Recep Ağa önde giden otomobilden ayrılmak istemese de bizleri kırmıyor, duruyoruz. İkindi namazını bekleyen üç genç karşılıyor bizi. Medreseyi gezdiriyorlar. Ortadaki geniş eyvana açılan küçük hücreleriyle tipik bir medrese mimarisine sahip. Geçtiğimiz yıllarda sel altında kaldığı için bir miktar bakınma ihtiyaç gösterse de sapasağlam ayakta. Giriş kapısının önünde küçük bir de camii var. Gençler Şeyh Seyit Kılıç İşan’ın kabrinin dağın yamacında ormanın içinde olduğunu söylüyorlar. Türbe çam ağaçlarının arasından görünüyor. Biraz sonra namaz kıldırmak için gelen imamdan burasının günümüzde de faal bir Nakşibendi dergahı olduğunu öğreniyoruz. Recep Ağanın aklının öndeki araçta giden misafirlerinde olduğu her halinden belli oluyor. Onu daha fazla sıkıntıya sokmadan yola koyuluyoruz. Kendi Tayfamızı Taptık Maravatepe’ye vardığımızda adeta Anadolu’da bir evin avlusuna girmiş gibi hissediyoruz kendimizi. Toprak kerpiçle çevrilmiş avlu duvarları, avluya evlerin yerleştirme nizamı, traktör ve kümes hayvanları için yapılan bölümler Anadolu tipik orta halli bir köy evindeyiz sanki. Misafirler için özel hazırlanmış, ailenin yaşadığı bölümden ayrı bir odaya alınıyoruz. Her şey o kadar Anadolu’ya benziyor ki… En başta da Türkmen Sahra’da konuşulan dil. Türkmen Sahra Türkmenleri, Türkmenistan Türkmencesinden farklı olarak peltek “s”leri daha az tıslatıyorlar. Türkmenistan Türkmencesinde peltek “se” sesi o kadar hakim ki, bazen bildiğiniz kelimeyi bile insan zor tanıyor. Türkmen Sahra’da peltek “se” sesinin daha zayıflamış olması burada konuşulan dili Anadolu’ya yakınlaştırıveriyor. Türkmen Sahra müzikleri de öyle. Türk halklarının müzikleri konusunda Türkiye’deki en önemli uzman ev icracıların başında gelen bir isim olan İrfan Gürdal, bu bölgedeki müziğin Karadeniz müziğine daha yakın olduğunu söylüyor. Kanaatlerine itibarımız sonsuz olmasına rağmen, İrfan Beyin kendisi de Karadenizli olduğu için Karadeniz bölgesine iltimas geçtiği imalarıyla şakalaşıyoruz. Bu köydeki kadınların başlarına örtükleri yazmaları da başlarını örtme tarzları da tıpkı Anadolu gibi. Türk Dünyasının pek çok bölgesini gezmiş, kimi yerlerinde uzun sayılabilecek süreler de çalışmış ve hala ilişkileri devam eden birisi olarak söylüyorum ki, Anadolu Türkmenlerine en yakın Türk topluluğu Sahra Türkmenleridir. Evin önünde eyvana çıkmış kadınların fotoğraflarını çekmek için objektifi kendilerine çevirdiğimi anlayınca yaşmaklarını çekerek, nezaketsizlik etmeden yan dönüyorlar. Tıpkı Anadolu kadını! Üstelik yaşmağa da burada yaşmak deniyor. Yaşmağın ne olduğunu bilenler bilmeyenlere söylesin. Bu hareketi gördüğümüzde, Anadolu kültürüne olan aşırı benzerliklerin içimizde biriktirdiği heyecan artık dışarı vuruyor: Ömer Beyle “kendi tayfamızı taptık” diye bağırıyoruz. “Tayfa”, tayife, “tapmak” ise bulmak anlamına geliyor. Bu halimiz onların da çok hoşuna gidiyor. Bu gerçek hislerimizdi. Asla Türkmen kardeşlerimizin gönlünü kazanmak için söylenmiş bir cemile değildi. Gördüm; bildim; anladım ki; Türkiye Türklerinin büyük çoğunluğu tarihi Horasan’dan ve elbette onun önemli bir parçası olan Türkmen Sahra üzerinden Anadolu’ya