Bir hakîm dedi ki: Yazıda bir kargayla bir leyleğin beraber uçtuğunu, beraber yemlendiğini gördüm. Şaşırdım-kaldım; derken aralarındaki birlik nedir, onu bulayım diye hallerine dikkat ettim. Şaşkın bir hâlde yaklaştım. Baktım, gördüm ki ikisi de topaldı. "Bir kuşun, kendi cinsinden olmayan bir kuşla uçmasının, yayılmasının sebebi" MEVLÂNÂ, Mesnevi, II. cilt, Terceme ve şerheden: Abdülbâki Gölpınarh içkiye Yeniden Başlamak Barda sadece iki müşteri kalmış. Okul taksitleriyle ev kiralan aldıkları bursları katbekat aşan iki doktora öğrencisi, ikisi de bu şehirde yabancı, ikisi de Müslüman ülkelerden. Tüm ortak noktalarına ve yakın arkadaş olmalarına rağmen aslında birbirlerine benzedikleri söylenemez, en azından şu anda. sabaha karşı 02:36 itibarıyla, birisi körkütük sarhoş, diğeri de her zamanki gibi içkinin damlasını dahi koymamışken ağzına. Gittikçe görünürlük kazanan bir tezat içinde yan yana oturuyorlar saatlerdir. Tamı tamına beş saattir. Ama artık gitme zamanı ve bir-iki dakikaya kadar ikilinin daha kısa boylu, daha esmer ve tartışmasız daha geveze olanı tuvaletten çıkacak, yerden toz değil iç sıkıntısını süpürmeye azmetmişçesine süpürgeye asılan garsona özür dilercesine mahcup gülümseyecek ye ardından, bar taburesine yapışmış, orada adeta taşlaşmış arkadaşına doğru yürüyecek. O yürüyedursun arkadaşı uzodan dumanlanmış gözlerini bir peçetenin üzerindeki yazılara odaklamış somurtmakta. Tamamen hareketsiz, karşısında dikilen Porto Rikolu barmenin bakışlarındaki gazaptan büsbütün habersiz.
ARAF (Elif Safak)
-
aysyzgije
12 years ago
- 27
luuiM ıvat. yju .^eıuz. numara, umer anahtar destesi içinden bir
tanesini seçti, bundan sonra ne yapacağını bilemiyormuş gibi bir-iki
saniye ifadesiz bir yüzle öylece durdu, sonra daha iyi bir seçenek
bulamamış olmah ki kapıyı açtı.
"Gail!" diye bağırdı sendeleyerek içeri girerken. Âşık olmak sevgilinin
isimlerini kendine mal etmektir, aşkın bitmesi ise isimlerin iadesi.
İsimler insanların varoluş kalelerine uzanan köprülerdir. Onlar
vasıtasıyla başkaları, hem dostlar hem de düşmanlar parmak ucunda içeri
girmenin bir yolunu bulurlar. Birinin adını öğrenmek varoluşunun
yarısını ele geçirmektir, gerisi parçalar ve ayrıntılardan ibarettir.
Çocuklar bunu ruhlarının derinliklerinde bilirler. Bir yabancı
isimlerini sorduğunda içgüdüsel olarak söylemeyi reddetmeleri
bundandır. Çocuklar isimlerin gücünü idrak eder ama büyüdüklerinde
unutuverirler.
Dinler tarihi, saygı gösterilecek isimler yoklaması olduğu kadar
isimlerin saygınlığının da kanıtıdır. Yahudilerin tam da ölüme ramak
kala bir hastaya isim vermek âdetleri bu yüzden. Ölüm döşeğinde
yatanların isimlerini değiştirirlerdi, ikinci bir hayat şansı
verebilmek için onlara. Müslümanların tam da doğum sonrasında
isimlendirme gelenekleri bu yüzden. Yeni doğan bebeğin henüz açılmamış
kulaklarına adını fısıldarlardı, ruhuna iyice işlesin diye ismi üç kere
tekrar ederek. Günümüzde bile "Constantinople" yerine "İstanbul" demeyi
reddeden Ortodoks Hıristiyanlar'ın ısrarı bu yüzden. Ne de olsa
yaşanılan şehrin fethedilmesi insanın sevgilisini başkasına
kaptırmasına benzer. İki durumda da ne kadar zaman geçerse geçsin
kaybın üzerinden, insan sevgiliyi kendisinin ona verdiği isimle
hatırlar, kendisi gittikten sonra edindiği isimle değil. "Bakıyorum
tekrar içmeye başlamışsın, öyle mi?" Geceyarısı elinde bir fincan bitki
çayı, yanında kedileri, dişi kedi ona, erkek kedi de dişisine yapışmış.
"Belki başlamışımdır," dedi Ömer uzo kibiriyle yüzünde güller açarak,
"belki başlamamışımdır. Kendime bir içki ikram edeyim dedim ama yeniden
içkiye başlayıp başlamadığım konusunda en ufak fikrim yok."
28
Gail dudaklarında yanıp sönen tekinsiz bir tebessümle mutfağa yöneldi,
peşinde upuzun tüylü duman rengi dişi iran kedisi, onun peşinde de
tekir, daha da uzun tüylü, aynı cins erkek kediyle.
"Burada bir zarf var..." Ömer onun kuzguni saçlarından sarkan gümüş
kaşığa bakarak duraladı. Akılcı anlarında Gail'in ne demeye saçlarına
gümüş bir kaşık taktığını merak ederdi. Ama bu öyle bir an olmadığından
malum soruyu erteleyip başka bir soru sordu yerine: "Zar-pan-dit adında
birini tanıyor musun acaba?" "Evet," cevabı geldi mutfaktan. "Benim."
Doğru, isimler maşuğun varoluş kalesine bizi buyur eden asma
köprülerdir ama oraya girmenin, ya da oradan firar etmenin tek yolu
değil. İlk bakışta göze çarpmayacak kadar derinlere gömülü başka
patikalar da olabilir bir yerlerde. Başka isimler, takma adlar,
lakaplar, kesinlikle başka bir zamana, başka bir bilince ait, gayri
resmi, kayıtsız, tanımlanmamış isimler, kimi sonsuza kadar unutulmuş,
kimi kalıcı, her biri aşk labirentinde sevgilinin elimizden kaçıp
gidebileceği gizli birer tünel, hem de daha âşığı yokluğunu bile fark
edemeden. İsimler böyledir işte, bir insana dair ilk ve en kolay
öğrenilen, ama aslında en zor sahip olunabilen.
Elinde bir bardak sütle mutfaktan çıktı, geçerken zarfı aldı ve açmak
için vakit kaybetmeden dosdoğru banyoya yöneldi, her zamanki konvoyunu
peşi sıra sürükleyerek. Bu kedilerin yaptığı akla mantığa sığacak gibi
değildi. Hem "köpeklerin-aksine-kediler-Öz-giirlükterine-düşkündür"
efsanesine de hiç mi hiç uymuyordu. "O acayip şey senin adın mı yani?"
Gail külodunu indirip tuvalete oturmadan önce içini çekerek başını
salladı. Ömer'in gözleri, karısını işerken seyretmenin verdiği
rahatsızlıktan kaçabilmek için onu teğet geçip duvardaki aynaya
odaklandı. Aynanın önündeki şişe ve sürahi güruhuna, raflarciaki
havlulara ve duş perdesindeki her bir pespembe ahtapota -Gail hariç
banyoda ne varsa- tek tek baktı. Kedilerin ve kendisinin önünde ayan
beyan işemekte neden ısrar ettiğini hiç anlamıyordu Ömer. Hani kendisi
bundan utandığından değildi tabii ama nasıl olup da Gail utanmıyordu
onu utandırmaktan?
29
Gail işerken eğilip dişi kedinin göbeğini okşadı usulca. Anında
torlamaya başladı kedi, onunla beraber erkek kedi de havaya girip
sesini yankılayarak. Sanki tek vücuttular ve erkeğin hazzı dişinin-kine
bağlıydı. Ömer basık burunlu, basık suratlı bu tıknaz mahluka kaşlarını
çatarak baktı ters ters. Bir türlü başaramamıştı erkek kediyi sevmeyi.
Hoş dişi kediyi sevmeyi de başaramamıştı ama dişi kedinin sevilip
sevilmemek gibi taraklarda bezi yok gibiydi zaten. Asla kimseden sevgi
talep etmediğinden, basit, kısacık bir okşama bile umduğundan büyük bir
ödüldü. Onun aksine erkek kedi etrafındaki her organizmadan sevgi
dilendiğinden, bilhassa da dişi kediden, daima istediğinden az oluyordu
edindiği.
"Kendi kendine mi konuşuyorsun? Neden onlara erkek kedi, dişi kedi
diyorsun? İsimleri var, malum," dedi Gail ifadesiz bir sesle. Ömer iki
kere gözlerini kırptı, her isim için bir kere. West ile The Rest. Dişi
kedinin adı West'ti, yani Batı, Gail ona bu ismi Do-ğu'nun Şarkiyatçı
söylem tarafından sürekli kadınlaştırılmasını eleştirmek için takmıştı.
Ömer'in buna itirazı yoktu, tabii eğer buna mukabil erkek kediye The
Rest, yani "kahini", "öteki" ismi verilmiş olmasaydı. Ömer'in canını en
çok sıkan dişi kedinin sevgisi, ilgisi için duyduğu bastırılmaz açlıkla
dolanan bu erkek kediydi. İkinci göz kirpisini tamamladığı sırada
öfkesi erkek kediden karısına kaydı. Madem herkesin içinde işeyecek
kadar umarsızdı ne demeye kocasından adını ve Tanrıbilirdahaneleri
saklamıştı? Hassas ve bir o kadar dikenli içerimleri vardı bu sorunun.
Bir kez daha, bir yarısı cevabı şimdi, hemen şimdi almak istiyor, öteki
yarısı onu taşıyan vapura tükürmemeyi ve daha faydalı bir şey yapmayı,
mesela hemen şimdi dipsiz, enfes bir uykuya dalmayı tercih ediyordu.
Hangi yarısının galip geldiğini söktüğünde "Neden ba.ıa hiç
söylemedin?" diye inledi.
"Muhtemelen hiç sormadığın için."
Dişi kedi sabit gözlerle mevcut olmayan birini, Ömer ayn aıın önündeki
leylak rengi tonik şişesini, erkek kedi de kendi kuyruğunun
hareketlerini seyredaldı, Gail ise belli bir şeye bakrrıyordu. "Ne
soracaktım peki? Aklıma gelmişken Gail, abuk sabuk bir
30
adın var mı acaba benim bilmediğim mi deseydim? Yoksa çocuklarına bu
acayip ismi verirken annenle babanın akıllarından ne geçtiğini mi
sorsaydım?"
"Sana bir şey diyeyim mi." dedi Gail, "geçmişte herkes ismimle o kadar
çok dalga geçti ki bana gına geldi. Eğer sen de ismimle alay etmek
istiyorsan, buyur keyfine bak. Artık umrumda değil."
"Ya Debra Ellen Thompson?" diye bağırırken buldu Ömer kendini. "Bu
saçma sapan yeni ismin onu da şoke eder mi benim gibi yoksa o zaten
biliyor mu? Siz ikiniz eskiden çok yakındınız, öyle
değil mi?"
Bu soruyu Gail'in ona hayretle bakarak geçirdiği sıkıntılı bir
sessizlik takip etti. "Bir şey mi sormaya çalışıyorsun?"
"Ne gibi?" Ömer sinir bozucu leylak rengi şişeye, duş perdesindeki
sinir bozucu neşeli ahtapotlara, sinir bozucu erkek kediye... bir kez
daha banyoda Gail'den başka her şeye kaşlarını çatarak haykırdı.
"Bizim bir zamanlar lezbiyen bir çift olup olmadığımız gibi?"
Gail ayağa kalktı, sifonu çekti ve onu yakından incelemek için üzerine
eğilerek gözlerini kıstı.
"Çünkü sorduğun buysa belleğini tazelemen lazım! Kendim anlatmak
istemedikçe geçmişim hakkında hiçbir şey bilmek istemediğini, yeni bir
başlangıç yapacağımızı, yok efendim göçebeler gibi yaşayacağımızı, seni
sevdiğimi bildiğin müddetçe şahsi tarihimin hiç önemi olmadığını sen
söyledin bana! Şu haline bak. Tekrar içmeye başlıyorsun, gidip beynini
Abed'le bulandırıyorsun, dağılmış vaziyette eve geliyorsun ve aniden
ıstıraplı fani hayatında en trajik kederinin karının bir zamanlar Debra
Ellen Thompson diye biriyle lezbiyen bir ilişki yaşayıp yaşamadığı
olduğu sonucuna varıyorsun! Söyle bakalım, o efsanevi ilericiliğine,
açık fikirliliğine ne oldu? Bar tezgâhında mı bıraktın?"
Ömer ona zorlukla açık tutabildiği açması gözlerle baktı. Bir karşı
savı olduğuna emindi emin olmasına da ne olduğunu hatırla-yamıyordu.
Hem ortalık çok aydınlıktı. Gözlerini acıtıyordu. Birkaç dakika sonra
gözlerini tekrar açtığında banyonun zemininde,
31
cenin şeklinde kıvrılmış vaziyette tek başınaydı. Burası sıcak ve
rahattı. Tek sorun yakınlardan gelen kötü bir kokuydu. Birisi paspasın
üzerine küsmüştü.
Mutlu mesut-banyo-zemininde-yatma safhasıyla, kendini temiz ve
pijamalanyla yatakta yatıyor bulma safhası arasındaki bağlantı koptu.
Gail'in onu nasıl ya da ne zaman buraya getirdiğine dair en ufak bir
fikri yoktu. Karısının alabildiğine gür, çılgınca kıvırcık, kuzg'uni
saçlarından gümüş kaşığı çıkarışını seyrederken asık yüzü bir
tebessümle aydınlandı. Neredeyse bir yıllık yakın birlikteliğe rağmen
onun her sabah saçma bir kaşık iliştirmeyi nasıl başardığı Ömer'in
halen fazlasıyla esrarengiz bulduğu bir soruydu, hele her gece saçının
şeklini bozmadan aynı kaşığı nasıl çıkardığı sorusu daha da şaşırtıcı.
"Söylesene şu isminin... Zarpandit'm," diye mırıldandı cılız bir sesle,
uykuya teslim olmanın eşiğinde, "bir anlamı var mı?"
"Evet, var," dedi Gail okuma ışığını yakarken. Teorik olarak bu ışığın
yatağın sadece ona ait olan yarısını aydınlatması gerekiyordu ama
pratikte öteki yarıyı da işgal ediyordu arsızca. Ömer bir yandan cazgır
ışıktan korunmaya, bir yandan da âşıkane Gail'e bakmaya çalışarak,
karısının Birisi Totalitarizm mi Dedi? başlıklı kitabın üzerine eğilmiş
yüzünü seçebildi.
El insaf, yine mi Zizek! diye bağırdı yastığa dönüp sesini boğarak.
Tez danışmanı esaslı bir Zizek-düşınanı, karısıysa esaslı bir Zi-zekhayranı
olunca hiç kimse, hatta bütün o zihinsel inceliğiyle Zi-zek'in
kendisi bile, Ömer'in aylardır çektiği işkenceyi anlayamazdı herhalde.
Aynı gün içinde aynı adamın üstelik tam da aynı sebeplerden ötürü bir
yerilip bir övüldüğünü, bir övülüp bir verildiğini duymak insanın
aklına ve ruhuna ziyandı.
"Ne zeki adam! Uyumadan sana birkaç sayfa okuyayım mı?" dedi Gail
şevkle, hakikati görebilmekten kilometrelerce uzakta.
"Haymır!" dedi Ömer - daha doğrusu, bu sefer yüzünü yastığa gömmeyi
unuttuğu için demekten ziyade cırladı.
Gail muzip bir gülüşle ona doğru dönüp şefkatle yüzünü, du-
32
daklannı okşadı. Sonra ellerini usulca göğsünde, ne kadar uykulu
olduğunu tartmak istercesine penisinde gezdirdi. Cevap gayet açık
olmalıydı ki iki saniye içinde hafif hayal kırıklığına uğramış
vaziyette bu teşebbüsten vazgeçti.
"Zarpandit antik bir isim," diye açıklamaya girişti anlık bir
durgunluktan sonra. "Her gece ay doğarken tapınılan hamile bir Asur-
Babil tanrıçası. Gümüş ışıltısı anlamına geliyor."
"Ciddi mi? Ne kadar şiirsel!" diye mırıldandı Ömer uyku ile uyanıklık
arasında. Bir an için de olsa şiirsel kelimesi "artık burada
bulunmayan" manasına geliyormuş gibi sesine gamlı bir şefkat sızmıştı.
İşte o zaman birden, bu gece yaptığı olanca tantana yüzünden kendinden
utandı. O esriklikte parça parça her şeyin birbirine bağlandığına ve
şaşırtıcı biçimde her parçanın kendi içinde bir anlam taşıdığına
tanıklık etti. Bar tezgâhındaki uzo kadehleri, peçetede dağılan
mürekkep lekeleri, dingin gecelerde ay doğarken tapınılan hamile bir
Asur-Babil tanrıçası, gülen bir saksağan ve geceyansı bir takside tek
başına giden küçük bir kız çocuğunun hayalet yüzü... her şey tam bir
ahenk içinde bir anlam ifade ediyordu. Sükûnet ve sabırla yeterince
beklemeyi başarabilirse kâinatın bütün sırlarının bir bütüne
tamamlanacağı ve ardından topyekûn kendisine sunulacağı hissine
kapıldı.
"Madem seni bu kadar şaşırttı, başka isimlerim olduğunu da söylesem iyi
olacak."
"Ne gibi...?" diye sordu Ömer otomatik olarak, ama değil Gail'in
cevabına daha kendi soru işaretine bile ulaşamadan vücudu özlemini
çektiği ipeksi uykuya gömülüverdi.
Burası sıcaktı, çok sıcak. Ağzı kurudu, cam içki çekti. Bir-iki adım
ötede bir barın ışıl ışıl girişini gördü. Işık çok parlaktı ama yine de
içeri daldı. Onun içeri girdiğini gören şimdi garsona dönüşmüş Porto
Rikolu barmen ve barmene dönüşmüş garson lütfen güldüler.
33
Tezgâhın arkasındaki bütün raflar kutularla ve dondurulmuş kuşlarla
doluydu.
"Bütün bu kutularda kahve mi var?" diye sordu Ömer en yakın tabureye
ilişirken. "İsimleri ne?"
"Hangisini sorduğuna bağlı. Bir sürü başka başka isim var..."
Ömer devasa pencerelerden sızan güneş ışığından korunmak için başını
çevirdi.
Barmen ananas dilimleriyle süslenmiş köpüklü bir kokteyli tezgâhın
üzerine koyarken "Mesela şunun adı caffe latte" dedi. "Ama benim size
tavsiyem..." arkasına döndü, raflardaki şişelere seğirtti ve bir kerede
üç-dört kokteyl bardağını eline aldı, "coffee mocha ya da şu öteki,
spesiyalitemiz, coffee Zanzibar."
"Zanzibar... Bu ismi hatırla," diye düşündü Ömer. "Zanzibar... Bu
ismi... unutma..."
Barmen yegâne müşterisine arkasındaki raflardan farklı kahveler ikram
ederken, ellerinin hareketleri Ömer'i kandırıyormuşçası-na hızlandı.
Ömer onun hareketlerini takip etmek için ne kadar uğraşırsa uğraşsın,
tezgâhın üzerine konan her kokteyl, sürekli değişen sihirli aynalar
dolabında epi topu bir görüntüden ve söylenen her isim havada dağılan
bir serpintiden ibaret kaldı.
34
Muzun içindeki Harf
Şayet şahsi özellikleriniz arasında obsesif kompulsif bozukluğa, panik
atağa ya da sosyal fobiye benzer bir şeyler varsa, sömestrin ilk günü
Sosyal Hizmetler Bürosundaki yılankavi, öğrenci-kimliği-almak-içinfotoğraf-
çektirme kuyruğu sizin için bir saatten fazla kısılı kalınacak
en uygun yer olmayacaktır muhtemelen. Başkaları için o kadar beter
olmayabilir. Sıkıcı ama yine de katlanılabilir bir eziyet. Hatta
bazıları bunu yeni insanlarla tanışma, gevezelik etme, bilgi
alışverişinde bulunma, yol yordam öğrenme fırsatı olarak görüp durumdan
keyif bile alabilir.
Ama o kesinlikle bu tür insanlardan değildi.
Tahammül etmesini kolaylaştıracak düşünebildiği yegâne teselli
çantasının derinliklerinde bir çikolatasının daha olduğunu bilmenin
verdiği rahatlıktı. Elindeki çikolatayı bitirdiğinde ötekini yemeye
başlayacaktı. O zamana kadar sıranın yeterince ilerleyeceğini, masanın
arkasında oturmuş çınlayan sesiyle ricadan çok emire benzeyen "sıradaki
lütfen!" cümlesini tekrar tekrar haykıran asabi, görünüşlü kadına
ulaşabileceğini umuyordu.
Katran karası bir at kuyruğu şeklinde toplanmış saçını yokladı. Ona en
büyük eziyet sırada-beklemek değil, başkalarıyla-birlikte-sıradabeklemekti.
Mesele hep insanlardı, hep onlar. Konuşmaları, şakaları,
tavırları... hep o eski bildik sorun. Çikolata mümkün olduğunca uzun
dayansın diye olabildiğince küçük bir ısırık daha aldı. Bu kampüse
geldiğinden beri iki gıdayla besleniyordu temelde: çikolata ve muz.
bunların göründüğünden fazla ortak noktası vardı aslında. İkisi de
benzer bir kolaylıkla soyulup tüketiliyordu. Gün
37
boyu başka hiçbir şey yemeden durabilirdi. Bazen çikolatayı ana yemek,
muzu tatlı, bazen de muzu ana yemek çikolatayı tatlı olarak yiyordu.
Hemen önünde, saçları yeni biçilmiş çimenler gibi kısacık, meşe yaprağı
gibi kızıl ince uzun bir kıza iliştirilmiş iki devasa kulak vardı. Bu
açıdan bakınca kızın yüzünün neye benzediğini tahmin etmek zordu ama
lekesiz, bembeyaz boynu yenebilecek bir şey izlenimi veriyordu. Havuç
kafa hararetle etrafını sarmış bir grup kızla konuşuyordu ve ara sıra
hep birlikte bir kahkaha koyveriyorlardı.
Sıra bir adım daha ilerlerken diğer çikolatayı aramaya başladı.
Çantasmdaki ıvır zıvır kalabalığı arasında çikolata yerine, içi
neredeyse tümüyle kararmış yarım bir muz buldu. Bunun oraya nasıl
girdiğini hatırlıyordu. İki gün önce, servise ilk binişinde, şoförün
yanma oturmuş sakin sakin muzunu yerken gözü yukarıdaki üç levhaya
takılmıştı. Birinci levha: "Aşağılayıcı söylemin suç olduğunu biliyor
muydunuz?" diye soruyordu. Biliyordu. İkinci levha bir kadın sağlığı
merkezinin ilanıydı, üzerinde havaya zıplamış pişmiş kelle tebessümüyle
ışıldayan genç bir kadın resmi vardı. Bunu anlamamıştı işte. Bir
kadının jinekologa gittikten sonra böyle zıplaya-bileceğine pek ihtimal
vermiyordu, gidilen yer ne kadar şık, alman haber ne denli sevinçli
olursa olsun. Üçüncü levha ise "Otobüste yemek içmek yasaktır"
buyuruyordu. Okur okumaz göz ucuyla onu hiç mi hiç umursamayan şoförün
hareketlerini izleyerek muzu çantasına koymuştu. Şimdi aynı muzu
çantasından çıkardığında içini kapkara bulmuştu ve onun karasıyla,
önünde duran boynun saf beyazlığı arasında çarpıcı bir tezat vardı. Bu
tezatı iyi bir işaret, hayra alamet olarak görmeye karar verdi. Tam o
anda önündeki kız arkasına dönüp gülümsedi.
"Çikolatayı çok mu seviyorsun?"
Esmer kız "Yemek içmek yasaktır" levhasının altında otobüs şoföründen
azar işitmiş gibi panikle kızardı.
"Debra Ellen Thompson ben," dedi havuç kafa elini uzatarak. Tam alnının
ortasında saçlarının geri kalanına ters yönde uzamış ipince bir tutam
inek yalamış saç vardı.
38
Ama esmer kız daha ona cevap veremeden "sıradaki lütfen" nakaratı
yankılandı.
Fotoğraf çektirme sırası Debra Ellen Thompson'a gelmişti, ondan sonra
da sıra kendisindeydi. Aman ne iyi diye düşündü, nihayet son çikolatayı
çantasından bulup çıkarırken. Hemen kâğıdını yırttı ve sıra kendisine
gelmeden önce mideye yuvarlamak için aceleyle devasa bir ısırık aldı.
Deneyimleri ona çikolataların büyük çoğunluğunun iki buçuk ısırıkta
bitirilebildiğini göstermişti ama bu sefer her zamanki skorunu bir
buçuk ısırığa indirmeye çalışacaktı. Bu amaçla rekor lokmayı çevirirken
ağzında bir yandan da masanın öteki tarafında aniden beliriveren keçi
sakallı adamı kayıtsız gözlerle izledi.
"Kusura bakma geciktim," diye mırıldandı adam cılız bir sesle. "Valla
başka zaman olsa önemli değil ama bugün yapacak bu kadar çok iş
varken..." diye bağırdı asabi görünüşlü kadın, iyice asabileşerek.
Bir alay kız öğrencinin önünde bir alay azar işiten genç adamın yüzü
bıyığıyla aynı renge büründü. Bunun verdiği hırçınlıkla kollarını
kıvırıp buz gibi bir sesle bağırdı: "Sıradaki lütfen!"
Sıradaki mi? Ama sıradaki-lütfenlenmesine daha en azından on dakika
vardı! Esmer kız panikle yanaklarını dolduran devasa lokmayı yutmaya
çalışadursun gırtlağının derinliklerinden iniltiyi andıran bir ses
koptu.
"Sıradaki lütfen," diye bağırdı adam dosdoğru ona bakarak. İşte her şey
buraya kadar. Şahsi özellikleri arasında obsesif kompıılsif bozukluk,
panik atak ya da sosyal fobi ve benzerleri olan biri için her şeyin
bittiği, zamanın durduğu felaket anı.
"Kımıldamayacak mısın?!" diye gürledi keçi sakallı adam, ondan bir arı
bile ayırmadığı gözlerini sanki kız önünde küçülüyormuş gibi gitgide
kısarak. Belki de öyleydi, belki de sahiden küçülüyor-du durduğu yerde.
Zaten şimdiden kendini toplu iğne boyunda hissediyordu.
"Öğle yemeğinden geç dönmen ve herkesin önünde şu uyuz kadın tarafından
azarlanman benim suçum değil," demek istedi gayet
39
serinkanlı bir havayla ama dudaklarını araladığında sadece homurtu
benzeri bir ses oldu çıkarabildiği. Far ışığında kalmış bir tilki gibi
taşlaşmıştı. Önündeki kızlar dalga geçip kıkırdamaya başladılar. Ama
önemi yoktu hiçbirinin, hiç kimsenin. Donmuş haldeyken onları
duyamazdı.
İşte tam o anda Debra Ellen Thompson arkasına döndü ve elinde yarım
çikolatayla heykele dönüşmüş olan siyah saçlı kıza merakla baktı. Anlık
bir tereddütten sonra ona dokunmaya, şöyle bir sarsmaya cesaret ettiyse
de faydası olmadı, kız kendini donup kaldığı yerden kurtaranıiyordu.
Debra Ellen Thompson dikkatle kızın omzundan sarkan çuvalımsı çantayı
açtı. İçinde çikolata kâğıtları, meşe yaprakları, at kestaneleri,
kampus haritaları, taşlar ve akıllara durgunluk veren ıvır zıvır
arasında kızın kâğıtlarını bulup, tamamen çileden çıkmasına ramak kala
keçi sakallı adama vermeyi başardı.
Ardından onu bir tabureye oturtup. Mount Holyoke College öğrenci
kimliğine yapıştırmak için fotoğrafını çektiler.
Her şey olup bittikten sonra Debra Ellen Thompson halen kıkırdamakta
olan kız kalabalığının arasından heykeli özenle geçirip dışarıya, temiz
havaya çıkardı. En yakın banka yan yana oturduiar.
"İçeride sana ne oldu öyle?"
"Baskı altında paniklerim ben," dedi heykel, damla damla eriyip,
gerginliğinden silkinirken.
Gergin anlardan sonra çöken sükûnet sisine sarınmış vaziyette, yarım
saatten fazla oturdular orada. Sıradan uygun adım çıkan kızları
seyrettiler beraber. Fazla konuşmadılar. Ne de olsa heykel konuşkan bir
tipe benzemiyordu pek.
"Ben artık gideyim. İyi olduğuna emin misin?"
"İyiyim, teşekkürler!"
"Yatakhanene yerleştikten sonra beni muhakkak ara," dedi Debra Ellen
Thompson dostça gülümseyerek. Bir kâğıt parçasına kendi yatakhanesinin
ve odasının numarasını çiziktirdi. "Bir şeye ihtiyacın olursa... yani
bir sorunun filan olursa çekinme, istediğin zaman ara."
40
"Ararım, teşekkürler!"
Kızıl kafası Abbey Kilisesi'nin arkasında kaybolana kadar Debra Ellen
Thompson'm uzaklaşmasını seyretti. Tekrar yalnız kalınca rahatlayarak
derin derin iç çekti. Kâğıt parçasını çantasının sol cebine
tıkıştırırken, aynı gözden bütün bir muz çıkardı. Bu seferki muzun
oraya ne zaman nasıl girdiği konusunda hiçbir fikri yoktu ama bunu bir
işaret olarak almaya karar verdi, muhtemelen hayra alametti ama içine
bakmadan bir sev söyleyemezdi. Küçük bir ısırık aldı ve yumuşak,
beyazımtırak meyvenin ortasındaki koyu, tırtıklı lekeyi inceledi. Her
zamanki gibi muzun içinde bir harf vardı ve bu seferki harf "P"ye
benziyordu - tıpkı "Peri", "Parlak" ya da "Pekmez"de olduğu gibi ki bu
iyiye işaretti. Ama bir taraftan da "H"ye benziyordu, "Hüzün". "Hayal
Kırıklığı" ya da "Hüsran"da olduğu gibi ki bu iyiye işaret değildi.
Çocukken annesiyle birlikte oynadıkları bir oyundu bu. Eskiden cennette
Tarın kendine bir alfabe çorbası pişirmiş ve bunu devasa bir kâseye
koyup mutfak penceresinin yanında soğumaya bırakmıştı. Ama sonra
kuvvetli, küstah bir rüzgâr ya da hınzır, yoldan çıkmış bir melek ya da
belki bizzat şeytan, kazara ya da kasten (hikâyenin bu bölümü her
anlatıldığında değişirdi) kâseyi yere. yani gökyüzüne düşürmüş ve
çorbanın içindeki bütün harfler kâinata saçılmıştı, bir daha asla
toplanmamak üzere. Harfler her yerdeydi, fark edilip bulunmayı
bekliyorlardı. Cennet Kâsesi'nde kalsalar oluşturabilecekleri
kelimelere yerleştirilmek, eski manalarına kavuşabilmek istiyorlardı.
Annesine kalsa bu oyun hem eğlenceli hem de öğretici idi. Oysa ona göre
hadi öğretici belki ama asla eğlenceli olmamıştı. Yine de hayatı
boyunca bu oyunu "oynamaktan asia vazgeçmemişti; annesini çocukluk
cennetinden kovup sürgüne gönderdikten ve onun yokluğunda. Gözden
Düşmüş Ana'yı bir gün geri. alsa bite çocukluğunun asla cennet
olmadığını kederle idrak ettikten sonra bile vazgeçmemişti oynamaktan.
Som sessizlikte, içindeki harfin ne olduğuna bir türlü karar veremeden
muzu bitirdi.
Ama harf "P" değil "H" olmalıydı ki bu olayı takip eden hafta-
41
lar tek kelimeyle berbat geçecekti. Hayal kırıklığı! Mesele derslerin
sıkıcı olması değildi çünkü ne dersler sıkıcıydı ne de zaten derslere
girdiği vardı. Mesele kampüste çıkan yemeğin yavan olması da değildi ne
yemek yavandı ne de zaten yediği vardı. Mesele kendisini aniden dipsiz,
bitimsiz bir yalnızlık içinde bulması da değildi çünkü zaten oradaydı.
Bu şartlar altında daha iyi hissetmesi gerekirdi. Güzel bir yerdi
burası, hem ağaçlar da muhteşemdi. Kasaba küçüktü gerçi ama gene de
keyif almak mümkündü. Buradaki yegâne bakkalda muz satılmıyordu ama
ilerdeki markete yürüyebilirdi. Kuşkusuz çok daha iyi olabilirdi bundan
eğer insanlar olmasaydı, hep aynı sorun. Sorun hep insanlardı, bu sefer
tesadüfen hemen hepsi kızlardan müteşekkil şu insanlar. Mount Holyoke
College kız ve sincap kaynıyordu.
Sincaplarla kızlar benzer bir uyanıklık ve çeviklikle kampus nüfusunu
meydana getiriyordu. Sincapların aksine kızlar gruplar halinde
dolaşıyor ve sürekli gülüyorlardı. Herkese, yüzü olan her şeye tebessüm
ediyorlardı. Rengârenk kâğıtlara salak salak notlar yazıyor,
defterlerine parlayan güneşler çizip gösterişli cümleler çi-ziktiriyor,
duvarlarına sırıtan yüzler yapıştırıyor, internetten aforiz-malar
indiriyor, sonra samimiyetlerinin ve derinliklerinin göstergesi olarak
bunları birbirlerine veriyorlardı. Herhangi bir sebeple birbirlerini
birkaç gün gönnemişlerse, bir sonraki görüşmelerinde çığlıklar atarak
birbirlerine koşuyor, orta noktada birbirlerine kavuştukları halde
çığlık atmaya devam ediyorlardı. Bol bol bağırıyor, Zarpandit'in
anlıyormuş gibi yaptığı afallatıcı bir kodla iletişim kuruyor ve cok
özıd olduğunu iddia ettikleri bir tür muğlak arkadaşlık kavramını
fetişleştiriyorlardı. Duvarlarında, masalarında, raflarında, hatta
sınav kâğıtlarında dostluğu yücelten bir vecizeler sağanağı görüyordu
Zarpandit. Anlayamadığı bu kadar eşsiz olduğu iddia edilen bir şeyin bu
kadar yaygın olmasıydı. Bu kampüste en kolay kurulan şey arkadaşlıktı.
Bu kızların birbirlerine sırlarını anlatmak için önce arkadaş
olmalarına gerek yoklu çünkü zaten öyleydiler. Birbirleriyle ilk
karşılaşmalarında, aynı otobüste Hampshire Colle-ge'a on beş daicikalık
yolu giderken, aynı anda aynı yöne yürürken
42
va da yemek seçtikleri sırada yan yana dururken anında ahbap oluyor,
dedikodu yapıyor, çene çalıyor, Lopu topu birkaç dakika önce
tanıştıkları birine en büyük sırlarını açmakta hiçbir zorluk
çekmiyorlardı. Hemencecik sonuçlara varıyor, sonra da bu vardıkları
sonuçlara Öyle bir emniyet ediyorlardı ki Zarpandit kendi bilmek bilmez
kararsızlıklarından utanıyordu. İşte bu kızlar ve kendisinin apaçık
çuvalladığı her dönemeçte onların böylesine apaçık başarılı oluşunu
seyretmenin ıstırabı iç dengesini altüst ediyordı. Ne çikolata ne muz
teselli edebilirdi onu böyle anlarda.
İlerleyen haftalarda, kendini ait hissetmediği baba evinden yeni
çıkmış, üniversite eğitiminin iyi geleceğini umut eden ayaklı endişe
yumağı, anti-sosyal genç kızlıktan, buraya da ait olmadığına, şimdi de
bir kampus hayatının içine hapsolduğuna ve arlık hiçbir şeyin kendisine
iyi gelmeyeceğine kanaat getirmiş ayaklı endişe yumağı, anti-sosyal
genç kıza dönüştü.
Kızıl saçlı kurtarıcısını aramayı ciddi ciddi düşünmeye başlaması zaman
aldı. C gün çantasının sağ cebine koyduğuna emin olduğu kâğıt parçasını
hiçbir yerde bulamasa da, hayret, Debra'nın hangi yurtta kaldığını
unutmamıştı.
43
Adı Zarpandit
O Brigham Hall'ün önünde oyalanırken mavinin farklı tonlarında kazaklar
giymiş dört kız bir örnek gülümseyerek köşeyi döndü. Onların kendisine
doğru geldiğini görünce elini çabuk tuttu, en azından tutmaya teşebbüs
etti. Kimlik kartını çıkarıp kapının yanındaki makineye soktu. Ama kapı
onu içeri almayı reddetti. Neredeyse robot gibi kartı tekrar sokmayı
denedi, sonra üzerinde o korkunç resmi olan kimlik kartım ters yüz
ederek, aklına gelen her yöne çevirerek canhıraş bir biçimde tekrar
denedi. Ama kapı geçit vermedi. Kızların da yurda doğru geldiğini
görüyordu, besbelli burası onların yurduydu. Başka birinin
yatakhanesine girmek için kendi kimlik kartını kullanabileceğini
düşünmekle ne büyük enayilik yapmış olduğunu anlayınca yüzü yandı.
Kimse ona inanmazdı, hem biri inansa bile o özel kişi, onun içeri girme
gayretlerine tanıklık eden bu kızlardan biri olamazdı. Doğruyu
söyleyebilirdi elbet, onlara bir arkadaşını ziyaret etmeye geldiğini
anlatabilirdi ama kızlar ziyarete geldiğine göre neden kendi kartıyla
içeri girmeye çalıştığını sorarlardı muhtemelen. Yurtları
karıştırdığın! da söyleyebilirdi ama kimse bunu yutmazdı. Belki de
yürüyüp gidebilirdi ama bu suçunu kabullenmek olurdu. Birbirinden beter
seçenekler araşınca bir tercih yapamadığından sağlam durmaya karar
verdi. Sağlam 'e kaskatı.
Ama ne de olsa kapılar sadece dışarıdan açılmazlar, bir de dışarıya
açılmaları mümkündür. Tam da mavili kızlar olay yerine ulaştığı sırada
birisi Brigham Hall'ün kapısını içeride rı itti ve kıpkırmızı bir kafa
neredeyse ışık saçarak dışarı çıktı.
Rasiantıların kendilerine has bir büyüsü vardır. Yeterince ani ve
keyilliyseler bir de her biri fani yapımı minyatür boy mucizeler gi-
44
bi görünebilir inanız kalanların gözlerine, özellikle de çaresizlerin.
"Merhabaaa!" diye bağırdı heyecanla. "Ben de seni arıyordum!"
Dört kız ton ton maviler içinde gülücükler saçarak geçtiler, sebep
oldukları panikten hiç mi hiç haberdar gözükmeden.
"Merhaba," dedi Debra Ellen Thompson dııraksayarak, böyle heyecanlı bir
selama nasıl karşıbk vereceğmi bilememişti. "Kusura bakma, adını
unutmuşum."
"Yok canım!" diye bağırdı Zarpandit. raslantıntn verdiği coşkuyu
üzerinden atamadan. "Yani unutmuş olamazsm. Çünkü sana hiç söylemedim."
Karşısındakinin yüz ifadesi ona lafı kısa kesmesi, hatla en iyisi
baştan başlaması gerektiğini bildirdi. "Adım... Zarpandit!"
"Zır-pın-diiit???" Debra Ellen Thompson ismi dilinin üzerinde acı bir
şeker gibi şaklatarak çevirdi. "Ne kadar ilginç bir isim."
Hep böyle derlerdi. Ama o artık "ilginç" kelimesinin gündelik iletişim
içinde dolaşımda olan bütün sıfatlar arasında en kalın kabuklusu
okluğunu öğrenmişti, kaim kabuklu demek illa da içinde bir şey olduğu
anlamına gelmiyordu. "İlginç" kelimesinin hiçbir ilginç tarafı yoktu.
Debra Ellen Thompson onun gözlerinin önünde yavaş yavaş kasvetli bir
sessizliğe gömüldüğünü görünce bir şeyler daha söylemesi gerektiğini
hissederek atıldı: "Peki bir anlam; var mı?"
"Evet, bir Asur-Babil tanrıçasının adı..." dedi Zarpandit ama daha
fazla açıklama yapmak gelmedi içinden.
"Ya, kardeşlerinin isimlerini sormaya korkuyorum.''
Provalı bir refleksle başım salladı Zarpandit. Belli ki bekliyordu bu
lafı. "Kardeşim yok."
Debra Ellen Thompson teselli edercesine gülümsed', kardeşi olmadığı
için onu bağışladığını göstermek istercesine - sahip olamadığı ve
olmadığı her şey için.
"Toplantılarımıza mutlaka gelelisin, bence sana iyi gelir. Önümüzdeki
çarşamba saat ikide yapacak bir işin var mı?'
Beyhude soru.-N.ı«ıİ olsa ikisi de işi clnadığuu bUiyoriardı.
Hüsran! Hüsran! Hüsran!
"Debra! Merhaba Debra!"
Debra Ellen Thompson sivri çenesini kaldırıp, bakışlarıyla etrafındaki
harala güreleyi aralayarak en az otuz kişinin bulunduğu odayı
taradıktan sonra, ilerde ellerini hararetle sallayan ve kendisini
selamlayan o siyah-saçlı, tuhaf-adlı kıza odaklandı. Ona doğru yürümeye
başladıysa da yolda başka kızlarla konuşmak için on on beş kere durdu.
Nihayet ona ulaştığında zoraki bir tebessüm iliştirdi dudaklarına:
"Zarpandit, seni görmek ne güzel! Gelebilmene sevindim. Yalnız bir
ricam olacak senden."
İşte bu harika, diye düşündü Zarpandit, bu anın ayaklı endişe yumağı,
anti-sosyal kariyerinde bir dönüm noktası olabileceğini umarak. Debra
Ellen Thompson besbelli başkanlığını yaptığı bu toplantıya onu davet
etmekle kalmamış, onu burada gördüğüne memnun olmakla kalmamış, şimdi
de ondan bir iyilik istiyordu. "Elbette," dedi kıvançla, bu kadar kısa
zamanda bu kadar çok ilerleme kaydetmekten memnun.
"Bana bir daha böyle hitap etme, lütfen."
"Tabii," dedi Zarpandit otomatik olarak, ona nasıl hitap ettiğini
nerede kusur ettiğini anlamadan.
"Bana herkes ismimin tamamıyla hitap eder, Debra-Ellen-Thompson, üçü
birlikte daha çok hoşuma gidiyor. Umarım senin için bir sakıncası
yoktur."
Zarpandit derin bir esef ve ardından daha da derin bir kabulle-nişle
kızardı. Kendi adı da Debra Ellen Thompson gibi albenili, kudretli bir
şey olsa, kendisi de adının tamamıyla çağırılmak isterdi.
Toplantı bütün öğleden sonra sürdü ama Zarpandit'in aklında
46
sadece kısa anlar kalacaktı. Yeni gelenlerin kendilerini tanıtmasının
istendiği o kasvetengiz an, sıranın kendisine geldiği daha da kasvetengiz
an; Debra Ellen Thompson'm herkesi her kadının içindeki henüzkeşfedilmemiş
kadım dışarı çıkarmaya davet ettiği ve bu amaca hizmet
edebilecek öneriler talep ettiği bunaltıcı an; karamel rengi örgüleri
olan bir kızın odadaki herkesin şimdi hemen içindeki kendinden-nefreteden
kadını yüksek sesle ifşa etmesini teklif ettiği akla ziyan an ve
herkesin bu teklife atladığı daha da akla ziyan an; odadan tek çıkışın
önüne gittikçe daha fazla kızın yığılmasıyla Zarpandit'in ıstırapla
içeride hapis kaldığı sonucuna vardığı dehşetengiz an; Debra Ellen
Thompson'm araya girip herkesin içindeki kendinden-nefret-eden kadını
açığa çıkarma fırsatı bulamayacağını çünkü toplantının saat beşte
bitmesi gerektiğini söylediği o rahatlatıcı an. Odadan çıkmadan önce
bir sonraki toplantının hangi gün yapılacağı duyuruldu ve herkesin
gelecek toplantı için işbölümünde bulunması istendi.
İşbölümünde Zarpanclit'e düşenler ekseriya ayak işleri oldu. Her geçen
gün daha da kabaran sayıda el ilanını fotokopi çektiriyor, boyuyor,
hazırlıyor, sonra bunları bütün kampüse dağıtmak için elinde iğneler ve
bantlarla oradan oraya koşturuyordu. Ama hepsi bu kadar değildi. Yerine
getirmesi gereken bir görev daha vardı:
okumak!
Zarpandit'in daimi bir üye olacağı anlaşıldığında Debra Ellen
Thompson'm başını çektiği grubun önde gelenleri, onun utangaçlığını,
asosyalliğini ya da topluluk içinde kendini ifade etmesini engelleyen
her neyse onu bir yenebilse dışa vuracağı çok şey olduğuna ve bu yorucu
bilinçlendirme sürecini ateşleyecek en iyi yakıtın "kitaplar" olacağına
oy birliğiyle karar vermişti. Bugünden tezi yok Zarpandit daha fazla
okumalıydı! Birileri bir yerlerde içe kapanıklığı söyleyecek sözünün
olmamasıyla, söyleyecek sözünün olmamasını da cehaletle karıştırmış
olmalıydı. Zarpandit'in umursadığı yoktu bu kavramsal karışıklığı, ne
de olsa kitapkolik olduğundan canına minnetti daha da çok okumak. Takip
eden günler ve haftalarda herkes ona illa ki okuması gerektiğine
inandıkları kitaplar ve
47
KitapçıKlar taşıdı. O da okudu: ne bir tereddüt ne bir itiraz ederek
okudukça okudu, kitaplarla beslendi ama aynı zamanda muz ve çikolatayla
da.
Alışıktı ne de olsa. Onu kitaplarla beslemek annesinin en gözde
projelerinden biri olmuştu, doğrusu Zarpandit'in üzerinde başarıya
ulaşan tek projesi de buydu. Zarpandit insanların nasıl olup da
çocukluklarına dair o kadar az şey hatırladıklarına anlam veremiyordu
pek çünkü kendisi bu gezegen üzerindeki ikinci yılından itibaren
çocukluğunun izini sürebiliyordu geriye doğru adım adını. Parça pinçik
bir sürü ayrıntı vardı ama ilk anısının genel çerçevesi zihninde daima
tazeydi. Çünkü bu hayattaki ilk anısı aynı zamanda ilk "intihar"
girişimiydi.
Mutfağı hayal meyal hatırlıyordu, masanın üzerinde duran kâsedeki
kusmuğumsu püreyi, çenesiııdeki püremsi kusmuğu ve başka başka
detayları. Annesinin gözalıcı siyahlıkta ve yumuşaklıktaki saçlarının
halesini, hüzünlü gülüşlü bir adam oian babasını ve o sıralarda artık
kim olduğunu unutmaya başlamış olan büyükbabasını, derken annesinin
kâsedeki ne idüğü belirsiz bulamacı ağzına tı-kaladığını, kendisinin de
sürekli geri püskürttüğünü hatırlıyordu. Annesi oldum olası berbat: bir
alıcıydı. Sonra babası ona yeni bir şey yedirmeyi denemişti, omletin
tadı, erimiş yağ ve bir sosis parçasının ağır kokusu, baharatlı, sıcak,
geri çıkarılamaz, yutulamaz, bebek boğazının bir yerlerine yapışmıştı.
"Göğsüne bastır, göğsüne bastır." diye bağırdığını hatırlıyordu
annesinin.
Ufacık bedeni kafası koparılmadan önce bacaklarından yakalanan bir
tavuk gibi baş aşağı, iki kocaman el göğsüne bastırmış, dö-nenip duran
bir çığlık girdabının merkezinde yüzmekteyken ve oda aniden tavanı
duvarlardan, duvarları yerden ayırt edilemeyecek kadar sislenmişken,
müthiş bir hızla düştüğünü hissetmişti. Düşüyordu, artık nefes alıp
almamasının önemli olmadığı bir yere doğru hızla kayarak. İleriki
yıllarda bu sahneyi defalarca gözden geçiren Zarpandit ona hayatı
boyunca eşlik edecek üç sonuç çıkarmıştı edindiği tecrübeden:
48
Bir: Güçlü kuvvetli bir şey seni sıkı sıkı tutmakta iken dahi
düşebilirsin.
İki: Düşme edimi ille de aşağı doğru gitmek değildir; yeterince
tepetaklak olmuşsan yukarı doğru düşmeyi de başarabilirsin.
Üç: Aksi yöndeki bütün yargılara rağmen yukarı doğru ölüme düşmek o
kadar da kötü bir deneyim olmayabilir.
Bir, iki... üç saniye geçmiş, annesi üç çığlık daha atmış, göğsüne üç
kere daha bastırılmış ve sosis parçası şampanya mantarı gibi
Zarpandit'in ağzından fırlamıştı.
"Bunları hatırlaman imkânsız," diye itiraz ederdi annesi bu konu ne
zaman açılsa. "O olayı tekrar tekrar anlattığımız için hatırladığını
zannediyorsun."
Ama Zarpandit bunun böyle olmadığına emindi. Zira annesinin hiç
anlatmadığı ayrıntıları da hatırlıyordu - hayali olamayacak kadar
hakiki ayrıntılar, sonradan inşa edilen bir gerçeklikte rol
oynayamayacak kadar ehemmiyetsiz ayrıntılar, dedesinin hırkasındaki
büyük kahverengimsi leke, babasının yüzündeki sitem ya da annesinin
tezgâhın üzerindeki mısır patlatma makinesinin yanında ağlayışı gibi,
bebeği ona geri döndüğü için minnettar ama hayatı aynı kalacağı için
bedbaht.
Dolayısıyla, dördüncü genel toplantının bir noktasında Debra Ellen
Thompson KÇ stratejisinden bahsetmeye başlayınca bu gezegen üzerindeki
ilk anısının şevki Zarpandit'in konuya karşı bir ilgi duymasına sebep
oklu. K. Ç., Kasti Çarpıtma anlamına geliyordu. erkek egemen dilsel
kodlan ters yüz etme anlamına.
"Erkek egemen kültürün erkek egemen söylemi ile karşılıklı duvar tenisi
oynayacağız;" dedi Debra Ellen Thompson. "Ataerkil-liğin taşaklı
söylemini taşlayacağız!"
Debra Ellen Thompson, Zarpandit'in mahcubiyetini taklit edince odada
bir kahkaha koptu. "Neyin var?" dedi dudak bükerek. "Hiç taşak
dendiğini duymadın mı daha önce? Tanrım, bazen manastırda filan
yetiştirildiğini düşünüyorum. Hadi ama asma suratını Zarpandit. kendini
kötü hissetmemelisin çünkü bütün strateji bundan ibaret."
49
Bütün strateji düşmana kendi silahıyla karşılık vermekten ibaretti. Bu
durumda silah hakaret olduğundan, bütün strateji kadın karşıtı
terimleri, karşıtlıkla ya da kadınlıkla alakalan kalmayana kadar
kullanmaktı.
"Bize ne kadar sert saldınrlarsa o kadar sert karşılık vereceğiz. Hayli
zamandır kadınlar histerik olmakla suçlandı, bu yüzden saldırıya
uğradı, hedef gösterildi değil mi? Histeri dişiliğin diğer adıydı. Buna
karşılık bazı kadınlar savunmada kaldı, bu hastalıkla alakaları
olmadığını kanıtlamaya çalıştılar. Bazıları ise erkeklerin de histerik
olduğunu kanıtlamaya uğraştı. Bunların hiçbirinin bize faydası
dokunmaz. Ben bunun yerine kadınlara yöneltilen her suçlamayı can-ı
gönülden benimsemeyi öneriyorum. Erkek egemen söylemin bütün
hakaretlerini bile isteye kabul ettiğimiz anda bizi aşağılayacak gücü
kalmayacak bu sistemin. Ne kadar basit ama aynı zamanda ne denli
karmaşık olduğunu görebiliyor musunuz?"
Zarpandit, ne kadar büyük olduklarını daha yeni fark etmiş gibi
hayretle baktı Debra Ellen Thompson'm kulaklarına.
"Sistemin aletlerini ele geçirip kendinize mal edin," diye devam etti
Debra Ellen Thompson, "sizi yıkmak için kullandıkları zehirli okları
ele geçirin. Kaçmaya, sığınmaya uğraşmayın, yere sağlam basın. Size
'orospu' derlerse namusunuzu kanıtlamaya çalışmayın, asla bakireyi
oynamayın. Her bakire sokaklardaki bir orospunun sebebidir. Biri
diğerinin sonucudur. KÇ stratejisi tümüyle farklı bir yol izler.
Aşağılayıcı kelimeleri erkek egemenliğin kıllı ellerinden alıp tam ters
yönde kullanmak suretiyle insanlığı, yani hem kadınları hem de
erkekleri onurlandıracağız."
Toplantı bittiğinde Zarpandit doğru anladığından emin olabilmek için
baş başa kaldıklarında Debra Ellen Thompson'a usulca sordu: "Yani şimdi
biz övgü niyetine hakaret mi edeceğiz?"
"Evet. Tersi de geçerli elbette. Aynı zamanda erkek egemen iltifatları
da aşağılayıcı şekilde kullanacağız. Bundan böyle 'kaltak' övgü,
'iffetli' hakaret olacak!" diye gürledi Debra Ellen Thompson.
"Kadınlara kendi toprakları dışından fırlatılan terimleri tek tek
araklayacağız. Düşmanın kirli mallarını çalmak bizimkisi, mubah
-
aysyzgije
12 years ago
- 50
hırsızlık!"
Mubah hırsızlık! O anda Zarpandit'in aklına sadece Robin Hood
gelebildi.
"Ee, şey, evet bir bakıma Robin Hood gibi. Mahrumiyet çekenler adına
imtiyazlılardan çalmak gibi." Debra Ellen Thompson ateşin bir sesle
atıldı. "Ama ben Robin Hood'dan ziyade saksağanlara benzetirdim.
Saksağanlar ne yapar bilir misin? İnsanların dünyasındaki bütün parlak
nesneleri çalarlar. Biz, kadınlara karşı kullanılmasınlar diye erkek
egemenliğin kelimelerini aşıran feminist saksağanlarız."
Feminist saksağanlığının ilk gününde Zarpandit saat dokuzda uyandı,
yataktan çıkmadan bir muz, evden çıktıktan sonra bir muz daha yedi,
sonra saat 10:30'da Tracy Harley'in dersine girdi; "Adalet,
Adaletsizlik ve Akla Gelen Her Şey" birinci sınıf dersi olarak
fazlasıyla iddialı bir isim sayılabilirdi ama Harley'in kendisi de
zaten fazlasıyla iddialı bir hoca sayılabilirdi. Bir efsaneydi Harley;
kızların yarısı onu taklit etmekle meşguldü, diğer yarısı da
taklitçileri taklit etmekle. Bugün, Prens'len bölümler okurken öyle
şaşaalı ve lirik, yorumlan öyle ilhamlı ve şık, elektrikli
mevcudiyetiyle öyle güçlü bir hatipti ki duysa Machiavelli'nin
kendisinin bile tüyleri diken diken olurdu.
Ders bittiğinde Zarpandit açık havada bir masaya oturup günün düsturunu
hatırladı: "Prens için alaşağı edilmemenin en iyi yolu nefret
toplamaktan kaçınmaktır." Hakikaten ferasetli bir nasihat diye düşündü,
günlük stoğundaki son muzu da çıkarırken. Bugün değilse yarın markete
gitmesi gerekecekti.
Muzun içindeki harf M'ye benziyordu ki iyiye işaretti çünkü ona hemen
"Muz"u hatırlatmıştı. Ama M'nin kötü tarafı H olabilme ihtimaliydi,
"Hoyrat", "Hain" ya da "Hapis"te olduğu gibi. Otunnuş bu yumuşak
meyveyi incelerken, Harley'in sınıfından tanıdığı sıska bir Hintli kız
mesafeli bir gülüşle yaklaştı ve masaya oturmak için izin istedi.
Elleri, kollan yüzük ve bileziklerle bezeliydi. "Ne dersti ama," dedi
içinden gamlı bir marul yaprağı sarkan kocaman sandö-viçini çantasından
çıkarırken. "Sence de Harley müthiş değil mi?"
51
"Evet, müthiş," dedi Zarpandit muzunu hızlı hızlı çiğneyerek. "Müthiş
bir zenci amcık!"
Dehşete dönüşmekte gecikmeyen bir hayretle ona bakakaldı Hintli kız.
"Hayır, lütfen beni yanlış anlama!" diye atıldı Zarpandit berikinin KÇ
stratejisinden tümüyle habersiz olduğunu fark edip paniğe kapılarak.
"Ben Profesör Harvey'i çok beğeniyorum... gerçekten... onu gerçekten
seviyorum... o aşağılayıcı sözleri kasten kullandım. Yermek değil övmek
amacıyla. Bence... bence harika!"
Hintli kızın yüzünden belli belirsiz bir gölge geçti - bağışlama
olduğunu -umdu Zarpandit ya da en azından hoşgörü ama kız çoktan kalkıp
bileziklerini sinirli sinirli şakırdatarak başka bir masaya oturmuştu
bile.
Demek ki H idi muzun içinde gördüğü harf. HÜSRAN! HÜSRAN! HÜSRAN!
Feminist bir saksağan olarak başladığı ilk günü şovenist bir domuz
olarak bitirmişti.
Oysa domuzlardan oldum olası hoşlanmazdı, çocukken bile.
Sekiz yaşına geldiğinde Zarpandit yukarı doğru ölüme düşme deneyimini
tekrar yaşamanın tam zamanı olduğuna karar vermişti. O günü gayet iyi
hatırlıyordu çünkü doğum günüydü. Annesi kadın dergilerinden birine
baka baka bir pasta yapmış ve adını "Armut-Ağacının-Yanmdaki-Domuzcuk-
Pastası" koymuştu. Bir domuzun armut ağacının yanında ne halt ettiği
sorusuna Zarpandit'in verecek cevabı yoktu doğrusu ama bu seçimin el
altındaki malzemelerden kaynaklandığım tahmin ediyordu. Muhtemelen
annesi önce keki kremayla kaplamış, ardından armut ağacını
renklendirmiş ve ilk başta armut ağacıyla uyumlu bir kuş yapmayı
tasarladığı halde hamur için pembeden başka renk kalmadığını fark
ederek plandan sapmıştı. İcat edebileceği yegâne pespembe hayvan da
domuzdu.
Zarpandit görür görmez nefret etmişti pastadan; hem pastadan, hem
partiden, hem de tüm bu doğum günü tantanasından. Hayatta insanın
eğlenmeye mecbur tutulmasından daha bunaltıcı bir şey olmadığı sonucuna
varmıştı. O ikindi oturmuş pizza yerken dilimin
52
üzerindeki sosis parçası tanıdık tanıdık göz kırptı ona. Altı yıl önce
soluğunu tıkayan parçanın tıpatıp aynısıydı. Zarpandit sosisi ağzında
çevirip gırtlağının yakınlarında bir yerde durdurmaya çalıştı. Başarılı
olamadı. Bir daha denedi, sonra bir daha. Nafile, yarı yolda bırakmaya
çalıştığı bütün sosis parçalarını eninde sonunda yutuyordu. Sonunda
yöntemini değiştirip nefesini tutarak boğulmayı denemeye karar verdi.
"Öyle yapmaya devam edersen ölürsün," diyemırıldandı, çillerinin
renginde kravat takmış olan küçük bir oğlan. Bir yandan da o ölürse
kendi payının ne kadar artacağını kestirmeye çalışırcasına gözlerini
Armut-Ağacının-Yanındaki-Domuzcuk-Pastasına dikmişti. Partide on beş
civarında çocuk vardı. Biri eksilse geri kalanların pasta payında olsa
olsa küçük bir artış olurdu. Oğlan bıklcın bir edayla Zarpandit'in
annesini bulmak için içeri koşturdu.
İlk seferki gibi değildi. Daha zordu. Her nedense nefes içeride kapalı
kalma fikrinden hoşlanmıyor, ne zaman tutmaya kalkışsa dışarı
sızıyordu. Ama kolay kolay vazgeçmeyecekti.
"Sen ne halt ettiğini sanıyorsun?"
Gözlerini açtığında karşısında öfkeden köpürmüş annesini gördü. Annesi
onu kollarından tutmuş, meyvaya durmuş bir ağaç gibi silkeliyordu. Bari
armut ağacı olmasa diye umut etti. Ortalık böyle velveleye verilince
konsantrasyonu paramparça oldu. Tutamadığı nefesi geri verip ağlamaya
başladı. Neden bu kadar zordu ölmek?
Her cumartesi sabahı kampusun yegâne kafesi Aç Zihinler'de toplanıp
sırayla sunumlar yapıyer, bir kitabı, makaleyi, filmi ya da olağandışı
kişiliğiyle iz bırakan bir kadının hayatını tartışıyorlardı. Zarpandit
sırasını daha fazla savuşturamayacağını anladığında grup üyelerine
büyüleyici bir kadının, Lou Andreas Salome'nin büyüleyici hikâyesini
anlatacağını duyurarak herkesi mestetti.
Doğrusu niyeti böyleydi yola çıkarken ama konunun derinliklerine
indikçe, Lou'dan ziyade Rilke üzerine bir sunum hazırlamış
53
buldu kendini. Lou bir yarı-Tann, Nietzsche ise yarı-böcekti ama işte
Rilke her ikisi birdendi, çifte-mutant, yan-Tanrı-yarı-böcek.
Doğru, tuhaf, dünyada yaşamamak
Artık, yarım yamalak öğrendiğin âdetlere uymamak.
Bir insan geleceğinin anlamını vermemek
Sunuşunun ortasında Zarpandit acımtırak koca bir fincan kahveden bir
yudum almış gibi üst üste yutkundu. Tahmin ettiğinden daha zor
olacaktı.
Güllere ve vaatlerle dolu başka şeylere;
Olduğun şey olmamak
Daima endişeli ellerde.
Fırlatıp atmak ismini bile kırık bir oyuncak gibi.
Başını kaldırmaya cesaret ettiğinde, kayıtsızlıkla ona bakan onlarca
göz buldu karşısında. Hemen eğdi başını.
Artık istememek isteklerini, tuhaf.
Sıkıntılı, som bir sessizlik takip etti sunuşu. Şaşaalı Lou Andreas
Salome karakteri üzerine bir sunum dinlemeye hazırlanmışken, onun
yerine duygusal bir şiir dinletisine maruz kalan gruptan çıt
çıkmıyordu. Zarpandit hatasını anlamış, çoktan pişman olmuştu olmasına
da artık yapacak bir şey yoktu. Terlemeye başladı ama vücudu donuyordu.
"Lou'yıı ve Rilke'yi gündeme getirmen çok iyi bir katkı oldu, teşekkür
ederiz." Debra Ellen Thompson yardımına koşmuştu. "Şimdi, bu noktadan
hareketle üzerinde kafa yormamız gereken bir başka meseleye,
Nietzsche'nin namlı kadın düşmanlığına geçebiliriz."
Hakikaten de kafa yordular. O sömestr boyunca kadın düşmanlığı ve
antitez imkânları, pornografi sorunu ve antitez imkânları, erkek egosu
sorunu ve antitez imkânları, bir de ayrıca küçük gruplar halinde alttan
alta, uzun uzun ve umutsuzca Zarpandit sorunu ve antitez imkânları
üzerine kafa yordular.
Şükran Günü tatilinden hemen sonra Zarpandit bir kere daha,
54
dünya üzerindeki o en eski anısmdaki bitmemiş düşüşü yeniden tecrübe
etme ve belki de noktalama zamanının geldiği sonucuna vardı. Debra
Ellen Thompson ve diğer kızlar bahçede eğlenirlerken vücudunun aniden
eski bir binanın camlarından fırlayacağı ve son nefesini dehşet
çığhklarıyla pişmanlık hıçkırıklarının boğacağı, Omen-bemeri bir sahne
planlamıyordu kuşkusuz. Planı bu değildi. Aslında plan falan yoktu,
sadece zaten orada, ruhunun içinde daima mevcut olan, her gittiği yerde
ona sadakatle eşlik eden, bazen ha-fiflese de asla tümüyle yok olmayan,
açık bir yara gibi sızlayıp zonklayan ölümün o uçurumsu cazibesi vardı.
Bu sefer elinde bir atlama ipiyle yatakhane odasında yalnızdı.
"Sen orada ne yapıyorsun?"
Temizlikçi kadın ne suratında bir meymenet, ne sesinde bir şefkat,
elinde paspas, açık ağzında sakız dik dik ona bakıyordu. Böyle
yukarıdan bakınca her zamankinden de kısa boylu görünüyordu. Günün bu
saatinde öğrenci odalarında bulunmaması gerekirdi ama Zarpandit de
bulunmaması gereken bir yerde olduğundan ona çıkışacak durumda değildi.
"Hiç," dedi sakin bir sesle. Yok yere panikleyen bütün hiper-kaygılılar
gibi gerçekten paniklenecek bir durum olduğunda serinkanlılığını koruma
yeteneğine sahipti. "Yeni bir poster asmak için uygun bir yer
arıyorum."
"Ben bu duvarlarda not kâğıdı yapıştıracak yer bile göremiyorum
şekerim, sen iyisi mi aşağı in!"
Temizlikçi kadın her şeye kusur bulan pimpirikli bir tip olsa da haksız
sayılmazdı. Zarpandit'in iki kızla paylaştığı odanın duvarları
resimler, posterler ve ayın yansı büyüklüğünde bir ay takvimiyle tıklım
tıklım doluydu. Çarnaçar fikrinden cayıp, bir masanın üzerine koyduğu
sandalyenin üzerine yığdığı ansiklopedilerin üzerinden indi. Elinde
neden poster değil de ip tuttuğunu sorma zahmetine katlanmadı
temizlikçi kadın. Zarpandit bir çekmeceyi açıp ipi içine koydu,
notlarım çıkardı ve yeni bir sunum yapmak için hazırlanmaya başladı. Bu
seferki sunuşu Amerika'daki gay hareketinin tarihi üzerine olacaktı.
55
Amerika'daki gay hareketinin tarihi uzun, meşakkatli ve teferruatlı
olduğundan Zarpandit de bu konudaki sunumunun aynı şekli korumasında
bir sakınca görmemişti. Uzun, meşakkatli, teferruatlı elli beş
dakikalık bir konuşmanın ardından hâlâ çatallanmış sesiyle konuşuyor,
azıcık sersemlemiş olsalar da hâlâ dikkatle dinleyen otuz kızı
notlarından taşan ıcığının cıcığı ayrıntılarla bombardımana tutuyordu.
"Gökkuşağı bayrağı lezbiyen ve gay gururunun en popüler simgelerinden
biri olmuştur. Bayrağın ilk baştaki sekiz çizgisi çeşitliliği temsil
ediyordu. Çingene pembesi cinselliği, kırmızı hayatı, turuncu
iyileşmeyi, sarı güneşi, yeşil doğayı, turkuaz sanatı, çivit mavisi
uyumu ve mor ruhu. 1979'da bayrağın toplu imalatına geçilmesine karar
verildiğinde üretimin getirdiği kısıtlamalar nedeniyle pembe çıkarıldı,
çivit mavisinin yerini de denizci mavisi aldı. Renkler ilk başta elde
boyanıyordu tabii. Pembe ticari açıdan tercih edilen bir renk
olmadığından çizgiler yediye indirildi. San Francis-co'nun gay olduğunu
açıklayan ilk yerel siyasetçisi Harvey Milk suikasta kurban gittikten
sonra Gurur Geçidi Komitesi çivit mavisi çizgiyi iptal etti. Böylece
renkler geçit rotasının iki yanına eşit olarak bölünebilecekti. Yani
yolun bir tarafına üç renk, diğer tarafına üç renk düşecek şekilde. Bu
şekilde gökkuşağı bayrağı çok geçmeden altı renge indi. Benim şahsi
fikrimi sorarsanız komitenin yedinci çizgiyi neden iptal ettiğini
anlayamıyorum. Yani yediyi ikiye bölmenin zor olduğunun farkındayım ama
bir çözüm bulunabilirdi, çizgilerin üçü bir tarafta, üçü öbür tarafta,
yedinci çizgi olarak da bir kişi ortada yürüyebilirdi. Diğer itirazım:
toplu imalat uğruna neden çivit mavisi feda edildi? Ben o rengi
severim, bence uyumu güzel temsil ediyor. Bu ayrıntılarla daha az
ilgilenmem gerektiğini biliyorum ama çivit mavisinin kaybına
dertlenmekten kendimi alamıyorum. Hem denizci mavisi uymuyor. Denizci
mavisinin uyumla ne alakası var?"
Cevap bir iç çekişler korosu halinde geldi.
Debra Ellen Thompson kendi ifadesiyle yerleşik bir lezbiyen-di.
Gezdikleri memleketteki yerlilerin âdetlerini öğrenmeye heves
56
eden, sonra da mezun olup eve döner dönmez hepsini geride bırakan
turistlerden değildi. Dünya geçmişleri"son derece şaibeli ama
heteroseksüellikleri kesin eşlerle doluydu. Debra Ellen Thompson'a göre
lezbiyen olmak esasen bir cinsellik ya da cinsiyet meselesi değil, daha
soyut, zihinsel bir şeydi: ZİHİN BERRAKLIĞI. Böyle bir berraklığa
kavuşabilmek için bir tercih yapmak gerekiyordu, kim olduğunu ayırt
etmekten çok kim olmadığını ayırt etmek. Ama Zarpandit için bunu
söylemek yapmaktan kolaydı. Kim olmadığından emin değildi.
Heteroseksiiellikle homoseksüellik arasında bir seçim yapmak onun için
bir manaya gelmiyordu. Mümkünse tercihte bulunmamayı tercih ederdi.
Mümkünse yolun iki tarafından da dışlanan yedinci çizgi olmayı, çivit
mavisinin kaderini izlemeyi.
Ne kadınlar ne de erkekler arasından onu seven çıkmamıştı. Ne kadınlar
ne de erkekler arasından bir sevdiği çıkmamıştı. Seveme-menin bütün
türleri esasen birbirine bağlıyken bunları kategorilere ayırmanın ne
faydası vardı ki?
"Zarpandit biraz vaktin var mı?" diye sordu Miriam Toplantıdan sonra.
Arkasında kaskatı Debra Ellen Thompson durmuş somurtuyordu. Birlikte
kendilerini bir endi-keye gark etmişe benziyorlardı, endişeyle öfke
karışımı bir şeye. "Senin hakkında uzun uzun düşündük zira bizim senin
hakkında uzun uzun düşünmemize ihtiyacın olduğuna inanıyoruz."
Bir aralar Zarpandit'in değiştirilebileceğini, özgürleştirilip bağımsız
bir kadına dönüştürülebileceğini ummuş ve bu inanca sebatla bağlı
kalmışlardı, Zarpandit değişecek onlar da bu radikal dönüşümün mimarlan
olacaktı. Ancak aylar boyunca hiçbir ilerleme kaydedilmeyince ona olan
inançları kaybolmuş gibiydi. Fakat bunu ağızlarından kaçılmadılar. Onun
yerine dolambaçlı bir ifadeyle sözü aldı Miriam: "Bu kartvizit geçti
elimize, biz de senin ilgini çekebileceğini düşündük."
57
"Bu kartviziti al," diye araya girdi Debra Ellen Thompson yorgun bir
gülümsemeyle. "Profesyonel biri. Git onu gör."
Zarpandit buna karşılık ne sorduğunu, o gün başka neler konuşulduğunu
daha sonra haürlayamayacaktı. Belki hatırlanacak önemde bir şey değildi
ya da aksine, derhal unutulacak kadar önemli. Bu bellek muammasının
kökeni ne olursa olsun o günkü konuşmanın sisli sözleri silinecek ama
kartvizit baki kalacaktı.
Kanın önünde:
Ava O'Connel!, Psikiyatr dr.
Feminist Jungçu psikoterapi
Feminizm ilkelerini terapi pratiğiyle bütünleştirmeyi amaçlayan
tecrübeli terapist
Ücret pazarlığa tabidir
Arkasında:
Öz saygı eksikliği / kendinden nefret / stres / keder / bağımlılık
kaygı / depresyon / iradesizlik / ilişki sorunları / gündelik endişeler
travma tedavisi / cinsel kimlik kaygıları
toplum içinde konuşma korkusu / utangaçlık / yeme bozuklukları...
Bunlardan biri ya da birkaçı sizin için geçerliyse
yardım edebiliriz, bize bir şans tanıyın.
Zaq)andit kartı çantasına attı ve hayrettir, ne zaman üzerinde düşünmek
istese bulmakta hiç zorluk çekmedi. İki hafta sonra hâlâ kartı ne
yapacağını bilemez vaziyette bir banka oturmuş çikolatasını yer,
sincaplara somurturken en yüksek dallardan ayaklarının dibine bir at
kestanesi düştü. Dikenli kabuğu çatlayıp, bir itirafın eşiğinde miskin
bir gülüşe zorlanmış bir ağız gibi açıldı. Kestanenin mesajını bir
alamet, kafasındaki soruya bir onaylama olarak aldı ve aksi yönde bir
işaret alana kadar gidip şu Ava O'Connell'a bir şans tanımaya karar
verdi.
58
Eski Hamam Eski Tas
Ava O'Connell kartvizitinin çağrıştırdığı her şeyden "daha az"
görünüyordu, özellikle de şimdi yaptığı gibi çırpı bacaklarını
birbirinin üzerine attığında. Daha az yaşlı, daha az otoriter, daha az
kudretli, daha az boylu... doğrusu Zarpandit'in beklediğinden daha az
profesyonel.
"Başlamadan önce cevap vermeni istediğim birkaç soru var. Rutin icabı,
olabildiğince çabuk halledeceğiz bu kısmı. Ama bu bilgiler senin
kişisel geçmişini görebilmem için gerekli. Ne dersin? Kulağına nasıl
geliyor?"
"Kulağına nasıl geliyor?" Ava O'Connell'ın nakaratıydı. Ama Zarpandit
henüz bundan haberdar değildi. Şu anda tek bildiği söylenenlerin
şimdilik kulağa iyi geldiğiydi. Bu şevkle bir dizi şahsi soruya hızla
cevap verdi, yaşı (19), doğum yeri (Massachusetts), dini/etnik kökeni
(yan Yahudi ama Yahudi olan annesi değil babası olduğundan Zarpandit
bütün itibariyle bunun kendisini ne yaptığını bilmiyordu), kullanmış
olduğu ilaçlar (içebilmek uğruna boğazı ağ-rıyormuş gibi yaptığı leziz
bir öksürük şunıbu ama adını hatırlaya-mıyordu), çocukluk hastalıkları
(boğaz ağrısı), kalp sorunu (yok), aile tarihinde yinelenen genetik
hastalıklar (çeşitli kanserler), ailede akıl hastalığı olup olmadığı
{paranoyak şizofren ırkçı bir amca vardı, hayatının son on senesinde ne
zaman bir bankanın önünden geçecek olsa yolun karşı tarafına geçerdi,
yüzlerinde maske, ellerinde silah taşıyan kaslı zenci hırsızlarla
karşılaşmaktan müthiş korktuğu için - korkudan ziyade bastırılmış bir
fanteziydi bu Zar-pandit'e göre ya neyse; sonra bir de lokantalarda su
içemeyen kuzeni vardı çünkü günün birinde biri çıkıp da onu zehirlemeye
kalksa
59
bu yöntemi izleyeceğine inanıyordu; içten içe her şeyin onu boğduğundan
şikâyet edip durduğu için psikosomatik hastalık tedavisi gören bir
teyze vardı ama belki de bu geçerli bir örnek sayılmazdı çünkü uzun
yıllar süren yanlış tedaviden sonra kadıncağızın değişik bir tür astımı
olduğu ortaya çıkmıştı. Bunlar dışında, tabii, annesinin ruh sağlığı
yerinde sayılmazdı, dedesi de kronik Alzheimer'den ölmüştü ama
Zarpandit bu son iki malumatı kendine sakladı).
Sorular bittiğinde Ava O'Connell kelimeleri melodik bir biçimde ağzında
yuvarlayarak: "Adın da... Debra Ellen Thompson," diye yazdı sayfanın
üzerine büyük harflerle. "Evet," dedi yüzünde güller açan Zarpandit,
yeni kimliğinin keyfini çıkararak.
O seansın ortalarında pencerenin kenarına bir karga tünedi ve Zaıpandit
durup bunun iyiye işaret olup olmadığını düşündü. Bu kadar az veriyle
bir karara yaramıyordu. Ancak bu arada saplantısı Ava O'Connell
tarafından fark edilmiş ve hemen bir araştırma kaynağı haline
getirilmişti. Dolayısıyla bunu takip eden dakikalarda Zaıpandit kendini
bir dizi yeni soruyla boğuşurken buldu, derken sorular yerini
etrafımıza saçılmış işaretler ve uyarılar üzerine karman çorman bir
monologa bıraktı. Bu minval üzre devam etmenin pek anlamı olmadığını
hissedince bu sefer kuşlar üzerine daha da karman çorman bir monologa
geçti.
"Galiba kuşları kıskanıyorum, pek çok insan gibi. Ama ben onları farklı
bir biçimde kıskanıyorum. Ben onların kanatlarının peşinde değilim.
Yani uçmak ilginç olabilir ama bana esas cazip gelen o değil. Kuşları
isimleri yüzünden kıskanıyorum. Bizim sadece tek bir adımız var ya da
belki iki. Ama kuşların yüzlerce adı var. Tek bir türün içinde bile bir
sürü farklı isme rastlamak mümkün." "Peki Debra, sence bir sürü farklı
isme sahip olmak neden bu kadar iyi!" diye sordu Ava O'Connell tekrar
bacak bacak üzerine atarak.
Zarpandit onun komik bir özelliğini fark etmişti. Bacak bacak üzerine
attığında yüzü de çarpılıyordu ya da tam tersi yüzü çarpıldığında bacak
bacak üzerine atıyordu. Neyse. Bunu asla öğrenemeyecekti.
60
Neden bir sürü isme sahip olmak bu kadar iyiydi? İyi de bir insana
neden ömür boyu geçerli olacak şekilde tek bir isim veriliyordu başka
bir isim de verilebilecekken, hatta isminin harfleri karıştırılıp aynı
isimden yenileri türetilebilecekken? Kendi-miz de dahil etrafımızdaki
her şeyi yeniden adlandırma şansı ne zaman alınmıştı elimizden?
Doğuştan bana verilen bir isme ilanihaye mıhlanıp yapıştığımı bilmek
nasıl sıkmaz ki canımı, hayattaki yegâne tesellim kendim olmamayı
başarabilme şansını iken? İsimleri sonsuza kadar sabitle-yen bir
dünyaya saplanmışım, harflerin çığrından çıkmasına izin vermeyen. Ama
ne vakit kaşığımı alfabe çorbasına daldırsam ismimi ve onunla birlikte
kaderimi yeniden düzenlemek üzere yeni harfler yakalamayı umuyorum.
Daima endişeli ellerde eskiden olduğun şey olmama... adını bile kırık
bir oyuncak gibi fırlatıp atma olasılığının özlemini çekiyorum.
Zarpandit'in uzun zamandır yaptığı en güzel konuşmaydı bu. Ama Ava
O'Connell'ın etkilenip etkilenmediğini anlamak zordu. "Biraz annen
hakkında konuşmak isterdim," dedi hastasını daldığı düşüncelerden kendi
gerçekliğine çekerek. "Bu kulağına nasıl geliyor?"
"Annem..." Zarpandit nefesini hızla bıraktı ve odadaki her nesneyi tek
tek gözden geçirerek biraz zaman kazanmaya çalıştı."... berbat bir
ahçıdır."
İçten içe annesi hakkında başka bir bilgi vermenin onun sırlarını ifşa
etmekle bir olacağını ve buna hakkı olmadığını seziyordu. Annesinin
berbat bir ahçı olmasına gelince, bunu söylemekten zarar gelmezdi.
Çünkü sır değildi.
Sır demişken, herkes mahremiyete onun kadar duyarlı değildi. Hafta sona
ermeden Mount Holyoke CoUege'daki bütün kızlar ve sincaplar
Zarpandit'in "psikoterapi gördüğünü" öğrenmişe benzi-yorlardı.
Dolaşmakta olan dedikodunun ana hatları bu olmakla birlikte eldeki
malzemenin süslenmesi alıcının zevkine göre değişiyordu. Dolayısıyla
söylentiler topaçlandıkça Zarpandit çocukken istismara uğramış, babası
/ ağabeyi / amcası / komşuları tarafından cinsel
61
taciz görmüş, üvey anne(ler) taralından hırpalanmış, 1-10 arası farklı
farklı yaşlarda evlat edinilmiş, 10-20 arası farklı farklı yaşlarda
evlat edinildiğini kazara öğrenmiş, adı sürekli değişen ve kişiliğindeki
kusurlardan sorumlu falanca hayali uyuşturucuya bağımlı
olarak... bir kurban olarak tekrar tekrar doğdu dedikodulardan. Kimse
duyduğu dedikodu parçasına güvenmediğinden, herkes hikâyenin bütününü
keşfetme arzusuyla yanıp tutuşuyordu.
Henüz deşifre edilmemiş o saklı hakikat her ne ve ne kadar vahim olursa
olsun, herkes Zarpandit'in zor bir dönemden geçtiği sonucuna varmıştı.
Yine de ona daha iyi davranmaya başlamalarının tek sebebi bu değildi
zira yokluğunda grup üyeleri... gerçi kimse bunu nasıl ifade edeceğini
bilemiyordu ama... onu özlemişti!
İnsan toplulukları zıt dinamiklerle işler. Son tahlilde herkes yana
yakıla popülerlik peşinde olsa da popüler olmayan, içe kapanık birine
duyulan genel talep, popüler ve dışa dönük birine yönelik genel talebi
geçebilir. İçe kapanık insanlar oksijen gibidir, etrafta olduklarında
belli bir değerleri yoktur ama olmadıklarında acilen ihtiyaç duyulur
varlıklarına. Hal böyle olunca, önce gruptan uzaklaştırılıp, nezaketle
bir terapiste havale edilen Zarpandit öğrencilik hayatının bir sonraki
safhasında onu dışlayanların artık onu bağırlarına bastıklarına tanık
olacaktı. Buna karşılık kendisine gösterilen bu beklenmedik hoşgörüyü
gruptakilere yakınlaşmak yerine onlarla arasına mümkün olduğunca mesafe
koymak için kullandı. "Hastalığı" hoşgörü ve kabul gördüğü için kendi
bildiği yolda devam edebilir, bu sayede bahşedilen özerkliğin tadını
çıkarabilirdi. Şimdilik Ava O'Connell'ın hayatına getirdiği temel
değişiklik buydu. Terapi seanslarının nasıl gittiği sorulduğunda bu
hissiyatım açığa vurmuyordu kuşkusuz. O özel ve daimi soru için
Zarpandit'in haz'rda özel ve daimi bir cevabı vardı. "İlerleme
kaydediyoruz," diyordu düşünceli düşünceli: "Ama biraz zaman alacak."
Yücegönüllü bir edayla başlarını sallıyorlardı kızlar. Bir ekil-de akla
yatkın geliyordu bu cevap. "İlerleme" her kapıyı açan altın anahtardı
sanki. Yeter ki ilerleme kaydedilsin, her şeye, herkese cömertçe itimat
edilebilirdi. Ancak "ilerleme kaydetmen n" sinsi tara-
62
fi başkalarının kişiden beklediği şeylerden ziyade insanın kendisinden
beklediği şeylerdi. Ne de olsa bu kelimeyi sık sık tekrar ederse
sonunda inanmaya başlayabiliyordu insan. Belki de bu itkiyle, rüzgârlı
bir günde Aşağı Göl'deki bir çift ördeğe bakmak için durduklarında
Zarpandit, Debra Ellen Thompson'ı yüksek sesle eleştirme konusunda ilk
dikkate değer teşebbüsünde bulunarak ilerleme kaydetti.
"Her §eye karşı çıkıyorsun," dedi pat diye. Aslında bunu ufak bir
takılma olarak tasarlamıştı ama cümlenin orta yerinde bocaladı,
sonlarına doğru panikledi, "... yani sadece... karşı çıkmış olmak
için."
Ama Debra Ellen Thompson hiç de alınmış görünmüyordu, bir anlık
sessizlikten sonra durgun bir sesle: "Bu söylediğin hayli önemli,"
dedi.
"Sahi mi?" dedi Zarpandit nefesini bırakarak.
"Kesinlikle. Özeleştiri her türlü insan topluluğunda inşa etmesi en zor
şey olmuştur. Biz grup olarak sürekli kendimizi onaylama halinde
yaşamamaya özen göstermeliyiz, bunun yerine özeleştiriyi teşvik
etmeliyiz, ne kadar dikenli ve yaralayıcı olsa da. Gruba dair
şüphelerin olduğunu biliyorum. Ama senin şüphelerinin, başkalarının kör
adanmışlıklanndan çok daha büyük katkı sağlayacağını da biliyorum."
Zarpandit duyduklarından ziyade böylesi gevrek nezaket üstü çıtır
yumuşaklıktan hayrete düşmüştü.
"Neden bunu bir sonraki toplantıda gündeme getirmiyorsun? Bir sunum
daha yap ama bu sefer araştırma yapma hiçbir konuda. Onun yerine bize
kendimizi eleştir."
Onları eleştirmek mi? Daha neler. Ama Ava O'Connell'ın kulağına iyi
gelecekti kuşkusuz.
Yine de yaptı Zaıpandit. Sonraki hafta, sonraki toplantıda grubun
önünde onları eleştirecekti. Ağzından çıkmak üzere olan her şeyden feci
şekilde kuşkulandığından, sözlerini olabildiğince çok "belki" sosuna
batırma ihtiyacı duyarak: "Belki de kadınları özgürleştirme fikri
dışarıdan dayatılmamalı... Her kadının içindeki bastı-
63
rılmış kadını dışarı çıkarma projesi bazen zararlı olabilir... en
azından bazılarımız için belki. Kendi başına fena fikir değil ama belki
fazla üstelersek dışarı çıkan şey o kadının içindeki en iyi şey
olmayabilir..."
Belki melki bir tarafa, o sustuğunda mucizevi bir şey oldu. Hepsi ona
hak verdiler! Hepsi.
Zarpandit'in bilmediği şey grupta onun sunumundan çok çok önce
başlayan, sunumuyla hiç alakası olmayan bir ayrılığın zaten mevcut
olmasıydı. Bu safhada onun rolü önemsizdi. Bembeyaz, tiril tiril, yeni
yıkanmış bir masa örtüsünün kuruması için asıldığı balkondan kazara
düşüp aşağıdan geçen bir bisikletçinin kafasına dolanmak suretiyle
bisikletin ve bisikletçinin karşıdan gelen tıka basa dolu bir otobüsün
direksiyonu kırarak bodosloma bir evcil hayvan dükkânına dalıp kaza
yapmasına sebep olması gibi. Böylece. Masa-örtüsü-Zarpandit'in minicik
tetiklemesi ardından grupta uzun süredir üstü örtülen güç çatışmalarını
su yüzüne çıkaracak zincirleme bir tepkime başladı. Yere atılmış
kocaman, sulu. olgun bir karpuz gibi kolayca iki büyük parçaya ve bir
ince dilime ayrıldı grup. O gün birleşik bir grup olarak toplananlar
odadan üç yeni öbek halinde çıktılar, her biri kendisini diğerlerinden
ayıracak yeni bir isim alarak.
Miriam'ın başını çektiği birinci grubun adı SUS-SUS HEMŞİRE-LER'di.
Doğası gereği "adını anmaya cüret edemeyen aşk"ın öne çıkarılmaması
gerektiğini iddia ediyor, lezbiyenlerin geniş hetero-seksüe) topluma
dahil edilmesini savunuyorlardı. Bir bakıma bu açıdan başarılı olmuş
sayılabilirlerdi çünkü sürekli lezbiyenlerden bahsedilse de grupta
lezbiyen yoktu.
İkinci hizip Emekt adını almıştı, EMBRİYONUN MUHAFAZA EDİLMESİ KAYGISI
TAŞIYANLAR'm kısaltması olarak - bir kadının karakterinin, erkeğinkinin
aksine tümüyle doğal ihtiyaçlarla tanımlandığını, embriyonu koruma
kaygısı taşıyan kadınların karakterlerine korkunun hâkim olduğunu ve bu
yüzden de hayatlarının büyük bölümünde erkeklerin korumasına muhtaç
olduklarını iddia etme cüreti gösteren Kant'tan çalınmış bir terimdi
bu. Emekt'çiler
64
Kant'a saldırmak yerine, kasıtlı çarpıtma stratejisiyle onun bu
önyargılı teşhisini neşeyle benimsiyorlardı. Kaçınılmaz olarak grubun
merkezinde Debra Ellen Thompson vardı. Tabii Zarpandit de yörüngede bir
yerlerdeydi.
FEMİNİ MUNDİ adını almış olmalarına rağmen en küçükleri olan üçüncü
grup, sınıfsal, etnik, dini ve milli sınırlan aşan bir kız-kardeşlik
adına daha geniş alanlarda örgütlenme gerekliliğini seslendiriyordu.
Ancak bu her şeyi kapsamacılık grup nüfusunun sebebinden ziyade
sonucuydu çünkü burada Debra Ellen Thompson'la Miriam arasındaki
iktidar mücadelesinde taraf olmamak dışında fazla ortak noktası olmayan
her telden çalanlar ile öngörülebilir bir gelecekte iki grupla da
pazarlık şanslarını kaybetmemek için şimdilik kendilerini kenara
çekenler vardı.
Âdet olduğu üzre, bölünme her hizibi kendince radikalleştirdi.
Radikalleştirdi ve Zarpandit'e karşı yeniden hınçlandırdı. Zira herkes
ona karşı her zamanki soğukluğuna geri dönmüştü, bir nevi ajan
provokatör, Büyük Yanlmanm arkasındaki ayaklı dürtü olarak
algılanıyordu.
*
"İlk seansta kendinle ilgili çok ilginç bir şey söylemiştin. Nasıldı...
çığrından çıkmış harfler. Bunu hatırladın mı Debra?"
Terapinin en kötü tarafı buydu. Önce insanı hiç sakınmadan bol bol
gevezelik etmeye teşvik ediyorlar, sonra da insanın her söylediğini not
edip ilerde yargılamak için kullanıyorlardı.
"Geçen gün Helen Lehman'la öğle yemeği yedim, Northampton yerel
gazetesini çıkaran yakın bir arkadaşım. Okur mektuplarına cevap veren
kadın aniden işten ayrıldığı için perişan olduğunu anlattı bana. Acilen
onun yerine koyacak birine ihtiyacı varmış. Onu dinlerken aklıma geçen
gün senin söylediklerin geldi: 'çığrından çıkmış harfler'. Toplum
önünde konuşma zorluğu çeken insanların yazı yazma yetenekleri hayli
gelişmiş olabilir, bunu biliyor muydun? Senin bana son beş seans için
borcun var, benim Helen'e
65
eskiden kalma bir iyilik borcum var, Helen'in bize hiç borcu yok.
Vaziyet bu. Gidip onu bir gör, bak bakalım nasıl bir işmiş. Bu kulağına
nasıl geldi Debra?"
Zarpandit derin bir nefes aldı, neredeyse içini çeker gibi.
"Aslında seninle bugün görüşebilirmiş. Öğleden sonra yapacak önemli bir
işin var mı?"
Hayır, öğleden sonra yapacak önemli bir işi yoktu, ertesi gün öğleden
sonra da. Ama cevabı zaten bildikleri halde bu soruyu sormaya neden
zahmet ediyorlardı daima?
66
Çığandan Çıkmış Harfler
Öğeleden sonra Zarpandit aylak aylak Northampton'da dolaştı, uzun uzun
sokak pandomimi seyredenleri seyretti, bir muz yedi ama içindeki harfe
bakmadı, HayMarket'ta ailelerle çiftleri izleyerek kakao içti, Ava
O'Connell'ın hayatına ne getirdiği üzerine düşündü, pek bir cevap
bulamadı ve bir muz daha yedi. Yerel bir gazetenin spor sayfasında,
1947-48 yılında, Sacred Heart, Our Lady of the Rosary ve St. Jerome
okulları spor müsabakaları için birleştiğinde ilk amigo kızlar olan
Holyoke Katolik Lisesi kızlarıyla ilgili haberi okudu. "Ponpon Kız
Öncüleri"nin bir fotoğrafı da vardı — on bir kız, altısı ayakta, beşi
çömelmiş. Fotoğrafın altına kızların isimleri yazılmıştı, ayaktakiler,
çömelenler, soldan sağa. Bu listenin sonunda Zarpandit'in ilgisini
ziyadesiyle çeken bir cümle yer alıyordu. "Gartheride Keith resimde
bulunmamaktadır."
Zarpandit resimdeki eksik kızı gözünde canlandırmaya çalıştı.
Diğerlerinden farklı mıydı acaba? Neden resimde yoktu? Resminin
çekilmesini istememiş miydi yoksa istediği halde başka bir şey mi engel
olmuştu ona? Ama belki de hayatın doğası böyleydi, hep de böyle
olmuştu. Yokluklar kanunu her bütünde bir oyuk, bir kayıp, bir gedik
olmasını gerektiriyordu. Derin derin düşünürken iki muz daha yeyip bir
kakao daha içti. O kadar oyalanmasına rağmen kendisine verilen adrese
gene de zamanında gitti.
İçeride zevksiz bir büro, dünyadan bezmiş çalışanlar ve Helen Lehman'ı
buldu, her şey tam beklediği gibiydi, tek mesele Helen Lehman'ın onu
bekliyora benzememesiydi.
"Tabii, seni bekliyordum," dedi kadın nihayet Ava O'Connell ile
aralarında geçen konuşmayı hatırlayarak. Tıpkı Ava gibi kemik-
67
li, kısa boyluydu ama onun aksine sertti çehresi. Bakışları deliciydi,
sesiyse tersine alabildiğine yumuşak. "İsmini yanlış anladım herhalde,
kusura bakma şeker. Çarşambaları iki ayağımız bir pabuca girer. Her
çarşamba kim olduğumu unuturum... ama kocamın kim olduğunu asla
unutmam!!"
Zarpandit kendisinden beklendiğini hissettiği kahkahayı koy-verdi.
"Dürüst olmam gerekirse..." Üst dudağının sol tarafında kahve-rengimsi
bir kakao izi olan bu siyah saçlı, tombul kıza şüpheyle baktı Helen.
"Gartheride," dedi Zarpandit sesi biraz titreyerek.
"Dürüst olmam gerekirse Gartheride, bu işi öyle kapıdan giren birine
asla vermezdim. Hele o kaltağın bana yaptıklarından sonra. Bir sabah
geldim ki İlena'nın nerede olduğunu kimseler bilmiyor. Uçmuş!
Düşünebiliyor musun?" Fazlaca şişirilmiş bir iç çekişi genzinden
bırakarak bu durumu ne kadar kınadığını ayan etti. "Ama Ava iyi
arkadaşımdır, bunu denemeni istiyor, hem bana söz verdi. Bak canım, biz
New York Times değiliz belki ama senelerdir bize sırlarını açan
okurlarımız var. Bize sırlarını açan... sen... ah, ama sen çok
gençsin."
Buraya kadar diye düşündü Zarpandit. Şimdi kibarca kapıyı
göstereceklerdi. Ama Helen Lehman'ın gösterdiği tarafta bir oda ve onu
bekleyen mütevazı bir mektup yığını vardı. Dergilerdeki bütün o okur
mektuplarını editörlerin yazdığından şüphe ettiği için gerçek adlan
olan gerçek insanlardan gelen mektupları görmek onu şaşırtmıştı.
"Kaltaktı maltaktı ama zekiydi şu İlena. Dehşet. Yani kişiliği beş para
etmezdi ama işini iyi yapardı. Onun yerini doldurabilecek misin
bilmem."
Zarpandit kendini aşağılanmış hissetmeye çalıştıysa da editörünün cin
gibi bakışı, şakrak gülüşü buna mani oldu.
"Üstüne alınma," dedi Helen ondaki tereddütü fark ederek. "İyisi mi bir
deneyelim. Ama okurlarımızın burada olan biteni bilmesine gerek yok.
Okurlar kendilerine muhafazakâr muamelesi ya-
68
pumasını istemeyen muhafazakâr insanlardır. Yazıştıkları kişinin
değişmesinden hoşlanmazlar. İlena altı küsur yıldır mektuplarını
cevaplıyordu. İnsanlann emin ol fazlasıyla ciddiye aldıkları yüzlerce
cevap mektubu yazdı. Bu konumdaki birinin ideal insan olması lazım,
benzersiz. Şimdi çıkıp da onun aslında götün teki olduğunu söyleyemeyiz
millete! Orospu iki aylık avans alıp o sütübozuk erkek arkadaşıyla
ortadan kayboldu. Hayır şeker, okurlarımızı böyle tatsız ayrıntılara
boğmak olmaz. İlena'nın ismini muhafaza etmeliyiz. Bilmem anlatabildim
mi?"
Daha anlamamıştı. Ama hoşlanmaya başladığı kesindi.
"İnsanlardan her ay başka birine mektup yazmalarını beklersek bize
sırlarını açmazlar. 'Kusura bakmayın millet, burada ortalık karıştı
ağzımıza sıçıldı' demek olur bu. Bize nasıl güvensinler, bir hafta
'Sevgili İlena', sonraki hafta 'Sevgili...'?"
Zarpandit yardımına koştu: "Gartheride."
"Evet Gartheride! Okurlarımıza şimdiye değin yazıştıkları kişi editörün
parasını alıp kaçtığı için şimdi hayatta hiç tecrübesi olmayan genç bir
kızla yazışacaklarını bildirmek zorunda değiliz. İlena hâlâ buradaymış
gibi yapacağız ama artık yalnız olmayacak. Bir yardımcısı olacak:
Gartheride! Anladın mı?"
Anlamıştı. Neredeyse.
"Tabii önce birkaç düzenleme yapmamız gerekebilir. Mesela siz ikiniz
aynı mektuplara iyimser-kötümser karşıtlığı gibi iki farklı bakış
açısından cevap verebilirsiniz. İlena orospunun teki olduğundan hayatın
karanlık tarafını yansıtsın. Gartheride de aydınlık yanı adına
konuşsun. İnsanın koruyucu meleğinin şeytanla tartıştığını duymak gibi.
Bırakırız okurlar karar versin! Ay bu fikre bayılacaklar!" Konuştukça
kendi fikrinden coşkuya kapılıp yüzünde güller açmaya başladı. "İnan
bana şeker, ben okurumu avcumun içi gibi bilirim, kadınları tanırım,
ihtiyaçlarını da o terapistler güruhundan daha iyi anlarım, sevgili Ava
da bunlara dahil ama sakın sana söylediklerimi ona yetiştirmeye
kalkacak kadar densiz çıkma!"
Zarpandit, alabildiğine hayat ve belli ki Kasıtlı Çarpıtma Stratejisi
uyarınca yapı bozuma uğratılmamış küfür dolu bu sıska, ufak
69
tefek kadına içtenlikle gülümsedi. Birdenbire, böylesine alakasız
tipler oldukları halde dost olacaklarını sezmişti.
"Gartheride şeker, neden şuraya oturup da çalışmaya başlamıyorsun...
mesela şu... şunun üzerinde," yığının içinden bir okur mektubu seçti,
Zarpandit'in omzunu sıvazladı, ardından bir fincan kahve getirip onu bu
loş odada tek başına bıraktı.
*
Sevgili İlena,
Üç hafta önce bir adamla tanıştım. Hayatımı değiştirdi. İlk bakışta
âşık olduk. Geçen hafta evine taşındım. Nefes kesici, istediğim her şey
onda var. Küçük bir sorun dışında. Evde üçüncü birisi daha kalıyor.
İguanası. Bu iğrenç, çirkin, yeşil mahluk sandalyelerle halıların
üzerinde evin sahibiymiş gibi geziyor. Ne zaman görsem kusacak gibi
oluyorum. Üstüne üstlük Stephen (erkek arkadaşım) Edgar Allen Poe' nun
(iguana) yemeğe bizimle oturmasını istiyor. Kendi tabağı var, bizimle
marul yiyor. Sinirimi kaldırıyor ama hiçbir şey söyleyemiyorum.
Ne yapmalıyım? Kendi evime geri mi dönsem? Ama birlikte harikayız.
Burada kalıp Edgar Allen Poe'yu sevmeye mi çalışsam? Annelerimizin bizi
inandırmaya çalıştığı gibi sevgi zamanla öğrenilir mi? Annie Lee
Zarpandit bir dakika kadar ifadesiz bir yüzle bakakaldı mektuba. Ama
sonra, neden bu başka gezegenden gelen Annie Lee'yle iletişime
geçmeyeyim diye düşündü. Daha iyi konsantre olmak için etrafa ışıklar
saçan bir gülen güneş resmi çizdi sayfaya, Mount Hol-yoke'taki kızların
kapılarına bantladıkları aforizmaları hatırlamaya çalıştı ve başladı
yazmaya:
Sevgili Annie,
Hakiki sevgi Tanrı'nın kullarına bahşettiği eşsiz bir hediyedir. Bu
hediyenin sana verildiğine inandığında hem ona hem de kendine karşı
tümüyle dürüst olmalısın. Stephen gerçekten dediğin kadar lıarikaysa
hislerini anlamaya çalışmalı. Onunla konuş. Onu ne kadar sevdiğini,
onunla birlikte yaşamayı ne kadar sevdiğini söyle ama Edgar Allen
70
poe'yfa yaşamanın senin için zor olduğunu da söyle ve ondan bir çözüm
yolu göstermesini iste. Açık ol. Sevginin perdelere ihtiyacı yoktur-
Sakın unutma sen ona daima içten davranırsan, o da sana daima içten
davranacaktır. Eminim ikiniz birlikte en iyi çözümü bulacaksınız.
Sağlıcakla kal,
Gartheride
Bunu bitirdikten sonra bir sonraki aşamaya odaklanmasına yardım etsin
diye karanlık bir ay çizdi Zarpandit ve burada olsa İle-na'nın ne
yazacağını tahmin etmeye çalıştı. Düşüncelere daldıkça İlena'nın yüzü
kafasında tanıdık kadın yüzleriyle karıştı - bir tutam Profesör Harley,
bir tutanı Miriam, bir tutam annesi ve kaşık kaşık Debra Ellen
Thompson.
Annie tatlım,
Son zamanlarda siz genç Amerikalı kadınları anlamakta cidden zorluk
çekiyorum. Sadece üç haftadır tanıdığın bir adamın evine nasıl
taşınırsın? Neyse madem olan olmuş şimdi neler yapabileceğine bakalım.
Elbette göz önünde bulundurman gereken seçeneklerden biri Step-hen'la
konuşmak. Ama sana baştan söyleyeyim, işe yaramaz. Alınacaktır. Belli
etmemeye de çalışsa ruhunun derinliklerinde daima bir kırgınlık
kalacaktır. O kötü tohum, tatlım, orada büyüdükçe büyür, sonra günün
birinde bakarsın tümüyle alakasız bir şeyi tartışırken aslında çoktan
unutulduğunu düşündüğün iguana vakası yüzünden kavga ediyorsunuz.
Benim tavsiyem şu. Bu sırrı sakla ve iguanayla yaşamak senin için sorun
değilmiş gibi davran. Yalnız abartmamaya çalış. Stephen yakınlardayken
hayvana öpücükler filan vereyim deme. Onu kandırmaya çalışma. Sadece
serinkanlı ol ve umrunda değilmiş gibi davran. Biraz zaman geçsin,
sabırlı ol. Şartlar olgunlaşıp günü geldiğinde önünde iki seçenek var:
a. Kapıyı açık bırak, Edgar Allen Poe kaçıp gitsin. Stephen üzülüp seni
dikkatsizlikle suçlasa da işe yarayabilir.
b. Edgar Allen Poe'nun yemeğine uyku hapı, barbiturat filan at. Bu
hareketlerini yavaşlatır. Yeterince sersemlediğinde yaratığı Stephen'm
oturacağı bir minderin altına koy ve kendi iguanasını kendi elleriyle
71
imha etmesini sağla. Bütün suç onun üzerine kalır, senin rolün de
teselli edip rahatlatmak olur. Ona başka bir iguana alacağına söz ver.
Muhtemelen sana aynı şey olmayacağını, Poe'nun çok özel olduğunu,
telafi edilebilir bir meta olmadığını söyleyecektir. Daha iyi.
Ama yine de işi burada bırakmamanı tavsiye ederim, iyi geçinebileceğin
bir hayvan al, mesela kedi. Evde yine üç kişi olursunuz ama bu sefer
üçüncüyü sen belirlemiş olursun. Koca kızsın. Aklını kullan.
Bol şans,
llena
Hamiş: İguanaya muhterem Edgar Allen Poe'nun adını vermek de neyin
nesi? Sen bu adamın doğru adam olduğuna emin misin?
*
Sonraki günler, haftalar ve aylarda feminist saksağan Zarpandit, şovenist
domuz Zarpandit, saf masa örtüsü Zarpandit, terapiye giden
Debra, atik tetik mektupçu Gartheride ve kamuflaj altındaki diğer bir
sürü alakasız ismi, sürekli çarpışan düşman benliklerinin hepsi düşe
kalka, hayret verici bir biçimde, mucize eseri kendilerine sıcak ve
güvenli bir yuva buldular, birer isimden başka bir şey olmayan
insanların özel mektuplarına cevap veren bir isimden ibaret olan bu
yardımcı kadın rolünde. Böyle kaçak güreşmek ona çok iyi gelecekti.
Gerçekle hayalin sükûnetle birbirine karışmasını seyretmenin verdiği
rahatlık, sürekli değişen isimlerle çevrili olmanın verdiği rahatlık,
daima birbiriyle zıtlaşan iki farklı sesle aynı anda konuşmanın verdiği
rahatlık, ismini kırık bir oyuncak gibi atmanın, daima endişeli ellerde
eskiden olduğun şey olmamanın verdiği rahatlık... Dolambaçlı kaygı
dünyasıyla başa çıkmasına yardımcı olan işte bu kargaşaydı. İki kutup
arasında serbestçe salınma fırsatını ele geçirmek çiftkutuplu sarkacını
durultmuştu. Ne de olsa bazen tedavi özde hastalıkla aynı olabilir,
tıpkı panzehirin, zehirin ruhkardeşi olması gibi.
İkinci dönemin sonlarına doğru Aşağı Göl yakınlarında tek başına bir
bankta oturmuş bir aralar buz tutmuş olan sulann akışını
72
seyrederken, dünyaya çifte hayali, hayal çifti İlena ve Gartheride,
Gartheride ve İlena'nın gözüyle bakarken, elinin altındaki harfleri
Cennet Kâsesine boca etti ve harfler yeniden çığımdan çıkana kadar
çorbayı karıştırdı. Metaforik zeval kaşığı daireler çizerken, bundan
böyle giysisinin bir yerine, belki de dalgalı saçlarına gerçek bir
kaşık iliştirme fikri geçti aklından. O kaşık ona kendisine yamanan her
ismin silinebileceğini, yerine başka bir ismin harflerinin
konabileceğini hatırlatacaktı daima.