gelmişlerdir. Acı Kavuşan’dan Acı Kavuşan’a Maravatepe Köyünden, akşama doğru ayrılarak Mahtumkulu’nun kabrine doğru yolla koyuluyoruz. Mahtumkulu, XVIII yüzyılın ünlü Türkmen şairi… 1773’te Türkmenistan’daki Etrek nehiri boyunda yer alan Acı Kavuşan köyünde dünyaya gelmiş. Maravatepe’den Mahtumkulu’nun vefat ettiği ve şimdi türbesinin bulunduğu Aktoğay mevkiine giderken iki ırmağın birleştiği bölgeye de Türkmensahra’da, acı suların kavuştuğu yer anlamına Acı Kavuşan diyorlar. Mahtumkulu’nun hayatı iki Acı Kavuşan’ın arasında bir ömür. Aktoğay’ın da içinde bulunduğu bölge, daha önce bizleri güzel tabiatı ile çok şaşırttığını söylediğimiz Hazar kenarındaki bölgeden çok farklı. Her yan bozkır hatta bozkırdan daha da öte çölleşmenin başladığı yerler sanki. Toprak damlı evlerden kurulu köyler, çevrenin koyu kahve renklerine o kadar uymuş ki, dikkat edilmese fark edilmeleri güçleşiyor. Mahtumkulu’nun türbesi, bu bozkırın ortasında yer alan küçük bir tepenin üzerinde azametle yükseliyor. Yanında yöresinde hiçbir yerleşim yeri yok. Etrafa bakınca karşı yamaçlarda adete kamufle olmuş bir iki köy görünüyor. En yakın yerleşim yeri birkaç kilometre uzakta olsa da bu akşam Aktokay tepesinde bulunan türbenin etrafı çok kalabalık. Türkmenler, çok uzaklardan gelmişler bazıları Aktokay’ın sırtlarına çadır kurarak bu akşamı bekliyorlar. Bu akşam halkın kendi düzenlediği kutlamalar yapılıyor. İnsanlar, Mahtumkulu’nun ve babası Devlet Mehmet Azadi’nin kabirleri başında dualarını okuduktan sonra Türbenin hemen önünde hazırlanmış bölümdeki yerlerini alıyorlar. Küçük bir sahnenin karşısında plastik sandalyelerle hazırlanmış bu geçici toplantı alanı hınca hınç dolu. Binlerce insan burada buluşuyor. Birbirlerine sarılanlara hasret giderenler göze çarpıyor. Semizade Ailesi ile birlikte biz de kalabalığa karışıyoruz. Oğulmaya Hanım, alana asılmış pankartları göstererek Türkçe “Hoş Geldiniz” yazısına dikkatimizi çekiyor. Türkiye’den de katılım olacak diye afiş ve davetiyelerde Türkçe ifadeler yer alıyor. Türkmence yazılar yok. İranlı organizatörler, önce hem Türkiye Türkçesi hem de Türkmence yazmak istemişler fakat görmüşler ki, ikisi ya aynı ifadeler oluyor ya da çok yakın. Vazgeçip yalnızca Türkiye Türkçesindeki yazıları yazmışlar. Görüştüğümüz Türkmenler bu halden çok memnunlar. Recep Ağa eşi dostu, arkadaşı çok olan bir insan. Onunla selamlaşmaya gelenler, bizimle de tanışıyorlar. Bu özellikle yapılan tanıştırmalar olmasa kimse bizim Türkiye’den geldiğimizi fark etmeyecek. Biz de o büyük abidenin altında yan yana yatan iki büyük şairin kabirlerini ziyaret ediyoruz. Mahtumkulu’nun babası Devlet Mehmet Azadi de şair. Babasının “Vaaz-ı Azad”, “Hikayet-i Cabir Ensar”, “Münacat” adlı ünlü mesnevileri var. Oğulmaya Hanım “Babası ortak Türk dilinde şiirlerini yazmış, Mahtumkulu ise Türkmence” diyerek açıklamada bulunuyor. Devlet Bu itibarla, Mahtumkulu Türkmencenin yazı dili, edebiyat dili haline gelmesinde ilk adımı atanlardan. Babası ise ortak Türk edebi dilinde şiirlerini yazıyordu. Ortak edebi dil, ahh bugün sana ne çok ihtiyacımız var. Aslında Mahtumkulu da kendi döneminde aldığı eğitim bu ortak edebi