Düşüncelerinin girdabı nihayet durulduğunda, kendisine ne getirdiğini
görmek için kaşığı dışarı çıkardı. Üzerinde yeni bir harf birleşimi
vardı: GAIL. Kulağına hoş geldi ve bunu yeni adı olarak muhafaza etmeye
karar verdi.
Ömer Özsipahioğlu yedi yıl sonra işte bu adla evlenecekti.
73
CD
CS»
Yeni Kıtada Yeni Olmak
Ömer Özsipahioğlu Amerika'ya ilk olarak 2002 Haziranının ortasında ayak
bastı. Kendisinden önce yeni kıtaya ayak basmış sayısız yeni gelen gibi
hem yabancı bir ülkede yabancı olduğunu hem de aslında geldiği yerin o
kadar da yabancı olmadığını hissetti. Amerika geleneksel yabancı ile
yabancı memleket ilişkisini ters yüz ediyordu belki de. Dünyanın başka
yerlerinde yeni olmak insanın neyini nasılını bilmediği yeni bir yere
gelmiş olması demektir ama zaman içinde bilinmeyenlerin hepsini olmasa
da çoğunu öğrenme umudu vardır. Halbuki Amerika'ya ilk gelindiğinde
insan o kadar da yeni olmayan bir yere geldiği duygusunu korur çünkü bu
ülkeye dair her şeyi olmasa da çoğu şeyi bildiğini hisseder ve zaman
içinde ilk başta bildiklerini unutmaya çalışırken bulur kendini.
Muhtemelen Ömer Özsipahioğlu da burada yaşamaya başlamadan önce ülkenin
bir vesikalığını ve vakayinamesini bu minval üzre pırıl pırıl zihnine
oturtmuştu, tek eksiği boşlukları doldurmak, karanlık noktaları
aydınlatmak, ayrıntıları yakalamaktı. İkinci ay bitmeden geriye sadece
o boşluklar, karanlıklar ve ayrıntılar kaldı, metnin geneli bir ara bir
yerlerde uçup gitmişti.
Önceleri Amerika'yı genişliğine-ve-çeşitliliğine-rağmen-özün-de-basit
bir ülke olarak düşünürdü, türlü türlü şişelerde olsa da her birinde az
çok aynı temel madde bulunan sulandırılmış bir çözelti gibi. İçinde
yaşamaya başladıktan sonra ise Amerika basitüğine-rağmen-enginçeşitlilikte
bir ülkeye dönüşmüştü, nasıl sulandırdığına bağlı olarak
binlerce içki elde edebileceğin yoğun bir toz gibi. Ardından bunu
üçüncü bir aşama takip edecekti; ilk günlerin acemiliği ve merakı akıp
gidecek, yerini çözülmeyi talep etmeyen bir
77
yabancılık bilmecesi alacaktı. Bu safhayla beraber nihayet uyum
sağlamış olacaktı ama olaylara ve ayrıntılara karşı eskisi kadar
dikkatli kalamadan. "Kültürel intibaka kendi kişisel intibakının"
izlediği seyir böyleydi.
Çeşitli etkenler bu süreci kolaylaştırmış olmalıydı, özellikle Setkenleri.
Ne de olsa ateşli bir Seinfeld tutkunu, sadık bir Sandman
okuru, The Simpsons ve aynı raddede olmasa da Saturday Night Live
müptelasıydı; Sundance Film Festivalinin öneminin gayet iyi farkında,
Soutlıpark'a meraklı, ayrıca punk kraliçesi Pattı Smith'm sadık bir
hayranıydı. Art Spicgelman'm Maus'una, Tupac Shakur efsanesine,
Steppenwolfan "Born to be Wikf'ina hürmeti sonsuz, özellikle de Easy
Rider'ın ilk sahnesindeki Sean Penn'e ve Stanley Kubrick'in yaptığı her
şeye hayrandı, gerçi seçkin yönetmenin Spartacus'ü neden pek
sahiplenmediğini de anlardı, S'ye rağmen. Ama oradan doğan S kaybını
daima Susan Sarandon'a olan düşkünlüğüyle telafi edebilirdi. Amansız
kahvekolikliği sayesinde Star-bucks'm müdavimi olmaya adaydı. Mesafeyi
korumakla birlikte Steven Spielberg ve Stephen King] gözden kaçırmamış,
seks skandali ve seri cinayet haberleriyle de ilgilenmişti. Star Wars'm
her bir bölümüyle ilgili ayrıntılı analizler yapmaktan hoşlandığı halde
tam manasıyla taptığı ve onu Salem'] merak etmeye sevkeden Guguk Kuşu
filmi hakkında konuşmamayı tercih ederdi genellikle. Velhasıl Ömer
Özsipahioğlu içten içe, yeni kıtada yolunu tıkayabilecek, Hemşire
Ratched-vari otoriter bir şahısla mücadele etmeye hazırdı. Liste bu
şekilde uzayıp gittiğinden S-etkenleri konusunda görece donanımlı
görünüyordu. Çoğu Amerikalının zannettiğinin aksine bu yabancı onların
kültürüne kendisininkinden daha aşinaydı.
S pek bereketli bir harf kuşkusuz ama alfabede daha ona benzemez neler
var. Çok geçmeden ne kadar az şey bildiğini ve daha ustalaşması gereken
bir sürü harf olduğunu anlayacaktı. Ayak uydurulması gereken çok fazla
şey, incelenip öğrenilecek epeyce günlük alışkanlık vardı. Ama sonuçta
ona öğrenmek değil de, ayak uydurmak battı. Ömer Özsipahioğlu ruhunun
en alt kademelerine kadar her katmanında yılgın ve huzursuz, kendisiyle
alay edilmesin-
78
den korkan bir adamdı ve "zaman" denen o alacakaranlık hologramın
muazzam hızı yüzünden ağır çekime indirgenmişti. Sahi, zaman neydi?
Aziz Augustine'in öne sürdüğü fikri takdir etse de azizin kendisine hiç
sorulmayan sorunun gerçek cevabını bildiğinden emin değildi. Ömer zaten
bilmiyordu. Yine de sinirine dokunan ne bu tanım, ne de hatta zamanın
kendisi idi. Mesele zamanın daima yaptığı şeydi: akmak... akmak...
akmak... İşin işte tam da bu akış kısmı onu geriyordu, hem öyle ürik
bir süzülme gibi değil son sürat, dörtnala akış. Ömer'in hafif miyop
puslu kısık bakışında zaman daima sorunlaştırılıyor, bölümleniyor,
çözümleniyor, damgalanıyor ve ölçülüyor, asla anlamlı bir bütün
oluşturacak şekilde birbirine eklenmiyor, zinhar bir yere ulaşmıyordu.
Zamandan dışarı adım atmanın yolu yoktu. Ölü bebekler doğuran ve
ölenlerin yasını bile tutmadan hemen yenilerine hamile kalan, o her
şeyi kapsayıcı, yutucu rahimdi zaman. İnsanı daha uzun süre boğabilmek
için azar azar boğuyor, azıcık soluklanmaya yetecek havayı vermeyi
ihmal etmiyordu.
Ömer küçükken, ağabeyi de çocukken, geçirdiği erken kalp krizinin
ardından babalarına kendine bir meşgale bulması tavsiye edilmiş, o da
çareyi oğullarıyla kendisini her pazar şafak sökerken denize çıkaracak
somurtuk bir balıkçı tutmakta bulmuştu. Sessizce Boğaz'ın karanlık
sularına bakarak saatlerce titreyerek oturdukları o günlerden birinde
Ömer akıntıda sürüklenerek gelip ağa takılan şişmiş bir kedi ölüsü
görmüştü. Ölü kediyi yakaladıktan sonra ağabeyi kusmuş, Ömer balık
yiyemez olmuş, babaları da belki o esnada belki akabinde balıkçılık
sevdasını terk etmişti. Bildiği kadarıyla somurtuk balıkçıya hiçbir şey
olmamıştı. Şimdi o olayı tekrar düşündüğünde zamanı, ölü vs canlı
bedenlerin içinde birlikte yüzdüğü o azgın akıntıya benzetiyordu.
Zaten zamanın kendisi tahammül edilmez olduğundan Ömer Özsipahioğlu onu
zamanla ölçmeyi iyice tahammül edilmez bulurdu. Dolayısıyla saat
takmaz, erken kalkmak için çalar saate ihtiyaç duymaz ve neticede erken
kalkamazdı. Meziyetleri arasında dakiklik yoktu. Toplantılar, dersler,
programlar, ödevler... hepsine geç ka-
79
lirdi. Kamuya açık yerlerdeki saatlerin yanından geçerken tedirgin
tedirgin bakar, neden böyle her yere serpiştirilmiş olduklarını, nasıl
olup da kimsenin kaale alınmayı hiç kaale almayan bir şeyi daima kaale
alma zorunluluğundan rahatsız olmadığını anlayamazdı.
İstanbul'da böyle yaşamıştı, Boston'a gelince de eski huyunu elden
bırakmadı. Ama bu âdeti aynı kalmış olsa da uygulama azıcık değişmişti.
Türkçede zamanı öğrenmek için insanlara "saat" sorulurdu. Halbuki
İngilizcede zamanı öğrenmek için insanlara "zaman" soruluyordu.
İngilizcede insanın zamana sahip olduğu ya da olabileceği hissi vardı,
halbuki Türkçede zamanı ölçme aracına sahiptin ama zamanın kendisine
asla. Bu kültürel-dilsel farkı tespit eden Ömer tespitini neye
yoracağını bilememişti. Tek bildiği, kendilerini en çok kaçınmak
istedikleri şeye batmış vaziyette bulan pek çok kişi gibi kendisinin de
zihninin bir köşesinde zamanın hızını ölçmekten kendini alamadığıydı.
Geleneksel zaman ölçme sisteminden hazzetmediği ama bu fikri tümüyle de
bir kenara bırakama-dığı için mümkün oldukça kullandığı alternatif bir
ölçüm geliştirmişti. Fikir basitti: Dengeyi tesis etmek için en
sevmediği şeyi ölçmekte en sevdiği şeyi kullanıyordu: müziği!
Saatler, dakikalar ve saniyeler yerine albümler, şarkılar ve ritimleri
kullanıyordu. Birbirini takip eden iki şey arasındaki devrenin uzunluğu
tekrar tekrar çalınan belli bir şarkının uzunluğuna eşitti. Temelde,
zamanın aksine müziğin geriye, ileri alınabileceğini, durdurulup tekrar
çahnabileceğini bilmek güzeldi. Müzik şişmiş bir ceset değildi. Sahte
bir ilerleme mefhumuna doğru ilerleyen tek yönlü zaman akıntısına
mıhlamazdı kendini. Şarkıların döngüsel hareketi, çizgisel zamanın
dönüşsüzlüğünün yükünü azaltırdı.
Yani İstanbul'dan New York'a uçuşu 11 saat 15 dakika değil, düzinelerce
albüm ve tekrarlanan yüzlerce şarkı sürmüştü. Uçak on dakikalık
gecikmeyle 10:45'te kalkmıştı. Uçuş ve saat bilgileri veren devasa
ekranlara bakarken Ömer bunu ister istemez görmüştü. 10:46'da ön
sıradaki çocuk ağlamaya başlamış ve Ömer kulaklıklarını takıp çay
servisine kadar Roger McGuinn'in It's All Right Ma (Bir Şey Yok Anne)
şarkısını on iki kere dinlemişti. Balkanların
-
aysyzgije
12 years ago
- 80
30.000 fit yukarısında bir yerlerden geçerken hayatlarında fazla bir
sey değişmemişti, o hâlâ aynı şarkıyı dinler, çocuk da aynı
viyaklamayla ağlar vaziyetteydi. İlk fazladan kahve talebiyle ikincisi
arasında 4 dakika 10 saniye geçmiş olmalıydı çünkü Stone Roses'ın Made
of Stone'u (Taştan Mamul) tam tamına o kadar sürüyordu. Hostes bütün
kahvedanlığı ona verme espirisini yaptıktan sonra kızgınlığını
yatıştırmak için geçen süre iki kere Barry Adamson'un Save Me from My
Hanefi (Beni Benden Koru) kadardı.
Sakinleştikten sonra düşüncelere daldı. Ama kıtalararası uçuşta
düşüncelere dalmak sıradan bir hadise değildir. Ontolojik bir tetiklemedir.
Ömer çok geçmeden kendini bir sürü varoluşsal soru içinde
debelenirken buldu; ne yapıyordu (uçakta değil hayatta), nereye
gidiyordu (gene aynı bağlamda), neden memleketinden ayrılıyordu,
Amerika'da siyaset bilim doktorası yapmak neyi değiştirecekti, bu
uçakta olmasının gerçek sebebi bu muydu yoksa kendinden mi kaçıyordu,
falan feşmekân. Atlantik Okyanusu'nun üzerinde bir yerlerde, dibegömen-
soruların yerini yukarı-çeken-kararlar alacaktı. Ana hatlarıyla
artık kendisi olmamaya karar vermişti. Teferruata inildiğinde, daha
tahammüllü olmaya ki bu daha az gergin daha çok dingin olması anlamına
geliyordu, işi üzerinde yoğunlaşmaya, hedeflerini gerçekleştirmek için
mücadele etmeye, hedefi yoksa da fazla zaman kaybetmeden eli yüzü
düzgün bir tane bulmaya, geçmişiyle bir nevi iç barış ilan etmeye,
annesiyle babasını değiştirmeye çalışmaktan ve değişmediklerinde
hüsrana uğramaktan vazgeçmeye, aşkımsıyı aşkla karıştırmayı bırakmaya,
aşkı bulana kadar yeni ilişkilere atlamaktan imtina etmeye, başkalarına
karşı daha az şüpheci, kendinden daha emin olmaya... kısacası
olabildiğince hızlı olgunlaşmaya karar .verdi.
Bu kararlardan sonra içinde peydahlanan duygu öyle huzurlu ve
yatıştırıcıydı ki dönüşümün şimdiden başladığını, şimdiden daha olgun
bir insan olduğunu hissetti. Üç bin milin geri kalanını bu inançla
uçabilirdi, tabii ön sıradaki çocuk kahverengi, ikiyüzlü gözlerinde
hiçbir gözyaşı izi olmadığı halde hâlâ avazı çıktığı kadar ağlayarak
arkasına dönüp, Pixies'in Where's My Mindmı (Aklım
81
Ncrde) altıncı kez dinlemekte olan Ömer'in kulaklıklarını çekip alana
kadar. Ömer kulaklıkları fazlasıyla haşin bir hareketle geri almış ama
çocuğun kişisel tarihini göz önünde bulundurarak bunu takip eden
viyaklamadan kendini sorumlu tutmamıştı. Yine de birkaç dakika sonra,
geri dönüp ilk olgunluk sınavında aldığı kötü nota bakınca kendini kötü
hissedecekti. O andan sonra çocuk ve feci sıkılmış annesinden gözünü
ayırmasa da tıpkı çizgisel zaman gibi onlar da daha iyi bir adam olması
için ona ikinci bir fırsat vermeyeceklerdi. Kemerleri bağlama ışığı
yandı ve Amerika'ya bu ruh hali içinde indi.
JFK Havaalanında da notunu artıramadı zira yepyeni kişiliği İstanbul'u
arar aramaz kendini halefinin bıraktığı karmaşanın ortasında buldu.
"Benim...!" deyip sustu, sanki o tek kelime söylemek istediği her şeyi
özetliyordu ve telefonu hemen kapatsa da olurdu. Ama Defne hiçbir şeyi
fark edemeyecek kadar heyecanlanmıştı.
İronikti bir bakıma. İki yıldır çıkıyorlardı, ama son altı ayda alttan
alta, ağır aksak ama istikrarla birbirlerinden kopmaya başlamışlardı.
Önce miydi sonra mıydı tam bilemiyordu ama Ömer'in Boston
Üniversitesi'ne kabul edildiğini öğrendiği gün civarlarında Def-ne'nin
aşkı aniden epistemolojik bir kırılmaya uğramış, sonra bu kırılmadan
iyice yoğunlaşıp derinleşerek çıkmış ve veda anı geldiğinde üzüntüsünü
ikiye katlamıştı. "Neden daha önce gitmedin?" diye sormuştu tekrar
tekrar. Bu "önce" için belirli bir tarih vermediği halde ikisi de bunun
karşılıklı sadakatsizlikleri, artık alışkanlık halini alan ayrılmaları
arasındaki nice dönemeçten herhangi biri olabileceğini ya da Defne'nin
başka birinden hamile olduğunu itiraf ettiği, Ömer'in bebeğin babasını
öğrenmek için ona haftalarca eziyet ettiği, onun Ömer'e sessizliğiyle
eziyet ettiği, Ömer'in ona biraz daha eziyet ettiği, nihayet Defne'nin
bebeğin babasının ondan başka kimse olmadığını, onca zamandır onu
kıskandırmak için yalan söylediğini itiraf ettiği, Ömer'in ona hiç mi
hiç inanmadığı, Defne'nin kendisine inanmadığı için onu asla
affetmediği kürtaj sonrası döneminde olabileceğini biliyordu. O
kavşakların herhangi birinde ayrı-
82
^bilirlerdi ama şimdi değil, besbelli ki Defne şimdi ayrılmamaları
gerektiğini düşünüyordu.
Yaz sonu gideceği kesinleştikten sonra kalan zamanı sanki o
gitmeyecekmiş gibi davranarak birlikte geçirmişler, böylece Ömer' in
doktorasını yapıp geri döneceği şüpheli bir geleceğe dair planlar yapma
ıstırabından kaçınmışlardı. Tıpkı güneşte kurumaya bırakılmış biberler
ya da bir çocuğun sallanan dişi gibi, bu ilişkiyi uzun zamandır
beklenen sonuna erdirme vazifesini Ömer'in ezeli düşmanına
bırakmışlardı: zamana!
"Biliyorum özlememeliyim ama özledim seni," dedi Defne.
Ömer bu vakayı hemen yeni kişiliğine havale etti, o da huzursuz, dalgın
bir suskunluktan sonra nihayet mırıldandı: "Orada saat kaç?"
İstanbul'da öğlendi.
"Ben de seni özledim," diye ekledi sonra, sanki orada öğlen olduğunu
öğrenmek bu ifşaatta bulunmasını kolaylaştırmıştı.
Sonra evi aradı. Ağabeyiyle konuştu. Annesinin o anda evde olup
olmadığını sormadı, zira evde olsa telefonu başka kimselere açtırmazdı.
Telefon konuşmalarından sonra New York-Boston uçuşu için yolcuların
çağrılmasına on iki dakika kalmıştı. Kulaklıklarını takıp David
Bowie'nin I'm Afraid of Americans (Amerikalılardan Korkarım) şarkısını
arka arkaya beş kere dinledi. Ama uçağa biner binmez hemen fark edeceği
üzre korkması gereken daha acil şeyler vardı. Kâbus çocuk ve annesi de
aynı uçağın yolcularıydı ve bu sefer daha da yakında, yanında
oturuyorlardı. Ama çocuk hayret verici ölçüde sakin ve uslu
görünüyordu, insana kimyevi maddelerden başka hiçbir şeyi hatırlatmayan
pespembe, devasa bir lolipopu yalarken. Başını ne zaman lolipoptan
kaldırsa onun tekrar ağlamaya başlamasını bekledi Ömer ama çocuk bir
kez bile ağlamadı. Ömer Özsipahioğlu bu durumu daha da sinir bozucu
bularak hayattaki beklenmedik sükûnetlerle başa çıkmanın, beklenen
rahatsızlıklarla başa çıkmaktan daha zor olduğu sonucuna varacaktı.
Boston'da onu bir arkadaşının arkadaşı karşılayıp, MİT yatak-
83
Ömer'in birkaç günlüğüne kalabileceği boş bir yeri olan başka bir
arkadaşına götürdü. Oraya giderken tasarruf etmek için önce metroya
binip, sonra inip taksi tuttu. Ömer'in bu uzun yolculuğu tekerleksiz
bavullarla yapmasının ne kadar enayice olduğu metroya indiğinde iyice
ortaya çıktı. Akşam yolcularının acıyan bakışları altında tıkış tıkış
koridorlarda üç devasa bavulu sürüklemek için debelenirlerken, Ömer bu
yeni şehirdeki destursuz ilk faaliyetinin şehrin kirini süpürmek
olmasını ironik buldu.
Nihayet MİT yatakhanesine geldiklerinde bavulların üçünün de sağı solu
patlamış, birinin tabanı fena halde açılmıştı. Ferah binaya girerlerken
Ömer, bir yandan kapıya, ondan yana bakarken, bir yandan da cep
telefonuna mükemmel beyazlıkta dişleriyle büyüleyici bir gülüş çakan
hayli hoş bir esmer kız gördü. Gerçi gülüş besbelli telefonun öteki
ucundaki, onu göremeyecek olan kişiye yönelikti ama Ömer yine de üstüne
alıp bu gülüşe karşılık verdi. O zaman bir saniyeliğine de olsa
konuşmasından kopan esmer kızın badem gözleri şaşkınlıkla parladı;
demindenberi baktığı ama görmediği, ıstırapla iki devasa bavulu içeri
sokmaya çalışmaktayken aynı anda ona gülümseyen bu uzun ince, yakışıklı
genç adamı şöyle bir süzdü. Tanık olduğu gayret karşısında bu
delikanlıya mukabele etmeyi bir borç bilmiş olmalı ki, bir kez daha
büyüleyici bir gülüş sundu, ama bu sefer doğrudan ona.
Arkadaşın arkadaşının arkadaşı kendisine-pek-düşkün, sıska bir
müstakbel-genetik-mühendisiydi ve Ömer'i Türk arkadaşları ya da Türk
dostlarından oluşan ağa dahil etmek için can atıyordu. Bu sarsak
dayanışma ağında (memlekete nasıl daha ucuza telefon edileceği ya da
kahvaltı için nereden kaliteli siyah zeytin bulunabileceği türünden
gündelik ayrıntılardan, akademik ilgi alanlarını ve kişisel dedikodulan
paylaşmaya kadar) geniş bir malumat yelpazesi dolaşıyor, arada bir
şurada burada zincirleme tepkime halinde küçük infilaklara neden
oluyordu. Bir kere bu ağa dahil oldun mu bir yabancı olarak
karşılaşabileceğin her türlü sorunda yardımcı olup kıymetli nasihat
verecek bir arkadaşın arkadaşının arkadaşı bulabiliyordun, karşılığında
senin de günün birinde onlara yardım
84
etmen bekleniyordu.
Bunu yapan sadece Türkler değildi. Başka ülkelerden gelen bütün
öğrenciler benzer ağlara dolanmıştı, bunlann kimi birbirleriyle
örtüşüyor, kesişiyor ya da sadece işbirliği yapıyor, böylece daha da
sarsak başka dayanışma ağları oluşturuyorlardı. Yine de memleketin
uzaklığı artıp burada karşılaşılan sorunlar zorlaştıkça bu ağlar mantar
gibi bitiyor, kökleşiyor ama fazla dal budak salmıyorlardı. Göçmen
kuşlar, kuş âleminin en tuhaf grubunu teşkil ediyordu. Önce uzak
memleketlere göç etmek için sürülerinden ayrılıyor, oraya vardıklarında
da toplanıp sürüler oluşturuyorlardı.
Birkaç günlüğüne kalabileceği bir yer bulmak uğruna Ömer ellerini bu
ağa değdirmiş bulunuyordu. Ama sağlamayı vaat ettiği emniyet hissi
karşılığında onu içine çekmeye, yutmaya yeltenen ılık, nemli
organizmayı hisseder etmez hemen geri kaçtı. Sonu ne olursa olsun,
yabancı bir memlekette yalnızlık tehdidine rağmen, hem kendi sürüsünün
hem de başka sürülerin dışında kalmayı tercih ederdi. Ancak bu
müstakbel-genetik-mühendisi arkadaşa kolay kolay açıklanabilecek bir
karar olmadığından Ömer'in tatsızlıktan kurtulmak için düşünebildiği
tek çare sereserpe bir uçuş yorgunluğu uykusuna sığınmaktı. Böylece
Amerika'daki ilk iki gününü temelde uyuyarak -rüyasında Amerika'da
olduğunu görerek- geçirdi.
Üçüncü gün şiş gözlerini açtı ve hemencecik kapamaya çalışsa da çok
geçmeden artık daha fazla uyuyamayacağı acı gerçeğini kabullenmek
zorunda kaldı. Çuvala dönmüş vücudunu yataktan dışarı sürükledi,
kulaklığını taktı ve doktorasının dört yılı boyunca ona kucak açacak
şehrin neye benzediğini görmek için yürüyüşe çıktı. Patti Smith'in
Paths That Cross'wmi {Kesişen Yollar) dinleyerek, Harvard Meydanı'ndaki
bir kafede dalgın dalgın koca bir kupa kahveyi yudumlarken yan
sokaklardan, cafcaflı dükkânlardan, metrodan, her yerden meydana
boşalan insan kalabalığını seyretti. Orada öylece durmuş bakınırken
aniden tuhaf bir ferahlık, hani neredeyse aydınlanma hissine kapıldı.
Sersemletici çeşitlilikte yüzlerce binlerce yüzle çevrelenmişti ama
bunlardan bir teki bile tanıdık görünmüyordu. Bu insanların hiçbirinin
onun kim olduğuna dair en ufak
85
bir fikri yoktu. Tek birinin bile. Teker teker hepsi için Hiçkimsey-di,
saf ve mükemmel - tümüyle isimsiz, geçmişsiz ve dolayısıyla kusursuz.
Hiçkimse olduğu için Herhangi biri olabilirdi. İsimsizlik cilası
altında neredeyse görünmezleşecek kadar şeffaf bir maddeden oluşan bu
aidiyetsiz boşluk ne harikaydı; hemen herkesin kişisel tarihlerinin en
küçük ayrıntılarına kadar tanındığı bu boğucu tanışıklıklar dünyasında
o tam ve som bir yabancı olmuştu. Kahvesini bitirip kapıya yöneldi,
uzun, ince bacaklarına, leylekvari yürüyüşüne bir nebze kibir
eklenerek, tam tutulma olmanın, dışarıda kalmışlığın, burada herkesin
önünde olmanın ama kimse tarafından görülmemenin keyfini çıkararak
ilerledi. Bu özgürlük... "Ömer! Abi n'aber ya, n'arıyosun burda?" Hayal
âleminin şiirsel ışıltısından hoyratça dışarı savrulan Ömer sesin
geldiği tarafa baktı kös kös. İlhamdan puslanmış gözlerinin, ağzı
kulaklarında ona bağıran tıknaz, şortlu adamı seçmesi için fazladan
birkaç saniye gerekti. Hatırladı. Uzun zaman önce İstanbul'da on
kişilik gürültü çıkarmaya muktedir dört kişilik bir aile senelerce
komşuları olmuştu. Ergen çocukları ikizdi ve birbirlerine öyle
benzerlerdi ki hangisinin hangisi olduğu anlaşılmazdı. Şimdi karşısında
artık ince olmayan yüzünde devasa bir sırıtışla o çocuklardan birinin
büyümüş kopyası duruyordu. Ömer onu gördüğüne sevinmiş numarası yapmaya
zahmet etmedi ama ayaküstü petrol mühendisi olarak hayatını, Amerikalı
karısını, gelecek planlarını anlatan adamı dinlerken yarı-latif bir
ifade takınmayı başardı. Adam mutlaka aramasını, bir ara yemeğe
gelmesini ve Türk arkadaşlarından oluşan ağla tanışmasını tembihleyerek
bir tomar telefon numarası yazdı.
Bu şekilde Hiç-Kimse olmanın ayrıcalıklı zevkinden mahrum bırakılan
Ömer MİT yatakhanesine dönerken ev arama zamanının geldiğine karar
verdi. Ve Boston'da bir doktora öğrencisi olarak ev bulmak, her şeyden
evvel birlikte oturabileceği ev arkadaşları bulmasını gerektiriyordu.
86
Ev Arkadaşları
Kendine bir ev ve ev arkadaşı ararken Ömer'in ilk l^ark ettiği şey yine
geç kaldığı olacaktı. İlanların çoğu geçmiş haftalarda verilmiş ve
belli ki hemen aynı dönem içinde cevaplanmıştı. Dolayısıyla o ev
aramaya başladığında geriye işin tortusu, yani en beter seçenekler
kalmıştı, en pahalı ya da ucuz ama berbat durumdaki evler yahut da
fazlasıyla talepkâr ev arkadaşları ya da ne alırım-ne veririm tarzı
tipler. Derken şu ilanı gördü:
İki Sıradan Adam ve Hiç Sıradan Olmayan Bir Köpek
Temiz ve tertipli, çevreye özenli, düşünceli, aklıselim sahibi,
psikolojik
dengesi yerinde, görgülü ve saygılı... (en azından olmaya gayret eden)
ama hepsinden ziyade
DOST CANLISI BİR EV ARKADAŞI
arıyor.
Daire üç yatak odalı
Pearl Sokağı Somerville Uygun Mevkiide
Ahşap Zeminli / Yüksek Tavanlı / Büyük Pencereli / Leziz Turtalı
750 / artı masraflar.
Dost canlısı olup'olmadığı şaibeliydi ama ev arkadaşı olmayı
öğrenebilirdi. Hem günlerce dardurak bilmeden aradıktan sonra
gazetelerdeki ilanları okumaktan, internette araştırmaktan, şehirde
taban tepmekten yorulmuştu. Olacaksa bu olmalıydı. Numarayı aradı.
Yoğun aksanlı, bir o kadar uykulu bir erkek sesi cevap verdi telefona.
Her an yeniden uykuya dalabiliımiş gibi kısa, kesin, sert cümlelerle
konuşuyordu.
"Adres var," dedi ses aceleyle. "Yarın gelin! Yok yok! Bugün
87
gelin! Yedide!"
"Peki ama bana bir şey sormayacak mısınız?" diye kekeledi Ömer şimdiye
değin kazandığı tecrübeyle.
"Ne gibi?" diye sabırsızca homurdandı ses. Telefonda bir hışırtı
duyuldu, bir cips paketi açılmış gibi. "Bilmem, ismim mesela?"
"Gerek yok!" dedi, çiğneme efektleri eşliğindeki ses. Kesinlikle
patates cipsi diye düşündü Ömer. Biraz daha hatta kalabilse markasını
bile bulabilirdi. "Burada o işler için bir test var, sizin için
sakıncası yoksa. Tamam mı?"
Ömer isteksizce "Tamam," dedi ama daha testten neyin kastedildiğini
sormaya fırsat bulamadan telefon kapanmıştı.
Kulübeden çıkmadan ikinci bir telefon kartı çıkardı cebinden, uzak
mesafe Ortadoğu konuşmaları için olanlardan. Hangi telefon kanını satın
alması gerektiğini deşifre etmek için listeleri incelerken,
Türkiye'nin, kartlarının üzerinde Eyfel Kulesi'nin ışıltılı gece resmi
parlayan Avrupa ülkeleri listesinde değil, onun yerine sırıtan bir deve
resminin bulunduğu Ortadoğu ülkelerinin listesinde bulunması, tam
Türklere has bir hayal kırıklığına sevketmişti onu. Yüzündeki gülüşe
bakılırsa mutlu bir deve olmalıydı. Hayatında hiç deve görmemiş olan
Ömer hayvanın gerçekten böyle gülüp güle-meyeceğini merak etti.
İstanbul'a bağlandığında kafasında tam da bu şüphe vardı.
"Merhaba anne! Uyandırdım mı?"
Uyandırdığı besbelli olsa da mutlaka inkâr edecekti annesi. Ama böylesi
daha iyi diye düşündü Ömer, çok daha iyi. Derin uykudan fırladığına
göre daha şaşkın, böylece daha az buyurgan olacaktı.
"Sen iyi misin? Tayfun nasıldı?"
"Ne tayfunu anne?"
Bir gün önce tropik bir fırtına bir şehir ya da kasabada çatıları
uçurmuş, ekinleri telef etmiş, camları kırmış, büyük hasar yaratmıştı.
Fırtınanın nereyi vurduğunu tam hatırlayamıyordu annesi ama Amerika'da
bir yer olduğuna emindi.
88
"Mühim bir şey olmadı," dedi Ömer içini çekerek. Fırtınadan haberi bile
olmadığını söylemek neyi değiştirecekti?
"Kendine dikkat et," dedi annesi şefkatli bir fısıltıya dönüşen
sesiyle. "Kendine dikkat edeceğine söz ver."
Verdi de. Hortumlara, kasırgalara, doğal afetlere, terör saldırılarına,
seri katillere, çete savaşlarına ya da sebepsizce herhangi bir yerden
çıkıp gelecek kör kurşuna karşı dikkatli olacağına söz verdi.
Sonra gülen devenin deposundan arta kalanla Defne'nin cep telefonunu
aradı. Annesinin aksine Defne uyanıktı. Uyanıktı ve arkadaşlarla, ortak
arkadaşlarıyla içki içiyordu, İstanbul'un en Dionis-yak sokağında,
bütün sokak boş laf köpüğü üzerinde tüy gibi süzülmeye başlayana kadar
herkesin yan yana oturup içip gevezelik ettiği, içip surat
buruşturduğu, içip şarkı söylediği beyaz örtülü, küçük masaların
arasında bir yerlerde. O masalardan birinde içki âlemin-deydi. Arka
planda o kadar çok gürültü vardı ki Ömer şamataya bağırmak zorunda
kalıyor, bu arada yoldan geçenlerin kısmen meraklı kısmen kınayan ama
daima mesafeli bakışları altında, küçük kulübede kendi sesinin
yankısına sinirleniyordu. Arayanın kim olduğu öğrenilince masada bir
kahkaha koptu. Sonra Defne'nin cep telefonu elden ele gezmeye başladı.
Anlaşılan herkesin sigara-çatlak-lı alkol-buğulu sesiyle Ömer'e bir
şeyler söyleyesi vardı. Kimileri şimdi uzak gelen yakın arkadaşlar,
kimileri şimdi yakınlaşmış oysa eskiden uzak arkadaşlardı. Yine de
çoğunun seslerinde saklı, bastırılmış bir sitem hissedebiliyordu;
geride kalanların gidene karşı hissetmeye meyilli oldukları bir sitem.
Ömer'in zihnini bir görüntüler seli bastı. Oturdukları masayı en küçük
ayrıntısına kadar görebiliyordu - karışık mezeler, kızarmış kalamar ve
ızgara balık kokusu, zeytinyağlı patlıcan, üçgen üçgen kesilmiş beyaz
peynir, garsonların tazeleyip durduğu salata, muhabbet koyulaştıkça
hızla azalan bir şişe rakı. Ve buz... masanın bir ucunda madeni bir
kovanın içinde sinsi sinsi eriyen küçük buz küpleri. Harvard
Meydanı'ndaki telefon kulübesinde, her safhasını az çok tahmin
edebildiği uzun gecenin başlangıcına göz gezdirebili-yordu.
89
"Hey, Johnny Omer, ilk yudum senin şerefine," diye haykırdı masada biri
ama Ömer sesinin sahibini çıkaramadı.
Gecenin sonunu da önceden görebiliyordu. Beyinler fazlaca
dumanlandıktan, yiyecekler bir vakitler bembeyaz olan tabaklarda ziyan
edilip kuruduktan, son rakı şişesi de boşaldıktan, çingene müzisyenlere
paraları verildikten ve her kahve fincanı içenin geleceğini görmek için
kullanıldıktan sonra, masadan kalkıp içine daldıkları İstanbul'un
yılankavi yollarında izlerini sürebilirdi tek tek her birinin. "Bu gece
bana mail at," diye bağırdı Defne nihayet telefonu mütecavizlerin
elinden kapmayı başardığında. "Bana her şeyi anlat, uyandığımda
okurum."
Yazacağını söyledi. Defne bekleyeceğini söyledi. Ömer onun tam olarak
neyi bekleyeceğini anlayamadı, maili mi yoksa geri dönüşünü mü. Tuhaf,
iğreti bir sessizlik oldu. Arkada tekrar bir kahkaha koptu. Defne ona
espriyi anlatmaya başlamıştı ki hat kesildi. Ömer telefon kulübesinden
çıktıktan sonra Harvard Meyda-nı'ndaki kalabalığa boş bos baktı,
zamanın sürekliliği hissini kaybetmişti. Yatakhaneye dönerken
Leftfield'in Open Up'mı (Açsana) yedi kere dinledi ve arka arkaya üç
sigara içti. Binanın girişinde yine o muhteşem esmeri gördü, tam da onu
ilk gördüğü yerde. Orta yaşlı bir kadınla konuşuyordu, muhtemelen
annesiydi, güzel kızının güzel odasını görmekten memnun bir anne. Ömer
bu sefer göz temasını engellemek için başını çevirerek asansöre bindi.
Biraz kestirmeyi, sonra duş almayı ve ilandaki evi görmeye gitmeden
önce Defne'ye mail atmayı planlamıştı. Ama uyuyakaldığı için sadece
listedeki birinci faaliyeti yerine getirebildi. Panikle giyinip sokağa
fırladı, metroya bindi, hamile siyah bir genç kızın yanına oturdu ve
kendini yalnız hissetmemeye, hiçbir şey hissetmemeye çalıştı. Yol on
dakika 56 saniye sürmüş olmalıydı, dört kere Cypress HiH'in/7/AY From
the Bong'xx kadar. Davis Meydanı'nda indi, birine saati sordu, 19:38
olduğunu öğrendi, Pearl Sokağı'nı bir uçtan bir uca yürüdü, birine
adresi sordu, sonra hatasını anlayıp bütün yolu geri yürüdü ve nihayet
evi buldu: tipik, soluk bir üç katlı Boston evi.
90
"Geciktiniz," dedi kapıyı açan çocuk, sesindeki tenkit kırıntısına
rağmen nezaketle gülümseyerek. Kısa boyluydu, siyah, parlak »özleri,
dalgalı koyu kızıl saçları ve çenesinde, alnındaki çatıklığı yumuşatan
komik bir gamzesi vardı. Ömer onun Arap olabileceğini düşündü ama emin
olamadı. Emin olduğu tek şey telefonda konuştuğu kişinin o olmadığıydı.
Kapı küçük bir sundurmaya açılıyordu, sundurmadan da son derece temiz
ve rengârenk geniş bir mutfağa geçiliyordu. Ömer etrafa şöyle hızla göz
gezdirirken mutfağa kadın eli değip değmedi-ğini merak etti ama bunu
kendine sakladı.
"Hoşgeldiniz!" diyerek öteki kapıdan girdi öteki çocuk. Diğerinden
biraz daha uzun ve çok daha cüsseli, hatta tombuldu. Yuvarlak
gözlüklerinin ardındaki uysal gözleri elaydı ve gamzeli, neredeyse
kıpkırmızı yanakları ya şeker hastalığına ya da kronik utangaçlığa
delaletti. Ömer onu gördüğü anda sevdi.
Baharatlı bir kokunun sindiği mutfakta dururlarken havadan sudan
konuşup birbirlerini merakla incelediler. Oturma odasında ona nereli
olduğunu sorduklarında, "Türkiye" cevabını alınca da bir ağızdan "ya,
demek Türkiye?" dediler.
Ömer artık alışmıştı buna. Amerika'da sık sık ona nereli olduğunu
soruyorlar, cevabı aldıklarında da ya talimat formatında "ha, Türkiye!"
ya da soru formatında "ya, Türkiye?" cevabını yolluyor-lardı, duruma
göre bu arada nazik bir merakla "aman ne kötü!" ya da "o kadar kötü
mü?" dercesine yüzünü inceliyorlardı.
"Peki evi görmem mümkün mü?" diye sordu Ömer.
"Elbette görebilirsiniz," dedi kırmızı yanaklı başını sallayarak,
sesinden telefonda konuşanın o olduğu anlaşılıyordu. Ömer onun İspanyol
kökenli olabileceğini-düşündü ama emin olamadı. "Ama her şeyin bir
zamanı var. Küçük bir test hazırladık. Fazla vakit almaz."
"İyi geçinebilecek miyiz görmek için. Aceleye ne lüzum var?" diye
katıldı kısa çocuk. "Derler ya, patlıcan yemiyoruz, değil mi?"
Ömer kimin böyle bir laf ettiğini bilemediğinden cevabı kesti-remedi.
Zaten görene kadar "Ev Arkadaşı Testi"nin neye benzediğini de
kestiremezdi.
91
EV ARKADAŞI TESTİ
Aşağıdaki sorular kişiliğinizi ya da ahlakınızı yargılamak için değil,
nasıl geçineceğimizi tartmak için hazırlanmıştır, herkesin yararına. Bu
yüzden lütfen dürüst cevaplar verin.
1. Beni iyi tantyanlar hakkımda şöyle der:
a. Hastalık derecesinde olmasa da büyük bir temizlik ve düzen saplantım
vardır
b. Temiz ve tertipliyimdir
c. Düzenli olmasam da rahatsız edecek kadar düzensiz değilimdir
d. Biraz dağınıkçayımdır
e. Feci dağmığımdır!
2. "Sopranos" politikam şudur,
a. Tek bölümünü kaçırmanı
b. James Gandolfmi İmzalı Makarna Fotoğrafım olduğunu söylemem yeter
c. Hayattaki fuzuli şeylere zaman ayırabildikçe seyrederim
d. Günün birinde DVD'de seyretmek hoş olur ama şimdi çalışmam lazım
e. Opera sevmem.
3. Günün birinde yatıya misafir çağıracak olsam bu kişi muhtemelen,
a. Akrabam olur
b. Yakın bir arkadaşım olur
c. Nişanlım/uzatmalı sevgilim olur
d. Bir gecelik takıldığım biri olur
e. Herhangi biri olabilir, yeter ki muhabbetini seveyim.
Ömer derin bir nefes aldı dişlerinin arasından. Nefret etmişti bu test
işinden. Yalnız duruma göre onlardan tam olarak niçin nefret edeceğini
anlayabilmek için bu saçmalığı şaka olsun diye mi yoksa ciddi ciddi mi
yaptıklarını kestirmeye çalışıyordu. Ciddiyseler küstahlıklarından, yok
eğer şaka yapıyorlarsa mizah anlayışlarından nefret edecekti. Dönüp
somurtkan bir edayla baksa da delikanlılara, karşılığında ikisinin de
yüzünde o sinir bozucu iyicil gülümsemeyi görünce gönderdiği bakış
mesajını doğaı çözümlediklerinden şüphe etti. Bu durumda bu işi
olabildiğince hızlı halletmeye karar verdi. Hepsini sonuna kadar
okumaya ne gerek vardı? Her sorunun cevabı için aynı şıkkı
işaretleyecek ve neticeyi bekleyecekti.
92
gir anlık tereddütten sonra sabit cevap olarak "e" şıkkını seçti ve
sordukları her şeyi e-lemeye başladı.
4. Dini/etnik/ırkçı/cinsiyetçi/milliyetçi önyargılarıyla nam salmış bir
program televizyonda karşıma çıkarsa tavrım şu olur:
a. Hemen kapatıp başkalarının seyretmesini de engellerim
b. Bir müddet seyredip bir şans tanırım, belki hoşuma gider
c. Bu toplumsal olguyu daha iyi analiz edebilmek için bilimsel
tarafsızlıkla baştan sona seyrederim
d. Her halükârda seyrederim, fark etmez
e. Televizyon seyretmem!
5. Müzik tercihim:
i. klasik / ii. blues ve jazz / iii. rock / iv. heavy metal / v. new
age / vi. etnik ve bu müziği şöyle dinlerim:
a. Kulaklıkla
b. Kulaklıksız ama olabildiğince alçak sesle
c. Sadece kendi odamda duyulabilecek kadar yüksek sesle
d. Belki üst kattan duyulabilecek kadar yüksek sesle
e. BANGIR BANGIR! Adanı gibi müzik öyle dinlenir.
6. Uyku alışkanlığını:
a. Tavuk gibi. Erken yatar erken kalkar çok yol alının
b. Baykuş gibi. Geç yatar geç kalkarım
c. Geç yatarım ama olabildiğince erken kalkarım ve hangi hayvanın bunu
yaptığını bilmiyorum
d. Minderdeki kediler gibi. Uykuya bayılırım
e. Ziııhaı-Uyumaz-Arroz nam bir köpek gibi.
7. Bir gece aniden bütün akşam takıldığım arkadaşlarımı eve davet
etmeye karar versem bir sonraki adımım şu olur:
a. Önce evi arayıp ev arkadaşlarımdan izin alırım
b. İnsanları davet eder sonra evi arayıp ev arkadaşlarıma haber veririm
c. İnsanları davet eder, ev arkadaşlarımı onlara aratırım
d. İnsanları davet eder, evi arama kısmını atlar, ötekilerden önce eve
gelip ev arkadaşlarıma grubun yolda olduğunu haber veririm
e. Konuklarla birlikte çıkagelir ev arkadaşlarıma sürpriz yaparım.
8. Korku filmleri hakkında temel görüşüm:
a. Gençleri statükoyu bozabilecek eleştirel düşüncelerden uzak tutmak
için egemen güçler tarafından kurnazca yayılan görsel afyondurlar
93
u. şamarı Kayoıciırıar
c. Pek düşkün değilimdir ama ara sıra seyrederim
d. Sadece sinematografik açıdan iyi iseler seyrederim
e. Korku filmlerinin nesi varmış, bayılırım.
9. Rita Hayworth'm Casablanca'daki performansı konusundaki samimi
fikrim:
a. En iyi performanslarından biri değildi
b. Klasikti sanırım, bütün klasik filmlerde olduğu gibi
c. Rita Hayworth'u hatırlamıyorum
d. Casablanca'yı hatırlamıyorum
e. Filmin seyri güzeldi ama aynı zamanda şekere bulanmış Şarkiyatçı
önyargılarla doluydu.
10. Sarımsak konusundaki genel yaklaşımım şudur:
a. Olumsuz. Yemeklerde kokusuna tahammül edemem, hele hele insanlarda!
b. Tarafsız. Yemek lezzetli olduğu müddetçe benim için fark etmez
c. Demokrat. Asla sarımsak yemem ama isteyen yiyebilir
d. Olumlu. İnsanların sarımsak yemesinden rahatsız olmam, kendim de
yerim
e. Hastasıyım. Sarımsağa bayılırım!
Bıı kadardı. Aptal şeyin başı sonu buydu. Ömer arkasına yaslandı,
kollarını kavuşturdu, kaşlarını çattı ve içinden bir sigara yakmak,
yanında da koyu. kopkoyu bir kahve içmek geçti.
"Hemen değerlendireceğiz," diye neşeyle mırıldandı Arap'a benzeyen
çocuk formu alırken ve ekledi: "Derler ki ihtiyar bir çamaşırcı kadının
ayaklarının derisi kadar katı da olsa gerçek sen gene de gerçeği
söyle!"
Kim Allahaşkına bunlar diye sormamak için kendini zor tuttu Ömer.
Dünyada bu laflan geveleyen başka kimse var mıydı? Ama önüne konan
kocaman bir böğürtlenli turta tabağı sinirlerini çabucak yatıştırdı,
yanında sıcak bir içecek bekliyordu, kahve olmasını umdu.
"Parmaklarını yalayabilirsin, kız arkadaşım çok iyi bir alıcıdır," dedi
İspanyol-göriinüşlü başını sallayarak, "kız arkadaşım" lafını telaffuz
ederken kızanp bozararak.
94
Sonra ortadan kayboldular.
Tek başına kalan ve kahve değil sıcak çikolata ikram edildiği için canı
sıkılan Ömer gözleriyle odayı taradı ama dikkatini çekecek fazla bir
şey bulamadı. Kocaman, rahat bir kanepe, bir büfe, büyük ekranlı bir
televizyon, en üstlerinde Texas Testere Katliamı adı seçilen bir yığın
video kaseti, sağda solda İspanyolca dergiler, her yerde karikatür
dergileri. Ömer içini çekip turtadan bir lokma ısırdı, sonra hemen bir
lokma daha ısırdı. Lezzetinin bu kadar iyi olacağını beklemiyordu. Tam
birinci dilim bitmek üzereyken kapı aralandı ve içeriye şimdiye değin
gördüğü en buruşuk yüze sahip, en iri, en hantal, siyah beyaz New
Finland girdi. Tam sol gözünün altında, ona sokak kavgasında fena dayak
yemiş havası veren, fındık şeklinde siyah bir leke vardı. Kavganın
sonucu ne olursa olsun onu kurt gibi acıktırmışa benziyordu çünkü
içerideki yabancıyı tanımak için isteksizce şöyle bir kokladıktan sonra
köpeğin bütün dikkati böğürtlenli turtaya yoğunlaştı. Kendisine sunulan
parçayı memnuniyetle kabul edip hemen mideye indirdi ve açması siyah,
acınası aç gözleriyle daha da imrenerek tekrar Ömer'e baktı.
Neyse ki onu fazla bekletmediler. "Jüri kararını verdi mi?" diye sordu
Ömer çocukların odaya girdiğini görünce, son beş dakikadır bütün
turtayı köpeğe vermekle bu iç kıyıcı bakışa tahammül etmek arasında
kalmanın verdiği gerilim yüzünden sesi istemediği kadar aksi çıkmıştı.
"Tebrikler! Sarımsak testimizde en yüksek puanı aldın."
"Ne sarımsak testi?" diye sordu Ömer şaşkın şaşkın ama cevabı sezmişti.
"Bütün bu saçmalık sarımsak uğruna mıydı? Neden sarımsakla aramın nasıl
olduğunu doğrudan sormadınız?"
"Ama o zaman çok bariz olurdu ne duymak istediğimiz," cevabını aldı.
Kendilerini tanıştırdılar. İspanyol görünüşlü olan İspanya'dan
gelmişti. Adı Joaquin'di ama nedense kendisine Piyu denmesini tercih
ediyordu. Tufts Diş Hekimliği Okulu'nda bursluydu. Arap görünüşlü olan
Faslıydı. Adı Abed'di ve kendisine tam da böyle hitap edilmesini
istiyordu. O da aynı üniversitede, biyoteknoloji mühen-
95
dişliğinden diploma almaya çalışıyordu.
"Ya köpek?"
"Bana sorma," diye somurttu Abed, "Piyu'dan başkasına sorma. Şu devasa
mide onun köpeği oluyor."
"Testteki Arroz bu işte!" Piyu elinde bir süpürgeyle belirmiş, göz açıp
kapayana kadar Arroz'un halıya döktüğü kırıntıları süpürmüştü. "Zinhar-
Uyumaz-Arroz. Sakın seni kandırmasına izin verme, hep açtır."
Böğürtlenli turtadan arta kalanları kendilerine sakladılar. Ömer içecek
bir şey rica etti, mesela kahve, ama Abed ona Vicks gibi kokan koca bir
fincan çay getirdi.
Daha sonra, o gece yeni evinde uyumaya karar veren Ömer MİT
yatakhanesine dönüp bir-iki eşyasını aldı, müstakbel-genetik-mühendisi
Türk'e bir not yazdı ve güzergâhı bilince metrodan yeni evine uzanan
yolun dört kere System of a Down'in Chop Sııey's\ kadar sürdüğünü
keşfetti. Yeni evine döndüğünde üç yeni ev arkadaşını televizyona
yapışmış Sopranos izler vaziyette buldu, test artık daha manalı
görünüyordu gözüne, en azından sorulardan biri. Büfenin üzerinde yeni
bir turta vardı, yanında içecek bir şey, mesela kahve istediğinde, Piyu
ona koca bir kupa kakao getirdi.
"Testinize eklemeyi unuttuğunuz bir şey var," dedi Ömer turtadan sızan
kremalı sosu incelerken. Bu seferki tarçınlı elma turtasıy-dı. "Ben
sigara içiyorum ve sizin için sakıncası yoksa kendi odamda içmek
isterim."
"Odalarımızda istediğimizi yaparız," dedi Piyu gözlerini ekrandan
ayırmadan.
Sigara izni aldığı için gözle görülür ölçüde rahatlayan Ömer yüzünde
güller açarak ekledi: "Bu arada Casablanca'âa. Rita Hay-worth'in
oynadığına emin misiniz?"
"Haklısın, o değildi." dedi Abed omuzlarını silkerek. "O hileli
soruydu."
Demek hileyi seviyorlardı.
*
96
Hileyi hakikaten seviyorlardı. Sarımsak konusunda bile tümüyle dürüst
olduklarını söylemek zordu. Ama Ömer kendisine verilen malumattaki
eksikliği, onlarla birlikte yaşamaya başlamadan tam manasıyla
anlayamayacaktı. Gerçi fazla zaman geçmesine de gerek kalmamış, durumun
netleşmesi için bir hafta yetmişti.
Evdeki ilk yedi gününde Ömer yeni ev arkadaşlarının, iddia ettikleri
üzre sanmsak-tüketen, hatta ima ettikleri üzre sarımsak-se-ven insanlar
değil, ne dinden olduklarını söylerlerse söylesinler tam manasıyla
sarımsağa-tapan insanlar olduklarını gördü. Sarımsak burada adeta
kutsaldı.
Listedeki tek çarpıtılmış gerçek de bu değildi. Bir kere eve dair
söylemeyi unuttukları şeyler vardı. Hiç kimse Ömer'e, Doğu Somerville'in
bu muhitindeki evlerin çoğu gibi bunun da biraz sorunlu ve
hayli eski bir ev olduğunu söylememişti. İşin iyi tarafı evde bir
süredir tadilat yapılmakta oluşuydu. İşin kötü tarafı tadilat bir süre
daha devam edecekti, bu da demekti ki her sabah işçiler ellerinde
çekiçlerle binanın cephesine dayanmış merdivenlere tırmandıklarında
çıkacak tantanaya katlanması gerekecekti. Gene hiç kimse onu ikinci
kattaki küveti doldurmaması konusunda uyarmamıştı çünkü küvet
dolduğunda içindeki su mutfak tavanından aşağı damlıyordu. Bu ve
benzeri gerçekler Ömer Özsipahioğlu için hâlâ muammaydı.
Bu safhada başka şeyler öğreniyordu. Abed mesela. Ömer tabii ki onun
tahammülfersa geveze olduğunu, deste deste itirazlar, yorumlar ve
neredeyse her konuda bulup çıkardığı atasözleriyle dolup taştığını
bilmiyordu. Tuhaftır o kadar konuşmak günün sonunda hiç de bitkin
düşürmüyordu onu. Her gece huzur içinde uyumak için neredeyse iki korku
filmi seyredecek enerjiyi buluyordu kendinde. Genellikle ikinci VHS'nin
ortasında bir yerlerde kanepenin üzerinde uykuya dalıyor, filmdeki
karakterler birbirinden beter ölümlerle telef olurken huzur içinde"
horluyordu. Gökgürültüsünü andıran horlamasına gelince, Abed'in hafif
kemerli burnunun hayatına getirdiği bir diğer müşkülattı sanki. Hayatı
boyunca müzmin saman nezlesinden mustarip olduğundan geçmişi, şimdisi
ve geleceği bur-
97
nunun boyunduruğu altına alınmış gibiydi. Vicks, nane buharı, nefes
açıcılar, burun spreyleri... ve niceleri için bir şey ifade etmeyecek
daha bilumum ilaç Abed'in kadim dostlarıydı.
Öteki çocuk, Piyu hakkında da öğrenecek şeyler vardı. Mesela temizlik
ve hijyen saplantısı. Başkalarından çoktan umudu kesmiş gibi bütün
temizliği kendisi yapıyordu, bu ilk bakışta iyi görünse de uzun vadede
bezdiriciydi. Bir hav, bir kırıntı, bir kırpık... yere düşer düşmez
Piyu temizlemeye başlıyor, etraftaki herkesi terörize edip kendilerini
pis domuzlar gibi hissetmelerine yol açıyordu. Saplantısına ek olarak
sivri şeylere karşı gayet tuhaf bir fobisi vardı. Değil dokunmak bıçak
görmeye bile tahammül edemezdi. Mutfakta çok az bıçak olmasının,
yiyeceklerin çoğunun çubukla ya da kaşıkla yenmesinin sebebi de oydu.
Dişçilik mesleğini nasıl icra edeceği sorusunu ona soracak kadar yakın
hissetmemişti Ömer ilk başta kendini; nihayet sorduğundaysa Piyu'nun
bundan rahatsız olduğunu hissetti. Piyu temizlik ve düzeni sadece
mutfakta değil hayatının her alanında seviyor, her ne pahasına olursa
olsun her şeyi kontrol altında tutmaya çabalıyordu. Ömer onun üçüncü
katta yatmayı tercih etmesinde bunun bir etkisi olup olmadığından emin
değildi ama sanki Tann'ya mümkün olduğunca yakın olmak istiyordu. Dini
bütün bir Katolikti, kız arkadaşı ondan da fazla. Harika bir ah-çı
olmasına rağmen çöp gibi ince, derin, kurşuni gözleri olan genç bir
Meksika kökenli-Amerikalı'ydı, adına hiç benzemeyen: Alegre, yani Neşe!
Arroz'a dair de keşfedilmeyi bekleyen bazı gerçekler vardı. Veciz,
ilginç ve kayıtsız şartsız sessiz gerçekler. Zira Arroz sağırdı.
Kulakları kapalı, gözleri de o kadar keskin olmayan Arroz hayattaki
yegâne rehberi olarak burnunu tayin etmişti. Doğrusu bu açıdan işinin
ehliydi. Sesleri, hatta çığlıkları duymuyor olabilirdi ama
tıkırtıların, çıngırtıların, vızıltıların, hatta en hafif hışırtıların
kokusunu alabiliyordu. Geceyle gündüzün birbirinden farkı yoktu onun
için çünkü dokuz yaşındaki bu hülyalı görünüşlü New Finland uyumuyordu.
Bütün gece evde devriye geziyor, dalgın dalgın pencerelerden dışarı
bakıyor, ulaşabildiği yenebilir her şeyi yiyor, saatler-
98
ce durup derin uykudaki ev sakinlerini seyrediyor, bedenleri buraya
çakılı kalmışken kendilerinin nereye gittiğini koklamaya çalışıyordu.
..
Velhasıl 2002 Haziranının son gününde Ömer hoş bir muhitte hoş bir
evde, hepsi hayatta kendi işine bakan üç ev arkadaşıyla birlikte olduğu
için kendini şanslı hissederek uykuya daldı. Ancak günler ve geceler
geçtikçe, yavaş yavaş başka bir hakikate uyandı; fazlasıyla geveze bir
Faslı, fazlasıyla fobili bir İspanyol, dahası fazlasıyla aç bir köpekle
beraber, her sabah çekiçlerle dövülen eski bir Somerville evinde
oturduğu hakikatine. Bütün bunlar ayda 750 dolara, artı masraflar!
99
Alegre ve Istırap
Pazartesi sabahı Doktor Marc Fitzpatrick'in muayenehanesindeki
masasında oturan Alegre haftalık kadın dergilerinin yeni sayılarının
hepsini okumayı bitirmişti çoktan. Şimdi önünde açık duran sayfada
"okumadan duramayan kız!" başlığı altında altı yaşında bir kız dişsiz
bir gururla ona gülümsüyordu. Kızın beş yaşında okumayı söktüğü
yazılıydı ve o günden röportajın yapıldığı güne kadar 2278 kitap
okumuştu, yıl sonuna kadar bu sayıyı 4000'e çıkarmayı planlıyordu,
günde altı kitap okuyarak. "Kızımıza yetişemiyoruz!" diyordu annesi
şikâyetçiymiş numarası yaparak, babası da kitapları yerel
kütüphanelerden ve kitapçılardan eve kocaman bir çöp tenekesi içinde
taşıdıklarını ballandıra ballandıra anlatıyordu. Diğer sayfada kızın
başka bir fotoğrafı vardı; bu sefer üzerinde pijaması, iki yanında
annesiyle babası yatağında yatmış, sanki hasta ama herkes bu
hastalıktan pek bir memnun.
Alegre popüler bir kadın dergisi daha alıp şöyle bir karıştırdı. 600
küsur kadına uygulanan bir anket, bir kadının en sevdiği çorbayla,
partneriyle ilişkisi arasında sıkı bir bağlantı olduğunu ortaya
çıkarmıştı. Tavuk suyuna şehriye çorbası tercihi erkeklerle
ilişkilerinizde anaç bir tavuğa benzediğinizi gösteriyordu; etli
sebzeli İtalyan çorbası tercihi ise her şeyin açık olmasını
istediğinizi; sebze çorbası tercihi becerikli ve daima kendi kendine
yeten biri olduğunuza delaletti; yok tercihiniz domates çorbasıysa bu
sizi faal bir maceracı yapıyordu. Halbuki Alegre'nin daha başka
gözdeleri vardı. Arkadaşlarına ya da ailesine yemek pişirdiğinde
baharatlı gaz-paço ya da sosisli mercimek çorbası tercih ederdi; Çorba
Evi'nde evsizlere dağıtmak için etli fasulye çorbası yapardı; evde tek
başı-
100
naysa sade-suda-haşlanmış-sade-kabak çorbası yapardı kilo almamak için,
lokantalarda başkalarıyla birlikte yemek yerken ise tatlı & ekşi
çorbayı tercih ederdi, içip & kusmak için. Ankette bu seçeneklerden
hiçbiri olmadığından o sayfayı es geçti.
Hem erkeklerle ilişkilerini düşünmekten kaçınmayı tercih ederdi. Aslına
bakılırsa şimdiye kadar dcğru dürüst tek ilişkisi tek bir erkekle, yani
Piyu ile olmuştu ama onunla da o kadar çok ayrılıp barışmışlardı ki
başından bir sürü ilişki geçmiş gibi hissediyordu. Sonraki sayfada iş
hayatında öne çıkmanın beş şaşırtıcı yolu sıralanmıştı. Bir: yavaş
konuşun! Bir araştırma yavaş konuşan insanların aynı konuda hızlı
konuşanlara nazaran %38 daha bilgili göründüğünü kanıtlamıştı. Alegre
bunun yanına bir artı işareti koydu. Teyzelerinin aksine o hep yavaş
konuşmuştu. İki: nazik olun. Bir artı daha. Üç: hayır işleri için
gönüllü olun. Bir başka araştırma hayır işlerine gönüllü olanların
işlerinden %25 daha memnun olduğunu ve kendilerine daha fazla saygı
duyduğunu ortaya koymuştu. Bir sürü artı. Geçen yaz Alegre nisanda
emeklilerle bowling oynamış, mayıs ayı boyunca Somali göçmeni bir
ailenin çocuklarına ders vermiş, haziranda sığınaklara dağıtılmak üzere
kuru erzakları ayırmıştı, temmuzdan beri de Kate'in Çorba Evi'nde
muhtaçlar için yemek yapıyordu. Günlük tutun dördüncü öneriydi zira
başka bir araştırma umutlarını ve rüyalarını düzenli olarak bir günlüğe
kaydedenlerin amaçlarına ulaşmasının %32 daha muhtemel olduğunu
kanıtlamıştı. Bir artı daha.
Beş: doğru insanlarla görüşün. "Eğer tembellerle öğle yemeğine
çıkarsanız," demişti bir psikolog gayet kendinden emin, "patronunuz
sizi onlarla ilişkilendirir ve çok çalışsanız bile sizin de tembel
olduğunuzu düşünür." Alegre kalemi elinden bırakıp psikologun
fotoğrafına kaşlarını çattı ve düşünceye daldı. Haftada üç kere öğle
saatlerinde yeme bozuklukları olan kadınlara yardım etmek için kurulmuş
terapik okuma grubuna katılıyordu. Kuşkusuz doğru insanlar değildi
bunlar, hatta bu ukala psikologun patronunuzun gözünde asla
özdeşleşmemeniz gerektiğini söylediği olağan şüphelilerdi. Yine de
durum biraz daha karmaşıktı çünkü Alegre'yi oraya
101
gitmeye zorlayan patronu Doktor Marc Fitzpatrick'ten başkası değildi.
Sayfayı geçti.
"Burada durduğumu ne zaman fark edeceksin merak ediyorum."
Sandalyesinde sıçrayan Alegre tam arkasında duran Doktor Marc
Fitzpatrick'i görür görmez toparlanıp gülümsedi. Bunun karşılığında
doktor gözlerindeki o tanıdık tenkit olmasa, onu tanımayan birinin
hatta belki Alegre'nin bile gülümseme zannedeceği bir hareketle
dudaklarını ince bir çizgi haline getirdi. "Son günlerde seni hayli
endişeli görüyorum, hem daha da zayıfladın sanki. Yine kilo mu verdin?"
Alegre, çok gizli bir mikroçipi düşmana vermektense yutmayı tercih
etmiş gibi yüzünü buruşturarak zorla yutkundu. Bir-iki saniye düşünceli
bir suskunlukla bekledi. İnkâr etmenin faydası yoktu çünkü doktor onu
hemen tartıya çıkarıverirdi. Ona aradabir vücuduyla ilgili kaygılara
kapıldığını söylediği o lanetli ikindiye ziyadesiyle esefleniyordu.
Sadece bunu söylemişti, o kadar. Hemen ertesi günü kendini dönüşsüzce
terapik okuma grubuna yazılmış bulmuştu; haftanın üç günü, insanı
sıkacak ölçüde delilikten uzak Connie ile birlikte delice sıkılmış
kadınların oluşturduğu halkadaki yerini alıyor, yeme bozukluklarını
yenmiş kadınların, "anlatacak hikâyesi olan" kadınların daha da iç
bayıcı kitaplarını okuyorlardı. Bu kitaplardan seçme bölümler üzerinde
yapılan tartışmaları dünya edebiyatından uzun, bezdirici ve ekseriya
kasvetli pasajlar takip ediyordu. Bunlar yüksek sesle okunurken, bir
yandan da gruptan birinin vazife icabı pişirdiği yemeği hep birlikte
yiyorlardı.
Bu proje, nöropsikoloji kariyerine devam etmeden önce itibarlı bir
Psikoloji Ödülü almayı kafasına koymuş psikoloji mezunu Connie
tarafından geliştirilmişti. Yeme bozukluğu olan kadınların yüz yüze
kaldığı en büyük sorunun "yemek" değil "yalnızlık" olduğu savından
hareketle. Onlar için yalnız bir edimdi yemek yemek. Çoğunlukla
çevrelerinde pek fazla kimse olmuyor, tek başlarına yemek yiyorlardı.
Bundan yola çıkarak bu kadınları genişleyen üç halka içinde bir araya
getirmeyi önermişti Connie. İç halka: Her
102
üyenin diğerine yalnız olmadığını kanıtlayacağı okuma grubu
oluşturulacaktı. İkinci halka: ABD'de benzer koşullarda yaşayan
kadınların yazdığı kitaplar sayesinde üyeler uzun zamandır tek
başlarına çektikleri sorunların ulus çapında ne kadar yaygın olduğunu
görecekti. Üçüncü halka: dünya edebiyatından, özellikle "yiyecek" ve
"beden" kültürel mefhumlarına meydan okumak üzere seçilmiş bölümler
sayesinde halka küresel çapta genişletilecekti. Bu amaçla açlık ya da
kıtlık çeken ülkeler ya da tombul kadınların kıymetli olduğu kültürlere
dair metinler okuyorlardı düzenli olarak. Bir keresinde Chiamaka
adındaki Afrikalı bir çocuğu anlatan hikâyeyi okumuşlardı, başka bir
sefer haremde şeyhin gözdesi olmak için kilo almaya çalışan bir Arap
kadını hakkındaki hikâyeyi. Connie'nin hırsla arzuladığı ödülü almak
için geliştirdiği projenin parçası olmak Alegre'nin zerre kadar hoşuna
gitmiyordu doğrusu. Bu arada Connie'yle çocuk nöropsikiyatristi Marc
Fitzpatrick arasındaki bu işbirliğinin sadece mesleki olmadığından
şüphe ediyordu içten içe.
"Eee, Alegre grupta ne vaziyette?" diye sorar doktor otel odasının şık
dinginliğinde (çünkü evliydi, Connie de öyle) bu arada Connie onun
memelerini öpmekte, yalamakta, emmekte ve ısırmakta, tek-gram-fazlayağı
olmayan vücuduna hayran kalmaktadır. (Doktor düzenli olarak
jimnastik salonuna giderdi ve haftanın üç günü öğle tatilinde saunaya
girerdi, Alegre okuma grubundayken.)
"Ah sorma, Alegre'yi bilirsin. O mega-maço Latin kültürüyle sarmalanmış
vaziyette olduğundan pek şansı yok. Üstüne üstlük büyük teyzesi onun
için berbat bir rol modeli. Alegre'nin teyzelerine meydan okuması
imkânsız. Kendi hayatı üzerinde hiç kontrolü yok!"
"Biliyorum canim, biliyorum," diye dem çeker Doktor Marc Fitzpatrick,
Connie'nin başını aşağı itmeden önce iki elinin arasında tutmanın
hazzıyla dalgalanır sesi. Bunlar aklından geçer geçmez Alegre,
patronuyla Connie etrafına kurduğu fantezinin gözlerinden
okunabileceğinden korkmuş gibi hemen başını eğdi.
"Bugün okumaya gideceksin, değil mi? İstersen erken çıkabilirsin," dedi
doktor, sekreterinin tertibinden dolayı sevdiği masası-
103
nın üzerindeki ucuz kar küresine düşünceli düşünceli bakarak.
Kar küresinin içinde Nuestra Senora de San Juan de los Lagos, üzerinde
göl mavisi bir pelerin ve ayağının altında pembe-kınnızı çiçeklerle
duruyordu. Kürenin her sallanışında yaldızlı bir kar fırtınası
sükûnetle etrafını sarıyordu Bakire Meryem'in. Alegre kar küresini
daima masanın üzerinde bulundurur ama nadiren sallardı.
"Yalnız rica ediyorum Alegre, lütfen daha fazla çaba göster. Connie çok
zekidir, özeldir. Ona güvenebilir, açılabilirsin. Güvenini hak etmek
için herkes Katolik rahip olmak zorunda değil ya!"
Her zamanki laflarından biriydi bu da. Doktor Marc Fitzpatrick
kendisini asla dogmatik olmayan, her dine ve inanca saygılı, açık
görüşlü bir Hıristiyan olarak görürdü. Katolikliğin (ve İslamın ve
Yahudiliğin ve Hinduizmin) sorunu onun standartlarına uymamalarıydı.
Yine de bu mevzuları bu inançlara sahip insanlarla taıtışma-maya özen
gösterirdi. Alegre'ye asla doğrudan yargıda bulunmaz, onun hakikati
kendi kendine bulmasına yardım etmeyi tercih ederdi. Son haftalarda
Alegre masasının üzerinde defalarca Boston'daki Katolik Kilisesi
Skandalini konu edinen dergiler bulmuştu. Doktor Marc Fitzpatrick'in
tipik bir özelliği de bu dolaylılıktı.
Bir dakika sonra, tam da küskün bir sessizliğe yuvarlanmanın eşiğine
gelmişlerken kapı zili Alegre'nin imdadına yetişti. Zihinsel özürlü
altı yaşındaki oğlu Manuel'le Bayan Serrano gelmişti. Annesi içeride
doktorla onun durumuna dair özel bir konuşma yaparken Manuel, iki
elinde birer renkli kitap, sessiz ve uysal ilişiverdi bekleme odasında
bir koltuğa.
Manuel kitaplara bayılırdı. Nereye gitse yanına beş-altı adet kitap
alırdı. Kitaplar da onu seviyor olmalıydılar ki sayfalarına yanardöner
girdaplar çizmesine, sıkılana kadar üzerlerini karalamasına, sıkılınca
da onları bin parçaya bölmesine ses çıkarmıyorlardı. Her şeyden ziyade
konfetileri severdi.
Alegre yalnızca Manuel'le yalnız kaldıkları anlarda onu neşelendirmek
için masasının üzerindeki kar küresini sallardı.
104
Sabah 10:33'le 10:35 arasında, mektuplar ve kolilerle dolu bir UPS
kamyonu, senenin bu zamanında pek alışıldık olmayan ılık bir esinti,
kendisini "hacker" olmakla suçlayan öğretmeninden intikam almak için
adamın bilgisayarına girmek üzere yola çıkmış bir hacker. Modern
Sanatlar Müzesi'ne giderken yolunu kaybetmiş Norveçli bir turis! ve az
önce tanımadığı iki kişi tarafından aranan -birincisi ekstra mantarlı
büyük bir vejetaryen piza siparişi, ikincisi de kız arkadaşının onu dün
gece aldattığı haberini vermişti- pizzacı çocuk, her biri kendi ayrı
ritimlerinde ama benzer şekilde dalgın ve usulca Pearl Sokağı'ndan
geçtiler. Onlar birbiri ardına geçerken, tadilat halindeki bir evin
üçüncü katına dayanmış merdivenin üzerindeki adaleli, neşeli işçi
sabahleyin Joe'nun yerinde öğrendiği melodiyi ıslıkla çalarak hepsini
şöyle bir seyretti, çekici kemerinden çıkardı ve cephenin gevşemiş
çivilerini dövmeye başladı. Tam o anda duvarın öteki tarafında Ömer
suratına tokat yemiş gibi uykusundan sıçradı ve ABD'deki ilk evinde
gözlerini panikle açtı.
Gürültüden sonra ona daha büyük darbeyi indiren evdeki kokuydu, mutfağa
yaklaştıkça her adımda yoğunlaşan o ağır koku. Oradaydılar. Üçü birden.
Piyu sosis kızartıyor, Abed yumurta çırpıyor, ortalarında Arroz siyah,
mahzun, aç gözlerle doyurulmayı bekliyordu.
"Günaydın!" diye bağırdı yeni ev arkadaşları bir ağızdan.
Ömer onlara tedirgin bir bakış fırlattı. Sabahlan daima biraz asabi
olduğundan insanların uyandıklarında nasıl böyle manasızca neşeli ve
sonsuz enerjik olabildikleri onun için bir muammaydı.
"Yumurtayı nasıl sevdiğini bilmediğimizden omlet pişiriyo-ruz," dedi
Piyu gülümseyerek. "Merak etme bu sosis domuz sosisi değil."
Ömer başının ağrımak üzere olduğunu hissetti: "Domuz eti yerim. Omlet
sevmem. Kahve nerde?"
"Omlet sevmez misin?" dedi Piyu hayretle.
"Domuz eti yer misin?" dedi Abed hayretle.
Sonra birlikte hayretlerini katmerlediler: "Kahve? Kahve mi
istiyorsun?"
105
Ama bu vaatkâr bir sorudan ziyade meşum bir ünlemdi. Gerçi ev
arkadaşlarının bir kahve makinesi vardı (dolaplardan birinde olmalıydı)
ama evde kahve yoktu (bir yerlerde gözlerine ilişmişti sanki). Ama
fikrini değiştirdiyse nane çayı ya da sıcak çikolata içebilirdi.
Böylece yeni evindeki ilk sabahında Ömer bir sürü keşifte bulunmak
zorunda kaldı, bu keşifler arasında kahve satan en yakın dükkânın bir
blok ileride olduğu, evden oraya yürümenin beş kere Barry Adamson'ın
The Vibes Aim notin' But the Vibes (Duygu, Bütün Mesele Duygu) şarkısı
kadar sürdüğü, dolapta gerçekten de bir kahve makinesi, hem de
hayrettir iyi bir kahve makinesi bulunduğu ama kahve değirmeninin bozuk
olduğu ve kahve çekirdekleriy-le birlikte en azından acil durumu
atlatmasına yarayacak bir fincan kahve almamakla enayilik ettiği de
vardı. Sabahın geri kalan bölümünü kahve değinilenini onarmakla geçirdi
ve merdivendeki adaleli, keyif kumkuması işçi ilk molasını vermeden
önce çekirdekleri iri taneli bir toza dönüştürmeyi başardı. Sonra
gururla ve hürmetle bir kahvedanlık dolusu zifiri kara eserini odasına
taşıdı.
Nihayet birkaç fincan devirip sakinleştiğinde kıvrılmış bir kâğıt
parçasıyla oynamaya başladı. MİT yatakhanesinden ayrılmadan önce esmer
kıza kendini takdim etmiş, adını sormuş, Tracey olduğunu öğrenmiş,
sonra eve çıktığını ve onunla tanışabilmek için tek şansının telefon
numaralarını hemen değiş tokuş etmek olduğunu söylemişti, kendisinin
bir telefonu olsa numarasını seve seve verirdi ama olmadığına göre
Tracey kendisininkini veremez miydi acaba? İnanmakta hâlâ güçlük çekse
de Tracey telefonunu vermişti.
Doğrusu Piyu ve Abed'in kendileri hakkında Ömer'e eksik bilgi vermeleri
gibi o da bazı gerçekleri saklamıştı. Hayati sarımsak meselesi ya da
başka bir konuda yalan söylememişti gerçi. Kahvesi, sigarası, otu ve
alkolü bulunduğu müddetçe genelde... teorik olarak... geçimli biriydi.
Normal bağımlılık koşulları altında iyi bir ev arkadaşı olabilirdi
kuşkusuz. Onun baştan haber vermeyi ihmal ettiği şey sonsuz bir zincir
halinde birbiri ardına evi ziyaret edecek muhtemel kadınlar
silsilesiydi. Daha doğrusu, önceden bildirmedi-
106
ği hatta çıtlatmadığı şey hayatının bu ayan beyan yanlışlıklarla dolu
ama asla değişmeyen, daima yinelenen çekim ve itimiydi: kız arkadaşlar!
Ömer'in karşı cinse meyli, bir oyuncak arabanın kendi yolunda güvenle
ilerlerken karşısına çıkan her engelin önünde acıklı acıklı
debelenmesine benzetilebilirdi. Tıpkı o pilli arabalar gibi, ne zaman
engelin üzerine çıkmayı başaramayıp sırtüstü yuvarlansa, ters dönmüş
bir kaplumbağa gibi debelenir ve nihayet taklasını tamamladığında
tekrar tırmanıp tekrar düşer, pilleri tümüyle bitene ya da bir dış güç
onu bu taklanın içinden çekip çıkarana kadar asla yöntemini
değiştirmeyi aklına getirmeden bunu ha bire tekrarlardı. İşleri daha da
karmaşıklaştıran onu bir kadın taklasından çekip çıkaranın genelde
başka bir kadın olmasıydı.
"Kusura bakmayın," dedi Alegre soluk soluğa içeri girerken.
"Sorun değil Alegre, biz de yeni başladık zaten," dedi Connie,
halkadakilerin hepsini gülüşüne dahil etmek için çepeçevre
gülümseyerek. "Amy bize Maureen'in günlüğünü nasıl yorumladığını
anlatıyordu."
Amy Alberts evinde yaptığı köpek bisküvilerini -satarak hem şöhret hem
de epeyce para kazanmış sonra biricik kızı tarafından acımasızca
piyasadan silinmiş ve sinir krizi geçirerek hastaneye kaldırılmış bir
orta sınıf, hırslı ev hanımıydı. O gün bu gündür buğday, kepek,
çavdar... kendisinin bir zamanlar yapmaktan gurur duyduğu köpek
bisküvilerinin rengine benzeyen ya da malzemesini içeren hiçbir şey
yiyemiyordu. Bu yiyecek-terapisinin iyileşmesini sağladığını söylüyordu
ama Alegre genelde onun insanların hayatlarına burnunu sokmak için
geldiği fikrindeydi, tek kızı da muhtemelen bu yüzden ona sırt
çevirmişti. Yine de kuşkusuz grubun en cakalı üyesi, Connie'nin
gözbebeğiydi. Bu üstünlüğünü kaybetmemek için azami gayret sarfediyor,
bütün grup üyelerinin ısrarla hazırlamaya teşvik edildiği BU HAFTAKİ
YEMEK GÜNLÜĞÜM'ü en ince ayrıntı-
-
aysyzgije
12 years ago
- 107
sına kadar yorumluyordu. Alegre grup terapisinin en büyük sorununun tam
da bu noktada yattığı kanaatindeydi. Bir müddet sonra bazı grup üyeleri
kendilerini terapist sanmaya başlıyorlardı.
"Maureen'in günlüğünü gördüğümde, bu hafta yediklerini gördüğümde
üzüldüm ve kızdım... Üzüldüm ve kızdım," diye yineledi Amy, belki ilk
söylediğinde anlaşılmamıştır diye. "Şu cumartesiye bakın. Kızarmış
patates, soğan halkaları, duble hamburger! Rezillik. Pazar günü de
aynı. Belli ki hafta sonlan Ken evde olduğu ve böyle şeylerle
beslendiği için. Ken yanında olduğunda Maureen kendisi olamıyor."
Hepsinin gayet iyi bildiği üzre Ken, Maureen'in ikinci kocasıy-dı. Her
seansa onu arabayla Ken getiriyor, sonra gelip alıyordu. Alegre,
adamcağızın kendisine tümüyle yabancı olan bunca kadın tarafından
durmadan nasıl kötülendiğini bilip bilmediğini merak ediyordu, acaba
öğrense karısını getirmeye devam eder miydi?
"Ya sen Alegre? Günlüğünü getirdin mi?" diye sordu Connie.
Alegre kibarca gülümseyerek geçen haftanın günlüğünün fotokopilerini
grubun üyelerine ve son olarak da Connie'ye dağıttı.
Pazartesi 21: Enerji ve kararlılıkla işe geldim. Dr. Marc Fitzpatrick'in
yedi randevusu vardı, yoğun bir gündü. Öğlen hindili sandviç
yedim. Akşam yemeğini evde yedim.
Salı 22: Hastaneye la Tia Piedad'ı ziyarete gittim. Ona gazpaço
götürmemi ve sonraki sefere Piyu'yla gelmemi istedi.
Çarşamba 23: Bütün gün işteydim. Öğlen salamlı sandviç yedim.
Connie'nin ısrarlı uyanlarına rağmen Alegre ,ıin günlükleri kısa ve
güdüktü, iç dünyasını pek açığa çıkarmıyordu, yediği şeyler hakkında
daha da az bilgi vardı, tabii yedikten hemen sonra kustuklarından hiç
bahsetmiyordu. Grup yorumlama işlemine nasıl başlayacaklarını bilemez
vaziyette birbirine baktı. Kadınlr ;dan biri konuşmaya gönüllü olduysa
da Gazpaço'yu bir erkek zannedip Aleg-re'nin hayatında bir aşk üçgeni
aramaya yelteni ıce diğerleri tarafından hemen susturuldu.
108
"Bu aralar grup için yemek pişirmek ister misin?" diye sordu Connie,
kimsenin yapacak yorumu olmadığı anlaşılınca.
Alegre her zamanki gibi nazik, uysalca başını salladı. Ne de olsa
hayatında en iyi yaptığı şey ve burada bulunmasının en iyi tarafı yemek
pişirmekti. Günlüğünü bırakıp ÖNÜMÜZDEKİ HAFTA YAPILACAKLAR LİSTESİ'ni
çıkardı, "Sonraki seans için yemek pişirilecek!" yazdı.
Seansın geri kalanında Connie, kendine Şişko Piliç Hayranı diyen bir
adamın itiraflarını okudu. Adam hep şişman kadınlarla çıkmıştı ve günün
birinde bütün dünyaya bunun sebebini ilan eden bir manifesto yazmıştı.
Batı kültürünü kadınlara bu daracık deli gömleğini dayattığı için
şiddetle tenkit ediyor, kızlann arzulanır olmak için şişmanlatıldığı
kültürleri övüyordu. Las chicas gorditas hayranı Latin erkeklerini
örnek veriyordu, dediğine göre Latinler "kemiğin köpekler, etin
erkekler için" olduğunu biliyorlardı.
Alegre okuma devam ederken kimi grup üyelerinin dönüp dönüp onun tahta
gibi göğüslerini kinci bir gülüşle süzdüklerinin farkında
değilmişçesine sessizce oturuyordu.
109
Amerikalılar!!!
Amherst'ten Boston'a dükkân sahipleriyle kontratını yenilemek için
gelen iri yarı, kel arıcının suçu değildi, Ömer'le birlikte markette
sırada beklerlerken sütsüz ve şekersiz koca bir bardak kahveyi onun
pantolonuna dökmek. Kuşkusuz aklı başka yerde olmasa daha dikkatli
olabilirdi arıcı - senelerdir mallarının alıcısı olan dükkân sahibi bu
sabah ona getirdiği balın ve akçaağaç şurubunun kalitesinden memnun
olduklarını ama artık kendisinden elmalı çörek almayı keseceklerini
söylemişti. Elmalı çöreklerinin nesi vardı ki sorusu ile boğuşuyordu
adam belki de biraz dikkatsizce geriye dönüp, tam arkasında duran uzun,
ince, asık suratlı delikanlının üzerine elindeki koca bir fincan
kahveyi döktüğü esnada. Bu kazanın bir suçlusu varsa o da Ömer'di, adam
değil, zira kasaya haddinden fazla yakın durmuş, önündeki müşteriye
kıpırdayacak alan bırakmamıştı. Kuşkusuz Ömer de daha dikkatli, üstelik
daha az somurtkan olabilirdi, şayet iki haftalık vasat muhabbet,
vasatötesi seks sergüzeştinin ardından Amerikalı ikinci kız arkadaşı
Elaine yarım saat kadar önce aralarındaki bu şeyden bir şey
çıkmayacağını söylememiş olsaydı. Bu yüzden de her ne kadar ilk bakışta
arıcı ile Ömer çarpışmış gibi görünseler de, esas çarpışan arıcının
satış yaptığı dükkânın sahibi ile Elaine'di.
Ömer elinde (arıcının aldığı) yeni bir fincan kahve, pantolonunda
kocaman kahverengi bir leke ve yüzünde daha da karanlık bir ifadeyle
dükkândan çıktığında arka arkaya üç sigara içip Alabama 3'ün Mansion of
the Gods {Tanrıların Malikânesi) şarkısını tekrar tekrar dinleyerek bir
müddet yürüdü. Biraz neşelenmek için kendine güzel bir yemek
ısmarlamaya niyetlendi, sonra ev arkadaşlarının da yiyebileceği güzel
bir şeyler almakta karar kıldı. Abed'e
110
hediye olarak bir Fas lokantasından "kuzu etli kuskus" ve incir tatlısı
aldı, yakınlarda bir yerde menüsünde paella olan bir yer bula-madıysa
da "salçalı biftekli tako"nun Piyu'yu Alegre'nin yaptıkları kadar mutlu
edebileceğini umuyordu. Kendisi içinse üç şişe kırmızı şarap aldı.
"Eee neyi kutluyoruz?" Piyu o yumuşak gamzeli gülüşüyle güldü.
Aslında daha sekiz gün vardı ama yine de birinci ay dönümlerini
kutlamaya karar verdiler. Yemek masası sadeliği ve şatafatsızlı-ğıyla
samimiydi. Piyu'nun hayret dolu bakışları altında, Abed Ömer' in
içkisini, Ömer ise Abed'in içmemesini görmezden geldi. Müslüman
memleketlerden gelenlerin yurtdışında yan yana düşüp de o sırada, hatta
belki asla yüzleşmek istemeyecekleri kadar keskin ayrılıkları olduğunu
hissettiklerinde birbirlerine karşı takındıkları o yarı hoşgörülü, yarı
umursamaz sessizliğe bürünmüştü ikisi de. Yemek sırasında, her biri bir
öncekinden keyifli hikâyeleri arka arkaya anlatan Ömer hiç de sabahlan
olduğu gibi aksi görünmüyordu hatta ikinci şişeyi de devirdikten sonra
iyice açılmış, galeyana gelmişti.
Ama çok geçmeden pek o kadar da eğlenceli olmayan şeylerden, geçmişteki
acılar ve kabahatlerden, gelecektekilerin ona verdiği korkudan
bahsetmeye başladı. Ruh halindeki bu ani değişiklik göründüğü kadar
sebepsiz değildi, sadece şarabın marifeti, hatta Elaine'in sebep olduğu
burukluk da değildi. Bu geçişin sebebi ruhunun derinliklerinde başka
bir yerde konumlanmıştı. Her ne kadar zaman zaman kendini Türkiye'den
kopuk hissetse de, Ömer içinde büyüdüğü kültürel ethosu bilerek ya da
bilmeyerek içine sindirmişti. Çok gülenin çok ağlayacağına inanan,
fazla ya da yüksek sesle gülmenin iyi olmadığını, hatta uğursuz
olduğunu öğütleyen, zira bu neşe sağanağını bir elem sağanağının takip
edeceğinden korkan bir ethos. Gözlerinden yaşlar gelene kadar gülersen
sana şu basit gerçeği unutmamanı tavsiye eder bu öğreti: "göz yaşarana
kadar gülmek" gülmekten ziyade ağlamaya yakındır.
Ama birinin korkulardan, evhamlardan bahsettiğini dinlemek onu esnerken
seyretmeye benzer. Daha onunkiler bitmeden bir de
111
bakarsın sen kendininkileri saymaya başlamışsın. Çok geçmeden Abed'le
Pİyu da Kader'in onlara ne oyunlar oynayacağı konusunda kafa yormaya
başlamışlardı. Yine de masaya boca edilen çeşit çeşit endişelerin en
büyük paydası "yabancı memlekette yabancı olmak" olduğu için bir süre
sonra konuşma ortak ilgi alanlarına yöneldi: "Amerikalılar!"
"Kütüphanenin her yerine yapıştırdıkları şu fosforlu sarı DİKKAT DİKKAT
bantlarını gördünüz mü? Birilerini bıçakladılar filan sandım," dedi
Piyu. "Meğer neymiş, insanları yağmura karşı uyarı-yorlarmışü!
"MERDİVENE DİKKAT! yazıyor merdivenlerde, DİKKAT ALÇAK TAVAN! levhası
var Öğrenci İşleri'nin tek tek bütün katlarının tavanlarında. Kahve
bardaklarının üzerinde DİKKAT SICAKTIR! meyvelere yapıştırdıkları
çıkartmalarda OLGUNLAŞINCA YUMUŞAR! yazıyor. Arabaların yan
aynalanndaki etiketlerde Aynadaki nesneler göründüklerinden daha
yakındır uyarısı var, halk otobüslerinin kapılarında açılabilecekleri
belirtiliyor! Herhalde sadece Amerika'da KAR KAYGANDIR diye bir uyan
ile karşılaşabilir insan..."
"Ben en çok, en ufacık kıytırık şeylere dahi ıcığımn cıcığı isimler
vermelerine hastayım," dedi Abed elinde bir tomar renkli şeritle
odasından döndükten sonra. Açık tonlardan koyu tonlara doğru sıralanmış
her şerit değişik bir renge ayrılmıştı. "Şunlara bakın. Evlerini dekore
etmeyi planlayan insanlar kullanıyor bunları. Bunları bulduğum dükkânda
yüzlercesi var. Her bir tona acayip bir isim takmışlar!"
Bej rengine Çöl Şafağı Yankısı, kahverenginin koyusuna Çocukluğun Kum
Kaleleri, açık maviye Göksel Bulmacalar, toz pembeye Yastık Muhabbeti,
beyazın bir tonuna Dünmüs Gibi, cırtlak turuncuya Aron 'un Çilleri...
ismi verilmişti. Şeritlerin üzerindeki tuhaf isimlere bakarken üçü de
hayretle başlarını salladı: "Amerikalılar!"
Hiç böyle bir niyetleri yokken, kendiliğinden, sohbetlerini "Amerika'da
Amerikalı olmamanın zorlukları" ismindeki ortak renkle boyamaya
başlamışlardı. Aynı rengin biraz daha koyu bir tonuna "Gündelik Hayatın
Zorlukları" denebilirdi. Büda'nın temel
112
öğretileri dünya çapında yabancıların sorunları için de geçerli olsa
gerek. Zira burada da Büda'nın dediği gibi "en basiti başarmaktır en
zor olan".
Telefon konuşması yaparken, bu sefer doğru alan kodunu çevirdiğine,
doğru parayı doğru zamanda attığına yüzde yüz emin olduğun halde
mekanik hanımın "Özür-dileriz-konuşmanız-tamamla-namamaktadır"
mantrasını yinelediğini duyunca cinnet getirmemek mesela. Sürekli başka
özel kartlarla kansan bir özel kartla çalışan fotokopi makinesini nasıl
çalıştırmalı, satıcı kadının delici bakışla-n altında hangi ekmekçiğin
üzerine (yirmi küsur çeşidi var) hangi peyniri (vitrinde on küsur
çeşidi var) istediğine nasıl hemen karar vermeli, penisindeki kaşıntıyı
eczacıya nasıl anlatmalı... gündelik hayatın yılankavi patikalannda
salınırken sabahtan akşama, rutinin basit ama bir o kadar alengirli
makinesini nasıl yürütmeli ve en ufak şeyleri yanlış yaparken tekrar
tekrar budala gibi görünmemeyi nasıl başarmalı? İnsanı en fazla küçük
düşüren, her şeyden çok mahcup eden işte bu basit gündelik hayattı.
"Buraya geleli daha bir ay olmamıştı," diye mmldandı Abed bir itirafın
eşiğinde. "Domates almak için süpermarkete gittim. Sonra domateslerin
önünde sohbet eden iki şık hanım gördüm. Onlan rahatsız etmemek için
markette dolaşmaya başladım, tabii ihtiyacım olmayan bir sürü şey aldım
ama döndüğümde hâlâ oradaydılar. Tekrar yanlarına geldiğimi görünce
konuşmayı bırakıp, bir tehdit-mişim gibi sabit gözlerle benim
hareketlerimi seyretmeye başladılar. Gözlerinden okunuyordu böyle
düşündükleri. Bozuntuya vermeden domates seçmeye başladım ama hâlâ bana
bakıyorlardı. Sonra korkunç bir şey oldu. Tanrım, burnumdan nefret
ediyorum! Bir domatesi almak için öne" eğildim, aniden burnumun
aktığını gördüm, kadınların da gördüğünün farkmdaydım, panikledim,
kâğıt mendilimi bulamadım, daha beter panikledim, kaşla göz arasında
sümüğüm domateslerin üzerine akıverdi. Ouaghauogh! Çok utanç vericiydi.
O anda tek gördüğün seni nasıl gördükleri. Arap'a benzeyen şüpheli bir
adam yaklaşıyor, burnu domateslerin üzerine akıyor, kesin Arap!"
113
Piyu'yla Ömer, ikisi de onun ne demek istediğinin kendince gayet iyi
farkında, dostane gülümsediler. Onlara bu olayı anlattığına memnun olan
Abed biraz rahatlamış görünüyordu. Ama anlatmadığı şeyler de vardı. Şık
bir kafede otururken içeri başörtülü üç Müslüman kız girdiğinde ne
kadar tedirgin olduğunu kimseye anlatamazdı mesela. Kızlardan birinin
kucağında bebek vardı, gencecik bir anne. Onları gördüğü andan itibaren
Abed bir gözüyle onların hareketlerini, öteki gözüyle diğer müşterileri
takip etmeye başlamıştı. Etraftakilerin kızlara bakıp bakmadığını,
bakıyorlarsa ne gördüklerini çözme merakı yüzünden kendisinin gözlerini
kızlara dikmesi ironikti bir bakıma. Sonra kızlar hararetle muhabbete
devam ederlerken bebek annesinin kucağından inip, öteki masalarda ne
olduğunu keşfetme hevesiyle yerde emeklemeye başlamıştı. Kötü bir şey
olmamıştı. Olağandışı bir şey yoktu. Bir süre sonra anne bebeği yerden
almış, sonunda kızlar çaylarını bitirip kalkmışlardı. Kimse onlara kötü
ya da düşmanca davranmamıştı. Abed'in kendine açıklayamadığı şey
Müslüman kızlar kafeden çıkana kadar hissettiği inanılmaz gerginlikti.
Amerikalıların gözüne nasıl göründüklerini görebilmek için Abed
kızlara, bilhassa da anneye yargılayan nazarlarla bakmış, bebeğin kirli
yerlerde emeklemesine izin verdiği için ona sinir olmuştu. Hayır, bu
hadiseyi anlatmayacaktı ev arkadaşlarına. Ayakkabı aldığı dükkâna gidip
her ay muntazaman şikâyette bulunan arkadaşı Cemal'den de
bahsetmeyecekti keza. Cemal'in bunu yapmasının tek nedeni her seferinde
dükkânın ayakkabıları geri alıp ona yeni bir çift ayakkabı vermesiydi.
Abed, Cemal'in tüketici haklan sistemini -rasyonel kapitalist Batı
dünyasında nice gayri-Batılının irrasyonel bulduğu bu sistemi- sömürmek
için duyduğu doymak bilmez arzudan ne kadar utandığını da
kaçırmayacaktı ağzından.
Sıkıntılı bir sessizliğin ardından Ömer mırıldandı: "İnsan yabancı oldu
mu kendisi olamıyor artık. Başkalarının gözünde bir ulusal kimlikten
ibaretim artık. Kendim hariç her şeyim."
Bu hissini onlarla paylaşmak güzeldi. Ama bir ay önce Tracey' le
sevişmeye başladıklarında başına gelenleri asla anlatmayacaktı onlara.
Bir ara Ömer hâlâ kızın üzerindeyken cebinden bir prezer-
114
vatif çıkarmış ve kulağına fısıldayarak takmasına yardım etmesini
istemişti. Ama kız birden geri çekilip suratını asmıştı: "Türk
prezervatifi mi bu? Takmadan önce deliği var mı kontrol et." Şaka
mıydı? Ciddi miydi? Ömer bunun cevabını bilemiyordu. Tek bildiği
kendisi hiç alınmamış numarası yapsa da penisinin ondan daha dürüst
davrandığı ve Türk prezervatifi içinde hızla büzüştüğüydü. Hayır, bu
meşum hadiseden ev arkadaşlarına bahsetmeyecekti.
"Latinler iki arada bir derede. Bu ülkenin bir parçası haline gelmişler
ama bir bakıma pek kaynaşamamışlar. Herkes diyor ki bütün göçmenler
burada tutunuyor, Hispanikler neden başansız? Alegre anlattı, dokuz
yaşındayken müdür annesine bir mektup yollayıp okulda hiç ilerleme
kaydedemediği için evde çocukla İngilizce konuşmalarını, İspanyolcayı
askıya almalarını rica etmiş. La Tia Pie-dad bunu duyduğunda meseleyi
öyle ciddiye almış ki Alegre yanlarındayken ailedeki herkesin İngilizce
konuşmasını buyurmuş. Düşünebiliyor musunuz? Ahora we speak con la
niiia in English1. Dil Amerika'da kudret demektir. Latinler bunu
herkesten iyi bilir. İşitilmek istiyorsan söylediğini galibin diliyle
söylemelisin!"
Piyu bu küskünlüğü içinden attığı için rahatlamış görünüyordu ama
kendine saklamayı tercih ettiği şeyler vardı. Alegre'yi ve teyzelerden
oluşan geniş ailesini ne kadar severse sevsin zaman zaman âdetlerine
ayak uydurmakta zorlandığını ve kendi kültürünü kesinlikle Avrupa
medeniyetinin bir parçası, hatta onun biraz donuk zevkini renklendiren
bir unsur olarak gören, gayet yetenekli bir İspanyol olarak zaman zaman
buradaki Hispanik cemaatlere, bilhassa da Tex -Mex âdetlerine kendini
inanılmaz uzak hissettiğini asla itiraf edemezdi. Danslar, doğum
günleri, barbeküler, evlilik yıldönümleri, tombala çekilişleri... bir
araya gelmek, sosyalleşmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyor gibiydiler.
Piyu'nun nasıl ayak uyduracağını kestire-mediği, aslında ayak uydurmak
isteyip istemediğini dahi bilmediği bir tempoydu bu. Hayır, bunlardan
bahsedemezdi ev arkadaşlanna.
"Madem derdimiz ortak birbirimize yardım edebiliriz!" Ömer, yüzü manik
bir alevle yanarak sandalyesinden kalktı ve arkasındaki kitaplıktan
tuğla gibi bir İngilizce-İngilizce sözlük alarak kupa-
115
stnı kaldıran gururlu bir şampiyon gibi başının üzerinde tuttu. Yapmak
üzere olduğu teklifin ehemmiyetini daha iyi verebilmek istercesine
derin bir nefes aldı. "Gündelik hayatımızda az sayıda İngilizce kelime
kullanıyoruz. Daha fazlasına ihtiyacımız var. Daha fazla kelime, daha
fazla güç demek!"
Piyu'yu dinlerken aklına gelen şey, üç kişiyle oynanacak bir kelimeler
oyunuydu. Sırayla birisi bir kelime soracak, diğer ikisi de o kelimenin
eş anlamlısı ile zıt anlamlısını bularak örnek cümlelerde kullanacaktı.
Bir skor tabelasının da yardımıyla oyunu gayet çekişmeli bir hale
getirebilirlerdi.
"Ya diğer iki kişi kelimenin anlamını bilmezse?" diye sordu Pi-yuÖmer
omuzlarını silkti: "O zaman soruyu soran bütün puanları toplar."
Ama zaman geçtikçe bu kuralın fazlasıyla sorunlu olduğu ortaya
çıkacaktı. Sırf puan toplamak uğruna sorular çığrından çıkabili-yordu.
Bu yüzden de sonraki günler ve haftalarda kendi istekleri hilafında
bazı bitkiler ve böceklerin karıncalara cazip gelmesine myrmicophilism;
bir boşaltma havzasında balıkların nehirde aşağı yukarı hareket
etmelerine potanadromous dendiğini; floccinaucini-hilipilification
kelimesinin bir şeyin değersiz ıvır zıvır olarak kate-gorize edilmesi
olduğunu; üzeri mısırlarla kaplı harfleri bir tavuğun yemesi esasına
dayalı fal bakma yöntemine birilerinin alectryo-mancy adını taktığını;
copoclephily diye bir kelime olduğuna göre bu gezegen üzerinde reklam
anahtarlıkları toplayan insanlar bulunduğunu ve oyunu bu şekilde
oynamayı sürdürürlerse hepsinin ses-quipedalianism, yani uzuuun kelime
kullanma tutkusundan mustarip olacağını keşfettiler.
Bu durumda iyice zıvanadan çıkmasın diye bazı kuralların değiştirilmesi
gerekti. Yerine yeni bir kural kondu: el-insaf kuralı! Yeni düzenleme
gayet sarih ve basitti: Soruyu soranın Allah aşkına biraz insaflı
olması bekleniyordu.
116
Ebediyen Pişirmek
Bir sonraki seans için yemek pişirmesi istenmiş olmasaydı dahi, Alegre
kliniğe dönerken gene sürekli yemek ve yiyecek düşünecekti. Yemek onun
düşünce uçuşlannda daima business-class yokuşuydu, hep ön sıralarda,
diğer yolculardan daha ayrıcalıklı, daha itibarlı. Ayrıca yalnız
yolculuk etmeyi sever, kalabalıklar arasında hiç rahat edemezdi. Ne de
olsa Alegre başkalarının yanında nadiren yemek yerdi, özellikle de
yeterince yabancı değillerse. Arkadaşları ve akrabalarıyla aynı masaya
oturmaya mecbur kaldığındaysa yemeğini yer ama bu yağlı yükü yemekten
hemen sonra vücudundan dışarı atardı. İçinde yuvarlandığı bir fasit
daire ise bu, süregiden tekerrürün gayet iyi farkındaydı, ne kadar az
yerse o kadar çok yemek düşündüğünün, bunun da onu inanılmaz miktarda
düşük kalorili yiyecek yemeye sevkettiğinin, neticede bu yiyeceklerin
büyük miktarda karbonhidrat ve bol bol suçluluk ürettiğinin, bu yüzden
de kusulmaları gerektiğinin ama onun ardından kendini daima temiz ve
daha da aç hissettiğinin ve sil baştan yediğinin farkındaydı elbette.
Sorununu biliyordu ve kesinlikle gafil değildi. Üzerinde çalışıyordu.
Ruhunun inşaatı dur durak bilmeden devam ederken ona gerçekten faydası
dokunan bir şey vardı: başkalannı beslemenin zevki. Kate'in Çorba
Evimdeki evsizleri beslemekten memnundu, las tias, yani teyzeler ve
halalar için sık sık yemek yapardı, Piyu'yu doyurmayı her şeyden çok
severdi, tabii daima aç olan ev arkadaşları ve elbette Arroz vardı bir
de. Alegre hiçbir yemek yapma çağrısını geri çeviremezdi. İşte otobüs
durağındaki ilanı gördüğü sırada ahçılık tarihi kısaca böyleydi.
117
YARDIM! YARDIM! YARDIM! isteniyor, 12 Ekim Cumartesi akşamı evimde
yaklaşık 20-30 kişiye vereceğim bir partide saat 6 ile 10 arasında,
yaklaşık dört saatlik yardıma ihtiyacım var. Samimi bir toplantı
olacak!
YEMEK konusunda yardım edecek birini arıyorum, istediklerim: basit
parti yiyecekleri, kokteyl aperitifleri, börekler, çin börekleri,
peynir köfteleri, sizin önerebileceğiniz lezzetli ve güzel (ve fazla
pahalı olmayan) her şey.
Emeklerinize karşılık en az 4 saatlik ücret ödeyeceğim. 3aat ücreti dol
gundur. İlgileniyorsanız lütfen beni arayın. Sadece ciddi ahçılar
başvurmalıdır.
Bu ilanda Alegre'nin en çok ilgisini çeken büyük harfle yazılmış
kelimelerdi: YARDIM ve YEMEK. Bu iki kelime zaten senelerdir
bilinçaltının keşfedilmemiş derinliklerinde kusursuz bir ikili
oluşturduğundan hiç tereddüt etmeden ilandaki telefon numarasıyla
adresi bir kenara not etti.
*
Abed tam çaydanlığı çalıştırmaya gidiyordu ki panik içinde durup geri
kaçmaya çalıştı. Ama nafile, geç kalmıştı. Mutfaktaki kız onu görmüştü
bile. Bir diğer diş-fırçası-sahibi tarafından tespit edilmişti.
"Günaydın!" diye ışıltılı bir selam gönderdi kız.
İki buçuk ay Ömer'le aynı evde yaşayıp, onunla aynı banyoyu
paylaştıktan sonra Abed bir diş fırçasının sıradan bir nesne olmadığına
iyiden iyiye kanaat getirmişti. Bir kere her şeyden önce modern bir kız
arkadaşın çeyiziydi diş fırçası. Ömer'in boğazına kadar içine batıp
çıktığı bu duraksız flörtler dolambacında banyodaki yeni diş fırçası
yepyeni bir maceranın başladığını müjdeleyen bir ulaktı. Hep diş
fırçalarıyla gelirlerdi çünkü. Hep önden gelirdi diş fırçası. Diğer
bütün şeyler, temizleme pamukları, losyonlar, nemlendiriciler, yulaf ve
bilmemne maskelerinden sonra sürülen avoka-
118
do ve yabanı ahududu tonikleri ve Dutun o şışeıeraeıu ne ıuugu uclirsiz
sıvı toz ve kremler diş fırçasını takip ederdi. Ancak ne
hikmetse ilk gelen en son giden olurdu. Her nedense kız arkadaşlar
ayrıldıklarında diş fırçalarım asla almazlardı. Bu yüzden de
ilişkilerin başladıklarım anlamak kolay ama bittiklerini kavramak daha
zordu. Kozmetiklerini yanlarına alır, diş fırçalarını bırakırlardı.