dil ile idi. Gençliğini Hacı Kavuşan köyünde ve Etrek nehiri boyunda geçiren şair Mahtumkulu, ilk eğitimini köyünde alır. Sonra Lebap’ta bulunan Halaç ilçesinin Kızılayak köyünde olan İdris Baba medresesinde devam eder. Bundan sonra Buhara’daki Göğeltaş medresesinde eğitim görür. Şair, yüksek eğitimini döneminin üniversitesi kabul edilebileceğimiz Hive’deki “Şirgazi” medresesinde görür. Bu medresede yatılı olarak tam üç yıl eğitim alır. Bu hakkında şairin kendi şöyle der: “Mekân eyleyip, üç yıl yedim tuzunu, Gider oldum, hoşça kal, güzel Şirgazi! Geçirdim kışı, bahar ve yazını, Gider oldum, hoşça kal, güzel Şirgazi!” Eğitimini değişik medreselerde tamamlayan şair Arapça, Farsça ve Çağatayca öğrenmiştir. Nizami, Sadi, Fuzuli, Nevai, Ahmet Yesevi, Hacıbektaş Veli gibi Türk Dünyasının önemli klasiklerini tanımış, onların eserlerini iyi öğrendiği ise şüphesiz. Belki mesajını halka daha iyi ulaştırma duygusu, misyon aşkı onu Türkmen halkının konuştuğu dille şiirlerini yazmaya sevk eder ve Türkmenler tarafından çok sevilir. Bu sevgi bugün de sel olup akmakta. Aşıklar, şairler birer birer sahnede yerlerini alıyorlar. Herkese beşer dakika süre veriliyor. Aşığın birisi bu süreyi az bularak “beş dakikada ben ne diyeyim ki” diyerek orada irticalen yazdığı bir şiirini okuyor. Sıra İrfan Gürdal’a geliyor. Türkiye’den gelen sanatçı diye anons edilince etrafta dağının şekilde kendi aralarında sohbet edenler, sel gibi kalabalığın etrafına doğru akıyorlar. İrfan Gürdal, Türkmen Sahrada tanınıyor. Yaptığı televizyon programlarını kaydedenler bile var. Önce Mahtumkulu’dan, “Müslümanlar ilki başı la ilahe illallahdır” isimli bir eseri seslendiriyor. Ardından Yunus’tan bir eser. Edebiyat araştırmacılarından “Yunus ve Mahtumkulu” karşılaştırmasını yapanlara sık rastlanır. Hatta Dadaloğlu ve Karacaoğlan karşılaştırmaları, aralarındaki benzerlikleri ortaya koyanlar da çoktur. Bu sahnede de yine Türkmen’in iki kocası bir araya gelip buluşuyorlar. Halk birden coşuyor. Semizadeler, Ömer Kayır, Murat Hoylu hep birlikte hakim bir noktadan konseri seyrediyoruz. Halkın bu coşkusunu görünce Murat Hoylu’dan, sahnenin yanına giderek İrfan Gürdal’a korumalık yapmasını rica ediyorum. Recep Ağa zaten tedbirini almış ama ilgi o kadar çok ki, yanındakiler yetersiz kalabilirler. Murat birkaç gençle birlikte sahneye doğru gidiyor. Eserler bitiyor, izleyicilerden sahneye çıkmak isteyenler var. İraf’ın devam etmesini istiyorlar. Sunucu ilerleyen saatlerde İrfan Gürdal’ın tekrar sahneye geleceğini anons ederek ortamı yatıştırmaya çalışıyor. Türkiye’nin ve Türk Dünyasının dört bir yanında binlerce konser vermiş, yılların sanatçısı İrfan Gürdal, “ben hiçbir konserimden sonra böyle ilgi görmedim” diyerek hem şaşkınlığını hem de memnuniyetini ifade ediyor. Köroğlular Yarışıyor Aktokay’dan geç vakit Maravatepe’ye dönüyoruz. Ev sahibimiz yorgunluk çaylarını hazır etmiş. Daha ilk yudumlarda bir gece önceden kalan bir hesap görülmeye başlanıyor. Türkmen bakşı (Aşık) Abdurrahman Ağa, bir gece önce vakit geç olduğundan Türkmen Köroğlu destanından türküler söyleyememişti. Daha çayların ilk yudumunda dutarını alıp Köroğlundan bir