Abed banyoyu Ömer'le paylaşmaktan nefret ediyordu. Yine de duruma
katlanabilirdi, tabii eğer diş-fırçasmın-ardındaki-yüzle-karşılaşma
safhası olmasa. Ama artık bundan kurtuluş olmadığını biliyordu.
"Selam ben Lynn!" dedi mutfaktaki kız gülerek. Ayağında yırtık bir kot
vardı, alt dudağında bir piercing.
"Merhaba Lynn," dedi Abed zoraki gülümseyerek. Başına gelecekleri bu
kadar iyi bilmese daha içten gülebilirdi kuşkusuz. "Sen de... Halid
olmalısın!?"
Hadi bakalım, yine aynı şey! Belli ki Ömer, kız arkadaşlarını ya da kız
arkadaşı olması muhtemel olanları eve getirmeden önce onlara ev
arkadaşlanndan bahsetmeyi alışkanlık haline getirmişti. Her ne
anlatıyorsa, kızlar eve gelip de Abed'le karşılaştıklarında, anlaşılmaz
bir sebepten ötürü başta adı olmak üzere onun hakkında sahip oldukları
şüpheli bilgileri ifşa etmekten kendilerini alamıyor-lardı. Adını doğru
hatırlasalar ya da hatırlayamadıklarında hiç olmazsa sorma zahmetine
girseler bu kadar kötü olmayacaktı netice. Ama sormak yerine tahminde
bulunmayı tercih ediyorlardı. Bir atış yapmayı. Rasgele bir atış. Sırf
akıllarına esen ismin tortusu kulaklarına zaten orijinali kadar yabancı
geldiği için serbestçe uydurma hakkını kendilerinde buluyorlardı.
"Doğrusu Abed," diye düzeltti, talimli bir nezaketle ve harfleri tek
tek saydı.
Bu kız arkadaşları silsilesinde en beteri ilkiydi. Şu MİT öğrencisi
sağlık-düşkünü, uzun boylu, esmer kız. Onun gibi toksik-madde-siz bir
kızın nasıl olup da sigaracı, içkici, kimbilirdahaneci Ömer'le
anlaşabildiği Abed'in çözmeyi basara nadığı bir bilmeceydi. Uzun
sürmemesine şaşırmamıştı. Gerçi Ömer'le kimsenin ilişkisi uzun
sürmüyordu ya neyse. O kızla karşılaşmak sonradan gelenlerle kar-
119
5.ıa$maft.uuı uaım sarsıcı oımuştu Abed için. Muhtemelen zamanla durumu
kanıksadığı, evde tanımadığı kızlarla burun buruna gelmeye, banyoda
başka başka diş fırçaları görmeye alıştığı için. Ama ilk başta Tracey
onu gafil avlamıştı. O sabah Abed mutfakta sükûnetle nane çayının
kaynamasını beklerken, bu kız nefes nefese içeri dalıp "Merhaba! Ben
Tracey..." diye bağırmıştı kesik kesik. Koşudan filan dönmüş gibi bir
hali vardı. "Sen de... Law-ren-ce olmalısın?!"
Abed, suratı hayretten çarpılmış vaziyette bakakalmıştı ona, çaydanlık
ötmeye başlamasa daha epeyce öyle duracaktı. Bir yerlerde bir
karışıklık olduğu besbelliydi ama kızın daha neleri birbirine
karıştırdığını merak etmişti. İnsan beyninin haritalanmamış kıyıları
ona bir oyun oynayıp, gördüğü bir Arap'ı Arabistanlı Lawrence'^
iliştirmesine mi neden olmuştu? Abed'in bunca zaman sonra dahi
bulabildiği yegâne akla yatkın açıklama buydu.
Diğer kızların hiçbiri bu kadar uçmamıştı ismini kafadan atarken.
Doğrusu Tracey'le kıyaslandığında diğerleri bayağı yaklaşmış sayılırdı.
Abed'in onlarla bir alıp veremediği yoktu aslında. Hatta başka bir
yerde, bunun dışında bir bağlamda karşılaşsalar içlerinden bazılarıyla
iyi arkadaş bile olabilirdi. Ancak bu özel koşullarda, iki tarafın da
ilgisi asılsız, hatta sahte olmak durumundaydı. Çünkü ne Abed'le Piyu,
ne de kız arkadaşlar gerçekten, içtenlikle konuşuyorlardı; sadece rutin
bir nezaketin ya da nazik bir rutinin şurupsu kelimelerini
kullanıyorlardı. İlk başta bütün kız arkadaşlar Abed, Piyu ve hatta
Arroz'u sadece yeni erkek arkadaşları dolayı-mıyla, yani onun fazladan
uzantıları olarak algılıyorlardı. Ömer'le bir ilişki yaşamaya
başladıktan sonra onu, arkadaşları, akrabaları, hobileri ve diğer sahip
olduklarıyla birlikte bir bütün olarak kucaklıyorlardı. İyi pişmiş bir
biftek siparişi vermeye benziyordu bu, yanındaki patates püresi ve
brüksel lahanasını da seve seve kabul ediyorlardı. Belki de daha çok
kaynaşabilmek için hepsinin tek ihtiyacı biraz zamandı. Ama hiçbir
ilerleme kaydedilemeden, Piyu, Abed ya da Arroz daha iyi bir role terfi
edemeden ilişki sona eriyor, kozmetikler gidiyor, derken kısa bir
durgunluk hasıl oluyor, onu da banyodaki yeni bir diş fırçası takip
ediyordu. Bu yinelenen tarihi
120
göz önünde bulunduran ve öngörülebilir bir gelecekte herhangi bir
iyileşme umudu olmayan Abed, Lynn'in sohbet girişimlerini kibarca ama
kararlılıkla savuşturdu ve hızlı tarafından demlediği bir çaydanlık
dolusu nane çayıyla odasına geri koştu.
121
Çikolatalı Pastadaki Zehir
Boston'da saat 15:30'u, İstanbul'da 22:30'u, Madrid'de 21:30'u, Marakeş'te
20:30'u gösterirken Alegre, alet çantasıyla işe giden bir
musluk tamircisi gibi çantası yemek kitapları ve en sevdiği
baharatlarla dolu vaziyette parti evine vardı. Kapıyı çaldı ve bir
yabancıya gülümsemeye hazırlandı. Ama kapıyı açan tanıdık biri
olacaktı. Te-rapik okuma grubundaki şu kızıl saçlı kadın. Şaşkınlıktan
ziyade huzursuzlukla birbirlerine baktılar. Aslında aynı terapi
grubundan olanların dışarıda asla karşılaşmaması gerekir. Grup
terapilerindeki kişilikler ve olaylar daima, en azından kısmen,
kurgusal kalmalıdır; gerçek hayatla benzerlikler rastlantısal olsa da
rastlanılmaması daha iyidir. Terapist için de aynı şey geçerlidir.
Terapistinizi, üç kar-nıbahar alana indirim yapılan bir süpermarkette
yığının içinde bezgin bezgin üçüncü karnı baharı seçmekteyken ya da bir
eczanenin raflarında heyecanla Vajina Nemlendirici Jel aramaktayken
görmemelisiniz asla. Terapistler gündelik hayatın usul usul döndüğü
kamusal alana kesinlikle girmemelidirler, terapi-daşlar da.
Ama karşılaşmışlardı işte. Yüzlerinde yarım bir somurtmayla tamamlanan
yarım bir tebessüm, kapıda durmuş birbirlerine bakıyorlardı. Hemen
ardından, yine aynı anda, hızlı bir bellek yoklamasına giriştiler. İki
kadın da diğeri hakkında bildiği şeyleri hatırlamak için
belleklerindeki karman çorman dosyaları gözden geçirdi. Ama ikisi de
pek az şey bulabildi. Kapıyı açan kadının Alegre hakkında
hatırlayabildikleri isimleri birbirine benzeyen bir sürü teyzesi ve
çeşitli sorunlar yaşadığı bir erkek arkadaşı olan aşırı zayıf, ufak
tefek, gözlerinin altı torbalı Katolik bir kız olduğu, günlüklerini
yenilemeyi ihmal ederek Connie'yi daima hayal kırıklığına uğrattığı ama
aynı zamanda yemek pişirme sırası kendisine her geldi-
122
ğinde harika şeyler yaparak grup üyelerine ziyafet çektiğiydi. Onun
hakkında bütün bilip bildiği bundan ibaretti.
Alegre'ye gelince karşısındaki hakkında tek hatırladığı, bembeyaz
tenli, kocaman kulaklı, kıpkızıl saçlı, fazlasıyla asabi, Debra diye
biri olduğu, saçının önündeki inek yalamış ters tutamın onu olduğundan
daha cana yakın gösterdiği, yakın bir kız arkadaşıyla bazı sorunlar
yaşadığı, artık onun tarafından sevilmemeye dayanama-dığı (ki Alegre
bunun neden sorun olduğunu anlayamıyordu) ve belirsiz bir sebepten
dolayı muz ya da çikolata yiyemediğiydi. Hepsi bu. Altı aydır
paylaştıkları seanslar boyunca Alegre'nin bu kadına gösterdiği bütün
ilgi bu kadardı.
"Ne hoş tesadüf," dedi Debra zoraki bir neşeyle, "çok sevindim. Ne
kadar iyi bir ahçı olduğunu biliyorum." Değişik bir hali vardı, okuma
grubundakinden çok daha kendine güvenli görünüyordu. "Senin için bir
sakıncası yoksa çalışmaya hemen başlayalım, zaman geçiyor ve hiçbir şey
hazır değil."
Alegre'yi soktuğu çivit mavisi mutfak duvardan duvara paketler,
kutular, konserve kutuları ve kavanozlarla doluydu, gıda, gıda, gıda.
Misafirlerin yediden sonra gelecekleri ve büyük olasılıkla sekiz buçuk
civarında kurt gibi acıkacakları söylendi. Toplam yirmi iki kişi
bekleniyordu. "Biz de iki kişiyiz. Doyuracak yirmi dört boğaz eder. Ne
dersin? Başarabilir miyiz?"
Ama çok geçmeden onaya çıkacağı üzre "biz" diye bir şey yoktu. Sadece
Alegre vardı. Kendi ahçılık tarihinde bu kadar kısa sürede, bu kadar
çok insan için bu kadar çok yemek pişirdiği olmamıştı hiç. Yine de
yiyecek konusunda kendisine böyle muhtaç olunması sinirlerini
yatıştırmış olacaktı çünkü kendini bu işin altından kalkmaya tamamen
muktedir hissediyordu. O malzemeleri incelerken Debra Ellen Thompson da
onu inceleyecek vakit buldu. Alegre'nin değişik bir hali vardı şimdi,
okuma grubunda olduğundan daha az ürkekti.
Gerçekten de kendinden emindi Alegre, hatta Debra nihayet mutfak
kapısının öteki tarafındaki sürekli mızıldanan kadın sesinin yardımına
koşup onu mutfakta yalnız bıraktığında kendine güveni
123
iyice artacaktı; dışarıdan gelen sese bakılırsa biri oturma odasını
akşam için derleyip toplamaya çalışıyor ama aslında bu işi yapmak
istemiyordu, hem de hiç. Alegre mutfakta tek başına kalınca oturma
odasında olanları hiç merak etmedi, tıpkı evin geri kalanıyla ya da
misafirlerin nasıl insanlar olduklarıyla ilgilenmediği gibi. O olmak
istediği yerdeydi: mutfakta. Başka birine ait olsa da onun mutfağıydı
burası artık. Tek bilmek istediği tam olarak ne pişirmesinin
istendiğiydi. Ama kimse bu konuyu açıklığa kavuşturmak için gelmedi.
Onun yerine içeri komik, basık burunlu, aşırı uzun tüylü, duman grisi
tombul bir kedi girdi ihtişamla, hemen onun arkasından da ne işler
karıştırdığını anlamak için yine aynı türden, tekir ve belki daha az
mağrur bir başka kedi geldi. Evsahiplerinin ona nasıl bir menü
istedikleri konusunda ipucu verecek kadar sorumlu davranmasını
beklemekten ve kedileri seyretmekten sıkılan Alegre bu yiyecek
gemisinin tek kaptanının kendisi olduğuna ve karar vermenin de
kendisine düştüğüne kanaat getirdi. Buzdolabında bulduğu keçi peynirini
pidelerin üzerine ufaladı. Dolaplarda bir sürü ton balığı konservesi
buldu ve bunlardan bol bol şehriydi ton balığı fet-tuccine yaptı.
Buzluktaki kıyma çabucak köfteye dönüştü; tezgâhın üzerindeki lahana
barbunyalı lahana salatası oldu; artık mısırların bir kısmı puding,
geri kalanı mısırlı kabak sotesi halini aldı. Patatesler her zamanki
gibi fazlasıyla işe yaradı. Alegre onları haşladı, kızarttı, fırınladı,
ezdi, üzerlerine çeşit çeşit baharatlarla soslar döktü. Geri kalanları
domuz pastırması ve peynirle doldurdu. Dolaplarda bulduğu tako
soslarının hiçbirini fazla tutmasa da tavuklu burri-tos doldurdu.
Fıstıklı banma sosu ve tavuk ciğerli börek hazırladı. Bildik
aperitifleri sıraladı - sarımsak soslu karides, söğüş salata ve
peynirler. İki koca kâse cevizli Sezar salatası ve birilerinin bütün
bunlara rağmen aç kalması ihtimaline karşı yirmi dört tane hindili klüp
sandviçi yan yana dizdi. Geri kalan yumurtalarla limon suyunu limon
kremalı turta yapmakta kullandı. Buzdolabında gördüğü yığın yığın muzla
da muzlu turta yapmayı planlıyordu ki, yorgunluktan bitkin düştüğü için
oturup biraz dinlenmesi gerekti.
Bu yiyeceklerin hiçbirini değil yemek tatmak dahi istemiyordu.
124
Çantasını dolduran kırmızı greyfurtları çıkardı ve çiğnerken hesaba
başladı: 11 kırmızı greyfurt, her biri 70 kalori, toplamda 910 kalori!
"Şu hale bak, inanamıyorum!" Debra Ellen Thompson iki küsur saattir
adımını atmadığı mutfağa girdiğinde bağırmaktan kendini alamamıştı.
Tezgâhın üzerindeki her yemeğin karşısında konuk selamlar gibi tek tek
saygıyla durdu. "Tanrım, ne diyeceğimi bilemiyorum. Muhteşem bir iş
çıkarmışsın. Bu müthiş! Müthiş!"
Ama kendisi "müthiş! müthiş!" görünmüyordu hatta "müthiş!" bile
görünmüyordu. Daha ziyade saatlerdir ağlıyormuş gibi görünüyordu.
"Sen iyi misin?" diye sordu Alegre kaşla göz arasında greyfurt kabuğu
yığınını ortadan kaldırarak.
"Evet... aslında hayır... ev arkadaşımın canı son zamanlarda çok
sıkkındı, onu neşelendirmek için mutfağı çivit mavisine boya-dım... en
sevdiği renk... ama pek işe yaramadı, sonra bir parti vermenin iyi bir
fikir olacağını düşündüm ama ne kadar salaklık ettiğimi şimdi
anlıyorum... bu kalabalık ona iyi gelmeyecek."
Alegre ona, ev arkadaşını mutlu etmesinin neden bu kadar önemli
olduğunu sormak istedi ama birden bu yorumun fazlasıyla Connie-vari
olacağını hissetti. Hem gerçekten de çene çalacak zaman değildi.
Misafirler gelmeye başlamışlardı bile.
Bütün tepsilerle tabaklar oturma odasına taşındıktan sonra Alegre
mutfakta yine yalnız kaldı. İçeri girip insanlarla tanışacağına ve
onlarla birlikte yiyeceğine söz vermişti Debra'ya ama son anda yan
çizeceğini gayet iyi biliyordu. Mutfağı toplamayı, tezgâhı temizlemeyi,
çöpleri atmayı, birkaç tava ovmayı tercilı etti. Sonra içerideki
seslerin dingin bir müzik çeşitlemesine, neşeli sohbetlere, hafif
şakalara, şen gaflara çoğalmasını dinleyerek üç greyfurt daha yedi, 210
kalori daha; giderek değişti sesler, ara sıra sinirli alaylar, aksi
atışmalar da çalmıyordu kulağa. Derken bir yerlerden davul sesleri
yükseldi ve fonda çalınan müzik aniden hızlandı. İçerdeki herkes aynı
anda dans etmeyi zıplamakla, zıplamayı da tepinmek ve hoplamakla
karıştırmaya karar vermişçesine zangır zangır sarsılmaya başladı ev.
125
Saatler Boston'da 23:33, istanbul'da 06:33, Marakeş'te 04:33
ve'Madrid'de 05:33'ü gösterdiğinde Alegre mutfaktan çıkıp parasını
talep etme zamanının geldiğine karar verdi. Dikkatle kapıyı açıp içeri
baktı. Ama baktığı şey altı saat önce orada gördüğü oturma odasıyla o
kadar alakasızdı ki alacakaranlık kuşağına girdiğini ve bu eşikten
başka, bambaşka bir eve, yağmalanmış bir köye geçtiği hissine kapıldı.
Debra görünürlerde yoktu. Alkole doymuş yüzler, esrardan bulanmış
bakışlar ve bitkinlikten ağır çekim sallanan bedenler gördü, bazı
çiftler aslında durup ayrılmak istiyorlarmış da görünmez bir el onları
sonsuza kadar birbirlerine yapıştırmış gibi bezgin, baygın bir.
salmımla hâlâ dans ediyorlardı; bazıları divanlarda ya da masanın
etrafında alçak sesle kırık dökük muhabbet ediyorlar, bir zamanlar
müthiş! müthiş! olan yiyeceklerden arta kalanları tırtıklıyorlardı.
Alegre temkinli adımlarla odada dolaştı ama kimse onu fark edecek kadar
uyanık görünmüyordu. Bütün bu insanların büyük bir şok yaşamışlar da
etkisini üzerlerinden atmaya çalışıyor gibi bir halleri vardı.
Alegre mutfağa döndüğünde orada karşılaştığı sahne, oturma odasında
geride bıraktığı sahneden de hayret vericiydi. Dizlerinin üzerine
çökmüş, başını fırının içine sokmuş bir kadın vardı mutfakta. Fırın
yeraltına giden gizli bir geçitmiş ve kendileri de kadının peşinden o
âleme gitmeye hazırlanıyormuş gibi yanında duruyordu kediler.
"Af-eder-siniz," diye kekeledi Alegre zar zor duyulan bir sesle.
Ama fırındaki kadın onu duymuş olmalıydı ki hemen dışarı çıktı, en
azından çıkmaya çalıştı ve bu arada kafasını da çarptı.
"Ay, ödümü kopardın! Sen kimsin?" dedi çatlak bir sesle, nihayet
bacaklarının üzerinde doğrulmayı başardığında. Ama senra buz mavisi
gözleri ani bir hatırlamayla parladı. "Ha kim olduğuı u biliyorum!
Debra Ellen Thompson'ın koruyucu meleğisin. Alegre'ydi değil mi? Parti
kurtaran Alegre! Mucizeler Azizesi!"
"Sen... orada... ne yapıyordun?" demekten kendini alarmdı Alegre,
şüpheli şüpheli ötekinin başına bakarken. Genç kadının zifiri kara
saçlarından uzun saplı, gümüş bir kaşık şarkiye ıdu ve tu-
126
haf, hayli keskin bir kokusu vardı, şey... gaz gibi.
"Ölüyordum ama görünüşe göre başarısız oldum," dedi beriki sırıtarak,
elindeki bira kutusunu, Alegre'nin de elinde bira olsa to-kuşturacakmış
gibi havaya kaldırdı - ama Alegre, elinde bira olsa bile neye
içtiklerini bilemeyecekti, "ölmeye" mi yoksa onun bunu başaramamasına
mı?
"Belki de başarısız olmamışımdır... sen gerçek bir melek olma-yasın
sakın?"
Alegre gergin bir soluk saldı burnundan, duyduklarından sonra
düşünebildiği yegâne tepki bu olabilmişti. "Ölmediğine sevindim," diye
mırıldandı içtenlikle. "Debra'nın nerede olduğunu biliyor musun?"
"Yooo, sakın o hataya düşeyim deme!" Kız saçındaki kaşığı savurarak
başını dalgın dalgın iki yana salladı. "Onun adı Deb-ra-El-len-Thompson.
Sakın yansını söyleyeyim deme! Kızar sonra!"
Alegre'nin yüzü afallamayla mücadele etmeye çalıştıysa da hemen
kaybetti. Yüzündeki ifade kadar şaşkın bir tonlamayla sorma gereği
hissetti: "Siz... sen onun arkadaşı mısın?"
"Arkadaşı mıyım!?" Kızın tiz kahkahası biraz daha bira içmek için
susana kadar devam etti. "Bir düşüneyim... öyleyim herhalde... yok ama,
daha fazlasıydım... ama artık değilim... demek ki artık arkadaşız...
herhalde."
Alegre konuyu değiştirme teşebbüsünde bulundu. "Kediler çok tatlı.
İsimleri ne?"
Ayaklarına yapışmış kedilere bakarken yüzü yumuşadı kızın, konuştuğunda
sesi de bir parça yumuşamıştı. "Bu güzeller güzeli West," dedi şarkı
söyler gibi, hayli tombul, hayli tüylü duman grisi kediyi bir an
başının üzerine'kaldırdıktan sonra burnundan şapırdatarak öptü. Göz
hizasına geldiklerinde kızla kedi bir-iki saniye tümüyle hareketsiz
kalıp birbirlerinin göz bebeklerine baktılar. Sonra onu usulca yere
bırakıp öteki kedinin başını okşadı kız. "Bunun adı da The Rest. Bu
yüzden ona daha kötü, hor davranıyoruz."
"Artık gitsem iyi olacak," dedi Alegre tedirginlikle paltosuna bakarak.
"Tanıştığımıza memnun oldum."
127
"Hayır olmadın. Laf olsun diye söylüyorsun Alegre, ama olsun," diye
lafını kesti kız, aniden hıçkırmaya başlamıştı. "Dur daha gitme. Debra
hıck Ellen Thompson'ı bulup hıck paranı al önce. Bu gece hıck harika iş
çıkardın. Canını sıktığım için gerçekten üzgünüm hıck, cidden. Harika
bir hıck ahçısın. En iyisi!" Sesini sır verir gibi alçalttı. "Ben de
bir pasta yapmıştım, hıck, muzlu ve çikolatalı, en sevdiğim hıck pasta,
kalsa sana da. verirdim. Misafirler bayıldılar!" Sadece kendisinin
anladığı bu şakaya kıs kıs güldü.
Alegre ona bir bardak su verdi. Kız nefesini tutup sol elindeki sudan
bir yudum, sonra sağ elindeki biradan daha da büyük bir yudum aldı.
Saygılı bir sessizlikle bir hıçkırık ömrünün geçmesini beklediler, bu
arada birbirlerini süzerek. Kız buz mavisi gözlerini Alegre'nin
boynundaki altın İsa'ya dikmişti ama hâlâ kıpırdamadan nefesini tuttuğu
için bu konuda ne düşündüğünü anlamak zordu. Alegre'yse onun saçlarına
odaklanmıştı, nasıl bu kadar gür ve siyah olabildiklerine şaşıyor,
boyayıp boyamadığını merak ediyordu. İntihara meyilli kız bir hıçkırık
süresini başarıyla savuşturduğuna karar verdikten sonra bu koyu
sessizliği bozdu:
"Bana özür dileme şansı vermelisin. Dükkânımıza uğra lütfen. Yarın ya
da ne zaman istersen." Çekmecelerin birinden bir kart çıkarıp Alegre'ye
uzattı. "Çikolata yapıyoruz. Aslında çikolatayı ben yapıyorum, Debra
Ellen Thompson pazarlıyor. Gelecek misin? Sana fındıklı çikolatadan
harika bir çarmıha gerilmiş İsa yaparım."
Alegre buna ne cevap vereceğini bilemeden öylece dikilirken kız elini
yakalayıp sıktı. "Bu arada..." dedi, hâlâ gaz kokuyordu ve yeniden
hıçkırmaya başlamıştı: "benim adım Gail ve seninle tanıştığıma hıck
memnun oldum."
Geceyarısı Alegre hâlâ parti evinden çıkma mücadelesi vermekteyken
Pearl Sokağı 8 numaranın üçüncü katında Piyu'nun onun nerelerde
olduğuna dair endişeleri tahammül edilmez bir seviyeye ulaşmıştı.
Alegre'nin dönüp dönmediğini anlamak için teyzelerinin evi-
128
ni tam dört kere aramıştı, maalesef her seferinde telefonu la Tia Piedad
açmış ve çarpık mantığıyla Piyu'yu azarlayıp Alegre'nin ne
cehennemde olduğunu sormuştu. Beşinci bir aramaya katlanacak hali
yoktu.
Bu arada ikinci katta Lynn, son otuz dakikadır sürekli elinden kaçan,
orgazm sonrası uykusunu zaptetmeye uğraşıyordu. Adaletsizce yanında
uyuyan seyrek tüylü göğüse, bir saat önce tutkuyla arzuladığı ama şimdi
tam bir yabancı gibi hissettiği vücuda bakarken iç geçirdi. Ardından
onu dürtükledi: "Uyanık mısın? Bana biraz su getirebilir misin?"
Ömer ona dönüp gözlerini açtı, "tabii"ye benzeyen bir şey mırıldandı ve
horlamaya devam etti. Lynn ona söylenerek ayağa kalktı, öfkeyle
pöfürdedi ve odadan karanlık koridora çıkana kadar da pöfürdemeye devam
etti. Düğmeyi bulmaya çalışırken çok yakında bir yerde bir camın
kırıldığını duydu, ardından da canhıraş bir çığlık işitti. İlk tepkisi
korkuydu. Zira Lynn her ne kadar Halidle. karşılaşmış ve onun
alışkanlıkları hakkında önceden bilgilendirilmiş olsa da, kimse onu
korku filmleri konusunda uyarmamıştı. Karanlıkta yüzü kasılmış, vücudu
gerilmiş, gözleri faltaşı gibi açılmış vaziyette öylece kalakaldı, ta
ki aşağıdan gelen canavar şapırtılarının sadece film olduğuna ikna olup
sersemliğini üzerinden atana kadar. Yine de yürümekte tereddüt
etmesinin tek nedeni sadece film değildi. Karnında ani bir kasılma
olmuştu, bir histen çok bir şüphe gibi, bu yeni ilişkiden memnun olduğu
ve sevildiği halde şu anda doğru adamla birlikte olmadığı şüphesi. Bunu
hani o insanın içine işleyen sezgi takip etti: Aslında birlikte olması
gereken adam dışarıda bir yerdeydi ve o burada olmakla şansını,
kaderini, onu kaçırıyordu. Nihayet düğmeyi bulup ışığı açtığında bu
yeni hakikatin aydınlığından gözleri kamaştı.
Tam o anda aşağıda birinci katta, Amerika'da geçirdiği bir buçuk yılın
ve ondan önce İngilizce öğrenmekle geçen bir sürü senenin ardından Abed
hayatında ilk olarak İngilizce rüya görmeye başlamıştı. Gerçekten de
her rüyanın anlamı bir dileğin gerçekleştirilmesi olabilir. Ama Freud,
bir gurbetçi, göçmen ya da kendi dilin-
129
den uzak kalmış Batılı-olmayan mütevazı bir doktora öğrencisinin
hayatını yaşasaydı, bazen rüyanın sadece konusunun değil tam da
biçiminin bu dileği gerçekleştirdiğini ekleyebilirdi bu saptamasına.
Mesajın içeriği değil biçimi. Biçim kendine ait bir yol tutturup,
mesajla açıktan açığa çelişebilir bile. İşte bu yüzden bir ülkedeki
yabancılar zaman zaman güzel rüyalardan, bir şeylerini kaybetmişler
gibi sıkıntılı bir duyguyla uyanırlar (bu kaybın anadillerinden bir
parça olduğunu kestiremeden) ya da en kasvetli kâbuslardan yeni bir
kazanım edinmişler gibi açıklanamaz bir sevinçle uyanırlar (bunun
kendilerine ait olmayan dilden koparılmış bir parça olduğunu bilmeden).
İngilizce rüya görmeye başlamak bir eşiktir, daha büyük bir değişimin,
insanın artık aynı kişi olmasına izin vermeyecek kadar derinden bir
değişimin yolda olduğunu gösteren bir işaret. Ge-ceyarısı uyanıp
rüyanın temasını değil hikâyenin size anlatıldığı kelimeleri
hatırlamaya çalışırsınız. Bu kelimelerin henüz bilmediğiniz kelimeler
olduğunu fark etmek sizi şaşırtabilir. Çünkü rüyalar bizim aksimize,
birden fazla zaman kuşağında yaşamaya muktedirdir ve Morpheus'un
topraklarına ayak bastığınızda geçmiş ile gelecek tek ve aynıdır.
Bütün bunların farkında olmayan ve muhtemelen rüyalar üzerine bir
spekülasyonla pek ilgilenmeyen Lynn temkinle, neredeyse parmak
uçlarında geçti oturma odasından, bir sallanan sandalyede horlayan
Halide, bir ekrandaki marul yeşili canavara bakarak. Televizyonu
kapatmak istemedi. Televizyona yaklaşmadı bile. Usulca mutfağa süzüldü
ve buzdolabını açıp içine baktı.
Tam o anda yukarıda üçüncü katta Arroz, gecenin bu saatinde Pearl
Sokağı 8 numarayı örten tanıdık sesler arasında şüpheli madeni bir
sesin kokusunu alarak hop diye yataktan atladı. Lynn'i bu sefer elinde
bir bardak sütle geri dönerken, parmak ucunda Abed'in sandalyesinin
arkasından geçerken yakaladı. Lynn gözlerini ekrandaki marul yeşili
canavarı baltayla parçalayan kadın kahramana dikmiş, düşüncelere dalmış
olduğundan, Arroz'u fark etmedi. Köpeğin tehditkâr gövdesine
çarptığında refleksle bir çığlık attı ama hayrettir sütün tek damlasını
bile dökmemeyi başardı. Sesle sıçra-
-
aysyzgije
12 years ago
- 130
yan Abed gözlerini kısarak ekrandaki kan kusan canavara baktı boş boş.
Arkasında duran Lynn'in de Arroz'un da farkına varmadan derin derin
içini çekip tekrar uyumaya çalıştı. Ama ne kadar gayret ederse etsin
eski eşiğe varamıyor, o yola açılan kapıyı bulamıyordu. İlk İngilizce
rüyası orta yerinden kopmuştu.
Ömer'in odasına girene kadar Arroz tarafından adım adım takip edilen
Lynn gergin bedenini tekrar yatağa attığında derhal cenin pozisyonu
aldı. Ömer'in düzenli nefes alış verişlerini dinlerken doğru-adammillerce-
ötede-ya-da-şu-anda-hemen-alt-sokaktay-ken-yanlış-yeı-deyanlış-
adamla olduğu hissi her nefeste koyulaştıkça koyulaştı.
Doğru düzgün uyuyamadığı gibi sinirden sütü içmeyi unuttu.
"Demek tanıştınız!" Debra Ellen Thompson yüzünde burukluk, sesinde
katılıkla konuşmuştu, kirli bardaklar ve plastik tabaklarla dolu bir
tepsiyle nihayet mutfakta boy gösterdiğinde.
Burnunda ya birkaç saat önceki ağlamanın kızarıklığı vardı ya da
yeniden ağlamıştı. "Seni burada bu kadar uzun süre yalnız bıraktığım
için çok özür dilerim Alegre. Ama her şey kontrolden çıktı. Sarhoşları
banyoya taşıyıp kusmalarına yardım ettim, bayılanları ayılttım,
ayılmayanları da sürükledim. Bu parti tam bir felaket oldu. Tek iyi şey
yemekti biliyor musun? Sana çok şey borçluyum... ve ücretin iki katını
ödeyeceğim."
"Yok canım, ne lüzumu var..." Alegre samimiyetle gülümsedi ama adını
söylemekte tereddüt etti. Debra mı yoksa Debra Ellen Thompson mı
demeliydi, hep neyse, onu yeniden gördüğüne memnundu. "Parti neden kötü
gitti ki?"
"Ona sor," diye aniden cırladı Debra, Gail'i işaret ederek. Bu arada
Gail iki yanında iki kedi, lotus pozisyonunda yerde oturuyor, bir
dakika önce avuçlannın arasında eze eze buruşuk bir top haline
getirdiği bira kutusuna kısık gözlerle dalgın dalgın bakıyordu.
"Gail masaya kocaman bir çikolatalı muzlu pasta getirdi, ah
131
nerden bileyim? Sen yaptın zannettim. Herkes yedi, düşünebiliyor musun?
Hepimize en az ikişer dilim yedirdi. Sadece ben kurtuldum çünkü muz da
çikolata da yemem üniversite yıllarından beri. Derken insanlar saçma
sapan hareketler yapmaya başladılar, içkiyi fazla kaçırdılar zannettim.
Yalan da değil hiç durmadan içiyorlardı ama sebep bu değilmiş. Meğer bu
sonuçmuş. Yedikleri kek yüzünden o kadar içiyorlarmış. Tanrım, Gail,
bunu nasıl yaparsın..." Belki de "bana?" demek istemişti ama "bütün bu
insanlara?" diye bitirmeyi tercih etti.
Biri yırtıcı, diğeri şaşkın iki çift gözün sorgulayan bakışları altında
Gail çenesini kaldırıp ikisine birden sırıttı ve madeni eserini
incelemeye devam etti.
"Onları zehirledi mi yoksa?" diye sordu gözleri dehşetten falta-şı gibi
açılan Alegre.
Gail ağzını gürültüyle şaklattı. Debra yüzünü buruşturdu, Alegre
kızardı. West hepsine himaye eder gibi baktı, The Rest patisini yaladı.
"Ben artık gideyim, çok geciktim," dedi Alegre panikle.
"İzin ver seni evine bırakayım." Debra Ellen Thompson bir taraftan
Gail'i azarlarken bir taraftan da Alegre'yi teskin etmeye çalışıyordu.
"Merak etme, herkesin aksine ben ayık ve sağlamım."
Ama Gail artık ne onlarla ne de elindeki buruşuk bira kutusuyla
ilgileniyordu. Sanki yattığı yer soğuk mutfak zemini değilmiş de
yumuşacık, rahat bir döşekmiş gibi yüzünde doygun bir gülümsemeyle
derin uykuya dalmıştı. Dört kere onu yatağına taşımaya teşebbüs ettiler
ama her seferinde artan bir gerilimle, önce yalvardı, sonra homurdandı,
sonra azarladı ve nihayet tek bir santim bile kı-mıldatılmamayı
emretti. Sonunda üzerine bir battaniye örtüp iki yanında muhafız
kedilerle onu orada uyumaya bıraktılar.
Araba kocaman çivit mavisi bir jipti. Bindiklerinde Alegre rahatlayarak
içini çekti, Debra Ellen Thompson ağlamaya başladı.
Yolun ilk on dakikasında tek kelime etmediler. Ama sonra, yaya
geçidinde yavaşladıklarında Debra Ellen Thompson kendi sessizliğini
bozdu: "O kadar değişti ki bazen onu tanıdığımdan şüphe
132
ediyorum. Metamorfoz gibi..."
Alegre karşıdan karşıya geçen kadına baktı, önlerinden ağır aksak
adımlarla geçen, ellisine merdiven dayamış, yardım kurumunda hiç
görmediği ama belli ki evsiz bir kadındı, farın ışığı sarkık yüzünü çiğ
çiğ parlatmış, hastalıklı bir beyaza boyamıştı. Gök mavisi kadife bir
şapka vardı başında ve asırlar önce çıktığı bir yolculuğu hâlâ
sürdürmekteymiş gibi arkasından eski püskü, lime lime, tekerlekli bir
bavulu sürüklüyordu.
"Metamorfoz demekle ne kastediyorsun?"
"Belki bu durum için bu kelime bile azdır," diye inledi Debra Ellen
Thompson, üst üste burnunu çekti. "Düşünebiliyor musun, Gail eskiden,
biz üniversitedeyken mesafeli, aşırı ürkek, içine kapanık, komik isimli
bir kızdı. Öyle utangaçtı ki bir yabancı ona soru sorduğunda
kımıldayamazdı bile. Sonra gizemli bir biçimde değişti, bambaşka birine
dönüştü. Hoyrat, hırçın, huysuz..." Sırada H'yle başlayan başka bir
kelime var mı görmek için durakladı. "İpin ucunu kaçırdım ben," diye
ekledi üzüntüyle alt dudağını ısırarak. "Manik olduğunda ona ayak
uyduramıyorum. Depresif olduğunda da o hayata ayak uyduramıyor. İki
hafta önce kendini öldürmeyi denedi. Bir kutu Valium yuttu. Tanrım...
çok korkunçtu..."
Alegre'nin içindeki iyi kız olumlu, teselli mahiyetinde bir şeyler
söyleme ihtiyacı hissetti: "Yarın doğum günüm. Bir-iki arkadaşla Çin
lokantasına gidiyoruz. Gelmek ister misin?" Çok hevesli olmasa da
otomatikman ekledi: "Gail'i de getirebilirsin."
Ama doğum günü partisinden bahsetmek derhal pasta getirmiş olmalı ki
aklına çözümsüz kalmış bir bilmeceyi sorma gereği duydu birden: "Sahi
Gail'in yaptığı pastanın içinde ne vardı?"
"Esasen muz ve çikolata, bir de bol bol haşhaş..." Debra Ellen Thompson
acı acı güldü.
Evsiz kadın nihayet karşı kaldırıma çıkmıştı ama oraya varır varmaz bir
şey, herhangi bir şey düşürmüş mü diye bakmak için durup çabucak
arkasına döndü. Görünmez bir eşyasını düşürmüşse bile jip onu bulmasını
beklemeden çivit mavisi bir ışıltıyla gecenin içinde kayboldu.
133
"Lynn, hadi çık artık!"
Ömer içeriden gelecek cevabı duymak için öne eğilerek usulca kapıyı
tıklattı ama tek duyabildiği su sesiydi.
Kapıyı tekrar tıklattı, bu sefer daha sert. "Lynn! Hadi çık, kahvaltı
hazır. Kahve yaptım ikimize!"
"Ben Abed! Şu kapıyı yumruklamayı kes," diye bağırdı aksi bir ses. Biriki
saniye sonra kapı ardına kadar açıldı ve Abed'in yüzü hınzır bir
gülümsemeyle belirdi. "Lynn gitti dostum, sabah erkenden. O ziftin
pekini tek başına içmek istemiyorsan daha erken kalkmalısın... Ama
kahvaltıda sana bendeniz eşlik edebilirim. Duştan sonra!" Kapı Ömer'in
yüzüne kapandı ama göz açıp kapayana kadar tekrar aralandı. "Omar
dostum! Bu akşamki yemeği unutmadın ya."
Ömer unutmamış numarası yapmaya kalktıysa da yüzündeki şaşkınlık
eleverdi onu.
"Alegre'nin doğum günü, unutmasan iyi olur. Daha önce hiç görmediğimiz
birilerini çağırmış. Beni o şık lokantada yabancıların arasında yalnız
bırakma. Hem Çin yemeklerini hiç sevmem! Zamanında gelsen iyi olur!"
Kapı tekrar kapandı.
Ömer, Lynn'in neden böyle aniden gittiğine akıl erdiremeden aşağı indi.
Orada, mutfak masasında kuş gibi ufak tefek, asırlar kadar yaşlı bir
kadını sakin sakin otururken buldu.
"Yeni kiracı sen misin bakayım?" dedi yaşlı kadın bıcır bıcır, keskin,
sade aksanıyla kimi heceleri yuvarlayarak. Tepeden tırnağa beyaz ve
buruş buruştu. Saçları, teni, giysileri, elleri... gölgesi bile beyaz
ve buruşuk olmalıydı. "Ben Oksana Sergiyenko, evsahibini-zim. Böyle
habersiz gelmemeliydim biliyorum ama bana bir fincan sabah kahvesi
ikram edersin belki. Harika kokuyor."
"Tabii," dedi Ömer keyiflenerek. "Nihayet bir kahve arkadaşı bulduğuma
çok sevindim."
Beklenmedik misafir kahvesine kremayla şeker koydu, Ömer her zamanki
gibi sade içiyordu.
134
"Söyle bakalım annenle baban nerede yaşıyor, çok uzak mı?" diye sordu
ev sahibesi olduğunu söyleyen kadın, beyaz-buruşuk kolunu mecalsizce
kaldırıp pencereyi işaret ederek, sanki çok uzak denilen aslında o
denli yakındı.
Dakikalar sonra Abed duştan çıktığında Ömer'i, ev sahiplerinin bunak
annesine heyecanla İstanbul'daki çocukluk günlerini anlatırken buldu.
Kadın pür dikkat onu dinliyor, ikisi de usul usul üçüncü fincanlarını
yudumlarken ellerinde sigaralar baca gibi tütüyorlardı.
135
Las Tias
Birbirleriyle alakasız olduğu zannedilen kültürler, Talih'i tasvir
etmekte hatta onunla dalga geçmekte birbirlerine şaşırtıcı ölçüde
benzer. Kilise büyüklerinin metinlerinde olduğu kadar Müslümanların
halk hikâyelerinde de Talih'in iki özelliği vurgulanır: körlüğü ve
dişiliği. Çarkını çevirip insanlara tek tek hayattan alacakları payı
dağıtmaya başladığında zerre kadar adil davranmamasını eskiler kör
olmasından ziyade kadın olmasının doğal bir sonucu sayarlardı. Kadın
düşmanlığı bir yana, bir noktada haksız sayılmazlardı. Keyfi bir
cömertliği olan Talih daima aşırıya kaçmıştır, dün olduğu gibi bugün
de; kimilerine gani gani şans, yığın yığın variyet, tepe tepe iktidar,
bol bol servet getirir. Alegre'nin durumunda da Talih'in ona bol
bulamaç ihsan ettiği bir şey vardı: las tias, teyzelerle halalar!
Önce en büyükleri vardı. Büyük büyük teyze, la Tia Piedad. La Tia
Piedad hep vardı, herkesten ve her şeyden önce. Alegre için la Tia
Piedad oldum olası seçilmiş, gizemli bir varlıktı, sonsuzluğun,
geçmişin, şimdinin, geleceğin numunesi, başka bir boyuttan, besbelli
kâinatın dışından kazara bu gezegene düşmüş yılmaz bir kadın savaşçı.
Yine de la Tia Piedad hep buradaydı, bu dünyaya sıkı sıkı bağlı, kazık
çakmışçasına. İkinci Dünya Savaşı'ndan ya da Sırbistan veliahtına
yapılan suikasttan, San Francisco depreminden hatta İspanyol-Amerikan
savaşından çok önce buradaydı. İlk ananas konservesi yapıldığı
zamanlarda, Harley-Davidson motosikletleri piyasaya çıktığında,
kadınlar için ideal bel ölçüsünün 45 santim olduğu, ilk Ford arabanın
yolda denendiği, Kanndeşen Jack'in
136
Londra'da altıncı cinayetini işlediği zamanlarda buradaydı, bu hayatta.
Dinlenme zamanı olarak "haftasonu" kavramının yeni yeni yaygınlaşmaya
başladığı, ülke çapında ortalama insan ömrünün kırk civarında olduğu
dönemde, o ellisine merdiven dayamıştı. İşte bu kadar yaşlıydı.
Ama yaşının tam olarak hesaplanması, genci yaşlısı bütün akrabaları
için daimi bir merak konusuydu. Aile toplantılarında, dedikodular ve
sohbetler arasında birisi la Tia Piedad'ın yaşı meselesini ortaya atar,
sonra artık hepsi bunun imkânsızlığına kanaat getirmiş oldukları halde
coşkulu bir işbirliğiyle bilmem kaçıncı defa yaşını hesaplamaya
girişirlerdi. Aile arşivlerinde bölük pörçük bilgiler mevcuttu; anılar,
kanıtlar, fotoğraflar. Ama kesin tarih yoktu. La Tia Piedad'ın
çocukluğuna, hatta gençliğine şahit olanların hepsi çoktan göçüp
gittiği için doğum tarihi bilmecesini çözmeye yardım edebilecek kimse
kalmamıştı. Aile büyüklerinin en eski hatıralarında bile la Tia Piedad
"olgun" bir kadın olarak resmediliyordu. Mesela İspanyolca yayın yapan
KDCE radyosunun yayınladığı dini hikâyeleri düzenli olarak dinlediği ve
torunlarına da zorla dinlettiği gayet iyi biliniyordu; bu bilgi
kırıntısı onun 1950'lerde orta yaşını çoktan geçmiş olduğunu
gösteriyordu ki bu da en azından son elli yıldır "yaşlı bir kadın"
olduğunu ima ediyordu.
La Tia Piedad'ın yaşı sorusuna cevap verebilecek yegâne insan kuşkusuz
la Tia Piedad'ın kendisiydi ama artık herkes onun bu bilgiyi
vermeyeceğini idrak etmişti. Alzheimer ya da onun yasında birinden
beklenebilecek herhangi bir hafıza sorunundan mustarip olduğundan
değil, sadece ağzını sıkı sıkı kapalı tutmayı tercih ettiğinden. Bir
sürgünler, göçler, savaşlar, soykırımlar, felaketler, toplu katliamlar
çağında hayatta kalmayı, hatta yaşlandıkça yaşlanmayı nasıl başardığını
anlatmayı reddeden pek çok kişi gibi, la Tia Piedad'ın kalbi de narin
bir suçluluk duygusuyla doluydu. Arizona'da bir yerlerde güpegündüz,
hiç yok yere, park edilmiş bir karavana çarpıp, çıktıkları Güney
gezisinden asla geri dönmeyen hayat dolu bir kız evlat ve damadın
annesi; koşuya çıktığında tecavüze uğrayıp döve döve öldürülmüş bir
yeğenin, tek suçu sarhoş bir şoförle
137
aynı yoıaan gıtmeı-c oıan sevecen bir gelinin, yeni doğmuş kalp
yetmezliği olan bir bebeğin ve AİDS'e fazla dayanamamış iki yeğenin
büyük teyzeleri olmak, suçluluk duygusunu alabildiğine derinleştiriyordu.
Bu kadar uzun yaşamış olmakla ve halen buralarda oyalanmakla
hayata erken veda etmiş bütün akrabalarının ömürlerinden bir şekilde
çalmış gibi kendini tek tek her birine karşı kabahatli buluyordu.
Yaşını böyle gizli tutarak, aile üyelerinin gözünde ölümle yaşamın,
ümitsizlikle ümidin, kızgınlıkla hürmetin bulutsu bir karışımına
dönüşmesinin onların zihinsel dengesine nasıl zarar verdiğini
bilmiyordu la Tia Piedad. Bir taraftan uzun hayat timsaliydi kuşkusuz
ve bu vasfıyla akrabalarını da benzer uzunlukta bir ömrün beklediğini
muştuluyordu alttan alta. O bu kadar uzun yaşamayı başa-rabildiğine
göre diğerleri de aynı skoru elde edebilirdi. Bu düşünce, bu örtük vaat
akrabalarının kendilerini ona bir parça borçlu hissetmelerine neden
oluyordu, adeta onlara kıymetli bir armağan vermişti, genleri mi artık
her neyse. Bilhassa bu genlerin doğrudan alıcısı olan dört kızının
beklentileri herkesten fazlaydı, gerçi beşinci kardeşlerini bir araba
kazasında kaybetmek onları hayattan bir şey beklemenin tehlikelerine
karşı uyarmamış da değildi. Yine de ailelerinin tıbbi tarihi
sorulduğunda saklı bir kıvanç hissediyorlardı, hele asırlık annelerinin
hâlâ turp gibi olduğunu söylediklerinde. Şüphesiz bu bilgiyi sigorta
şirketleriyle paylaştıklarında gönençleri katlanıyordu.
Ancak bu hakikatin sadece bir parçasıydı. Çünkü la Tia Piedad aynı
zamanda derin bir içerlemenin, hatta öfkenin de sebebiydi, sanki
yukarıda, cennetin dokuzuncu katında bir nevi göksel karışıklık, hatta
neredeyse adam kayırma cereyan etmekteydi de kendisi bunca zamandır
utanmadan bundan sebeplenmekteydi. Neticede la Tia Piedad'ın aile
üyelerinin çoğu amansızca, inatla ve çarnaçar seviyordu onu marazi bir
sevgiyle.
Sonra las otras iias vardı, diğerleri. Dördü (Tia Tuta, Tia Fla-ca, Tia
Licha ve Tia Graciela) Alegre'nin ölmüş annesinin kardeşleriydi, geri
kalan dördüyse (Tia Chita, Tia Çata, Tia Bertha ve Tia
138
Martha) ölmüş babasının kardeşleriydi; sadece lüzumsuz cömertliğin
değil lüzumsuz adaletin de Talih'in saymakla bitmez erdemleri arasında
yer aldığını kanıtlamak istercesine eşit olarak iki tarafa
dağılmışlardı. Yine de Talih las tias'a bir kıyak geçmişse bile iş
kocalara geldiğinde durum büsbütün değişiyordu zira biri hariç hepsi,
farklı sebeplerden ötürü ama benzer biçimde apansız ölüp gitmişlerdi.
Kocalarını böyle çabuk, böyle beklenmedik biçimde kaybetmek las otras
tias'm öfkelerini bilemişti, sadece asla diş geçireme-dikleri la Tia
Piedad'a karşı değil, daima rahatça diş geçirebildikleri hayattaki tek
koca el Tio Ramon'a da.
Kısacası Alegre, kadınların çoğunluğu oluşturduğu, daha çok acı
çektikleri ama hayatta daha sağlam tutunabildikleri, tia dolu geniş bir
aileye mensuptu. Asla görülmeyen hesapların, ateşi-sönmüş dumanı-tüten
çekişmelerin, İngilizce konuşmayı başaramayınca ağzına badem sabunu
sürülen, sabun işe yaramayınca konuşma terapistlerine gönderilen
çocukların sülalesiydi bu. Kendi çocuklarıyla iletişim kurmayı
başaramayan ama İngilizce kelimeleri yanlış telaffuz ettiklerinde
onların kendileriyle nasıl dalga geçtiğini gayet iyi sezebilen kırgın
annelerin sülalesi. Aralarında sessiz boşluklar, kırık ifadelerden
mürekkep uzaklıklar olan annelerle çocukların, daha iyi bir gelecek
için çıkılan yolun bir yerlerinde bir vakitler kaybedilmiş kelimelere
duyulan özlemlerin sülalesi.
ABD'de doğmuş ve büyümüş beşinci kuşağa dahil olan Alegre'nin geçmişi,
şimdisi ve geleceği bir süreklilik hissi içinde birbiriyle kaynaşıyordu
zira o da, kendinden küçük kuzenleri de büyüklerin çektiklerine benzer
zorluklar yaşamamışlardı. Ne var ki içinde fazlaca acı çekmiş çok fazla
insanın bulunduğu bir ailede acı çekmemiş biri olmak kadar acı bir şey
yoktur. Aradaki eşitsizliği insanın kendi ailesi kapatır.
Müdahalelerinde iyi niyetliydiler kuşkusuz. Ama iyilik yapma niyeti,
iyilik yapmakla karıştırılmamalıdır. Aynı şekilde, birini mutlu etmek
için safça ve samimiyetle alınan özel bir hediye, onu ille de mutlu
etmeyebilir. Sebep, sonuç değildir, saf mantığın temel çıkarımları
açısından niyetiniz ne kadar rafine olursa olsun.
139
Tutkuyla çalışan bir aileye mensup olduğundan ne tutkulu ne de çalışkan
olması gerekmişti. Doğumundan itibaren hep yanındaydı las tias, bir
fısıltı mesafesinde. Onu ve küçük kuzenlerini koruyucu bir sisle
sarmalamıştı şefkatleri - tatlı ve aşina bir şey olsa da sis sisti
işte, öteyi görmeye izin vermezdi. Sonra Arizona'daki korkunç kazanın
haberi Boston'a ulaştığında o ince sis göz açıp kapayana kadar
Alegre'nin etrafına kenetlenmiş, kaya gibi sağlam bir sevgi, alaka ve
düşkünlük zırhına dönüşmüştü. Hem annesini hem de babasını kaybeden
Alegre takip eden senelerde teyzeleriyle halalarının tek tek ona ana
babalık etmeye çalışacağını görecekti, zırhın miğferi olarak en başta
da la Tia Piedad. Las tias'dan hiçbiri kendi konumundan feragat etmek
islemediğinden her biri adanmış-lıkla, sebatla, durmadan hayatının en
ücra köşelerine sokulan sekiz anne, sekiz baba, bir de mega-anne-baba
sahibi olmuştu.
Oysa annesi onu hiç zorlamazdı. Geçmişte çok acı çekmiş ama artık hali
vakti ve şöhreti iyi bir aileye doğan Alegre'nin hiçbir eksiği
olmadığına inanırdı. Kızının çok becerikli olmasına, hele hele bir
kadına yakışandan fazla hırslı olmasına hiç gerek yoktu. Yine de
Alegre'ye zaman zaman hatırlatmadan edemezdi: "Tienes que hacer concha
hija."*
Ne gariptir ki annesinin, Alegre'nin edinmesini bu kadar çok istediği
concha onun ölümüyle otomatik olarak belirivermişti. O günden beri,
dışarıdaki hayatın ona bir ihtimal dokunabileceği bütün delikleri
tıkamaya niyetli bir ilgi ve sevgi kalesinin arkasında yaşıyordu
Alegre. Fazla geliyordu bu alaka. Bu aşırı sevginin onu boğduğunu asla
itiraf edemezdi. Las tias o kadar yüce gönüllüydü ki onlarla mücadele
edilemezdi. La Tia Piedad elektrikli mevcudiyetiyle öyle eşsiz ve
kudretliydi ki ilgi yörüngesinden bir an bile çıkmanın mümkünü yoktu.
Yer değiştirmelerin etkileri tuhaftır. Yarım gün boyunca çeşitli saat
dilimleri üzerinden uçmak "kişinin bedenindeki biyoloji' ritimlerin
bozulmasına" (uçuş yorgunluğunun sözlük karşılığı) aeden
* "Kendine bir kabuk örmen lazım kızım."
140
oluyorsa, insanın memleketinden temelli havalanıp çeşitli kültür
dilimleri üzerinde süzülmesinin de "kolektif hafızadaki zihinsel
ritimlerin bozulmasına" (hüzün için önerilen karşılık) sebep olabilir.
Geçmişi sona erdiren arzulanmayan değişikliklere maruz kalmak
gelecekteki değişimlere ta baştan son verme arzusunu uyandırabilir.
Muhafaza edecek daha az şeyi olanlar sonunda herkesten muhafazakâr olup
çıkarlar.
Geçmiş on yıllardaki pek çok göçmen gibi la Tia Piedad için de yer
değiştirmek her şeyden çok yeri doldurulamayacak kayıplar demekti.
Zaten birbiri ardına gelen beş ayrı yönetici tarafından iyice keşmekeşe
gömülmüş Hargill'den Big Apple'a gelirken ahşap evini ve çok sevdiği
sebze bahçesini kaybetmişti. Yol üzerinde, yanına alabildiği şeylerin
çoğu bir yerlerde bir şekilde kaybolmuştu; işlemeli çarşaflar,
teşbihler, retablos, dantel masa örtüleri gitmişti. New York'a
geldiklerinde taptığı kocasını ve artık çetelesini tutamadığı bir sürü
şeyi kaybetmişti. Bir daha hiç evlenmemiş, altı kere birbirine benzeyen
mahallelere taşınmış, her seferinde bir şeyler kaybetmiş, nihayet onu
bekleyen kayıplardan habersiz, beş kızını yetiştirmek üzere Boston'a
yerleşmişti. Bütün bu kayıplar ve kederler sergüzeştinde kaybetmemeyi
başardığı tek bir şey vardı, aslında toplam 87 şey. Kendi elleriyle
boyadığı porselen bir yemek takımı. Bilmeden seçtiği desen manidardı,
ortasında sarı bir gülüş olan küçücük mavi bir çiçek, meşhur Myosotis
Alpetris, bilinen adıyla Unutma Beni.
12 pasta tabağı, 12 çorba Msesi, 12 tatlı tabağı, 3 salata tabağı,
kapaklı bir tencere, bir çaydanlık, bir kahvedanlık, tabaklar,
fincanlar, fincan tabakları... 87'si birden Talih'in ona sakladığı
değişimler ve yolculuklar boyunca sadakatle, mucize eseri tekinde dahi
tek bir çizik olmaksızın peşinden gelmişti.
Porselen takımın tarihi bu kadar müthiş olunca, istikbali de öyle
oluyordu. Ve seneler sonra şimdi temel soru şuydu: "La Tia Piedad
ölünce porselen takımı kim alacak?" Doğrusu bu soruyu asla tam
manasıyla çözülmeyen, dikenli, münakaşalı bir mesele haline getiren
büyük büyük teyzenin kendisiydi. Arada bir, şu ya da bu se-
141
bepten mirasçısını ilan eder ama sonra birden başka biri lehine fikrini
değiştiriverirdi.
La Tia Piedad'ın gözbebeği olduğundan porselen takımı almaya en yakın
görünen kişi Alegre'ydi. İçten içe bunu çok istiyordu. Porselen takım
her parçasıyla asla sahip olunamayan bir bütün, bir tamamlanmışhk
hissiydi. Sadece geçmişle gelecek arasında bir köprü değil, aynı
zamanda sevgi barometresiydi de; onun sayesinde la Tia Piedad'ın
kendisini ne kadar sevdiğini ölçerdi ailenin her ferdi. Porselen takım
kime geçmişse birincilik de ona geçerdi.
Böyle narin porselenler için aşırı bir baskıydı bu.
142
Kızımız Oldu!
Önde yürüyen at kuyruklu sansın adam, kullanılmış mobilya satan bir
dükkândan çıkan kırk-kırk beş yaşlarındaki kadın, bu rüzgârlı havada
göbeğini açıkta bırakan bir bluz giymiş olan aşırı makyajlı kız, iki
çocuklu genç bir anneyle konuşan üç çocuklu genç bir anne, Brookline
Booksmith'in girişinde ya henüz kavga edip birbirine küsmüş ya da aynı
anda Mao Çe-Tung'un Şiirlerine somurtan bir çift. Anlık bir tereddütten
sonra Ömer saatin kaç olduğunu sormak için bunlar arasında kırk
yaşlarındaki kadını seçti, cevabı duyduğunda da panikle yine
geciktiğini anladı. Queensryche'nin Suite Sister Mary'sim çalmak için
düğmeye bastı, şarkı sona ermeden Japon-Çin Lokantası'na ulaşmayı
umarak. Ama ancak şarkı üçüncü seferini tamamladığında verilen adrese
ulaşabildi. Önemsiz bir gecikme sayılmazdı, şarkının uzunluğu
düşünülürse: 11 dakika 33 saniye.
Jamaica Plain'deki plakçı dükkanındaki o çılgın tezgâhtar Vi-nessa
yüzündendi hep - harika punk koleksiyonu yüzünden gün aşın gittiği, her
seferinde de daha fazla kaldığı, kötü aydınlatılmış in gibi bir yerdi.
Vinessa, Joe Strummer'ın bütün şarkı sözlerini bilirdi ve bu alanda ne
kadar uzmanlaştığını kanıtlamak için çalışırken yüksek sesle The Clash
çalar, aynı zamanda Strummer'dan bile daha yüksek sesle şarkı söyler,
müşterilerin tercihlerini ya da olası tepkilerini umursamazdı. Tekmil
hayalperest şarkıcılar gibi o da kendine ait sıkı bir grubu olmasını
hayal ediyor, bu arada elindekiyle yetiniyordu. Elindeki grubun adı
Rock Smear'di. Ömer bu kızla gevezelik etmekten hoşlanıyordu ama bugün
onun kocaman, siyah, yıldızlı gözlerinde flört parıltısı fark ettiği
için aynca mest olmuştu. Ne var ki bu, Alegre'nin doğum günü yemeğine
gecikmek için pek iyi bir bahane sayılmayacağından adımlarını
sıklaştmrken bir
143
aa aana iyi bir bahane düşünmeye çalıştı ama nafile. Lokantaya
yaklaştığında kaldırımdaki sokak lambasına bağlanmış, sıkkın mı sıkkın
Arroz'u gördü. Köpek çenesini kaldırıma koymuş, gözleri ardına kadar
açık, geçen her ayakkabıya şüpheyle bakıyordu. "Geri döndüğümde söz
sana Çin yemeği getireceğim," dedi Ömer eğilip göbeğini kaşıyarak,
bunun karşılığında fazla coşkulu olmasa da bir kuyruk sallama koparmayı
başardı.
İçerisi insan kaynıyordu; bir kısmının yemeye ayıracak vakti yoktu
sanki, zira durmadan konuşuyorlardı, bir kısmının da konuşmaya ayıracak
vakti yoktu, onlar da durmadan yiyorlardı. Arkada sol köşede önce
Piyu'nun geniş tebessümünü seçti, sonra yuvarlak masa etrafında
dizilmiş, ölçülü ölçülü tartışır görünen temkinli, nazik yüzleri gördü
ve nihayet tanıdık bir nakaratın patladığını duydu: "Ama benim karşı
çıktığım tam da bu işte!"
"Abed bu sefer tam da neye karşı çıkıyor?" diye takıldı Ömer, yanındaki
boş sandalyeye otururken.
"Merhaba!!!" diye bağırdılar hep bir ağızdan. Doğum günü sahibi Alegre
soruyu cevapsız bırakmaması gerektiğini hissetmişti belki ama bu arada
Ömer'i masadaki iki kızla tanıştırmayı unutmuştu. "Abed bu lokantanın
hem Japon hem de Çin lokantası olduğunu iddia etmemesi gerektiğini
söylüyordu, çünkü..."
"Çünkü bunlar iki farklı kültür," diye araya girdi Abed, kendi
savunmasını yapabilmek için avukatını reddeden bir müvekkilin azmiyle.
"İki farklı, iki kadim kültür! Bunları hop diye birbirine karıştırıp
ÇinVietnamBurmaJapon Mutfağı yaparsanız, isteseniz de istemeseniz de:
Yuvarla gitsin! demiş olursunuz. Ne fark eder, çünkü son tahlilde hepsi
aynı. Sarı suratlar, çekik gözler! İma edilen bu." Ömer menüyü alıp
yarım yamalak aperitifler sayfasının arkasına saklanırken birlikte
yemek yiyeceği yabancılara şöyle bir göz gezdirdi. Masada ikisi de pek
güzel olmayan, daha önce hiç görmediği iki kız vardı. Alegre'nin
yanında oturanın neredeyse domates kırmızısı saçları oğlan çocuklan
gibi kısacık kesilmişti. Önde komik duran bir tutam ters saçı vardı,
devasa kulaklarındaysa, bir kıs-
144
mı sonsuza kadar oraya mıhlanmış izlenimi veren küçük küpeler
diziliydi. Zümrüt yeşili kadife gömleği ona vakur olmasa da mesafeli
bir hava veriyordu. Öteki kız siyah bir elbise ve silah yelek giymişti,
kafasını onlardan da kara saçları çevreliyordu. Saç demişken o
çalılığın içinden kaşığa benzer gümüş bir şey sarkıyordu. Ama Ömer onun
üzerine daha fazla gözlem yapamadan, kızın onun bakışlarını yakaladığım
fark etti ve gözlerini hemen tekrar menüye indirip "Pu Pu Tabağı (iki
kişilik)" yazısına denk geldi.
Piyu "demek istediğini anlıyoruz" manasına gelen teskin edici bir
tebessümle Abed'e baktı, sonra azarlayıcı bir bakış fırlatmak için
Ömer'e döndü ama onun yerine, yüzünü kaplayan menüyle karşılaştı.
"Madem artık herkes geldi," dedi Piyu, malum kişi mesajı alsın diye
"herkes" kelimesini vurgulayarak, "farklı yemekler sipariş edip
paylaşmayı öneriyorum."
Ama çok geçmeden bu önerinin imkân dahilinde olmadığı ortaya çıkacaktı,
yemeyi istedikleri şeylerden ziyade yemeyi istemedikleri şeyler
yüzünden. Masadaki herkesin yemeyi reddettiği en azından bir şey vardı
ve bunlar birbiriyle çakışmıyordu. Abed içinde domuz eti olan bir şey
istemiyordu; Alegre'nin kız arkadaşları et, yumurta, tereyağ, hatta
yapay et yemeyi reddeden katı vejetaryenlerdi. Piyu dişlerini
kaydırdığı için bambu filizi yemek istemiyordu çünkü dişleri kayınca
kendini bıçağa dokunmuş gibi hissediyordu, Ömer de çocukluğundan beri
balık yemezdi. Sadece Alegre yemek seçmiyor gibiydi. Birisi tarafsız
bölgede görünen Ayın Etrafında Dönen Yedi Yıldız yemeğini önerdi,
yıldızlar, şefin özel kahverengi sosunda pişirilmiş brokoli, kuşkonmaz,
kırmızı biber, yeşil biber, sarımsak ve patlıcandı ama garson kız
maalesef yedinci yıldızın ya ördek ya da domuz eti olması gerektiğini
söyledi.
Garson kız iki kaşına da piercing yaptırmıştı ve görünüşe göre hayata
tahammülü kıttı. Ya da belki tahammül edemediği hayat değil, Abed'in
sorularıydı. Yemek isimlerinin Çinceden mi çevirildi-ğini yoksa
Amerikan tüketicisi için yeniden mi isimlendirildiğini öğrenmek
istiyordu Abed, eğer ikincisi doğruysa bu isimleri kim seçmişti.
Garsonun buna verecek cevabı da yoktu, sıradaki sorula-
145
ra sabrı da. Bu arada herkes paylaşmak yerine kendi yemeğini sipariş
etmeye karar vermiş görünüyordu.
Tantana bitip garson hepsinden nefret ettikten sonra Alegre masayı
kaynaştırma vazifesinin kendisine düştüğüne karar verdi. "Gail ve Debra
Ellen Thompson'ın çikolata dükkânları var," dedi gülümseyerek. "Kendi
çikolatalarını yapıyorlar! İnanabiliyor musunuz?"
Samimiydi sevincinde. Dükkâna gitmiş, çikolataları görüp kok-lamıştı.
Hindistan cevizli, fıstıklı, kremalı, badem ezmeli, kavrulmuş
fındıklı... beyaz, sütlü, siyah envai çeşit çikolata. Bir bulimiğin
gölgeler şatosu.
"Siz nasıl hem çikolatacı dükkânı işletip hem de bu kadar zayıf
olabiliyorsunuz? Sattıklarınızı mideye indirmiyor musunuz?" diye sordu
Abed.
"Sanırım jinekolog olmak gibi bir şey." Siyah-saçh-siyah-elbiseli kızdı
konuşan. Bu sefer ona daha dikkatli bakan Ömer saçlarının beyaz bir kız
için inanılmaz siyah olduğunu fark etti, kulağının yanındaki o
gümüşümsü kaşığa benzer şey de... gümüş bir kaşıktı!
"Yani heteroseksüel erkek, ya da tabii lezbiyen bir jinekolog gibi.
İkisi de arzu nesnelerini sürekli görür ve ona dokunurlar ve artık bir
nesneye dönüştüğü, arzuyla hiç alakası kalmadığı için onu arzulamazlar.
Bilmem anlatabildim mi?"
Anlamamış gibiydiler. Zaten hepsi başka yerlere bakıyorlardı. Abed'le
Piyu gözlerini farklı yönlere kaçırmışlardı. Ama sonra Pi-yu durumun
daha da beter olabileceğini fark etmiş gibi tuhaf bir rahatlamayla
tekrar ona baktı, mesela kızın saçındaki şu kaşık sivri uçlu bir bıçak
olabilirdi. Alegre başını eğmiş, halıda, ayağının yanındaki kırmızımsı
bir lekeyi inceliyordu. Debra Ellen Thompson büktükçe büktüğü
peçetesine bakıyordu. Ömer bu arada gülmemek için kendini zor tutarak
lokantayı gözleriyle tarıyordu, özellikle öteki uçtaki masaları.
Garson, neyse ki YEMEKLE geri geldiğinde onları bu vaziyette
kıvranırken buldu.
Alegre, Gail'in zumlayamayacağı yeni bir konu açmak için
146
Müslümanların oruç tutma alışkanlıklarını sordu. Sakıngan adımlarla
usul usul açılarak farklı dinlerin yasakladığı yemekler ve yasakların
mantığı üzerine konuşmaya başladılar. Muhabbetten ziyade gözcülüğü
andırıyordu, herkes vazife başındaki nöbetçi gibiydi, dışlayıcı olmasa
da çekingen ve dikkatli. Çünkü hepsi-farklı-kim-liklere sahip
insanlardan oluşan gruplarda, ilk kez karşılaşan ya da birbirlerini iyi
tanımayan alakasız insanlar arasında, bir konuya girmek onun etrafında
dolanarak önceden keşif yapmayı gerektirir. Karşındakilerin senin
kültürel arka planını ne kadar bildiğinin, ne kadar alıcı
olacaklarının, önyargılarının nerede başlayacağının haritasını çıkarman
gerekir çünkü bir yerlere yapışmış bir önyargı daima vardır. Abed
böylesi bir ihtiyatla, malumatı dinsel değil de kültürel bir seviyede
tutarak, Ramazan ayından bahsetmeye başladı. Onlara bu ay boyunca
yapılan yemekleri, pidelerin mis gibi kokusunu, gün boyu oruç tuttuktan
sonra en basit bir zeytin ya da hurmanın bile nasıl lezzetli geldiğini
anlattı. Sonunda da bütün bu işin temelde yemekten uzak durmak gibi
görünebileceğini ama aslında bundan daha soyut olduğunu, temel amacın
hırsı ve arzuyu bastırma, sabretmeyi öğrenme olduğunu belirtti.
Diğerleri onu dikkatle dinlerken, tatlı tatlı anlatıyordu. İçlerinde en
destekleyici ve anlayışlı olan Piyu'ydıı. Yine işi dinden ziyade kültür
seviyesinde tutarak o da Katoliklikten anlatılanlara yakın olabilecek
örnekler verdi. Altı farklı yemek ve altı farklı çorbayla donanmış olan
masayı bir nezaket ve hoşgörü esintisi sardı. Bu esinti onları
Müslümanların sabır kavramından Ispanyolcanın aguantar fiiline taşıdı.
Dindar teslimiyetten dünyevi tahammüle, ne olursa olsun hayata devam
etmenin gerekliliğine doğru, sabretmenin, şükretmenin yüceliğinden dem
vurdular, aguantar la vara como venga*. Arada bir tadına bakılan
yemekler hakkındaki yorumlar ve övgülerle, sürekli şapırtı sesleriyle
yaldızlanan dingin, barışçıl bir muhabbet. Her şey ılımlı, mütevazı ve
yumuşaktı, ta ki beklenmedik bir müdahale havada
* Boğa güreşlerinde kullanılan bir terim: kılıç nereden gelirse gelsin
dayanmak.
147
asılı duran bu tülümsü nezaket perdesini tutup alaşağı edene kadar.
"Kusura bakmayın ama ben buna karşı çıkıyorum. Bana sorarsanız gayet
ince bir çizgi var ve onu geçince konuştuklarınızın hepsi saf, basit
kadercilikte son buluyor!"
Yine siyah-elbiseli siyah-yelekli kızdı. Çeçuan Usulü Tofu'dan sinirli
sinirli bir ısırık alıp, çiğnerken malzemeleri arasında et
olabileceğinden şüpheleniyormuş gibi kaşlarını çatarak içine baktı.
Şüphesinden kurtulmuş olmalı ki lokmasını yutup herkesin gözlerinin
içine bakarak konuşmaya başladı:
"Meksika'nın serbest ticaret bölgelerinde parça başı iş yapılan emek
yoğun imalathaneler bu kadar kolay kurulabiliyorsa bunun tek nedeni
orada emeğin ucuz olması değil, sizin bahsettiğiniz aguan-tar ya da
sabır. Meksikalı, Filipinli, Salvadorlu kadınlarla çocuklar hem daha
kolay sömüriilebildikleri, hem de daha marifetli, minik parmaklara
sahip oldukları için tutuluyorlar. Günde sadece on dakikalık iki
tuvalet molasıyla 14 saat çalıştırılıyorlar, Avrupa, Japonya ve
Ortadoğu'daki burjuva tüketiciler daha büyük bir çeşitlilikte Nike'lar
alabilsin diye. Bunun en üzücü, en kahredici yanı ne biliyor musunuz?
Bu fabrika işçilerinin çoğu söınürüldükleri için minnettar. Üzücü olan
bu işte! Minnettarlıkla katlanıyorlar. Onlara ne olursa olsun minnettar
olmayı, her haksızlığa katlanmayı öğreten koca bir düşünce ve inanç
sistemi var. O Nike'lar o kadar düşük fiyata o kadar büyük ıstıraplarla
üretilebiliyorsa bunun nedeni kültürlerara-sı kaderci öğretiler...
aguantar ya da sabır... her ne haltsaü!" Derin sessizlik. Şaşkın
sessizlik. Derin ve şaşkın sessizlik. "Kuzu eti nasıl Abed? İyi mi?"
İyiydi iyi olmasına, birinin Mutlu Mutlu Kuzucuk adını verdiği bu yemek
lezizdi leziz olmasına da onu bahane ederek Alegre'nin doğum günü
partisini kurtarma teşebbüsü bile yetmedi Abed'i yatıştırmaya: "Peki
sen ne öneriyorsun bize?"
"Bilmiyorum," dedi beriki. "Başlangıç olarak isimlerimizi değiştirmeye
ne dersiniz?"
Alegre çubuklarıyla tombul bir mahun cevizini daha tabağın bir
tarafından öbür tarafına taşırken içini çekti. Debra Ellen
148
Thompson, Gail'e masadaki kimsenin fark etmediği ters, şifreli bir
bakış fırlattı. Bu esnada iki masa ötedeki kahverengi saçlı, eskidençocuk-
yıldız olup da şimdi-emlakçılık-yapan kadın, tam nefret ettiği
gerdanını saklamak için en iyi açıyı ararken başını eğdiği sırada bu
bakışı gördü, duraladı, hemen ardından kendinden emin, yüksek sesle:
"evet!" dedi. Kadın refleksle az önce yakaladığı buz gibi bakışın
hedefine bakmış, orada bula bula siyah saçlı bir kız bulmuştu, başında
da kaşığa benzeyen bir... şey... bir kaşık vardı. Kapıldığı şaşkınlık
yüzünden gözlerini bu acayip insanlarla dolu acayip masadan koparması
üç, belki beş ya da sekiz saniye sürmüş, sonra karşısında oturan ve
yaptığı evlenme teklifine cevap vermekte böyle beklenmedik bir biçimde
gecikmesini gizli bir tereddüte yoran adamın endişeli yüzüne dönmüştü.
"İsimlerimizi değiştirmemizi mi istiyorsun?" diye sordu Piyu nağmeli
bir sesle.
"Evet isimlerimizi, yani metaforik olarak. Doğduğun kişi olmaktan gurur
duymak yerine gururlanmamak kimliğinden, tutup başka biri olmak."
Ani bir emir almış gibi Alegre cevizlerle oynamayı bırakıp önce birini,
sonra ötekini, sonra hepsini, derken teker teker bütün karidesleri yedi
ve korkutucu ölçüde hızlı değil, öyle fazla aheste de değil ama
neredeyse robot gibi bütün İmparatoriçe Gunne'yi başladı mideye
indirmeye.
"Bu şeye benziyor... yani Meksikalı olarak doğmuşsan bir yıl Arap gibi
yaşamaya çalış, ertesi sene başka bir şey gibi, 'Öteki' lerden öteki
beğen. Adını, kimliğini değiştir. Adın, kimliğin olmasın. Ancak
kendimizi bize verilen kimliklerle özdeşleştirmeyi bırakırsak, ancak
bunu başarabilirsek her türlü ırkçılığı, cinsiyetçiliği,
milliyetçiliği, köktenciliği ve insanlar arasına sınırlar koyarak bizi
farklı sürülere, altsürülere bölen her şeyi saf dışı edebiliriz."
"Senin için bunu söylemek kolay," diye homurdandı Abed. "Sürekli
ayrımcılıkla mücadele etmek zorunda olan sen değilsin. Casablanca'yi
seyrettin mi? Humphrey Bogart müthiş etkileyici bir aktör! Ama o filmde
Faslılar hakkında ne dediklerini biliyor mu-
149
sun? Şu yürüyen çarşaflar.A Sömürgecilerin gözünde benim atalarım bu
işte. Yürüyen çarşaflar! Ben de çoğunluğa göre hâlâ buyum! Bunu unutup
adımı değiştirmemi nasıl beklersin?"
Bunu takip eden sessizlikte Alegre izin istedi ve hızlı, işini bilir,
kaygan adımlarla, başka müşterilerin neler yediğine bakarak masaların
arasından çaprazlama geçip aşağıdaki tuvalete yöneldi.
"Abed haklı," diye bağırdı Piyu tüyleri diken diken olmuş vaziyette,
çünkü birden dişlerinin kamaştığını hissetmiş ve tabağında-ki hem
kemiksiz, hem de içinde o çirkin sarı bambu filizleri bulunmayan
Müessesenin Özel Ördeği'ni ihtiyatla incelemişti. "Dahası ben insan
olarak zaman zaman yaşamak zorunda kaldığımız bütün o ıstırabın bir
sebebi olduğuna samimiyetle inanıyorum. Bazen Tanrı böyle zorluklarla
inancımızı sınar. Sebepsiz sıkıntı yoktur."
"Yapma ya, kim sınanmak ister? Ben istemem!" diye gakladı Gail, yüzü
dilinden daha keskin parlayarak. "Bana kalsa, bana ne kadar ihtiyacı
olduğunu O'na hatırlatmayı tercih ederim. Tıpkı Ril-ke'nin yazdığı
gibi: Ben ölünce ne yapacaksın Tanrım? Beni kaybetmekle kaybedeceksin
anlamını. İster Tanrı, ister milliyet, ister falanca din olsun... en
önemli bulduğun şey her neyse ona şöyle demelisin: Ben -yani
milyonlarca küçücük karınca arasındaki bu küçücük karınca- öldüğümde,
bensiz ne yapacaksın?"
Tuvalette Alegre, ellerini yıkayan kahverengi saçlı halinden memnun
görünüşlü hanıma yumurta şeklindeki bir ayna üzerinden mahcup mahcup
gülümsedi, bir an onu daha önce gördüğü hissine kapıldı ama nerede
gördüğünü çıkaramadı, havadaki yoğun, ağdalı hindistancevizi kokusunu
içine çekti ve koku kadından mı yoksa tuvalet parfümünden mi geliyor
merak etti, en uzak tuvaleti seçip kapıyı kapadı, klozetin üzerine
eğilip kadının çıktığını duyana kadar o vaziyette bekledi, sonra elini
gırtlağına soktu. Bulantı çabucak geldi, her zamanki gibi. İlk kusmuk
dalgası geldiğinde sesi bastırmak için sifonu çekti. Kusarken, yüzü
ondan bağımsız ağlıyormuş gibi gözleri yaşardı. Yaptığı şey yüzünden en
ufak bir endişe, bir üzüntü hissetmiyordu. Hissettiği bir şey varsa o
da dipsiz bir uyuşmaydı.
"Ama ben de tam buna karşı çıkıyorum," diye çınladı Abed'in
-
aysyzgije
12 years ago
- 150
sesi. "Bak Gail, geçmişte bir sürü mutasavvıf buna benzer şeyler
söylemiştir. Kulağa radikal, hatta zındıkça gelen şeyler çıkmıştır
ağızlarından. Ama onlar ne radikaldiler ne de zındık. Hakiki inanç
sahibi insanlardı."
İkinci dalga daha güçlü, birinciden daha kabarıktı, midesine ağırlık
yapan, ruhuna eza eden bütün yükü dışarı çıkardı. O pembe bulamaç
çıktığında, zaman geriye alınmış, bir yük atılmış, Alegre ferahlamıştı.
İmparatoriçe Gıırme'nin bedeninden atıldıktan sonra aldığı soluk renge
bakakaldı. Tropik adalar gibi kokan o tuvalette kıpırdamadan, sesini
çıkarmadan dururken eline şu ev dekorasyonu broşürlerinden biri geçse,
klozetin dibinde baktığı bu özel rengin 52-E olduğunu görecekti, adı da
şuydu: Kızımız Oldu!
"... o radikal konuşmaları yapan onların ağızlan değil, söylediklerini
yanlış işiten kulaklardı. Toplumun kulakları. Batıni kelamlar kendi
düşünce sistemleri içinde anlaşılmalıdır. Sözlerini düz anlamlarıyla
almak büyük hata olur. Sadece Kiril alfabesi bildiğin halde Çince bir
metin okumaya benzer. Çince metinleri okuyabilmek için Çin alfabesi
bilmelisin. Her mesajda iki anlam bulabilirsin: bir dış anlam, bir de
iç anlam. Sufiler daima iç anlamın dilini konuşurlardı. O sözleri
söylediklerinde bambaşka bir ruh hali içindeydiler. Tanrı'ya duydukları
sevgiyle coşmuş, derin düşüncelere dalmış, kendilerinden geçmiş, transa
girmişlerdi."
"Sarı mantardan olmalı!" diye atıldı Ömer. "Herhalde halüsi-nasyon
gördüren, LSD ya da meskalin gibi bir şey çekmişlerdir!"
"Ne ne ne?" Abed baskı altında daima yaptığı gibi çenesindeki gamzeyi
kaşıyarak, Müslüman biraderine dehşetle baktı.
Alegre üçüncü bir dalga için. parmağını tekrar bastırdı ama bu sefer
sadece acı su geldi. Tuvalet kâğıdından bir parça koparıp klozet
kapağına saçılmış pembemsi lekeleri dikkatle temizledi ve tekrar sifonu
çekti. Su delikten boşaldığında her şeyi alıp götürmüş, geride hiç iz
kalmamıştı.
"LSD," dedi Ömer ona cevaben. "Lizerjik asit dietilamidin'in
kısaltması, beynin bir bölümünü fazlasıyla uyararak, tepkilerini
çarpıtan..."
151
"LSD'nin ne olduğunu biliyorum, mankafa! Muhterem Sufileri senin
kıytırık esrarkeşlerinle nasıl karıştırırsın?"
"İyi de semptomlar aynı," dedi Ömer omuzlanın silkerek. "Ha-lüsinasyon
gördüren madde alanlar nesneleri olağanüstü parlak, güzel ve farklı
boyutta görürler. Algının kapıları açılır. Yeni bir şey değil. Eski bir
teknik. Ben bunda bir kötülük görmüyorum."
"Ama ben görüyorum," dedi Abed ters ters. "O dervişler bilge adamlardı,
dünyevi arzularını bastırmak ve batini bilgilere ulaşmak için seneler
verdiler. Bu dünyayla alakalan yoktu, hele maddi sunu-larıyla hiç. Sen
de karşıma geçmiş onların hipiler gibi esrar mesrar içip, güneşe uzanıp
hayaller gördüğünü söylüyorsun! Madem öyle uyuşturucuya yetecek parası
olan herkes sufi olabilir!"
"Herkes olamaz elbette," dedi Ömer düşünceli düşünceli. "Mesele doğru
insanlarla doğru uyuşturucuları buluşturabilmekte."
"Ah! Tam zamanı..." Alegre'nin geldiğini gören Piyu'nun yanakları
kızardı, gözleri parladı. Belli ki kız arkadaşının Gail ile Abed, Abed
ile Ömer arasında bir tampon bölge kurup, bu doğum günü yemeği
yıkıntısından hiç olmazsa arta kalanları kurtarmasını umuyordu. "Tam
tatlı zamanında geldin! Kimse şöyle güzel bir tatlı istemiyor mu?"
"Ben isterim," dedi Alegre sevinçle.
Midesinde pineklemekte olan kalorilerin toplamı sıfıra düştüğünden
yeniden yemeye başlayabilir, her istediğini, hatta isterse bin kalori
olsun listedeki en ağır tatlıları bile yiyebilirdi. Zira blu-mialı,
Sıfırın bitimsiz özgürlüğünün hikmetine varan kişidir, hem rakamlar
arasında hiç de sıradan bir rakam değildir Sıfır. Aslında Sıfırın sayı
olup olmadığı da şüphelidir, başka bir küreye açılan esrarlı bir kapı,
başka bir küre olmasa da başka bir ekosistem, daha yüksek bir bilinç,
her şeyin mümkün olduğu, hiçbir şeyin dönüşsüzce kaybedilmediği,
sonların, dolayısıyla başlangıçların da olmadığı bir öte diyar.
Blumialıların günümüzde bildikleri ve tecrübe ettiklerini Eski
Babilliler de bilir ve tecrübe etmekten bilgece kaçınırlardı.
Yazılarında ya da hesaplarında sıfır sayısını kullanmamaları rastlantı
değil. Zaten denilebilir ki Birinci Babil Hanedanından son-
152
ra dünya yaşanması daha zor bir yer .halini aldı.
"Burnunu mu pudraladın Alegre? Kızların tuvalette nasıl bu kadar uzun
kalabildiğini anlamıyorum..."
Piyu komik bir şeyler söylemenin devam etmekte olan dalaştan kestirme
bir çıkış sağlayacağını ummuş olmalıydı ama son sözlerinin Debra Ellen
Thompson'ın yüzündeki etkisini görünce lafını hemen yarıda kesip menüde
bütün acılıkları giderebilecek bir tatlı aramaya başladı.
Ne var ki Çin lokantası tatlı açısından pek zengin bir yer değildir,
ÇinJapon lokantası bile olsa. Menüyü inceledikten, garsona başka bir
seçenek (pasta?) olup olmadığını sorduktan ve mutfağa tecavüz edip özel
bir şey yapabilir mi diye ahçıya sorduktan (ama bugün kız arkadaşımın
doğum günü!) sonra Piyu sadece üç top erimek üzre Yeşil Çay Dondurması
bulabilecekti.
"Ne kadar güzel," dedi Alegre cıvıl cıvıl, Piyu seferinden hüsranla
döndükten sonra.
Sağ elinde Abed'le Ömer'den aldığı ortak hediyeyi tutuyordu, altın bir
zincirin ucunda incili bir haç. Piyu, bir hipnoz buğusu içinden
sallanan kolyeye bakarken, suçluluk, öfke ve elem de dahil pek çok
duygu hissetti. Erkek arkadaşı olarak Alegre'ye bunu aşacak bir hediye
almadığı için suçluluk duymuştu. Kendisine bundan hiç bahsetmedikleri
için ev arkadaşlarına öfkelenmişti. Elini cebine atıp, ne kadar esip
yağsa da bunun ihtişamını gölgeleyemeyecek, paketlenmiş karküresini
yoklayınca da elem duymuştu.
Dondurma fena sayılmazdı ama Piyu artık Alegre'ye doğru düzgün bir
doğum günü tatlısı temin etmekle ilgilenmiyordu. Dünya üzerindeki
kaşları piercingli tek Çinli garson hesabı istenir istenmez getirerek
onları birbirlerine daha fazla katlanmaktan kurtardı.
Lokantadan çıkmadan önce Alegre tekrar tuvalete gitmek için izin
istedi.
153
Zıt Anlamlısı "Normal"
"Kelime Gail," dedi Piyu alayla, elinde süpürge, kahvaltı masasının
altındaki kırıntıları avlayarak.
"Kibirli/kendini beğenmiş/kaba/küçümser... K'yle başlayan bütün bu
kelimelerle eş anlamlı," dedi Ömer şiir okur gibi. "Benim örnek cümlem:
öteki kız için K'yle başlayan daha başka şeyler de söylenebilir. Etobur
hayat tarzının bir parçası olduğu için yapay et bile yemediğini
söyleyerek böbürlenişini duydunuz mu?"
"Zıt anlamlısını söylüyorum: normal" dedi Abed. "Benim örnek cümlem şu:
Alegre gibi normal bir kız bu zirzopları nereden bulmuş?"
Hep beraber kıkırdayarak yeni puanlarını eklemek için buzdolabına
yöneldiler. Sayı tabelası orada, mor dinozor mıknatısının altında
duruyordu, telefon faturalarının, Joe'nun telefonla ısmarlanan
menusunun, indirim kuponlarının, Ananas Soslu Glase Biftek tarifinin
(Aiegre'ııin), çarpık, sarhoş bir suratın (Ömer'in sızıp kaldığı
zamanlardan birinde çekilmiş bir fotoğraf — alkolün bedeni ve ruhu
üzerindeki zararlı etkilerini kanıtlamak için Piyu tarafından
çekilmiş), bir L. A. punk grubunun Ömer'in odasında Abed tarafından
bulunmuş indirimli albüm kapağının (üzerinde çıplak Polaroid bir
fotoğrafını gönderen herkese %15 indirim yapılacağı yazdığı için Abed
ortalığı şamataya vermişti), bir Starbucks kuponunun (Ömer in), tepeden
tırnağa banyo köpüklerine bulanmış Arroz'un şaşkın bir fotoğrafının,
paltıcan morunun "Kalıcı" diye adlandırıldığı mor tonlarında bir renk
cetvel inin, "Hispanikler Söyledikleri Kadar İyi Âşıklar mı?" başlıklı
bir makalenin (herkesin Piyu'ya, Piyu'nun da Aleg-re'ye ait olduğunu
düşündüğü makalenin kökeni belirsizdi) yanında.
154
Sayılan kaydederlerken Abed yeni bir esprinin eşiğinde gibiydi ama
hemen kendini tuttu. Alegre, rengi her zamankinden solgun içeri
girmişti.
"Çocuklar, dışarısı acayip soğuk," dedi neredeyse bağırarak, bir elinde
küçük bir kutu, öbür elinde bir zarf vardı. Birinciyi Piyu'ya, ikinciyi
Abed'e verdi: "Sabah haberleri! Posta kutunuzu daha sık kontrol
etmelisiniz."
Piyu kutuyu açtığında mutfağı kuvvetli bir koku kapladı. Sarımsaklı
ekmek kokusu kahve kokusunu bir hamlede yutarak Ömer'in keyfini
kaçırdı.
"Sen de kakao iç," dedi Alegre kokuların savaşını fark ederek.
"Evet, haklı. Şu çamuru içmeyi bırak, seni asabileştiriyor," dedi Abed
ya da Piyu, onu nane çayı ya da sıcak kakao içmeye davet ederek.
Ömer azizlere has bir havayla, bu ölümcül günah için hepsini
affediyormuş gibi gülümsedi.
"Büroya yetişmem lazım. Dün için teşekkür etmeye geldim." Alegre,
Piyu'ya dönmeden önce düşünceli düşünceli sıska, solgun göğsünde asılı
duran incili haçı okşadı. "Onlara partiden sonra aklımıza gelen fikri
söyledin mi?"
Piyu, Arroz'un ilgisini kendi üzerine, karşı tezgâha, sarımsaklı ekmek
dışında herhangi bir şeye çekmek için ellerini çırparken boş boş baktı.
Yüzündeki bakış, bu fikir her neyse, onların değil Aleg-re'nin aklına
geldiğini ima ediyordu alttan alta ama Ömer'le Abed bu ayrıntıyı fark
etmemiş gibi yaptılar.
"Piyu'yla ben evde bir Cadılar Bayramı partisi vermenin hepimize iyi
geleceğini düşündük. Ne dersiniz?"
Ömer başını kaşıyarak.omuzlarını silkti, ağzı sarımsaklı ekmek dolu
olan Abed gırtlağından bir homurtu çıkardı. "Güzel!" Alegre bu iki
hareketi de onaylama şeklinde yorumlayarak, teşekkür edercesine
gülümsedi. "Madem öyle ne kıyafet giyeceğinizi düşünmeye başlayın!"
"Abed, hani geçen gün anlatmıştın ya, Faslılara 'yürüyen çarşaf
denmesini kınayan bir kostüm giymeye ne dersin?" dedi Ömer bir-
155
aen neşelenerek.
"Nasıl yani? Yürüyen yastık mı olayım?" diye homurdandı Abed, henüz
okumaya başladığı mektuptaki bir cümle gözüne ta-kılmasaydı daha da
homurdanacaktı. Gözlerini o satır üzerine sabit-leyip, kırık bir sesle
mırıldandı: "Annemden geliyor. Beni görmek istiyormuş."
"Ay yapma gitmek zorunda mısın?" diye sordu Alegre, sanki yürüyen
yastık fikri pek hoşuna gitmişti de bu kadar çabuk yürüyüp gitmesine
şaşıyordu.
"Hayır, o gelecekmiş." Abed koyu gözleri endişeyle bulutlanmış
vaziyette başını kaldırdı. "Geliyor!"
"Ne güzel haber, öyle değil mi?" dedi birisi yüksek sesle.
"Tabii..." dedi Abed ama yüzü gözle görülür ölçüde buluşmuştu.
"Mesele... nasıl geleceği. Hayatında hiç... hiç uçağa binmedi. Amerika
hakkında en ufak bir fikri bile yok."
"Olsun, gelince öğrenir, neden endişeleniyorsun ki?" dedi Piyu aynı
anda hem arkadaşını teskin etmeye, hem köpeğini kontrol etmeye, hem de
sarımsaklı ekmek yemeye çalışıp her birinde başarısız olarak.
Ama Abed artık onu işitmiyordu. Konuşmuyordu. Nefes almıyordu.
Gamzesiyle birlikte çenesini yukarı kaldırarak, düşmana esir düştüğü
halde gururunu yitirrnemiş bir asker gibi başı dik, uygun adım yürümeye
başladı, sonra yürümeyi bırakıp koşuya geçti. Gene burnu akmaya
başlamıştı. Ömer onun nereye gittiğinin ve bunun olası sonuçlarının
farkına varamadan Abed çoktan yukarı çıkıp dosdoğru banyoya atılmış
ancak kilitli kapı tarafından püskürtül-müştü bile. O orada şaşkın
şaşkın dikilirken kapı ardına kadar açıldı ve gördüğü en parlak kömür
karası gözlere ve en geniş gülümsemeye sahip genç, uzun boylu, siyahi
bir kız dışarı çıktı.
Mahcup mahcup gülerek "Kusura bakma, banyoda ben vardım," dedi
cerbezeli bir sesle. "Adım Vinessa. Sen de... Abdül olmalısın?"
Abed dramatik bir biçimde başını çevirdi ama banyo kapısında bakacak
öyle fazla bir yer olmadığından bir-iki saniye içinde tekrar
156
kıza bakmak zorunda kaldı. "Doğrusu Abed," diye düzeltti, burnunu çeke
çeke harfleri tek tek sıraladı.
Nihayet kendini banyoya atan Abed'in burun kaygısı-sonrası sükûnetinde
zihnini üç düşünce işgal etti. Birincisi kızın adı Vinessa mıydı yoksa
Vanessa mı? İkincisi Lynn'e ne olmuştu, daha diş fırçası hurdaydı!
Üçüncüsü... Zehra geliyordu!
Burnu tekrar akmaya başladı.
"Zavallı Arroz'u tek başına bırakmamalıydık. Nasıl melül melül
bakıyordu görmedin mi? Pobrecitol" diye mızıldandı Piyu.
"Ama yanımıza alsaydık da girişte bırakmamız gerekecekti," dedi Alegre,
neredeyse iç çeker gibi nefesini bırakarak.
"Biliyorum, biliyorum!" dedi Piyu şikâyetçi bir sesle.
Söyleyemediği bir şey varsa o da kendisine köpekle eşit muamele talep
ettiğiydi. Hastane kapısında onun içeri girmesini kesinlikle yasaklayan
bir yazı hayal etti: Ni perros o piyus!* Böyle bir tabela olsa bu
bahanenin rahatlatıcı meşruiyetine sığınıp, Alegre'nin hasta ziyareti
yapmasını mutlu mutlu dışarıda beklerdi. Ama fırsat eşitliği gerçek
hayatta olduğu gibi gündüz düşlerinde de pek akla yatkın değildi.
Kendini ne kadar zorlarsa zorlasın gözünün önüne getirebildiği yegâne
görüntü, Arroz'un içeri alınmak için yalvararak küskün küskün ona
baktığı, Piyu'nun da dışarıda kalabilmek için yalvararak küskün küskün
Arroz'a baktığı, her ikisinin de birbirinin yerinde olmayı arzuladığı
bir "hastane sahnesiydi".
"Önce çiçekçiye gidelim. La Tia Piedad geçen seferki şarabi güllen çok
sevmişti."
"Alegre por favor, işleri zorlaştırma," diye mızıldandı Piyu, son
hastane ziyaretinin bezdirici anılarını birden hatırlayarak, bu anılar
şarabi güllerden ziyade batıcı dikenlere dairdi - mesela çi-
* Ne köpekler ne Piyular girebilir!
157
çeklerin fiyatı ve devasa bir buketi taşımanın verdiği utanç duygusu
vs.
"Neden sevimli ve basit bir şey almıyoruz? Neden bu kadar... bu
kadar...?"
Hem öfkesini ifade etmesini sağlayacak hem de kulağa öfkeli gelmeyecek
o bol-yetenekli kelimeyi, doğru kelimeyi bir bulabilseydi. Alegre'yi
sırtını acıtmadan yere yıkacak kelimeyi. "Gösterişli" biraz çirkin
kaçacaktı, "züppece" daha da beterdi, "havalı" ise yeterince sert
değildi. "Aşırı cömert" kelimesine bir şans tanımaya karar verdi ve
bağırdı: "İyi de bu kadar aşın cömert olmak zorunda mı?"
"Cimrilik etme," dedi Alegre, küçük bir çocuğu susturur gibi sabırla
başını sallayarak. "Tabii ki la Tia Piedad için üç beş kuruş
ayırabiliriz! Amma eli sıkısın!"
Piyu başka bir itirazda bulunmadı. "Aşın cömert" hedefi ıskalamıştı.
Kavga etmediler. Aslında hiç kavga etmezlerdi. Ne bugün, ne en kötü
anlarında, ne de çıkmaya başladıklarından beri bir kez olsun kavga
etmişlerdi. Bunca zamandan sonra Piyu, Alegre'nin ne onunla ne de bir
başkasıyla asla doğrudan çatışmaya girmeyeceğine iyice ikna olmuştu.
Hayal kırıklığını ya da kırgınlığını ifade etmek için alternatif
yöntemler geliştirmiş gibiydi. Çorbayı normalden daha sıcak sunmak,
kakaoya gereğinden fazla şeker koymak, musluğu sızdırır vaziyette
bırakmak, yatağı yapmamak, bir mobilyayı yerinden alıp başka bir yere
koymak... Alegre duygularını dile getirmek için gayet incelikli bir
modus operandi icat etmişti. Las tias'a has bir vekalet lehçesi.
Alegre'nin todas las tias'la, yani hepsiyle ilişkisi, Piyu'ı un
görebildiği kadarıyla, Yin-Yang şeklini andırıyordu, ama burada siyah
yarının adı Yin değil, "sen bizim gibi değilsin, bizimkinden daha iyi
bir geleceğin olacak"; beyaz yarının adıysa Yang değil "sen onlar gibi
değilsin, bizden biri olduğunu, köklerini unutma"ydı. Buna karşılık
Alegre'nin çifte inzivası, dairenin iki yarısın n içindeki farklı
renkli noktalara benzetilebilirdi. Bu yüzden de zamanının ya-
158
nsını las tias'ı onlar gibi olmasının beklenemeyeceğine çünkü özde
farklı olduğuna ikna etmekle, zamanının diğer yarısınıysa onlardan çok
farklı olmasının beklenemeyeceğini çünkü özde onlar gibi olduğuna
iknaya çalışmakla geçiriyordu.
Her şeyden önce dili farklıydı. Meksika'ya gitmemişti - hayatında bir
kere bile. İspanyolcası zayıf olmasa da kendini İngilizce konuşurken
daha rahat hissederdi ve hem Arroz hem de Piyu'yla İs-pan-gilizcenin
otantik bir versiyonunu konuşurdu. Yine de Alegre'nin las tias'la aynı
dili konuştuğu çok bariz bir alan vardı. Nazar dili onun da anadiliydi.
Teyzeler konuşmuyor değillerdi. Konuşurlardı elbet. Ama con-versando,
charlando, chiflando, platicando, lıablando, murmuran-do, turuquiando,
chinchorreando yaparken bile nazar dilini bırakmazlardı. Hayatları
boyunca birbirlerine en alengirli mesajları bu lehçe üzerinden
göndermişlerdi. Yabancılar arasında hiç sesleri duyulmadan, tek kelime
etmeden konuşabilirdi las tias. Konuşmaları dillendirmeye gerek yoktu.
Titiz cümleler inşa etmeye gerek yoktu. Bu gereksiz ayrıntıların
ağırlığını çekmeye ne lüzum vardı? Tam anlamlarını, olası
göndermelerini açıklığa kavuşturmak için ne kadar uğraşırsan uğraş
daima esas hedeflediğinden çok daha azını anlatan bir kelime çığının
baskısı altında zihni felç etmenin ne âlemi vardı ki? Dolayısıyla las
tias, hem İngilizce hem de İspanyolca kelimelerin yerine, sadece
kelimeler de değil pöfürtüler, kıkırtılar, kahkahalar da dahil seslerin
yerine, bir dizi göz hareketi koymuşlardı; göz şekilden şekle giriyor,
kırpılıyor, açılıyor, kısılıyordu. Verilen mesajın içeriğine bağlı
olarak Nazarın, uzatmalı bakışlar ya da kaçamak göz gezdirmeler
girdabında tekrar tekrar döndüğü görsel bir jimnastikti bu.
İşte Piyu'nun fazlasıyla kafa karıştırıcı bulduğu bu dolaylı dil ve
onun bitmeyen lehçeleriydi. Ruhunun derinliklerinde Piyu çok istiyordu
Alegre'nin biraz daha... biraz daha kadınsı olmasını... kadınsı
kadınların daima yaptıkları gibi ağlamasını, dırdır etmesini, kusur
bulmasını, vıdı vıdı yapmasını. Çorbanın sıcaklığından, yatağın
üzerinde açık bırakılmış bir kitabın satırları arasından ya da
159
enchiladas'm tuzundan Alegre'nin şifrelerini çözmek sinir bozucuydu.
Son zamanlarda Piyu her seferinde la Tia Piedad'a aldıkları çiçeklerden
şüphelenmeye başlamıştı; asla takip edemediği bu dolambaçlı dile dahil
miydi renkleri (neden şarabi?) ya da türleri (neden gül?).
Her zamanki gibi bu sefer de ifrata kaçan bir debdebesi, gösterişli bir
nezaketi ve can sıkıcı bir yavaşlığı vardı çiçekçi kadının. Güllerle
dekoratif yapraklar arasında balerin adımlarıyla süzülüyor, sanki bir
hafta sonra ölecek bir tomar bitki değil de sonsuzluğa yeminli antik
papirüslermiş gibi her birinden on ikişer taneyi muazzam bir zarafetle
seçiyordu. Elindeki makas havada daireler çizdikçe Piyu bayılacak gibi
oldu. Bir çiçekçide bu keskin aletlerin işi neydi? Makaslar, bıçaklar,
falçatalar, çakılar... cephanelik gibi. Dışarı kaçıp orada bekledi.
Tekrar yola koyulduklarında Alegre mutlu görünüyordu, büyük bölümü
aşırı cömert bir buketin ardında gizlenmiş olan Piyu'nun yüzünden ise
pek bir şeyanlaşılmıyordu. Buketin üzerindeki kartta bir not vardı: "A
la nıejor tia en el mundo!"*
La Tia Piedad bir gün önce hastaneye kaldırılmıştı. "Sabahtan beri
sırtı ağrıyordu, çok fena!" diye bilgilendirmişti Alegre kıs ot-ras
tias'ı telefonda. Piyu'nun odasından her birini teker teker aramış, her
seferinde tamı tamına aynı kelimeleri söylediği ve görünüşe göre
karşılığında aynı yorumlan aldığı halde hiç azalmayan bir coşkuyla
tekrar tekrar anlatmıştı hadiseyi. Söylediklerine bakılırsa bir gün
önce yemek masasında her şey normal görünüyordu. La Tia Piedad yaptığı
yeşil bezelye çorbası yüzünden en genç hizmetçiyi azarlamış,
tenceredeki bulamacı yenebilir bir şeye dönüştürmek için mutfağa
gitmiş, masadaki misafirlerden o dönene kadar yemek yememelerini
istemiş ama sonra bir türlü geri dönmemişti.
En genç hizmetçi mutlağa tekrar girecek cesareti topladığında, çorbayı
yeşil bir esrimeyle ocağın üzerinde fokurdar, la Tia Piedad'ı da elinde
tahta kaşık, yerde yatar vaziyette bulmuştu. La Tia Piedad
* "Dünyanın en iyi teyzesine!"
160
hemen hastaneye, dünya üzerinde güvendiği tek doktora götürülmüştü:
Ricardo Aguilera'ya. Büyük büyük teyzenin Ricardo Agu-ilera-cıhğınm
sebebi onun ülke çapında başarılı bir doktor olarak nam salmış oluşu,
yarı Meksikahlığı ("yarı man değil! Annesi Chi-cana ise, kendisi de
öyle," derdi la Tia Piedad her seferinde) hastalarına karşı iyi
kalpliliği... ama Piyu'ya göre. hepsinden çok o ışıltılı porselen
gülüşüydü.
La Tia Piedad ne zaman hastaneye kaldırılsa ufak değişikliklerle aynı
sahne tekrarlanırdı. Pembemsi (vişne rengi, bordo ya da şarap rengi)
bir gecelikle yatakta otururdu La Tia Piedad, todas las ti-as
(dönüşümlü olarak) at nah şeklinde yatağının etrafına dizilirdi, ağzına
kadar çiçeklerle dolu lüks odada, masanın üzerinde hastaların koruyucu
azizi San Camilo'nun bir tasviri olurdu. La Tia Piedad, Alegre'nin
kapıdan girdiğini görür görmez "donde esta tu Piyu?"* diye bağırırdı.
Bu soruyu bir kez olsun ihmal ettiği görülmemişti. Buna mukabil Alegre
de tek bir kez Piyu'yu yanında götürmeyi ihmal etmemişti, hastanelerin
sivri şeylerle dolu olduğunu bile bile.
"Merak etme. Uzun sürmeyecek, söz." Binaya yaklaşırlarken Alegre onu
yüreklendirmek için güldü. "La üa'yı bilirsin. Hep aynı hengame, daha
hepimiz hastaneye ziyarete gidemeden düzeliverir. Bazen kasten
yaptığını düşünüyorum, hepimiz onun gücüne boyun eğelim diye, pişmiş
tavuktan beter edene kadar."
Piyu hafiften titreyerek başını salladı. Alegre'nin söz dağarcığının
büyük kısmını, doğrudan yemek kitaplan ve tariflerden alınmış
gastronomik sözlerin oluşturduğunu öğrenmişti artık. İnsan ilişkilerini
baharatlar, tatlar ve pişirme usulleri ile anlatıp anlamlandırdığı
kendine has bir jargonu vardı. Keza ona göre aşk da dilimlenip ince
ince doğranabilir, çözülene kadar karıştırılıp pembeleşene kadar
kavrulabilir, düşük ısıda fırınlanıp kemikleri çıkanlabilir, kremalı
sosa bulanıp terbiye edilebilir, haşlanıp soğumaya bırakılabilir, içi
yumuşak şeylerle doldurulup isteğe göre fazladan şekerle servis
edilebilirdi.