türkü seslendiriyor. Ardından İrfan Güdal, Bolulu Köroğludan… Dijital kayıt makinesı orta yerde kendi görevini yapıyor. Zevkle dinliyoruz. Biraz destandan anlatılıyor biraz Türküleri sesleniyor. Yorulanlar sessizce, yataklarına çekilip uykuya dalıyorlar. Ben de yorulanlardandım. Ertesi gün yine zor bir gün olacak. Uyuduğumda Abdurrahman Ağa dutarını çalıyordu. Sabah uyanıp salona geçtiğim de yine aynı yerde dutarı ile Abdurrahman Ağanın söylemeye devam ettiğini görünce şaşkınlığımı tahmin edebilirsiniz. Resmi Törenler Başlıyor Bugün 16 Mayıs 2008, Mahtumkulu’nun doğumunun 275. yıl dönümü ve biz akşam, Türkmenlerin kendi aralarında organize ettikleri “sivil”, coşkulu ve samimi törenlerin ardından bu sabah resmi “etabına” katılacağız. İran hükümeti son yıllarda her vilayete, kendi yörelerinin değerlerini öne çıkaracak bir haftalık kültür günleri organize etmeleri kararını almış. Gogan valiliği de bu haftayı Mahtumkulu adına organize edilmesi kararını almış. Bu yüzden bu yıl ikincisi tertiplenen Mahtumkulu kültür etkinliklerini resmen başlatmış. Ya da başka bir ifade ile Türkmenlerin kendi aralarında yirmi yıla yakın zamandır kutlanan Mahtumkulu etkinliklerini valilik bünyesine almış. Evet Türkmenler, Türkmen kimliğinin çok önemli bir unsuru haline gelmiş, gurur duydukları şairleri Mahtumkulu Fiagi’yi, uzun yıllardır kendileri anmaktalar. Bir gün önce bugün resmi törenlerin başlayacağı Mahtumkulu’nun başındaki “sivil” merasimler de bu geleneğin devamı olarak sürüyor. Bize bildirilen saatte Aktokay’da Mahtumkulu’nun abide kabrinin başında hazırlanan mekanda yerimizi alıyoruz. Dün akşam sahneye çevrili olan plastik sandalyeler, bu sabah doksan derece çevrilerek kürsüye doğru döndürülmüşler. Yakıcı bir güneş var. Protokol için ayrılan bölüm ile onun tam karşısında kadın ve yaşlılar için ayrılan iki bölümün üzeri çadırla gölgelendirilmiş, halk için ayrılan bölüm güneşin altında. Protokolde bizim için ayrılan bölümdeki yerimizi alıp beklemeye başlıyoruz. Törenlerin başlaması gecikiyor. Halk yakıcı güneşin altında sabırla bekliyor. Törenlerin başlamasını beklerken çevremizdekilerle tanışıyoruz. Hemen yanımızda oturanın İran’ın Türkmenistan Büyükelçisi olduğunu öğreniyoruz. Kümbet şehrinde Türkmen mahallesinde büyüdüğü için çok temiz bir Türkmence konuşuyor. Sempatik ve sıcakkanlı bir insan. Türkmenistan’dan gelecekleri de belirleyerek kendi de Mahtumkulu’nun 275. doğum yılı törenleri için Aşkabat’tan gelmiş. Törenin başlaması Gorgan valisinin gelmesiyle birlikte başlıyor. Konuşmalar Farsça olduğu için neler söylendiğini anlamıyoruz ancak her konuşmacı adeta katılımcıların sabrını sınarcasına uzun konuşuyor. Protokolün ön sıralarında oturanlardan birisini işaret ederek, İran parlamentosunda yer alan Türkmen milletvekili olduğunu öğreniyoruz. Dört gün sonra milletvekilliği sona eriyormuş, yeni seçimlerde kazananlar göreve başlayacaklar. Bu dönem bölgeden hiçbir Türkmen milletvekili seçilememiş. Daha önceki yıllarda dört milletvekiline kadar bu bölgeden Tahran’a parlamentoya göndermişler. Milletvekilinin yapacağı konuşmada neler söyleyeceğini merakla bekliyoruz. Fakat konuşmacının