* "Senin Piyu nerede?"
161
Park yerinde sakin sakin puro içen el Tio Ramon'u gördüler. Uykulu
yüzüyle selam verdi. "İyi iyi bir şeyi yok. Merak etmeyin," diye
geveledi sıkıntılı bir sesle.
Piyu her zamanki gibi onunla göz göze gelmemeye çalıştı ve her zamanki
gibi başarısız oldu. Aralarında tuhaf bir şey vardı; bir küsur yıldır
süren soyut, muğlak bir gerilim. El Tio Ramon'la ne zaman göz göze
gelse, orada gördüğü delici ışıltıyı alaydan başka bir şey olarak
yorumlayamıyordu Piyu. El Tio Ramon'un onunla ya da onda gördüğü bir
şeyle, belki de kendi yansımasıyla, sessizce, alttan alta, amansızca
dalga geçtiğini düşünmeden edemiyordu. "Bir zamanlar bambaşka bir
adamdım, bu çılgın aileye girdikten sonra böyle mülayim bir el Tio olup
çıktım," diyordu sanki.
Mesaj gerçekten buysa, Piyu bunun ima ettiği şeyleri üstüne alıyordu
doğrusu. Bu gibi zamanlarda kendini zorlayarak bir karşı mesaj
düşünürdü. Asla el Tio Ramon gibi olmayacak, kişiliğinden
vazgeçmeyecekti, ne de bağımsızlığından, sonra...
"Hadi Piyu, gidelim, vamonos!"
El Tio Ramon'un yorgun çehresini alaycı bir tebessüm çatlattı. Onu
orada bırakıp içeri girdiler. Altıncı katta bir boydan bir boya odayı
ararlarken, Tanrıya şükür asla topuklu ayakkabı giymediği halde ayak
sesleri boş koridorda yüksek sesle tınlayan Alegre'nin adımlarının
yankısını dinledi Piyu. İki tarafta da duvarlar bel hizasında uçuk
yeşile boyanmıştı. Piyu'da o renk kataloglarından biri olsa bakmakta
olduğu rengin 35-E, Seçilmiş Ülke olduğunu bilecekti. Seçilmiş Ülke'nin
koridorlarında bir yerlerde doğru odayı buldular. Alegre önden girdi.
"Donde esta tu Piyu?"
Piyu başını buketin arkasından çıkarıp herkesi selamladı. Todas las
tias yatağın etrafında yarım daire şeklinde duruyorlardı. Koro halinde
selamına karşılık verdiler ve charlando, chiflando, chinchor-reando
faaliyetlerine devam ettiler. Bu tanıdık ama yine de her zamanki gibi
yabancı şamatanın ortasında Piyu büyük büyük teyzenin sesini işitti:
"Dün gece rüyamda birinin bana seslendiğini duydum. Bu odada açtım
gözlerimi. Sonra çok parlak bir ışığın yatağımın üze-
162
rinde yükseldiğini gördüm. Anladım ki yakında öleceğim. Son nefesimi
vermeden önce porselen takımımı Alegre'ye bırakıyorum!"
Bu açıklamayı herkesi susturan, odadaki her kımıltıyı bastıran
huzursuz, dipsiz bir sessizlik takip etti. Las otras tias alınmış,
Alegre de sevinmiş görünmemeye çalıştılar. Piyu bu vaziyetten
faydalanabileceğini gayet iyi bildiği için yavaştan dışarı süzüldü.
Dışan çıkınca bir dolara sıcak kakao veren bir makine buldu. Etrafta
kimseler yoktu, ne bir hasta, ne bir doktor, ne bir hayat belirtisi.
Acildeki herkes acil bir durum için dışarıya koşmuş gibiydi. Peki bu
katta kimse yoksa etrafa yayılmış bütün o neşterleri ve bıçakları kim
kontrol edecekti? Daha fazla nefes alıp daha az paniklemeye çalıştı.
Daha fazla nefes al, daha az panikle... Neyse ki Alegre tam zamanında
geldi, zira sırayı şaşırmaya başlamıştı: daha az nefes al, daha çok
panikle.
"Vamonos Piyu!" diye cıvıldadı Alegre ağzı kulaklarına vararak.
Dışarıda, park yerinden geçerlerken neyse ki el Tio Ramon ortalıklarda
yoktu.
163
Artakalanlar
Akşam 19:08'de Alegre'yle Piyu metroya binerlerken Ömer metrodan çıktı.
Caddede yürümeye başlar başlamaz içine bir hüzün çöktü. Kederinin
sebebini aramaya başladı, umduğundan fazlasını buldu, Lagwagon Coffee
and Cigarettes ı (Kahve ile Sigara) yedi kere kulaklarına söylerken
arka arkaya beş sigara içti. Prince Sokağı'na dönerken, İstanbul'daki
kuzeni Murat'a çok benzeyen bir adama çarpacaktı neredeyse.
"Ah, kusura bakmayın!" dedi adam, kusura bakılacak bir şey olmadığı
halde. Üst dudağında kıvrılan o komik, şen gülüşü bile Murat'ınkinin
aynıydı. Bu raslantıdan işkillenen Ömer adama dik dik baktı ve ancak o
zaman berikinin saçlarının kuzeninden daha seyrek olduğunu, hatta biriki
yıla kadar iyice kel kalacağını tespit etti. Yaşadığı şehirde ve
inşallah dünyanın başka hiçbir yerinde kuzeninin bir kopyası olmadığına
sevinen Ömer ters bakışını tatlı bir gülüşle telafi etmeye çalıştıysa
da maalesef adam bu sefer de bunu yanlış yorumladı.
Şimdi eskisinden de beter somurtan Ömer, Lagwagon'in yerine Lou Reed
koyup, Stupid Man (Aptal Adam) eşliğinde yürümeye devam etti. İki
dakika otuz bir saniye. Ama şarkıyı ikinci kez dinlemeye başlamadan
önce görmeyeli belki kuzeninin de saçlarının dökülmüş olabileceği geldi
aklına. Muhabbet etmeyi bırakalı bir yıldan fazla olmuştu, son
görüşmelerinin üzerindense en azından beş ay geçmişti. Böyle uzaklaşmış
olmaları çok üzücüydü. Üzücüydü çünkü bir zamanlar her şey çok
farklıydı. Anneleri hem kardeş hem komşu oldukları için birbirlerinin
evinde kendi evlerinden daha fazla vakit geçirirdi, kendileri de aynı
yaşta olduklarından bütün çocuk-
164
Hıklarının birbirine yapışık geçmesi kaçınılmazdı. O zamanlar çok ortak
şeyleri vardı ya da belki ikisi de sadece diğerinin dile getirdiklerini
yankılıyordu. Aynı şeyleri biriktirirlerdi: pul, yabancı paralar ve kız
tokaları. Prensip olarak tokaların satın alınmaması, tanıdıkları
kızların saçlarından araklanması gerekirdi. Koleksiyonun her parçasının
ardında bir kimlik ve bir hikâye olmasının nedeni buydu. Hazinelerini
keşfeden annelerinin aynı anda ve abartıyla olay çıkarıp, koleksiyona
karşı çıkmaları bu projeyi sona erdirse de ortak ilgi alanlarının uzun
listesinden bir şey eksiltmemişti. Aynı meslekleri hayal etmiş (önce
meyhaneci, sonra çocuk doktoru, ardından kadın doktoru, tekrar
meyhaneci), aynı kitapları okumuş (Pal Sokağı Çocukları, Seksen Günde
Devriâlem, Tom Sawyer'in Maceraları), aynı takımı tutmuşlardı
(Fenerbahçe); her söylediklerinde kendilerini tutamayıp güldükleri o
salak küfiire (eğil de karpuz götünü ye!) bayılırlardı, çağrışımları
zihinlerinde biraz bulanık olsa da. Yedikleri içtikleri ayrı gitmez,
ilgilendikleri şeyler, başarıları hatta başarısızlıkları birbirine
benzerdi, üstüne üstlük birbiriyle yakın arkadaş olan kızlarla çıkmaya
başlamış, hatta bir keresinde aynı kıza âşık olmuş, aylar sonra
ikisinin de onunla yattığı ve onun tarafından aldatıldığı ortaya
çıkmış... her neyse, tatsız bir hikâyeydi bu ama o zaman bile
bozuşmamışlardı. Dostlukları bu kadar sağlamdı işte.
Ne var ki ilk belirgin ayrılık bundan kısa bir süre sonra, Ömer' in
yatağının altındaki pomo koleksiyonu annesi tarafından bulunup, ele
geçirilip, ortadan kaldırıldığında ortaya çıkacaktı. Dergiler aslında
kuzeni Murat'a aitti. Ömer bunu annesine söylememişti tabii. Bir
açıklama yapmasına da gerek kalmamıştı zaten. Annesi önce bütün
dergileri imha etmiş, sonra da hiç böyle bir şey olmamış, dolayısıyla
konuşacak bir şey de yokmuş gibi davranmıştı. Anlaşmazlıkları çözmek
konusunda takındığı tutum hep bu olmuştu zaten, azimle inanırsan ortada
mesele olmadığına, inancı gerçeğe dönüştürebilirsin düşüncesi.
Annesinin her türlü pisliği kiri böyle çiçekli yamalı örtülerle
kaplayıp örtmesi, bu ahenkli ikiyüzlülüğü Ömer'in canını sıkardı.
"Sen aklını mı kaçırdın? Hiçbir şey söylemediğine memnun ol-
165
man lazım. Benim annem olsa canıma okurdu. Çok şanslısın!" diye
çıkışmıştı kuzen Murat.
Dostluklarının yüzeyindeki ilk gedik böyle açılmış olmalıydı. Kendi
başına pek bir anlamı olmayan, önemsiz, cılız bir çatlak ama onları
bekleyen kırıkların, kırgınlıkların habercisi. O kopukluk genişleyip
derinleştikçe Ömer, kuzeni Murat'la ancak geçerken istasyonda yan yana
gelmiş iki tren kadar yakın olduklarını, yola çıkış anı geldiğinde zıt
yönlere hareket edeceklerini fark etmişti.
İkisi de üniversite sınavlarında çok yüksek puan alarak en çok
istedikleri bölüme (ODTÜ Endüstri Mühendisliği) girdikleri haberini
aldıklarına, anneleri sevinçten ağlamıştı. Ankara'da oğlanlar için
küçük ama rahat bir ev tutulmuş, birbirlerine göz kulak olacakları
düşünülmüştü. Çocuklar yola çıkmadan, aileleri dört sene sonra
mezuniyetlerinde ortak müthiş bir kutlama yapmaya söz vermişti. Ancak
bunun imkânsızlığı çok geçmeden kendini gösterecekti. Müstakbel
endüstri mühendisleri olarak ilk iki dönemlerinde Ömer anarko-sosyalist
bir kıza âşık oldu, derslere girmeyi bıraktı, Marx okumaya başladı,
Mara okumaya devam etti, Marx'm şiirselliğini kuramcılığından daha çok
sevdi ama bu saptamasını kendine sakladı; yeni kız arkadaşıyla, geçkapitalist
toplumlardaki sosyalist geleneğin sefaletini, sosyalist
ülkelerdeki muhalefet hareketlerinin sefaletini, Felsefenin Sefaletini
ama aynı zamanda kızın aniden, tek taraflı olarak, akıllara durgunluk
verecek şekilde ilişkilerinin platonik kalması gerektiğini ilan
etmesiyle sona eren cinsel hayatlarının sefaletini konuşup durdular o
dönem boyunca. Sonraki safhada Ömer şaşkın bir âşık, ondan da şaşkın
bir Marksist oldu, öğrenci demeğine katıldı, kız arkadaşından ayrıldı,
öğrenci derneğinin liderleriyle kavga etti, gösterilere katıldı,
tutuklandı, biri dışında tüm derslerden kaldı... bu arada kuzeni Murat
doğru yoldan sapmadan, gözünü bile kırpmadan, sadece ve sadece
çalıştı... çalıştı... çalıştı.
Ömer gözaltından çıktıktan sonra herkesi evde buldu, sofrada da yığınla
yemek vardı, en sevdikleri, sanki iki gün gözaltında değil de yıllarca
aç açına hapiste kalmış gibi gani gani devasa tepsilerde...
166
"Kötü arkadaşlar edinmişsin! Bu solculuk işlerinin bu ülkede hâlâ devam
ettiğini bilmiyordum," dedi teyzesi dudağını bükerek, bir yandan Ömer'e
yoğurt çorbası koyuyordu.
Konunun açıldığını duyan annesinin sandalyesinde tedirgin
kımıldandığını gördü Ömer; annesi farklı bir konu arayacak, bulamayınca
da sosu karıştırmak, tatlıları donatmak için mutfağa kaçacaktı.
"Bu solcular sadece artakalanlar anne," dedi Murat, hem annesinin hem
de masadakilerin kendisinin bunları tasvip etmediğini anlaması için
yüzünü abartıyla buruşturarak.
Ömer itiraz etmemişti. Kuzen Murat haklıydı aslında. Tam da öyleydiler:
"artakalanlar", on üç yıl önceki darbenin öldürücü de-politizasyonundan
sonra kendilerini toparlamayı başaramamış, genç, orta yaşlı, yaşlı,
teker topal politize insanlar. Ömer'in çocukluğunda 1970'ler boyunca,
1980 darbesine kadar esip gürleyen o güçlü, yoğun, canlı muhalefetin
kalıntılarından, artıklarından başka bir şey değildi bugünkü direniş.
Artakalanların bazıları geleneksel ailelerden geliyordu. Kimileri eski
solcu anababaların çocuklarıydı; bu ailelerin büyük bölümü çocuklarına
"Devrim" (kız erkek ayrımı yoktu zira devrimin !ndrogen olduğu
düşünülüyordu) adını koymuşlar, askerler yönetime el koyar koymaz bu
kararlarından pişman olmuşlar ve sonraki yıllarda dengeyi kurmak için
bilerek ya da bilmeyerek bu çocukları olabildiğince depolitize
yetiştirmişlerdi. İşte bu yüzden, ne komiktir ki Türkiye'deki ayaklı
D%vrimlerin çoğu statükonun en hararetli savunucuları arasındadır.
Bu arada, bu Devrimlerin aileleri bir daha aynı hatayı tekrar
etmeyeceklerdi. Kimi anababalar ikinci çocukları için daha iyi bir isim
buldular: "Evrim". Birkaç yıl daha geçip üçüncü ya da dördüncü çocuk
beklenmeye başladığında hiçbir geniş kapsamlı çağrışımı olmayan başka
isimler seçtiler, bir çiçek ya da yıldız ismi, yeter ki sevimli ve
parlak olsun, şüphe uyandırmasın. Ömer, Türkiye'den başka bir yerde,
aynı aile içinde isimleri "Devrim"den "Evrim"e, oradan da "Lale" ya da
"Meltem"e uzanan kardeşler var mıdır merak ediyordu.
167
ın.1 Mineli arasınaaKi yabancılaşmaya gelince, Ömer'in sahn-caklanıp
durduğu somaki yıllar boyunca bu kopukluk geçmeyecekti; bu arada Ömer
endüstri mühendisi olmak istemediğine karar vermiş, tekrar üniversite
sınavına girip Boğaziçi Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümii'nü yazmış ve
kendisi de dahil herkesi şaşırtarak yüksek bir puan alıp kuzenini
arkada bırakarak İstanbul'a geri dönmüş, bir kez daha eski şehrin
kaosuna âşık olmuş, başka kızlar ve gruplarla tanışmış, yine kendisi
dahil herkesi daha da hayrete düşürerek derslerinde son derece başarılı
ama karşı cinsle bütün ilişkilerinde başarısız olmuştu. Aynı zamanda
Marksizmden situasyoniz-me, Marx'tan Guy Debord'a kaymış, oradan da
hazcılık, karamsarlık ve sinizme doğru tatlı tatlı atını sürmüş, derken
dörtnala dipsiz nihilizme dalmış, çok içmiş, çok kusmuş, çok flört
etmiş, çok dii-züşmüş, çok kahrolmuş ve gayet istikrarlı olarak hayatta
bir inip bir çıkmış, tökezleyip doğrulmuştu. Tüm bu zaman zarfında
kuzen Murat çalışmış... çalışmış... çalışmış... mezun olmuş, iyi bir iş
bulmuş, evlenmişti. Şimdi düşündükçe Murat'ın saçlarının dökülmüş
olması ihtimali Ömer'in daha çok aklına yatıyordu, o halde bir
kopyasının Boston sokaklarını arşınlıyor olması ihtimali sandığından
daha yüksekti.
Pearl Sokağı o numaranın önünde kulaklığını çıkarıp, eve girerken, daha
doğrusu giremezken Lou Reed'i susturdu, zira kapı coşkulu bir
karşılamayla ablukaya alınmıştı: "Hoşgeldin! Hoşgel-din! Hoşgeldin!"
Sofa kapısının arkasında, kuyruğu drum'n base temposunda sallanan, had
safhada sıkılmış, had safhada acıkmış Arroz devasa cüssesiyle hoplayıp
zıplıyordu. Sofaya girip, ıslak kaygan kucaklamalardan kendini
kurtardıktan sonra beş sandöviç yaptı Ömer. Üçünü Arroz, ikisini kendi
yedi. Sonra birlikte divana gömülüp Su-garcult'ın Stuck in America'smı
(Amerika'da Kısılıp Kalmak) dinlediler. Üç dakika yirmi saniye. Telefon
çaldığında şarkıyı üçüncü kere dinliyorlardı.
Ömer, Vinessa'ya iş çıkışında onu almaya gideceğini söylemişti ama
içinden tekrar dışarı çıkmak gelmiyordu. Geçerli bir bahane
168
aradı, ama bula bula şunu buldu: "Evde kimse yok. Ben de çıkar-sam
Arroz tek başına kalır! Canı sıkılır." Doğruydu, en azından kısmen.
Bahanesine güvenerek telefonu açtı. Ama arayan uzak bir yerden uzak bir
sevgiliydi.
"Orada saat kaç?" diye sordu Ömer ilk iş, sanki konuşmaya devam
edebilmesi için bunun açıklığa kavuşması gerekiyordu.
"Burada mı orada mı?" dedi Defne, sesinde hafif bir asabiyet vardı.
Ömer sustu. İnsanın derin düşüncelere kapıldığı anlarda sustuğu gibi
değil. Beklenmedik bir itki karşısında, mesela yolda anında yanından
geçen arabanın renkli camında kendi tükenmiş imgesini görüp kendi
gerçeğiyle yüzleşmesi gibi hem irkiltici ama hem de tanıdık bir şey
karşısında nasıl susulursa öyle susmuştu. Soru nasıl sorulursa sorulsun
cevabın yanlış kalmaya mahkûm olacağını fark etmesini sağlayan da
benzer bir ürpertiydi. Liman ya da istikamet ne olursa olsun, Defne'nin
"burada"sı Ömer'in "orada"sı olacak, ke-sişemeyeceklerdi.
TEDİRGİN RUH ÇİKOLATA DÜKKÂNI'nın vitrini arkasında Gail, bir tepsi
Gazaba-Gelen-Şiva çikolatasının boyunlarındaki yılanların gözlerine
karamel benekler damlatmakla meşguldü ki, o kadının yine dükkânın
önünden geçtiğini gördü. Her gün tam ll:45'te dükkânın önünden geçiyor,
yarım saat sonra elinde kesekâğıdıyla geri dönüyordu. Yakınlardaki bir
çorba evine gittiğine emindi Gail, ke-sekâğıdının içinde de çorba
olmalıydı, tavuklu şehriye muhtemelen. Ne zaman geçtiğini görse
gözlerini kadından alamıyordu. Aslında Gail her gün bu saatlerde, bu
evsiz kadının tekerlekli eski püs-kü bir bavulu arkasından çekerek ve
kötü kokular yayarak sokakta belirmesini bekler olmuştu. Kadın bazen
yoldan geçenleri, ama sadece kendi seçtiklerini durduruyor ve her zaman
aynı cümleyi sar-fediyordu: "İsa bana fazladan bir dolarınız olduğunu
söyledi..." Bunun dışında hemen hemen hiç konuşmazdı kimseyle.
169
;erken, Uaıl gözlerini tekinsiz bir korku ve hayranlık karışımıyla onun
ellerine dikti - parmak uçları vişne rengiydi, tırnakları bir kir
tortusu içinde, büyük, buruşuk, nasırlı ellerinde hiç yara izi olmadığı
halde katılaşmış kan pıhtıları vardı. Gail bu ellerde onun ilgisini
neyin bu kadar çektiğini, bu evsiz kadında onu aynı anda hem coşturan
hem de hüzünlendiren şeyin ne olduğunu tam olarak adlandıramasa da
sezebiliyordu.
Öte yandan Gail, İsabanafazladanbirdolarımzolduğunusöyledi Kadın'ın da
kendisinin farkında olduğundan şüpheleniyor ve bunu hem ürkütücü
buluyor, hem de içten içe umuyordu. Evsiz kadın bir kez bile başım
çevirip dükkânın içine bakmadığı halde, onun her gün buradan geçerken
çaktırmadan kendisine, ruhunun ta derinliklerine baktığını düşünmekten
kendini alamıyordu Gail. İsabanafaz-ladanbirdolannızolduğunıısöyledi
Kadın, belki de Gail'in onun varlığıyla neden hipnotize olduğunu, neden
yörüngesine çekildiğini gayet iyi biliyordu. Gerçi bunu Gail de
biliyordu ya. Sonuçta, aslında ikisi çok da farklı değillerdi
birbirlerinden. Vitrinin arkasından onu seyrederken, onları ayıran
sınırın bu cam kadar ince ve kırılgan olduğunu düşünüyordu Gail elinde
olmadan.
Isabanafazladanbirdolarımzolduğıınusöyledi Kadm'ı seyrederken, bu evsiz
dışlanmışın başkaları tarafından nasıl görüldüğünü de seyrediyordu.
Onun defaaten kiiçünısenerek uzaklaştırıldığını, merhamet dalgası
eşliğinde zaman zaman yardım gördüğünü, ama en çok, sistematik olarak
görmezden gelindiğini gözlemlemişti. Ondan hastalıklıymış gibi
kaçanların bir yerde haklı olduklarını düşünüyordu Gail çünkü gerçekten
de bulaşıcıydı ama onların zannettiği gibi değil. Bu hastalık, bu
uyumsuzluk, bu gam her neyse sadece ve sadece bunu zaten kapmış
olanları etkileyen bir şeydi. Tümüyle farklı sebeplerle bu virüsü zaten
taşımakta olanları etkileyen bir salgın - onları toplumda yaşamaktan,
hatta başarılı bir biçimde toplumun parçası olmaktan alıkoymayan, ancak
başarılarının zirvesin-deyken dahi her .şeyi birden bırakıvermenin,
reddetmenin ve reddedilmenin, delirmenin eşiğinde tutan o nadide
hastalık. Gail korkmak için artık çok geç olduğundan korkuyordu, zira
muhtemelen
170
kendisi de vücudunda aynı virüsü barındıyor, kendi tüylerini kendi
gagalarıyla yola yola mevcudiyetlerini didikleyenlerin, kendilerini
bitirenlerin damgasını taşıyordu.
Noel'de, karamela Noel Babalar, pralin geyikler, kozhelva ziller,
ballı-tarçınlı melekler, nııgattan bebekler ve Noel-Baba'ya-İna-nıyorum
şekerlemeleri arasında, Isabanafazladanbirdolarınızoldu-ğunusöyledi
Kadın bonbonları yapmayı tasarlıyordu Gail. Bunları mutlu ailelere ya
da mutlu aile kurma hırsı olanlara satacaktı. Böylece farkında olmadan
bu evsiz kadının gölgesini, her gece istisnasız aşın aydınlığın
dışarının karanlığını örttüğü, boğduğu o şık ve zarif evlerine
taşıyacaklardı. Bonbonları çok lezzetli, çıtır çıtır yapacaktı. Her
Isahanafazladanbirdolannızolduğunusöyledi Kadın'ın dışı bitter çikolata
kaplı olacak, bu sert. koyu renkli zırh ısıtıldığında, içinden orada
keşfedilmeyi bekleyen yumuşak ve tatlı fondan akacaktı.
171
Delik
Evi Zehra için hazırlamaya kalkıştıklarında onun hakkında ne kadar az
şey bildiklerini fark etmeleri uzun sürmedi. Gelenekçi miydi? Mesela
alkol, domuz eti ya da şimdi akıllarına bile gelmeyecek herhangi bir
yiyeceği tüketmelerinden rahatsız olur muydu? Gerçek hayatlarını ona
nereye kadar göstermeli, ne kadarını saklama-lıydılar? Zehra ne
severdi? Kendisi nasıldı?
"Ona ne pişireyim?" diye sordu Alegre, üst dolaplardan birine
koyduğundan emin olduğu fondu takımım bulmak için üzerine çıktığı
sandalyenin tepesinden.
Ama Abed herkesin ona Zehra'nın alışkanlıklarını sormasından bıkmıştı.
Bıkmış ve biraz da gerilmiş: "Sürekli yemek pişirmek zorunda mısın?
Biraz dinlensem'"
Ama bu sözler ağzından çıkar çıkmaz söylediğine pişman oldu. "Kusura
bakma Alegre, öyle demek istemedim. Sadece şey, bana yemek pişirmek
annemin hoşuna gider. O buradayken sen pişirme-sen de o pişirse olmaz
mı?" diye laflan ağzında geveledi Abed, ondan istediği fedakarlığı fark
ettiğinden sesini iyice alçaltarak. "Topu topu iki haftalığına..."
Alegre uysalca başını salladı ama dikkatini faciaca vermediğinden bu
teklifin kendisi için karmaşık sakıncaları olabileceğini idrak
edememişti. O anda tek isteği fondu takımını bulmanın yanı sıra Abed'in
endişesini yatıştırmaktı. Zehra'nın gelişi Pearl Sokağı 8 numarada
sağlam ve kusursuz bir yoldaşlık ruhu yaratn işti: hazırdılar
karşılamaya farklı boyutlara ve ambalajlara da burünse, dünyanın başka
başka yerlerinden de gelse, içinden ne çıkacağını gayet iyi bildikleri,
özünde hep birbirine benzeyen o mahrem, eşsiz, ege-
172
men figürü: Anne! Eşsiz bir dayanışma içinde birleşmişlerdi.
"Alegre aşağı in lütfen," diye inledi Abed, sandalyeye sıkı sıkı
yapışmıştı; Alegre aşağıdan o kadar zayıf ve kırılgan görünüyordu ki
aşağı düşse paramparça olacaktı sanki. Son zamanlarda daha da mı
zayıfladı diye merak etti. Ama onun yerine başka bir şey sordu: "Fondu
takımı ne işimize yarayacak? Zehra böyle şeyler kullanmaz!"
"Hah, burada," dedi Alegre sevinçle fondu takımını çıkarırken, sonra
parçaları teker teker Abed'e vermeye başladı. "Her şeyin mükemmel
olması lazım. Memnun etmemiz gereken çok fazla insan olacak. Zehra
geliyor. Partiye davet ettiğimiz onlarca insan geliyor. Cuma büyük
gün!"
"Perşembe demek istedin," diye düzeltti Abed haşin bir sesle. "Cadılar
Bayramı perşembe günü!"
"Hi hi, ama parti cuma günü," diyerek emaye tencereyi uzattı ama Abed
artık aşağıda değildi.
Onunla tartışmak yerine mutfaktan koşarak dışarı çıkmış, Piyu' yu
Ömer'in odasında bulana kadar koşmaya devam etmişti. İçeri girdiğinde
Piyu ile Ömer'i bilgisayar ekranına yapışmış, yeni yapılmış bir Kanada
web sayfasının panltılı animasyonlarını incelerken buldu.
"Piyu, amigo, Alegre'yle konuşman lazım. Bir şeyler yap!" Abed
ellerinde fondu çatal larıyla içeri daldı. "Alegre partinin cuma günü
olduğunu söylüyor. Zehra da o gün gelecek. Zehra'nın uçuşunu
erteleyemeyeceğimize göre partiyi başka zaman yapalım!"
Bakışlarını ışıklı animasyonlardan Abed'in fazlasıyla donuk yüzüne
çevirmekte zorlanan Piyu'nun bu konuşmanın manasını sökmesi her
zamankinden birkaç saniye fazla sürdü. Mesajı çözünce önce gömleğinin
manşetini ısırdı, sonra bırakıp sızlandı: "Yapamam, o kadar çok kişiyi
davet etti ki!"
"Madem Cadılar Bayramı perşembe günü ne demeye Cadılar Bayramı
partisini cuma günü yapıyor?" Abed ellerini ve halen tutmakta olduğu
fondu çatallannı asabi asabi savurdu. Gözlerinin önünde daireler çizip
üstüne üstüne gelen sivri uçlu çatallara hipnotize olmuş gibi bakakalan
Piyu'nun zihninin devre dışı kalması için
173
biı-iki hareket daha yetecekti, yüzü sararıp solmuş, yanakları kül gibi
olmuştu.
Ömer sandalyede kendini geriye atıp çifte şaşkınlıkla ev arkadaşlarına
baktı: "Neden sakinleşmiyorsunuz? Ben burada bir sorun görmüyorum.
Parti cuma günü. Zehra cuma günü geliyor. N'olmuş yani? Bunda ne
acayiplik var?"
"Ne acayiplik mi var?" Abed ona doğrulttuğu çatalla balestra yapan bir
eskrimci gibi öne hamle etti. "Bu kadın hayatı boyunca herkesin
birbirini en küçük günahına kadar tanıdığı küçücük bir kasabada yaşadı.
Amerikan kültürü hakkında hiçbir fikri yok. Burada nasıl bir hayat
yaşadığımı merak ediyor ve benim için çok endişeleniyor, tamam mı?
Yegâne oğlunun ne vaziyette olduğunu görmek için bu yolculuğu göze
alıyor. Bu ülkedeki hayatıma dair ilk izlenimi Iggy Kıihkuıtçuk
kurabiyeleri ve üzerine yıkılan bir yığın sarhoş canavar olmamalı!"
Bunu takip eden dakikalarda Piyu, Alegre'ye partinin gününü
değiştirtmek için iki teşebbüste bulundu ama ikisinde de onu telefonda
cuma günü için yeni yeni insanlar davet ederken yakaladı; Abed nette
Fas'tan alternatif uçuşlar aramaya başladı ama çok geçmeden artakalan
sağduyusu onu durdurdu, Ömer ise ikisinin de hiç yol alamayışını
seyredip, kendi kendine kafa bularak sandalyesinde oturdu.
"Bu cuma ne yiyeceğinizi bilmek ister misiniz çocuklar?" diyerek içeri
daldı Alegre, yanlış zamanda yanlış ruh haliyle.
Mezar toprağı ezmesi, Öcü-Gözü-kanepe, beyin ameliyatı salatası, kopmuş
parmak kurabiyesi, yeşil-hayalet-jölesi, kanrevan makarna, içinde
gözler yüzen çorba... şeklinde uzayıp gidiyordu CADILAR BAYRAMI ÖZEL
MENÜSÜ, listenin her maddesiyle Abed'in sinirlerini daha da gererek.
İşte tam o sırada Piyu'nun aklına arabulucu bir çözüm geldi: odaları
değiştirmek!
Cuma akşamı 20:30 sularında Abed Zehra'yla havaalanından dönecekti.
Parti o sırada daha yeni başlıyor olacaktı. Pek fazla kişi gelmemiş
olacağından, herkesi oturma odasına tıkıp kapıları sıkı sıkı kapamak
mümkündü, böylece Abed Zehra'yla birlikte geldiğin-
174
de onu arka kapıdan hemen üst kata çıkaracak ve annesinin istenmeyen
canavarları görmesini engelleyecekti. Gecenin geri kalanında Zehra
üçüncü kattaki yatakodasında kalıp mışıl mışıl uyuyabilir, orada
emniyette olurdu.
Bu plan çok sayıda düzenleme gerektirdiğinden akşama kadar o işlerle
uğraştılar. Bazı eşyalar üçüncü kattan Abed'in yatakodası-na taşındı
(Yeni Kudüs İncil'i, Hıristiyanlık Tarihinin Önde Gelen Azizleri Özel
Sayı, haçını sırtlamış porselen bir İsa, Mavi Madonna gece lambası,
16x20'lik Koruyucu Melek resmi, Piyu'nun çarşaf-larıyla pijaması,
Alegre'nin ona yazdığı özel notlar ve aşk mektupları ve Arroz'un
eşyalarıyla, havada sıçrayıp yakalaması için alınmış ama bir kez olsun
tutmaya zahmet etmediği fosforlu frizbi). Tabii birinci kattan Abed'in
yeni odasına taşınması gereken bir dolu şey de vardı (Kuran-ı Kerim,
Abed'in babasının resmi, nazara karşı Zehra'nın verdiği ve her gittiği
yere götürmesini söylediği deri bir muska, Safıye'nin mektuplarını
sakladığı bir müzik kutusu, giysiler, çarşaflar, kitaplar ve çengelli
iğneler de dahil odadaki bütün sivri şeyler).
Gizlemekte gittikçe zorlandığı artan bir keyifle evdeki bu karşılıklı
dini nesne tahliyesini seyreden Ömer de karşı cinsle gündelik libidinal
rutinine ara vererek bu feragatlere katkıda bulunmaya hazırdı. Ama en
büyük feragat Alegre'den geliyordu. Mutfağım Zehra'ya teslim edecekti.
Hazırlıklar bitip, feragatler yapıldıktan, eşyalar geçici olarak
sürgüne gönderildikten sonra, Abed akşamın ilerleyen saatlerinde
nihayet rahatladı. Sofada sigaraların birini söndürüp birini yakan
Ömer'e eşlik etti, sonra şaşırtıcı bir biçimde ondan bir sigara ödünç
aldı. Abed sise dumana boğularak komik komik içiyordu sigarayı; içmeye
alışık olmayanların her denemelerinde yaptıkları gibi. Ömer gülmemek
için kendini zor tuttu. Gözleri evin önündeki ak-çaağaçta, sokağa
bakarak sessizce, kımıldamadan oturdular.
"Geçen sene baban öldüğünde... burada miydin?"
"Babam ben gelmeden hemen önce vefat etti," dedi Abed bir al-tokümülüs
daha püfürdeterek. "Tufts Üniversitesi'nden kabul gel-
175
misti, hazirana kadar her şeyi hazırlamıştım. Yola çıkmadan iki hafta
önce babam öldü. Uyurken kalbi durmuş. Huzur içinde öldü, dediler.
Cenazeden sonra planlarımı değiştirmeye karar verdim, Zehra'yı yalnız
bırakmak istemedim. Taziyeye gelenler Zehra'ya kocası arkada bir erkek
evlat bıraktığı için memnun olması gerektiğini söylüyorlardı.
Oradakilerin zihniyeti bu yani. Baba yoksa anneyle ilgilenmek oğulun
vazifesidir. Ama Zehra kabul etmedi. Sana annem hakkında bir şey
söyleyeyim Omar dostum. Kafasına bir şeyi koymuşsa dünya üzerinde onu
aksine ikna edebilecek HİÇBİR ŞEY yoktur. Beni buraya gönderdi ve
diplomamı almadan dönmememi tembihledi."
Ağdalı, karamelimsi bir koku doldurdu sessizliği. "Harika kokuyor
Alegre," diye bağırdı Abed omzunun üzerinden, öğleden sonra ona
aksilendiği için kendini hâlâ kötü hissediyordu.
"Gulyabani Çöreği" diye bağırdı Alegre'nin şen sesi mutfaktan, onu
çoktan atfetmişti. "İyice pişince daha da güzel kokacaklar."
Bir araba, akçaağaçla birlikte verandayı da bir-iki saniyeliğine
aydınlatarak geçti. Son günlerde ağacın yaprakları harika bir kızıla
dönüşmüştü, tam zamanında, diye düşündü Abed memnuniyetle, Zehra da
görecek. O anda elinde şu renk kataloglarından biri olsa bu renge Kiniz
Bayramı dendiğini görecekti.
"Okumamış kadınların eğitime duydukları bu bağlılığı ilginç bulmuyor
musun?" diye fısıldadı Abed. "Yani benim annem pek okumamış malum, ama
bütün kalbiyle, bütün benliğiyle daha telaffuz bile edemediği bir dalda
doktora yapmamı istiyor. Katalizör hidrojenlerin ona ne faydası olacak?
Yine de mesleğime benden daha çok inanıyor."
İkisi de düşünceli düşünceli dışarıdaki ağaç siluetine bakarak bir
müddet sessiz kaldılar.
"Kayıp gözün yeri boş kalır."
"Ne?"
"Taziyeye gelenlere böyle demişti Zehra." Abed sigarayı söndürdü.
"Gözünü kaybettin mi yerini boş tutman gerekir, dedi. Boşluğa kil
doldurmaya kalkarsan, sadece çukur şeklinde bir kil topa-
176
tn geçer eline. Oğlum Amerika'ya gidecek çünkü bir oğulun varlığı
babasının yokluğunun yerini dolduramaz. Kayıp gözün yeri boş ka-l,r.
Çukur çukur kalmalıdır."
177
Zehra ve Iggy Kıllıkurtçuk
Perşembeyi cumaya bağlayan gece Abed üçüncü kattaki yeni odasında kan
ter içinde uyandı. Tam bir yıl boyunca ortalarda görünmedikten sonra
geri dönmüştü: kâbuslarının kadını. Her zamanki gibi uğursuz ve
ürkütücüydü ama bu sefer daha da tehditkârdı sanki. Abed tekrar
uyuyamayacağını zannetse de vücudu onu yalancı çıkardı. Sabahleyin rüyayı hatırlamak için ne kadar uğraşırsa uğraşsın sadece bir sahnesini çıkarabildi; mutfakta toplanmışlardı ama bu mutfak yerdeki devasa bir oyuktu. Köşedeki tek ocağın üzerinde bir kazan kaynıyordu. Alegre sakin sakin kazana fondu çatallarını batırıyordu. Abed sonra korkuyla içinde bulundukları çukurun aslında yüzme havuzu olduğunu ve birazdan burada yüzme yarışması yapılacağını öğreniyordu. Çukurun her an suyla dolacağı korkusuyla herkesi toparlanıp gitmeleri için uyarıyordu ama Alegre kazanı almadan gitmemekte direnecekti. Bu arada Piyu ve diğerleri havuzun öteki ucundaki devasa, tahta masada çalışıyorlardı, olup bitenlerden bihaber. Sonra aniden birisi muslukların açıldığını, suyun geldiğini haykırıyordu. Ama Abed o tarafa döndüğünde dehşetle, gelenin su değil rüyalarındaki kadın olduğunu görüyordu.
Rengi atmış, uzun, kirli elbiseli kadın ona şöyle bir baktıktan sonra kaynayan kazanın etrafında bir dolanıp ortadan kayboluvermişti. Hiçbir şey dememiş, yapmamış, hiçbir şeyi değiştirmemişti; belli ki senaryoda belli bir rolü yoktu. Abed ertesi sabah bunun üzerine düşünürken tuhaf bir duyguya kapıldı. Sanki o tümüyle özerk bir rüya görürken bu kadın her nereden çıkmışsa çıkmış, rüya sınırlarına tecavüz etmiş, rüyayı bir uçtan bir uca katedip yürüyüp gitmişti.
178
Ama cuma günü bir rüya üzerinde uzun boylu durulacak gün değildi. Abed'in gün boyu kafa yorması gereken başka şeyler, yapması gereken düzenlemeler vardı. Nihayet akşam 17:05'te evden çıktı, acilen yıkanması gereken külüstür Volkswagen'e yürüdü, ön camdaki biçimsiz leke çalındı gözüne, önemli bir şey olmadığını anlayınca arabaya bindi, gayri ihtiyari dışarı baktı ve donakaldı. Akçaağaç yokolmuştu. Onun yerinde o gözalıcı ağaç ihtişamının kötü bir sureti gibi kuru, çirkin, çırpı gibi bir şey dikiliyordu dalga geçercesine. Kiraz Bayramı sona ermişti maalesef, o büyüleyici kızıl yaprakların dallarını terk etmeleriyle sönüp gitmişti, ölmekte olan bir hayvanın damarlarından umarsızca akıp giden kan gibi. Abed üzerine bir gerginliğin çöktüğünü hissetti. Bu ruh halinden bir an önce kaçabilmek için motoru çalıştırdı. Zehra'nın geldiği gün böyle ani bir hüzne kapılması tuhaftı.
Bu örtük keder havaalanına kadar ona eşlik etse de Zehra'yı görür görmez unutacaktı. Sanki on saattir uçakta hiç kıpırdamadan oturan, bir müddet sonra dunımu kanıksayıp sonsuza kadar uçsalar dahi yadırgamayacak kıvama gelen kendileri değilmişçesine gümrük kuyruğunda on dakika ayakta durmaktan aciz ve mızmız yolcular arasındaydı annesi. Ama onların aksine gözalıcı bir dinginliği vardı Zehra'nın, krem rengi eşarbı ve ipeksi, uzun, gri mantosu ya onu olduğundan daha kısa ve şişman gösteriyordu ya da aradan geçen süre zarfında biraz kilo almış biraz da kısalmıştı. Ama o gizli kokusunun hep aynı olduğunu çabucak teyit etti Abed. Annesi ona sarılıp ağlarken, sorular sorup ağlarken, öpüp ağlarken, bağrına basıp ağlarken ve sadece ağlarken, incecik ipek bir eşarp gibi onu sarmalayan o şerbetsi kokuyu içine çekti Abed ve o biricik, sevgili sığınağın içine iyice gömüldükten sonra kendisi de ağlamaklı oldu. Ama bunu havaalanlarının bildik telaşesi takip etti, bagaj bandı etrafındaki itiş kakış, biri hariç bütün bavulları alış, kayıp bavulu beklemeye başlayış, kayıp bavulu merak etmeye başlayış, kim bilir hangi yolcu uuafından alınıp konduğu arkalarda bir yerde uysal uysal durduğunu görene kadar meraka devam ediş. Sonra trafik. Herhalde kaza filan oldu, dedi Abed Zehra'ya çünkü havaalanı yolunun
179
_____.„. „^,„., ÛU,uugu uııjıauıışu nıç. tn azından Abed'in bildiği
kadarıyla.
Dolayısıyla esasen metalik-kahverengi olduğu halde şimdi rae-talikliği gitmiş kahverengisi kalmış Volkswagen nihayet Pearl Sokağı 8 numaranın önünde park ettiğinde, Abed'in akşam göğü altındaki akçaağacın çıplaklığına esefle bakarak donakalmasının üzerinden dön saat on dakika geçmişti. Dört saat on dakika birtakım mühim değişikliklerin baş göstermesine yeter de artardı bile. Mesela Ephcmeroptera ya da Dolanla Americana diye güzel bir ismi olan mayıssineğinin dişisi son kozasını attıktan sonra beş dakikadan daha az yaşar. İşte bu süre zarfında çiftleşir, yumurtlar ve ölür. Dört saat on dakika dünya sathında gayet uzun bir zamandır. Parti evi sathı da istisna değildir.
"Hey Abdül, yihuuu..."
Arabadan indikten sonra Abed'le Zehra gözlerini kısarak sesin geldiği tarafa baktılar, önce evin karanlık siluetini (evi süsleyen ama içerideki kalabalığı gölgelere gömen balkabağından altı fener ve titrek mumların loş ışığında Pearl Sokağı 8 numara böyle görünüyordu), sonra o siluetin içinde bir yerlerde hareket eden bir şey seçtiler (kendini henüz icat ettiği bir dansın hezeyaıılı çırpınmasına kaptırmış gibi ellerini kollarını sallayarak açık bir pencerenin önünde duran, aynı zamanda elinde bir, başının üzerinde de iki boş şarap kadehi tutan bir kız. Vinessa'ya benziyordu. Gerçekten Vines-sa'ydı. Tabii Vanessa değilse).
"Onları nasıl düşürmüyor öyle?" dedi Zehra hayranlıkla, açık pencereye doğru yürürken.
Olduğu yerde sallanan bu siyahi kızın başında ve vücudunda aynı sağlamlıkta duran başka nesneleri yeni yeni seçmeye başlamıştı, bir çalar saat, bir kültablası, bir musluk - belki daha başka şeyler de görecekti, tabii Abed bir şeyler homurdanarak koluna yapışıp onu evin etrafından dolaştırıp, hiç durmadan arka kapıya sü-rükiemeseydi. Ama arka kapı diye bir şey de kalmamıştı. Onun yerinde yüzleri hiç tanıdık olmayan, biradan mayışmış, üç bezgin görünüşlü adam, bir mağara kadını duruyordu; ya eza verici ölçüde
180
dallanıp budaklanmış zorlu bir konunun dibini bulmak için sözlerini dörtnala kaldırmışlardı ya da sadece, basitçe İspanyolca çene çalıyorlardı. Susmaya, hatta anlık da olsa mola vermeye yeltenmedi-ler ama efendice ayağa kalkıp Abed'le Zehra'nın geçmesine izin verdiler. Bir taraftan da kısa, tombul kadının kostümünü inceliyorlardı merakla. Abed sıkıntıyla önüne, ayakkabılarının bağlarına, kapının kulbıına, bu zıvanadan çıkmış dünyadaki mütevazı fani varlığına baktı... ve bütün ontolojik meseleleri paspasın üzerinde bırakarak Zehra'yı itekleyerek loş koridora soktu. İçeride aynı anda hem nazik hem de buyurgan olmaya çalışarak Zehra'nın elini tuttu ve onu artık koridor olmaktan çıkıp sallanan ve terleyen bedenlerle dolu boğucu bir cendereye dönüşmüş tünelden geçirdi. Çok geçmeden nezaketi bırakıp buyurganlığı seçti, annesinin elini bırakıp kolunu tuttu ve kadıncağızın cüsseli bedenini merdivenlerden yukarı iteleye iteleye doğrudan üçüncü kattaki yatak odasına çıkarıp kapıyı arkalarından kapattı. İçeri girdikten sonra Zehra'nın nefesinin düzelmesi için dakikalar geçmesi gerekti, her saniyesi Abed'in vicdanını sızlatan dakikalar. Utanarak makul bir açıklama getirmeye çalıştı ama ancak: "Hepsi de iyi çocuklar anne!" diyebildi. Hepsinin iyi dostlar olduğunu ve küçük bir kutlama için toplandıklarını söyledi, abartacak bir şey yoktu. Bir-iki saat içinde bitecek tipik bir Amerikan partisiydi işte.
Zehra halen soluk almakta zorlanarak merakla etrafına baktı. Şirin, derli toplu bir odaydı biricik oğlunun odası ve neyse ki pencereleri sabahın ilk ışıklarını alacak şekilde doğuya bakıyordu. Kıble'nin ne tarafta olduğunu rrıerak etti ama tam sormak için döndüğünde Abed'in gözlerinde dönen gölgeleri fark etti ve onun yerine: "Nasıl iyi uyabiliyor musun oğlum? Kâbus görüyor musun gene?" diye sordu.
"Hayır, anne kâbus... yani onu görmüyorum," dedi Abed durak-sayarak,
son kâbusunu kendine saklamaya karar vermişti.
Bavullar birer birer açıldı, güzelce sarılıp sarmalanmış kutular ve
hediye paketleri etrafa yayıldı, önce yatağı sonra da halıyı işgal
181
etti. Anlaşılan Zehra kendisi için hiçbir şey almamış, her şeyi Abed'e
getirmişti.
"Burnun nasıl?"
"Burnum! Burnum felaket!" diye köpürdü Abed birden güvenini kaybederek.
"Buraya geldiğimden beri bir an durmadı. Canıma okuyor!" Ama sonra
sesine cıvıltıh, neredeyse çocuksu bir neşe doldu. "Burnum senden uzak
olmayı sevmiyor annecim."
Zehra, yüzünü yumuşak, nemli avuçlarının arasına aldı ve yakışıklı ama
çok da mızmız oğluna gülümsedi. Abed yeniden ağzını açıncaya kadar
ılık, sakıngan bir şefkate gömüldüler:
"Eee Safiye nasıl anne? Bana... hiçbir şey göndermedi mi, selam filan?"
Bir anda ruh hali cetvelinin bir ucundan diğerine savrulan Zehra'nın
yüzü kasıldı. Bir müddet Abed'den uzaklaşıp kıpırdamadan, konuşmadan
durdu ama sonra memnuniyetsizliğinin büyüklüğünü bütün hareketlerine
yansıta yansıta bir paket çıkardı. Abed annesinin mesajını anlamazdan
gelerek paketi aldı ve uzun uzun esnedi, artan gerilimi azaltmak için
bildiği tek yöntem buydu, en azından kendi gerilimini.
"Acıkmışsındır. Ben aşağı inip sana yiyecek bir şeyler getireyim. Bir
sürü yiyecek var, seveceksin."
Ama mutfağa inmeden önce ikinci katta durdu, banyo doluydu, Ömer'in
kapısını çaldı ama içeriden gelen sesleri beğenmedi, ardiye olarak
kullandıkları küçük odaya girdi, yere çömelip Safiye'nin gönderdiği
paketi açtı. İçinde bir mektup, büyük ablasının oğluyla bir fotoğrafı
ve küçük, kokulu, süslü bir kutu vardı. Abed mektubu bitirdiğinde
yeniden başlamak zorunda kaldı, daha ayrıntılı bir değerlendirme yapmak
ya da satır aralarını okumak için değil, ilk seferde satırları aşın
hızlı geçip mektuptan hiçbir şey anlamadığı için.
İkinci okumadan sonra biraz düşünmek için yalnız kalmaya ve sessizliğe
ihtiyaç duydu ama aşağı indiğinde parti ekibi ona böyle bir şey için
doğru zaman ve doğru yerde olmadığını hatırlattı çabucak. Envai çeşit
akla hayale sığmaz kıyafet giymiş insanlara çarpa çarpa koridordan
geçerken kederini bırakmak zorunda kaldı Abed
182
_ biraz hırpalanmış, biraz yorulmuştu ve bu partide kimin kim ya da ne
olduğunu anlamak için merakı kabarmıştı.
Kıçına şeker şeklinde devasa bir yastık yapıştırılmış olan pespembe
mayolu, uzun boylu, iri yarı bir kız tam da böyle bir bilmeceydi.
"Bil bakalım ben neyim!" diye bağırdı kız Abed'e, yanlış cevaplarsa ona
verecek uygun bir ceza arıyormuş gibi kıstı fettan göz
-
aysyzgije
12 years ago
- gözlerini.
"Şeker-götlü!" diye bağırdı arkadan biri, bir diğer parti budalasını
daha malumatıyla aydınlatmış olmanın memnuniyetiyle. Bu hadiseden sonra
Abed'in içinden kimin kim ya da ne olduğunu merak etmek gelmedi. Ama
herkes onu bu konuda bilgilendirmek için yarışıyordu. Nereye dönse, ya
korsan ya da korsan köpeği kıyafeti giydirilmiş olan Arroz'u görüp
duruyordu. Piyu'ya baktı ama ortalıkta göremedi. Neyse ki etrafta
ayaklı çarşaf ya da yastık yoktu. Debra Ellen Thompson bezelye yeşili
uzun bir elbise giymiş, eline plastik meyvelerle dolu bir sepet almış,
başına da saçlarını daha da kırmızı, kulaklarını daha da büyük gösteren
bir zeytin dalı takmıştı.. "Ben Tabiat Anayım," dedi. Ama Abed'in ona
olan ilgisi dağılmıştı; şimdi gözleri bu akşam annesini pencerede
karşılayan kıza çevrilmiş, kostümünde kaçırdığı ayrıntıları yakalamaya
çalışıyordu. O şarap kadehleri dışında daha bir sürü şey asılıydı
Vinessa'nın kostümüne, lekeli bir çarşafa sarılmış beyaz bir kutu, onun
üzerinde kültablası, çalar saat, kimi şaibeli bir maddeyle dolu
rengârenk prezervatifler. O Vinessa'ya bakarken Ömer de bitiverdi
yanında. Üzerinde tekerlek ve kan izli yırtık pırtık bir kedi
kostümüyle kız arkadaşının omzuna kolunu atıp sırıttı:
"Ben otobandan geçerken can veren kedi kılığındayım, Vines-sa da 'Tek
Gecelik Aşk' kılığında," dedi Ömer tekila gururuyla. Abed önce içinden
sonra dışından Ömer'e bir avuç küfür salladı. Ömer arkasını dönüp /
Kissed A Drunk Girl'ü (Sarhoş Bir Kız Öptüm) çalmaya gitti ve parça
bitene kadar Vinessa'yı öptü. Üç dakika yirmi saniye. Şarkı bittiğinde
bir kere daha, bir kere daha çaldı, sonra... herkes Ömer'e bir avuç
küfür salladı. Bu bir bakıma her şe-
183
_____v.__B.„Vv... Vv/iv gc^mcucn nemen herkes azıtıp, güm güm
gümleyen müziği kontrol altına alabilmek uğruna CD çaları ele geçirmek
için kavga etmeye başladı. Abed herkese bir avuç küfür salladı.
Nihayet mutfağın yolunu bulduğunda, "Merhabaaa Abed, parti harika
gidiyor değil mi?" diye neşeyle selamladı onu dünyanın en sıska
korkuluğu. "Annen nasıl? Bak ona götürmen için bir tepsi hazırladım."
Gerçekten de hazırlamıştı. Kmk-diş-ezilc-kemik-peynir-topları, solucan
şeklinde pateler, mezarından çıkan hayalet püresi, kadavra sosisler,
pörtlek göz biçiminde açılmış domates dolmaları... hepsi yukarı
götürülmeye hazırdı. Abed cadı parmağı kurabiyelerine, tırnaklarının
altından nasıl olup da kan sızabildiğini anlayabilmek için aval aval
baktı. Alegre'nin mutfaktaki becerisine saygıda kusur etmek istemese de
bu meşum menüyü nazikçe bir kenara kaldırıp yerlerine dünyanın en sade,
en nadide yiyeceği olan birkaç dilim peynir ekmek koydu, bir bardak da
süt ilave etti.