birisi kürsüden inmişti ki, Türkmen milletvekili sessizce yerinden kalkarak türbenin arkasına doğru yürüdü. İşte bu hareket buradaki törenlerin de sonu oldu: Başta gençler olmak üzere her yaştan insan oturdukları yerden kalkarak milletvekilini uğurlamak için ona doğru yürüyüverdiler. Dinleyici bölümünde pek kimse kalmayıverdi. Sunucu bu durumu Türkmen halkının konukseverliği ve Tahran’dan gelen vekillerine ev sahipliği yapma geleneği olarak yorumlayarak törenleri kapattı. İran-Turan Sınırından Geçtik Öğleden önce tamamlanan törenlerden sonra geriye kalan vaktimizi değerlendirmek için Oğuzname’de de adı geçen Güllü Dağ’a doğru yola koyuluyoruz. Zavur Çeşmesi Deresini takip eden yolla dağların arasından kıvrılarak gidiyoruz. Bu derenin kenarında vadiyi ikiye bölen ancak şimdi temelleri kalmış bir duvarın kalıntılarının yanından geçiyoruz. Ev sahiplerimiz, Çin Setti gibi genişliği 15 metreyi bulan kalın ve yüksek bir duvar olduğu hakkında görüşler olduğunu anlatıyorlar. Adeta İran’la Turan’ı ayıran bir duvar. Şimdilerde yanlıca temelleri duruyor. Yemyeşil Güllü Dağın karşı yamaçlarında yeni dikilmiş zeytin bahçesinin içinde geziniyoruz. Ömer Kayır bey hariç. O yarın sunacağı tebliğin son düzeltmeleri için serin bir mekanda çalışmaya devam ediyor. Geç saatlerde Kelaleh’e dönüyoruz. Türkmen Halk Müziği Orkestrası Bugün 17 Mayıs 2008 ve biz Gorgan’da yapılacak toplantı için yola koyuluyoruz. Güzel hazırlanmış bir salona giriyoruz. Salonun fuayesinde Türkmen ressamların eserlerinden karma resim sergisi açılmış. Tablolara bakıyoruz. Toplantı, vaktinde başlıyor ve konuşmalar aralarına yerleştirilmiş müzik ve tiyatro eserleriyle sürüyor. Sahneyi dolduran müzik topluluğu Türkmen Sahranın tek müzik topluluğu. Dr. Cevdet Teke yönetiminde yıllardır kendi aralarında organize olarak çalışmalarını sürdüren bir topluluk. Türkmen müziğinden eserler icra ediyorlar. Diğer konuşmalar Farsça devam ediyor. Toplantının ardından tüm katılımcılar yemeğe götürülüyoruz. Burada Kızılbaş’lardan bir gençle tanışıyoruz. Kızılbaşlar İran’da dağının olarak yaşıyorlar ve kendilerine “Türk” diyorlar. Dilleri Türkçe ve elbette Türkler ancak Türk kökenli pek çok halk, kendini adlandırırken, Kazak, Özbek gibi kendisine daha alt kimliğini seçerken Kızılbaşlar, biz Türküz diyorlar. Ayaküstü yapabildiğimiz kısa sohbette, sosyal yapılarının Anadolu Aleviliğinden farklı olduğu izlenimini ediniyoruz. Araştırılsa ne güzel olurdu. Türklük, bilgi çağı, iletişim çağı denilen günümüzde hala ne kadar çok araştırılmaya muhtaç. Öğleden sonraki oturum Kümbet Şehrinde olacak. Kümbet, içinde yer alan tarihi bin yıl öncesine uzanan gösterişli kümbetten alıyor. Kümbet hala şehrin en gösterişli yapısı. Bizim tebliğimiz de burada okunacak. Kümbetteki toplantıda Özbekistan’dan, Türkmenistan’dan, Azerbaycan’dan gelen konuşmacılar da konuşacaklar. Salonun alt kısmı daha resmi ve yaşlı bir dinleyici gurubu tarafından doldurulurken balkon gençlerden oluşuyor. En büyük alkışı Türkmenistan’dan gelen konuşmacı alıyor, Ömer Kayır Bey ise ikincilikle yetinmek zorunda. Alkışların seviyesi tebliğlerde ne anlatıldığından çok gençlerinin konuşmacının ülkesine olan sevgilerinin işaretleri gibi. Balkon kısmından alkışlarla salonu çınlatıyorlar. Salonun önüne çıktığımız zaman, gençlerin büyük ilgisi ile karşılaşıyoruz. Çevremizi sarıyorlar, her bir çok heyecanlı. Yazdıkları şiirlerden ve hikayelerden bahsediyoruz. Hemen hepsi üniversite öğrencileri. Çok heyecanlılar, kıpır kıpırlar. Tebliğlerden birisini de Prof. Dr. Hüseyin Düzgün sunuyor. Güney Azerbaycan’dan gelen Prof. Düzgün, Mahdumgulunun şiirlerindeki dil unsurlarından bazılarını Kırgızca, Kazakça ve diğerleri ile mukayese ediyor. Tebliğ dili Farsça olsa da perdeye yansıttığı slaytların başlıklarını Latin harfleri ile yazmış olması, konuyu tamamıyla olmasa da ne hakkında konuşulduğunu anlamamıza yetiyor. Toplantıları resmi kısımlarının her aşamasında “Türkmen Şairi” tabiri yerine ısrarla “İran Şairi” olarak nitelenen Mahtumgulu bir anda Turan şairi olup çıkıyor. Bilimsel tebliğe kimse itiraz etmiyor. Antalya’yı Verdik ama Tebriz’i Aldık Bugünün akşamı da İrfan Gürdal’ın derlemeleri ve bu arada bizim kendimizi içinde bulduğumuz tekrarları mümkün olmayacak Türkmen müziği ziyafetiyle devam ediyor. Türkmensahra’daki en önemli ozanlar bu akşam konuklarımız. Ertesi gün bir söz kesme merasimine katılıyoruz. Hanımlar ve erkekler ayrı evlerde toplanmışlar. Biz önce salona sonra özel bir odaya alınıyoruz. Bu odaya geçişimizin sebebine biraz sonra salondan yükselen, başlık, çeyiz vb. pazarlıklar için yükselen seslerden sonra anlıyoruz. Bir müddet sonra sahbet eski seyrine dönüyor. Kelaleh şehrindeki en büyük caminin imamı olduğunu sonradan öğreneceğimiz şen şakrak bir kişi yanımıza gelip koyu bir sohbete başlıyor. Adı Hasan. Bir ara durup bilmece soruyor: Gerek olunca atarlar gerek olmayınca toplarlar. Bilmecenin cevabını bulmaya çalışıyoruz. Tahminlerimiz hep boşa çıkıyor. Hasan Ağa; “İstanbul’u ver?” diye gülüyor. Şaşkınlık ve sevinç duyguları ile bir anda çocukluğuna gidiyorum. Küçük bir çocukken anne ve babamla bir birimize bilmece sorarken, bilmeceyi bilemeyen diğerlerine şehir verirdi. Bütün Türkiye’ye bizimdi ve bilemediğimiz zaman şehir kaybederdik. Kaybettiğimiz şehirler için üzülür, daha küçük illeri vererek veya biraz önce kaybettiğimiz büyük şehirleri ger almaya çalışarak sürer giderdi oyun. O günleri hatırlayarak, “hayır dedim, “İstanbul çok büyük, veremem.” Bu oyunu biliyor olmam onu da çok memnun etmişti. “Peki o zaman Ankara’yı ver.” “Oldu mu şimdi, Başkentimizi verelim de biz ne yapalım?” “Haklısın, o zaman Antalya’yı ver. Orası çok güzel yer.” “Peki Antalya senin olsun.” Sıra bana gelmişti. Düşünüyorum da çocuklara vatan sevgisi kazandırmak için çok harika bir oyun bu. Çocuk, bütün vatanın sahibi gibi hissediyor kendisini, şakacıktan bir şehir kaybettiğinde üzülüyor. Ben de Hasan Ağaya bilmecemi sordum. Çok uğraştı ama bilemedi. “Sen bana bir yer ver dedim.” Hiç düşünmeden Tebriz’i teklif etti ve ben de hemen kabul ettim. Keyfine diyecek yoktu, “hem Tebriz’den hem sıradan kurtuldum” diyerek kahkahalar atıyordu. Ben ise Antalya’yı kaybetmiş olsam da Tebriz’i almanın memnuniyeti içindeydim.

Köneler, ceyhun82 tarapyndan 15 years ago
Teswir ýazmak üçin Içeri gir