Ne var ki elinde tepsi geri dönerken, daima aç bir güruhun arasından
yiyeceklerle geçmenin nasıl da belalı bir iş olduğu ortaya çıktı. Ama
zaten fazla ilerlemesine gerek kalmayacaktı. Tam önünde, divanın
üzerinde, Blade Runner'daki Zhora'nın camlardan geçerek koştuğu sahneyi
Zhora kıhğındaki bir kıza ballandıra ballandıra anlatan Gail'i gördü.
Zaten gür ve dehşetengiz olan saçları şimdi tutam tutam jölelenip dik
dik yukarı kaldırılmış, giysileri yanıp yırtılmıştı. Abed, orada
kanepede, Yolda-Yürürken-Yıldınm-Çarp-mış-Masum-Yolcu kıhğındaki Gail
ile çikolata bir örümceği tutkuyla birbirlerinin dillerinde dolaştıran
bir çiftin arasında afallamış, tedirgin, yine de gülümseyen yüzünü
gördü annesinin.
"Anne! Zehra!" diye haykırdı bu ikisi ayrı insanlarmış gibi. "Senin
burada ne işin var?"
Zehra omuzlarını silkti. "Susadım. Sana seslendim seslendim duymadın.
Ben de aşağı indim."
"Anne lütfen hemen bu tepsiyi alıp odana çık, ben sana su getiririm,
yorgunsundur," dedi Abed yutkunarak; terliyor, kıpırdanı-
184
yor, bir bahane arıyordu. "Yarın şehri gezeriz. Şimdi dinlenmen lazım."
"Senin kostümün nerede?" diye sordu Zehra. "Neden arkadaşların gibi
kostüm giymedin?"
"Benim de kostümüm var ya. Bu-odadaki-tek-akh-başındo-insan
kılığındayım!" dedi Abed sırıtarak. "Bütün bu şamatayı aptalca bulmuyor
musun anne?"
"Her memleketin âdetleri başka," diye mırıldandı Zehra. "İnsanlar çeşit
çeşit. Madem onların memleketindesin uyum sağlayacaksın. Misafir
umduğunu değil bulduğunu yer."
Abed ona hayretle baktı.
Baktı ve bakakaldı. Abed bütün gece ona bakadursun tek-keli-meİngilizce-
bilmeyen annesi: balkabağı fenerlerin tükenen mumlarını
yenileyip yaktı / mutfaktaki sıska korkuluğa yardım etti / herkese
kurukafa şekerlemeler ve kurtadam pençeleri ikram etti / Tabiat Ana'nın
uzun elbisesinin eteklerindeki nakısı inceledi /kafası-kesilmiş-bedene
fazladan biftek ve sarımsak aromah patates cipsi, siyah bandanalı ve
bir gözü bantlı bir köpeğe tabak tabak yiyecek taşıdı / bir kâse yağlı
baharatlı çorbayı üzerine döktüğü pespembe mayolu kızdan özür dilemek
için tekrar tekrar hararetle hareketler yaptı / hoplayıp zıplarken
kaybettiği çalar saatini bulabilmek için yerlerde emekleyen 'Tek
Gecelik Aşk'a yardımcı olmak üzere onunla beraber yerlerde çalar saat
aradı / üzeri tekerlerlek izleriyle kaplı, şimdi de banyoda gürültüyle
kusmakta olan hırpalanmış bir kediye nane limon kaynattı / nane limonu
gerisin geri getirip, halen banyoda gürültüyle kusmakta olan tekerlek
izli hırpalanmış kedi için koyu, zehir gibi kahveler pişirdi...
*
Ertesi sabah... aslında ertesi sabah yoktu.
Her biri farklı sebeplerden, Ömer (baş ağrısı), Piyu (mide ağrısı) ve
Abed (kâbuslar) ertesi sabah güneş esintisiz gökyüzünü yarı-layana
kadar uyanamadılar. Uyandıklarında da yataktan kalkamadı-
185
lar, gerçi bunun nedeni bitkinlikten ziyade parti-sonrası enkaz-temizliğini
savuşturma çabalarıydı. Öğleden sonra 15:00'te, artık
yataklarında oturup parmaklarıyla oynayamaz hale geldiklerinde birer
birer mutfakta boy gösterdiler. İnsanın eziyetli bir âlem gecesinden
sonra girmeyi istediği son yerdir mutfak ama sabah her nasılsa ilk iş
oraya gider. Ama hayrettir, ne tezgâhın üzerinde kirli tabak dağları,
ne lavaboda leş kokulu terkibi meçhul maddeler, ne çoktan kokuşmaya
başlamış artıklar vardı... mutfak her zamanki gibi pırıl pırıldı
(Piyu'nun da kabul edeceği gibi), üstelik ya genişlemiş ya da
güzelleşmişti.
Ancak mutfak sahasının sadece başlangıç olduğu anlaşılacaktı çok
geçmeden. Nihai istikametin belirsizliğine rağmen kendince iddialı bir
denizaşırı keşfe çıkmadan önceki ilk liman. Sonraki saatlerde Zehra'nın
hijyen sağanağı, bir BBC belgeselindeki dünya haritasında Tang
Hanedanının deniz ve ipek yollarını gösteren kırmızı, mavi okların hızı
ve kararlılığıyla akla gelecek her yöne doğru, evin göze görünen her
oyuğuna yayıldı.
Oklar aşağı yukarı ilerlerken hijyen evin her köşesine bodoslama daldı
ve bu esnada Zehra da görmemesi gereken şeyleri görmüş oldu. Böylelikle
mutfakta bir plastik torba dolusu zar gibi soyulmuş, kabuğuna kadar
kemirilmiş greyfurt kabuğu; Ömer'in odasında karanlıkta parlayan
prezervatifler ve sahte leopar kürküyle astarlanmış, partneri çeşitli
şekillerde bağlamayı mümkün kılmak için üzerlerine birer halka takılmış
deri manşetler buldu; Piyu'nun yatağının yanındaki çekmecelerde gördüğü
Kuran-ı Kerim onu içten içe sevindirdi ama Abed'in odasındaki
Hıristiyan azizi kolyesi eni konu endişelendirdi ve nihayet Arroz'un
pirelerini keşfedip günün geri kalanını onu sabunlayıp yıkamakla,
tekrar sabunlayıp tekrar yıkamakla, şampuanlayıp durulamakla,
pudralayıp fırçalamakla, tımar edip üzerine kokular sıkmakla geçirdi.
Yapması gereken başka keşifler de vardı Zehra'nın zira ertesi gün
karşılaştığı insanlardan hiçbirini, Cadılar Bayramı partisinde vakit
geçirdiği ucubeler ve mahluklarla özdeşleştiremiyordu. Bu yüzden de
bazı insanların onunla ikinci kez tanıştırılması gerekti.
186
Gerçi Zehra'nın çok sevdiği Vinessa bu insanlar arasında yoktu çünkü
partiden iki gün sonra Vinessa ile Ömer, kimseyi pek de şaşırtmayan bir
ivedilikle ayrılmışlardı.
Zehra Alegre'yle tanıştığında ondan genel itibariyle hoşlandı. Çok
sıska ve mutfağına burnunu sokmaya meyilli olduğu halde kızcağız hayli
sevimliydi ve pekâlâ Abed için iyi bir eş olabilirdi. Zehra, Debra
Ellen Thompson'la tanıştığında onu da sevdi. Gerçi saçları cehennem
gibi kırmızı ve ancak çile çıkaran bir dervişinki kadar kısa,
kollarındaki çiller de Süleyman Peygamber'in ordusunda-ki kuşlarla
balıkların sayısını aratmayacak kadar çok olsa da hoş birine benziyordu
ve -pekâlâ- Abed için iyi bir eş olabilirdi. Zehra Gail'le tanıştığında
ondan hiç hoşlanmadı. Gerçi bu kız ne sıskaydı ne çilli, gece karası
saçları her yeri kaplayacak kadar gürdü ve belli ki mutfak işleriyle
hiç alakası yoktu ama gözlerinde Zehra'yı rahatsız eden bir şey vardı:
maviydiler!
"Lâ terezevvec bi ımraetin aynüha zerka' velev kânet temlükü sandukan
melîyen bizzeheb."*
"Ne diyor?" diye sordu Gail.
"Senin çok güzel olduğunu söyledi," dedi Abed nazik nazik gülümseyerek.
Çarpıtmıştı ama doğrusunu söylemek gerekirse bu ilk sefer değildi.
Arada bir tercüme ettiği kelimelerin kusurlarını biraz makyaj-lıyor ya
da büsbütün atlıyordu Abed. Ne var ki bunu yapan sırf Abed değildi.
Zira her çevirmen ister basit ister külliyatlı bir metni çeviriyor
olsun, şöyle ya da böyle bir hırsızlığın suç ortağıdır. Tıpkı
kervanlarla bir yerden bir yere taşman kıymetli mallar gibi kelimeler
de yolda yağmalanırlar, tepeden tırnağa karalara bürünmüş
sinematografik haydutlar tarafından değil, yazar, şair, yayıncı ve
özellikle çevirmen kılığına girmiş kültürlü şahıslar tarafından.
Ama Abed'in düzenli yalanlarına, çarpıtmalarına rağmen, ileri-ki
günlerde Gail'le Zehra arasında beklenmedik bir yakınlık, kendi yolunu
takip edip kendi söz dağarcığını doğuran bir dostluk gelişe-
* "Bir sandık altını da olsa sakın mavi gözlü bir kadınla evlenme."
187
çekti. Giderek Gaii daha sık boy göstermeye başladı Peari Sokağı 8
numarada, Zehra'nın hayatını, kültürünü, bilhassa da "baraka" mefhumunu
merak ederek.
"Annene bir sorsana Abed, yiyeceklerin de kendilerine ait bir barakası
var mı?"
Ekmekle suyun vardı tabii, incirin de.
"Annene bir sorsana Abed, mekânların da kendilerine has bir barakası
var mı?"
Camilerle, evliya türbelerinin vardı tabii, kuyuların da. Bu böyle
sürüp gidiyordu. İlk başta Abed, Gail'le ahbaplık etmenin annesine
ilginç gelebileceğini tahmin etmiş ama tahmininde haklı çıktıktan sonra
bu sefer de bundan rahatsız olmaya başlamıştı. Gerginliğinin bir sebebi
son zamanlarda doğru düzgün ııyuya-mamasıydı. Rüyaiarmdaki kız tıpkı
eskiden olduğu gibi her gece her gece görünmeye başlamıştı. Son bir
haftayı onunla boğuşarak geçilmişti. Uykusuz, gergin, tetikte. Kızın
ziyaretleri her gece bir bölümünü seyretmeye mecbur tutulduğu bir
diziye dönüşmüştü, daha sonra kan ter içinde uyanıyor, bir daha gün
ağarana kadar uyu-yum/yordu.
"Abed gelsene, annene bir sorar mısın şu yara izleri nedir, bir tür
tedavi filan mı?"
Gene uykusuz bir gecenin sabahında Abed, Gail'le Zehra'yı, yüzlerinde
şaşırtıcı ölçüde birbirine benzeyen ışıltılı bir dinginlik ifadesiyle,
Benetton reklamları gibi mutfak masasında yarı yana parıldar vaziyette
bulmuştu.
Abed bu sefer soruyu sormak yerine kendisi cevap vermeyi tercih etti.
"Bir tür kan akıtma," diyerek elini havayı keser gibi salladı.
Eskiden kadınlar serratalarla kan akıtma toplantıları düzenlerlerdi,
evliyalarla akraba olan muhterem kadınlar. Serratalar el ve ayak
bilekleri etrafına çizik atar sonra bunlar yıkanıp üzerlerine safran,
kına ya da akr sürülürdü. "Uzun zaman önce," diye ekledi Abed otoriter
bir edayla, "artık Fas'ta böyle şeyler göremezsin."
Modernleşmek ve dolayısıyla Batılılaşmak için köklü dönüşümler geçilmiş
yaşlı toplumların gençleri, fazla malumat sahibi
188
olmayan bir Batılı kalkıp da onlara kültürleri hakkında sorular
yönelttiğinde ve bu sorular aslında kendilerinin hiç mi hiç
ilgilenmediği, hatta esasen kestirip atmak istediği, hatta yekten
reddettiği tek bir cephesiyle bağlantılı olduğunda daima bu mantrayı
tekrar ederler: "Ha o mu?" derler. "Vardı öyle şeyler ama eskiden, o
çak eskidendi. Ülkemde artık böyle şeyler göremezsiniz."
Zihninde dönmekte olan bir sonraki soruya geçti Gail: "Annene bir sorar
mısın Abed, ya şu kına nedir, kınayı sorar mısın?"
"Eline sürdüğün koduğumun kınası işte! Soracak bir şey yok." diye
patladı Abed. "Neden sorup duruyorsun bunları? Neden onunla gerçekten
ilgileniyormuş gibi yapıyorsun?"
Gail ona ters ters baktı: "Belki gerçekten ilgilendiğim içindir!" "Ya
ne demezsin," dedi Abed alayla gülerek. "Ne heyecan verici bir kültür!
Egzotik! Değişik! Ücra! Ezilmiş! Üçüncü Dünyalı hemşireni
kucaklıyorsun!"
"Yuh, ne fesat zihnin var! Neden merakım seni bu kadar rahatsız ediyor?
Belki de sen kendi geleneklerinden utandığın içindir!" Zıt kutuplara
konmuş iki farklı mıknatıs tarafından aynı anda çekilmiş gibi
birbirlerinden hızla uzaklaştılar. Zehra'ya da içini çekerek,
püfieyerek. neler olduğunu merak ederek tek başına mutfakta kara kara
düşünmek kaldı. Kımıltısız bir endişe içinde bir müddet bekledikten
sonra Abed'in ne yaptığını görmek için yukarı çıktı ve onu tepesinden
parmak ucuna kadar kalın bir battaniyenin altına gömülmüş, ya kendini
boğmaya ya da biraz uyumaya çalışır vaziyette buldu.
Bir müddet konuşmaya çekinse de içindeki sıkıntıyı artık bastıramayan
Zehra diken üstünde yatağa oturdu ve zihnindeki soruyu saldı: "Safiye
ne diyor? Paketin içinden mektup çıktı mı?"
"Pek bir şey dememiş," diye cevap verdi battaniye boğuk bir sesle.
"Babasının hastalığı, havaların değişkenliği, kız kardeşinin düğünü...
öyle şeyler..."
Ama yorıımbilgisi geleneği her metnin birden fazla seviyede
okunabileceğini söyler bize. Eski fal tarihçeleri, hayli sıradan
görünen metinlerin bile içrek mesajlar saklamaya muktedir olduklarına
189
şaııtıucı cucı. oaııye nın meütUDunaa da ıçı boşaltılmış metinlerde
sıkça rastlanan o ibare vardı: Bilenler bilenlere anlatsın, bilmeyenler
de görmesin zaten!
Doğru, Safiye'nin mektubu havadan sudan bahsediyordu, şu dış tabakadan,
zahiriden bakarsan o metne. Yine de hatminin iç katmanlarına
inildiğinde farklı bir mesaj taşıyordu, buna göre Safiye' nin babası
yakında öleceğinden korktuğu için onun evlenmesini istiyordu, sıra
kendisinde olduğu halde küçük kardeşi bile evlendiği için kendisi de
artık zamanının geldiğini hissediyordu. Mektup ayrıca kafasının
karışık, ruh hallerinin değişken olduğunu sezdiriyordu. Zahiri katman
havadan sudan söz ederken, batini katman, Safiye'nin Abed'i fazla uzun
beklemeyeceğini fısıldıyordu.
Zehra çenesini kaldırdı, söyleyeceği şeyin şiddetini hissettirme
gayretiyle alnını kırıştırdı ama yegâne izleyicisi battaniyenin
altından bu hazırlıkları göremiyordu.
"Safiye sana yaramaz, bırak kendi yoluna gitsin."
Zehra bu meseleye dair memnuniyetsizliğini şimdiye kadar çeşitli
şekillerde ifade etmiş olsa da ilk defa itirazını bu kadar doğrudan
dile getiriyordu. Odanın atmosferi aniden aralarında kabaran
gerginlikle ağırlaştı. Ta ki Zehra bir sonraki sözünü söyleyene kadar:
"Sen en iyisi mavi gözlüyle evlen!"
Abed'in kafası battaniyenin altından fırladı, gözleri faltaşı gibi
açılmıştı: "Cadı Gail'le mi evlenmemi istiyorsun?"
"Evet, neden olmasın?"
"Çenesinden geçilmiyor hanfendinin!"
"Olsun, konuşkan olması iyidir." dedi Zehra gülerek. "Hıfmin benî âdem
es-sâkit.""
Abed burnundan hava püskürterek bir kahkaha saldı, sonra birkaç kahkaha
daha attı. "Belki fark etmemişsindir, boyu jenden uzun," dedi
dişlerinin arasından, ne kadar uzun olduğunu göstermek ister gibi
gözlerini tavana kaldırdı. Bu konuşmayı hemen bunda sonlandırmak
amacıyla göklerden süzülecek bir kurtarıcının tr.van-
* "Sükût eden âdemoğluntlan kork."
190
dan aşağı düşmesini bekliyormuş gibi.
"O uzun değil," dedi Zehra omuzlarını silkerek. "Sen birazcık daha
kısasın. Deve kendi hörgücünü görmezmiş."
Bunun üzerine Abed daha büyük bir kozu kullanmaya karar verdi: "Anne. o
Yahudi!"
Zehra'nın yüzünden, Abed'in ilk başta "hayret" sandığı ama aynı zamanda
"kabullenme"ye yormaktan da kendini alamadığı uysal bir sorgulama
ifadesi geçti: "Ya öyle mi? Evdeki örümcekleri öldürmemesini rica et
ondan! Örümceklerin peygamberin hayatını kurtardığını anlat." diye
mırıldandı sükûnetle, odadan çıkarken. "Sen iyisi mi uyu biraz."
Maalesef uyudu. Gecelerdir süren işkenceli uyuklamaların ardından
uykuya dalması uzun sürmeyecekti. Ama kâbus kadım bu sefer elini daha
da çabuk tutmuştu. Ölgün beyaz yüzünde kömür gibi iki kocaman göz
parlıyordu, bir kardanadamın donuk bakışı gibi, gözleri iki karanlık,
dipsiz deliğe gömülmüştü. Abed panikle uyandı. Ne var ki bu sefer
rüyasındaki kadını göğsünde oturur buldu, daha yakındı, daha amansız.
Rüyadan, ne menem bir gerçeklik -se bu gerçekliğe ışınlanırken müthiş
küçülmüş, oyuncak bebek boyutuna inmişti. Korkutucu, uğursuz bir
Barbie, sıkıştırılmış dehşet.
Abed içgüdüsel olarak kadının ona izin vermeyeceğini bildiği halde
hareket etmeye çalıştı. Annesini, birini, herhangi birini çağırmak için
ağzını açtı ama sadece bir soluk çıkabildi ağzından. Kadın onu
hareketsiz, sessiz, neredeyse baygın tutuyordu, göğsünü eziyordu. Abed
bir daha bağırmaya çalıştı... bir daha... her seferinde daha çok gayret
gösteriyordu... ki odasının kapısı küt diye açıldı:
"Hobibi... Abed!.. Abed!"
Titreyen bir kucakta uyandı, Zehra panikle sarılmıştı ona. Arkasında
Gail, Piyu ve Ömer yüzlerinde aynı tedirgin ifadeyle dizilmişlerdi. "Ne
oldu Abed?" diye sordu birisi hepsi adına ya da hepsi aynı anda.
"Kötü bir rüya gördüm." Bir an durakladıktan sonra geri kalanını da
anlatmaya karar verdi. "Her zamanki kâbus, çocukluğumdan beri böyle
gelip gider. Galiba yine mevsimi geldi. Ama bu se-
191
fer fazlasıyla sahici görünüyordu. Göğsüme oturdu ve kıpırdamama izin
vermedi. Ouaghauogh... ödümü koparttı."
Abed konuşmalarını annesine tercüme etmek için döndü ama Zehra'nın
yüzünü kaplayan elem neden bahsettiklerini zaten bildiğini
gösteriyordu.
"Bit kâbus kadını neye benziyor anlatsana...?" diye sordu Ömer.
"Genç, uzun, kapkara saçları var... aslına bakarsan Gail'e benziyor."
"Teşekkürler!" dedi Gail sırıtarak.
Kıkırdadılar, aslında daha da güleceklerdi ama Zehra'nın suratının
asıldığını fark ettiler. Bunu takip eden sessizlikte Zehra onlara yarı
hazin yan haşin bir bakış fırlattıktan sonra, oğlu daha onu teselli
etmeye fırsat bulamadan odadan çıktı.
192
Dumansız Ateş
Öncelikle onları diğerlerinden, alacakaranlık kuşağındaki diğer
mahluklardan ayıralım. Uzaylılardan, elflerden, gulyabanilerden,
perilerden, hatta vampirlerden... tüm bu mahlukata siz ister inanın
ister inanmayın günün birinde yolunuza çıkabilirler. Hayatınıza sızmak
için hiçbirini önceden tanımanıza gerek yoktur, hem de hiç. Ama
dumansız ateşten yaratılanlar, adlı adınca "cin" diye bilinenler için
durum böyle değildir, onların sizinle kuracağı münasebet önceden
tanınmalarına bağlıdır. Diplomasinin temel kuralları in-san-cin
ilişkileri için de geçerlidir aslında: burada da ötekinin varlığının
ayrı bir mevcudiyet olarak tanınması iki taraf arasındaki ilişkilerin
gelişmesi açısından elzemdir.
"Bazıları adildir" der Kuran, "bazdan başka türlü." Kemlik de buradan
çıkar zaten. İşin adil kısmından değil, ama ille de başka türlü
kısmından da değil. Mesele bu ikisi arasında durmadan gidip gelen
sarkaçtan, hani şu mini minnacık "ya da" takısının içerebileceği ya da
içermeyebilcceği olasılıklardan.
Şahsi rotalarının bir noktasında bütün cinlerin iyi ile kötü arasında
bir seçim yapmaları gerekir. Çoğu yapmıştır bu seçimi ama daha
saflarını seçmemiş niceleri de vardır. Yine de kötülüğe karar kılmış
olan cinleri dahi sgn tahlilde bu kadar ürkütücü kılan kötülükleri
değil, kötüymüş gibi görünmemekteki eşsiz yetenekleridir. Aslında
içinde kem olsa da erdemli izlenimi vermeye muktedirdir her cin. Daha
da beteri zamanla taraf değiştirebilmeleridir. Başta erdemliyken
sonradan kem olabilirler ya da tam aksi. Üstüne üstlük tıpkı insanların
dünyasında olduğu gibi cinlerin dünyasında da belirleyici etken
cinsiyettir.
193
Dişi cinlerin erkeklerden daha kaprisli, dolayısıyla da daha değişken
olduğu söylenir. Hayran olunmak, iltifat görmek, el üstünde tutulmak
isterler. Bunu gerektiği gibi adabıyla yapmayı başaramayanlar dişi
cinlerin öfkesini çeker üstlerine, öte yandan bunu gerektiği gibi,
adabıyla yapanlar da dişi cinlerin aşklarının nesnesi olabilir ki uzun
vadede hangisinin daha kötü olacağını kestirmek zordur. Şeytan bile
cinler kadar sinir bozucu değildir. Malum kötüdür şeytan ve tutarlıdır
kötülüğünde. İnsan şeytandan hep en kötüsünü bekler, muhtemelen daha
beterini alır gerçi ama en azından bir belirsizlik yoktur ortada. Öte
yandan cin hem dost hem düşman veya dostken düşman, düşmanken dost
olabilir. İşte onlarla her karşılaşmayı asla anlamlı bir bütüne
ulaşamayacak bir nevi zihin yağmalayan bilmeceye dönüştüren de bu
olabilir-de-olmayabilir-de sarkacıdır. Cinler belirsizlikle maluldür.
İnsanlar da belirsizlikten duydukları korkuyla. Nihayet Zehra'yı
verandada oturmuş dalgın dalgın dışardaki akçaağaca, daha doğrusu onun
yerine konmuş amatör taklidine bakarken bulan Abed, "Canını sıkma
anne," dedi kelimeleri usulca ağzında yuvarlayarak. "Nedenini
biliyorum. Son zamanlarda korku filmi seyretmiyorum, eskisi gibi
aşağıda, televizyonun başında uyursam her şey yoluna girer."
Aynı anda hem boğazını temizleyip hem de buna inanmadığını belli eden
Zehra hıh diye güldü - bu ses çetrefil bir konuşmanın peşreviydi
sadece. Konuştu, konuştu, konuştu. O konuşmasını bitirdiğinde Abed
biraz sarsılmış vaziyette sendeleyerek verandadan içeri girdi. Zehra
ise öylece oturuyordu. Hiç hareket etmeden. İki saat sonra pek fazla
bir şey değişmemişti. Zehra hâlâ verandada, hâlâ kımıltısız ve
sessizdi, Gail'le Arroz ara sıra ne vaziyette olduğunu görmek için
gelip yüklüyorlardı.
"Ne oldu?" diye sordu Ömer'le Piyu bir ağızdan. "Ne mi oldu?" dedi Abed
homurdanarak. "Amerika'ya geldiğinin üçüncü günü aklını kaçırdı. Olan
bu!"
Nihayet homurdanmaktan bıkıp hikâyeyi anlattı. Dura dura, yorgun argın,
kendine ait olmayan sözler ve ayrıntılarla, Zehra'nın çok
194
genç ve yeni evliyken bir cinle nasıl karşılaştığını ve bu
karşılaşmanın nasıl hâlâ karşılarına çıkmaya devam ettiğini nakletti
onlara.
Yirmi beş küsur yıl önceymiş, şubat ortası.
Buz gibi, rüzgârlı bir günde Zehra mutfakta tek başına böğürtlen reçeli
yapıyormuş. Hayatı boyunca hep iyi bir ahçı olsa da o sıralarda hâlâ
tecrübesiz olmalıymış ki kazana gereğinden fazla şeker koymuş,
kaynattıkça bozuyor, ağdalıyormuş reçeli. Çaresizlikle uzun, biçimli
parmaklarını rahminin üzerinde kavuşturmuş ve üzüntüyle içini çekmiş. O
anda ne elleri ne de yüreği bunu bilse de Zehra hamile imiş. Abed'e
hamile.
Zehra'nın bu konudaki bilgi eksikliği ilk başta göründüğünden daha
önemli sayılabilir zira hamileliğinin bu kadar erken bir döneminde
olmasa evde yalnız bırakılmazdı. Ne de olsa gebe kadınlar cinlerin,
özellikle de dişi cinlerin en gözde avları arasındadır ve asla yalnız
bırakılmamalıdır. Ama o soğuk şubat sabahı yün bir hırka ve gafletin
rehavetine sarılmış olan taze gelin Zehra'nın cinlerden korkmak için
hiçbir sebebi yokmuş. Korkamayacak kadar hareketli, genç ve
gailesizmiş. Tek derdi işte o kara kazanda kaynatılıp durdukça buruk
bir renk alan ve ağdalandıkça ağdalanan reçelmiş. Bir süre sonra
kapının çalındığını duymuş ve yabancılara karşı hep dikkatli olduğu
halde nedense hiç tereddüt etmeden gidip kapıyı açmış.
Kapıda yırtık pırtık giysili ama gördüğü en güzel siyah gözlere sahip
bir kadın duruyormuş. Elindeki çanak dilenci olduğunu gösterse de hiç
öyle durmuyormuş. "İyi günler," demiş kadın mırıl mırıl. "Çok açım ve
çok susuzum. Üç uzun gün üç uzun gecedir ağzıma bir lokma girmedi."
Zehra kendisinden isteneni gayet iyi duymuş olmakla beraber mıhlanıp
kalmış olduğu y^erde, o siyah mücevher gözlerdeki gececi girdaplardan
hipnotize olmuşçasına. O zaman dilenci, talebini tekrarlamak için belki
de iki elini birden ağzına -ya da bir ağzı olsa bulunacağı yerekaldırmış.
Zalimce mükemmel bir burun ve sivri bir çenenin arasında ne ağız varmış
ne de ağza benzer bir şey. Ne üst dudak ne alt dudak, ne hiç olmazsa
pembemsi bir çizgi, sadece koyu kızıl bir boşluk -
195
yutmaya hazır haris bir oyuk. Bunca sene soma dönüp kadını düşündüğünde
Abed onun ya korkunç bir kaza ya da cüzzam gibi ölümcül bir hastalık
geçirdiğini tahmin ediyordu. Sebep her neyse kadının ağzını koparıp
atmıştı.
"Şu biçareye bir dilim ekmek verirsen hayır duamı alırsın," diye
yankılanmış kızıl boşluk. Sonra mutfaktan süzülen şurupsu kokuyu
yakalamak ister gibi başını kaldırmış. "O ekmeğin üzerine tatlı bir
şey, mesela şu kaynattığın böğürtlen reçelinden sürersen, gebe olduğun
erkek evladın hayır duamı alır."
İçeri girmeye çalışır gibi eşiğe hamle etmiş. İşte tam o anda genç, toy
bir kız olan Zehra panikleyerek refleksle kapıyı tutmuş, sertçe kadının
yüzüne çarpmış. Korku ve pişmanlık içinde donmuş vaziyette, dışarıdan
gelen en küçük sesleri bile dinleyerek kim bilir ne kadar durmuş orada.
Nihayet kapıyı tekrar açacak cesareti bulduğunda, artık dışarıda kimse
yokmuş, dar, çamurlu yolda yavaş yavaş eriyen buz dışında. Mutfağa
döndüğünde böğürtlen reçelinin taşıp ateşi söndürdüğünü görmüş.
Yine de bu hadiseyi aklından savmış çabucak ve Abed doğana kadar da bir
daha düşünmemiş. Ne var ki Abed göbeğinde, irkiltici bir biçimde ağıza
benzeyen koyu kızıl bir lekeyle doğmuş.
"Vay, ne acayip. Karnında hâlâ duruyor mu o dövme, seni seksi şey
seni," diye kıkırdadı Gail alayla, siyah yelesini bir yandan bir yana
savurarak.
"Bahsettiğimiz bir dövme değil," dedi Abed ters ters, ama bugün Gail'e
sinirlenmemeye karar vererek derin bir nefes aldı. "Zehra o dilencinin
aslında cin olduğuna inanıyor. Ama esas mesele bu değil. Mesele cin
olsa da olmasa da yaptığı şeyin yanlış olması. Zira Tanrı'nın yarattığı
hiçbir mahluktan bir dilim ekmekle bir bardak suyu esirgememelisin.
Ahlak dersi bir yana cin bizi lanetlemiş, özellikle beni. Doğacak erkek
evladı. Zehra benim tehlikede olduğumu düşünüyor."
"Haa! Şu kâbuslarındaki kadın da o mu?" diye sordu Ömer yüzü merakla
aydınlanarak. "Afet-i devran cin hanım! FemmefataleV
"Bana bak oturup fantezi kurasın diye anlatmadım bunları, sa-
196
pik şey! Türkiye'de cin yok mu? Bu tür inanışların ne manaya geldiğini
biliyor olman lazım!"
Neyse ki Gail'le Piyu'nun korktukları başlarına gelmedi de bir nevi cin
milliyetçiliğine kaptırmadılar kendilerini. Onun yerine Abed huzursuz
sesi sonlara doğru iyice alçalarak, Zehra'nın cinin şimdiye kadar
Abed'e gönlünden geçen zararı verememiş olmasının geçmişte verdikleri
sadakalardan ve kestikleri kurbanlardan kaynaklandığına inandığım
anlattı. Bunlar cinin gücünü gözle görülür ölçüde azaltmış,
yaşlanmasını engellemiş (ne de olsa yaşlı cinler gençlerden daha
güçlüydü; dişi cinler erkek cinlerden; yani en beteri yaşlı dişi bir
cindi) ve onu zaman zaman Abed'i ziyaret eden şu genç kıza
dönüştürmüştü. Sadakalarla kurbanlar onu dişsiz bırakmıştı. Ama bu
sene. Abed bursu aldığı gün Zehra bir koç adadığı halde önce çeşitli
sebeplerle erteleyip durmuştu bu adağı, sonra da kocasının ölümüyle
büsbütün unutmuştu. Borcunu geciktirdikçe dişi cin anbean birazcık daha
yaşlanıp güçlenmiş, her geçen gün Abed'in gecelerini ve kâbuslarını
daha çok ele geçirmeye başlamıştı.
"Vay!" Gail nihai bir çözüm bulmaya çalışıyormuş gibi dalgın dalgın
başını salladı ama o dalgınlıktan sıyrıldığında yeniden "Vay!" demekten
başka bir şey yapmadı. Zihninden cin şeklinde sütlü çikolatalar yapmak
geçmişse de bu fikri basiretle kendisine saklayıp, dükkânın yolunu
tuttu.
Gail odadan çıkar çıkmaz Ömer'le Piyu uzaktan kumandalarının
düğmelerine basılmış gibi Abed'e saldırıp kazağını sıyırdılar ve
göbeğine baktılar. Haklıydı. Leke oradaydı! Tam karnının üzerinde heavy
metal albüm kapaklarındaki Gotik kabartmalara benzeyen kızıl bir ağız
duruyordu, bu benzetme Abed'in hoşuna gitse de gitmese de. Görmek için
can attıkları şeyi gördükten sonra, hâlâ yerde homurdanmakta olan
Abed'in ayağa kalkmasına yardım ettiler, sonra Sopranos seyretmek için
hep birlikte oturma odasına yöneldiler. Bölüm bittiğinde hepsi birer
birer dışarı göz attılar. Zehra hep aynı konumda, inatla verandada
oturmakta, Arroz da kendi kendine buyurduğu bir vazifeye mutlak
sadakatle onun ayaklarının dibinde durmaktaydı.
197
Veranda alanını gözetleme nöbeti kendine geldiğinde "Uyumayacak mı?"
diye fısıldadı Alegre huzursuzca.
"Nereden bileyim?" diye umutsuzca mırıldandı iki mutfak kapısı arasında
mekik dokuyup durmadan volta atan Abed. Akşamleyin üç kere verandaya
çıkıp annesini içeri girmeye iknaya teşebbüs edecek ama her seferinde
tek başına ve kıpkırmızı geri dönecekti. Üçüncü teşebbüsten sonra artık
kendini tutamadı: "Aklını kaçırmış! Koç kurban etmek istiyor, hem de
hemen!"
"Nasıl hemen!" diye sordu Piyu, aklına hemen bıçak ve satır getiren
kurban lafının verdiği dehşetle.
"Hemcn-şu anda değil şapşal, hernen-yalanda..." Abed gözlerini mutfağın
tavanına, arada bir yukarıdaki küvetin sularının sızıp damladığı
çatlağa kaldırdı. "Tanrım..." diye inledi, "... Boston'dayız!" Sanki
Tanrı onun yerini kaybetmişti de koordinatları yeniden veriyordu.
Ama koordinatlar, artık sahte akçaağaca ve bir de Arroz'a evdeki
herkesten fazla güveniyormuş gibi görünen Zehra'yı geri getirmeye pek
yardımcı olmadı. Aniden hayata karşı korkuları nüksetmiş, her an bir
kaza olacak diye beklemeye başlamışı. Dünya bir felaketler piyangosu
olmuş, ona da sonraki çekilişte oğlunun ne kazanacağını tahmin etme
eziyeti düşmüştü. Aniden bastıran uçuş korkusu bu genel korkunun küçük
bir parçasıydı sadece. Hayatında ilk olarak uçağa binmek Zehra için hiç
sorun olmamıştı ama şimdi o uçağa tekrar binme fikri bile elinin
ayağının kesilmesine yetiyordu. Eve dönmek, Abed'i bu yabancı ülkede
tek başına bırakmak, hiçbir aksilik olmayacağını, her şeyin yolunda
gideceğini ummak, çarnaçar ummak... sonraki hamlesi ne olursa olsun,
karşılığında bir şey vermeden, bir bedel ödemeden o hamleyi yapmak
istemiyordu. Sadaka aritmetiği. Aklın, salt aklın kılavuzluğunu
tanıyanlar bu ra-kamsız matematiği anlamakta zorluk çekseler de
ötedünyayla uzlaşmada artılarla eksilerin hesaplanıp denkleşmesi
elzemdir. Hayattan olumlu bir gelişine bekleyebilmek için denklemi
dengelemek, karşılığında bir şeyler vermek gerekir.
19b"
Reggae Sadakası
Ertesi sabah Alegre'nin hazırladığı muhteşem kahvaltıyı ve koca bir
bardak taze sıkılmış portakal suyunu tepsiyle verandaya taşıdı Abed.
Yarım saat sonra son kırıntısına kadar yenmiş kahvaltının bulaşıklarını
bir de portakal suyunu geri getirdi. Ne de olsa Arroz bir tek portakal
suyu ile ilgilenmemişti. Zehra bu arada hiçbir şeye elini sürmemişti.
Ömer onu bir sabah kahvesine ikna etmeye çalıştıysa da işe yaramadı.
Koca sürahi kendisine kaldı.
"Madem bu kadar kahveyi tek başına içmeye niyetlisin neden en azından
cafe con leche yapmıyorsun?" Kaşlarını çatmış, kollarını kavuşturmuş
Alegre'nin sesi yanında durduğu buzdolabının uğultusunu bastırıyordu.
Ömer'in yüzü aydınlandı. "Cafe con leche!" dedi sırıtarak. "Bana
İspanyolca birkaç güzel kelime öğretir misin?"
"Rezalet!" diye araya girdi Abed, verandaya yaptığı bir başka beyhude
ziyaretin dönüşünde. "Şu herife İspanyolca rezalet nasıl denir onu
öğret, Alegre. Bahse girerim sırada Hispanik bir kız vardır. Öyle değil
mi dostum Omar?"
Ömer omuzlarını silkti. "İftira, hep İspanyolca öğrenmek istemişimdir."
"Abed, Zehra'ya söylesene madem bir hayır yapmak istiyor bağış yapsın,"
dedi Alegre, bu teklifiyle onu biraz olsun teskin etmeyi umarak.
"Zavallı koça vereceği parayı bizim hayır kurumuna bağışlayabilir.
Demek Katolik Kilisesi'ne bağlı ama inanç gözetmeden herkese yemek
yardımı yapıyoruz."
"Muchas gracias ama senin tavuk suyuna şehriye çorban annemin kurban
standartlarına uygun değil," diye homurdandı Abed
199
mutfak penceresinden bakıp içini çekerek. Gerçi seyredecek fazla bir
şey yoktu. Zehra hâlâ aynı sandalyede, aynı konumda, gözleri hâlâ aynı
ağacın yapraksız iskeletine dikili oturuyordu. Yegâne canlılık işareti
Arroz'da gözleniyordu; yasemin ve alacakaranlık kokan bu tombul kadını
koruma vazifesine sadık kalmak ile eve girip başka kahvaltı kalmış mı
bakmak arasında kararsız, iki üç saniyede bir sağa sola dönüyordu.
Ne var ki iki kutup arasında savrulan sadece Arroz değildi. Akşama
doğru bir içeri bir dışarı mekik dokumaktan bıkarı Abed nihayet bu
sorunu kökünden çözmek için harekete geçmeye karar vermişti. Bu
kararlılıkla Müslüman biraderinin kapısını çaldı.
"Omar kardeşim. Bana yardım et. Ne olursa olsun Müslünıan-sırı değil
mi?" Bu sorduğu soruya anında pişman olduğundan cevabı beklemeden
konuşmaya devam etti. "En azından Müslüman bir ülkeden geliyorsun. Bu
evde bana yardım edebilecek bir tek sen varsın. Yarım saat sonra
Jamal'le buluşacağım, akıl danışmak için imama gideceğiz. Bu arada sen
de..." parmağını Ömer'e doğrulttu, "sen de git bir kasap ara."
"Neden öteki türlü yapmıyoruz? Sen kasap ara, ben gerisini halledeyim."
"Olmaz. Muhterem imamla konuşmak için doğru kişinin sen olduğuna emin
değilim," dedi Abed. "Halta doğrusunu istersen yollarınızın
kesişebileceğini dahi zannetmiyorum."
Bu açıklama yeterince ikna edici olduğundan ikisi de üstlerine düşeni
yaptılar.
O gün hiçbir ilerleme sağlayamadılar. Doğru, Boston'da helal et satan
Müslüman kasaplar vardı. Ama iş koçu parça parça almak yerine kurban
etmeye gelince durum değişiyordu. İki kasap en erken bir ay sonraya
randevu verebileceklerini söylemişlerdi. Pearl Sokağı 8 numarada kimse
Zehra'nın verandada o kadar uzun zaman hayatta kalabileceğini tahmin
etmiyordu.
Bir haftada Boston'un göbeğinde Müslüman bir kadının nasıl koç kurban
edebileceği üzerine kafa patlatmaktan daha beteri bunun getirdiği
mahcubiyet, asabiyet ve Amerikalı arkadaşların hadi200
sevi duymaları halinde gelebilecek tepkiden ya da yadırgamadan duyulan
rahatsızlıktı. Tuhaftır, Abed bu konuyu Alegre ya da Piyu' ya açmakla
hiç zorluk çekmemişti. Tam olarak sebebini bilmese de Hispaniklerin.
özellikle Meksikalıların kendisiyle aynı saftan olduğunu hissediyordu.
Ama o ikisi hariç Müslüman olmayan arkadaşlarına bıı hadiseyi
anlatmamayı tercih ederdi. Bilhassa bir ianesi yapay ete bile karşı
olan şu nebatoburlara. Hayır bu cinayetten ne Gail'in ne de Debra Ellen
Thompson'ın haberi olmalıydı.
İki gün daha geçti. Daha pek çok kereler aynı cevapları duydular: Hem
Amerikan standartları hem de İslam'ın gereklerine uygun şekilde
mezbahada koç ve koyun kesen bir sürü Müslüman kasap vardı ama bu iş
biraz zaman alacaktı, tabii ev ahalisinden biri kesimi kendisi yapmaya
gönüllü değilse.
ömrü billah en büyük düşmanı zaman olan ömer işte bu noktada, bu
senaryodaki rolünü oynamaya başlaması gerektiğini hissetti. Abed'in onu
bu işe karıştırmasının bir sebebi olmalıydı -Abed'in dahi bilmediği ama
muhtemelen bilinçdışının kuytularının çözümlediği bir sebep. Dini
törelere karşı sarsılmaz bir inancı, annesine karşı da ona asla yalan
söyleyemeyecek kadar derin bir sevgisi olduğundan Abed'in, Ömer gibi
birine havale ermeden başaramayacağı tek bir şey vardı: üçkâğıt!
Ömer gidip koç kesemeyeceğini biliyordu ama daha başka bir yardımda
bulunabilirdi. Neticede bir hayvanı öldürmek kitabında yazmasa da
insanları kandırmak yazardı şüphesiz. Dolayısıyla dördüncü gün,
Müslüman bir kasabın bütünü tamamlayacak şekilde ona parça parça
sattığı, bir zamanlar bir... hatta iki... belki üç koça ait olan taze
etle dolu bir kazanla mutfağa daldığında, kendisine çok çok zararsız
görünen bir yalanı Zehra'ya söylemekten zerrece utanç duymadı Ömer.
"Güzel koçtu." dedi pişkin pişkin başını sallayarak. "Dini bütün bir
Müslüman kasap mezbahada kesti. Sizi götüremezdim çünkü Amerikalıların
kurallarına göre yetkili olmayanlar içeri alınmıyor."
Abed, Ömer'in sözlerini Zehra'ya tercüme ederken annesinin ikna
olmayacağından korktu çünkü kendisi ikna olmamıştı. Ama
-
aysyzgije
12 years ago
- 201
mayasında kitabında böyle sahtekârlıklara yer uhnayan Zehra'nın yüzü
ferahtan ışıldamıştı bile. Son dori günün büyük bölümünü yapışık
geçirdiği sandalyeden kalkıp hemen işe koyuldu. Hayvanın başını,
paçalarını, işkembesini ve bağırsaklarını aradı önce, bulamadı. Ama
bunların nereye gittiğini tekrar tekrar sorsa da Abed soruları
diğerlerine tercüme etmedi.
Kendilerine etin çok az bir kısmını aynan Zehra geri kalanı yedi farklı
haneye dağıtılmak üzere yedi tabağa böldü.
"Maddi durumu iyi olmayan yedi komşuya dağıtın," buyurdu.
"Ne yedi komşusu anne?" diye sormak geldi Abed'in içinden, kalasından
East Sommerville'de ikamet eden vejetaryen bohemleri geçirirken.
Alegre yedi parçadan birini en küçük hizmetçileri Marta'ya götürmeye
karar verdi. Marta istemezse, marketten almış gibi yaparak la Tia
Piedad'a pişirebilirdi. Geri kalan altı parçanın üçünü Abed, Tufts'da
doktora yapan ikisi Mısırlı, biri Pakistanlı üç Müslüman arkadaşına
dağıttı, hiçbiri fakır değildi belki ama kıt gelirleriyle epey zorlukçekiyorlardı.
Geri kalanlardan birini Jamal'e ayırdı. Son olarak Piyu
bir parçayı, güzel ve taze olduğu müddetçe her türlü eti seve seve
kabul edeceklerini bildiği iki eski arkadaşına götürdü. Böylece geriye
bir parça kaldı.
"Mutlaka fakir birine verin," diye buyruğunu tekrarladı Zehra.
Hayır işleri için koşuşturmaktan yorulan Abed bu görevi Piyu' ya, Piyu
Abed'e, nihayet ikisi birlikte ittifakla Ömer'e havale ettiler.
Ömer bir sadakanın sadaka olabilmesi için boğazına düşkün arkadaşlardan
ziyade yabancılara verilmesi gerektiği kanaatindeydi. Dolayısıyla
mahalledeki dilenciler, keşler ve evsizlerle işe başladı ama kırk yıî
düşünse beklemeyeceği bir ilgisizlikle karşılaştı o cephede.
Isabanafazladanbirdolarınızolduğunıısöyledi Kadın vejetaryen çıkmıştı,
Bay Birfincankahveiçinbirpenny bu teklife şüpheyle yaklaşmıştı çünkü
belediye başkanının sokaklardaki evsizleri zehirlemek için emir
verdiğinden kuşkulanıyordu. Birkaç teşebbüste daha bulunup birkaç kere
daha reddedilince Ömer eski bir sevgiliden vardım istemek için yeterli
bahanesi olduğuna karar verdi.
202
Hem hayatında bir kez olsun, evet neden olmasın, aşk ve nefretin
karmaşıklığı hiçbir şekilde inkâr edilmemek kaydıyla eski âşıkların
temel düşmanlıklarını halledip, zor anlarda birbirlerine yardım
edebilecek kadar olgun davranacaklarını, zaman içinde gerçekten iyi
arkadaş olabileceklerini kanıtlamak istiyordu!
Plakçı dükkânında Vinessa'yı tezgâhın arkasında yine bir The Clash
şarkısı söylerken buldu; mekânda-yeni müşterilerin çoğu bundan yarıhoşlamp.
yarı-dalga geçerek çaktırmadan ona bakıyorlardı. Ömer'in
geldiğini görünce sesi yükseldi: "Öldürüldü biri I Bilinmiyor ismi I
Küçük bir leke oldu kaldırımda i Çıkaracaklar kazıya kazıya."
Şarkı bittiğinde sesini alçaitmaya zahmet etmeden içerideki bütün
müşterilere bir ilişki gayet iyi giderken bir günde bitiriliverme-sinin
ve Ömer adındaki bu adamın aniden "aralarındaki bu şeyin yürümediğini"
ilan etmesinin tuhaf olup olmadığını sordu. Geri dönüp utanmazca gayriromantik
aşk maceralarına baktığında Ömer'in onu hiç sevmemiş olduğu
sonucuna varıyordu ve madem onu HİÇ sevmemişti, diye haykırdı Vinessa,
kendine punk ve post-punk CD'leri alacak başka bir dükkân bulsa iyi
olacaktı.
Ömer buna cevaben yutkundu, ancak fısıltı halinde çıkan sesiyle punk ya
da post-punk CD'leri için gelmediğini söyledi ve ona koç meselesini
anlattı. Hikâyesini bitirdiğinde Vinessa bir an düşünceye daldı. Ömer
için parmağını bile kıpırdatmazdı. hem ne sebeple olursa olsun,
hayvanların öldürülmesine karşıydı ama öte taraftan AbdüTc ve Cadılar
Bayramı partisinde çok sevdiği tatlı, tombul annesine yardım etmeyi
gerçekten çok isterdi.
Vinessa'nın her gün Huntington Bulvarı'nın farklı bir köşesinde şarkı
söyleyen birkaç "Jamaikalı arkadaşı vardı, taze eti seve seve kabul
edeceklerine emindi.
Böylelikle Zehra'nın kurban edilmemiş kurbanlık koçunun yedinci parçası
bir avuç meteliksiz reggae-müzisyeni tarafından hin-distan cevizi
sütünde pişirildi. Müzisyenler daha sonra Vinessa'ya etin gayet leziz
olduğunu, yeni bağışlan dört gözle beklediklerini söyleyeceklerdi.
203
Üç gün sonra Zehra her biriyle farklı farklı vedalaştıktan sonra
uçağına bindi.
Piyu'ya: "Taze süı dostlar için, ekşi ayran .şifalı ot meraklıları
içindir."
Ömer'e: "Taşlanıl seni tanıdığı memleket, insanların seni tanıdığı
memleketten iyidir."
Alegre'ye: "Kem gözlü biriyle karşılaşırsan, hemen dilini çıkarıp,
'Uzun gecenin karın ağrısı' de."
Debra Ellen Thompson'a: "Arkadasın bal bile olsa hepsini yeme."
Gail'e: "Gecenin içinde fenerle yürümek, bulutlu günden iyidir."
Arroz'a: "İnsanlar seninle yemek yerse sana ihanet ederler ama bir
köpek seninle yemek yerse bil ki seni sevdiği içindir."
Nihayeı Abed'e: "Burada arkadaşların olduğu için şanslısın. L'nuıma
yakındaki arkadaşın uzaktaki kardeşten iyidir."
Sonra da kendine El-jarah seb'ale eyyam vel hıızıı tûlül ömf dive
hatırlattı.
* Sevinç yedi gün sürer, hüzün bir ömür boyu.
204
Kış
Sabah saat ll:30'da, kırk iki yıldır olduğundan çok daha yaşlı gösteren
ve son altı yıldır Sultanahmet Camii önünde güvercinler için darı
satan, bir deri bir kemik, sırtı kambur, dişleri eksik bir kadın,
aniden havalanan bir güvercin sürüsünün kapladığı semaya bakmak için
kemikli, kınşık elini kaldırıp gözlerine siper etti. Art arda "cık!",
"cık!", "cık!" benzeri kınama sesleri çıkararak hoşnutsuzlukla başını
salladı. Kırışık yüzü hiçbir ipucu vermediğinden bu sesin üç muhtemel
hedeften hangisine yöneltildiğini kestirmek zordu. Belki güneşti
kınadığı, ışıltısının bu kadar kolay parçalanmasına izin verdiği için.
Belki güvercinlerdi, yok yere ortalığı velveleye verdikleri için. Belki
de asırlık caminin kapısından öfkeye bulanmış sloganlarla dışarı
dökülüp güvercinleri bulutsuz gökyüzüne kovalayan, böylece dingin kış
güneşini huzursuz ışınlara bölmelerine neden olan genç protestoculardı
kınadığı. Dunıma göre her birinde başka bir manaya bürünebilirdi "cık!"
Ve buna binaen kadının hangi meşrepten bir güvercin yemcisi olduğu
anlaşılabilirdi.
Cık-cıkladığı şey yukarıdaki güneşse semavi bir ricada bulunuyor, belki
Tanrı'dan çatısız gökyüzünden aşağı bakıp, onu içinde bıraktığı kaosu
görmesini rica ediyor olabilirdi.
Yok eğer kınadığı şey güvercinlerse belki dünyevi işlerle, mesela bu
sene kaç güvercinin öleceği, dan fiyatının artıp atmayacağı ya da bu
kıt gelirle nasıl yaşayacağı türünden meselelerle daha meşgul
olabilirdi.
Öte yandan o "cık!" sesini ateş püsküren kitleye yöneltmişse, belki
İslamcı protestoculan kendince protesto eden laik bir yem sa-tıcısıydı
kadın.
205
Belki de anık bunları düşünmek için çok geçti. Çünkü saat çoktan 11:35
olmuş ve "cık! cık!"lar boğulmuştu, bağrış çağrış ve sloganların
tantanası, yaklaşan polis kuvvetlerinin düzenli ayak sesleri, polis
otobüslerinin arkasında sıkışan trafikte kalmış arabaların kornaları,
göstericilere, gelip geçenlere, turistlere, polislere ya da kimi
bulurlarsa ona su, sahlep, nohutlu pilav, kehribar teşbih satan seyyar
satıcıların kısık sesleri arasında. Bir deri bir kemik, kambur sırtlı,
eksik dişli güvercin yemcisinin üçüncü "cık!"ını bastıran hengame buydu
işte. O tarrakada ister semavi ister dünyevi hiçbir kulak, hatta kendi
kulakları bile işitemezdi bu sesi.
ll:36'da siyah miğferinin altında gözleri kıpır kıpır, öfkelendiğinde
yanakları kızaran, çok öfkelendiğinde çok kızaran adaleli bir polis
elindeki copla havada bir daire çizdi ve bu daire sahneye girmesini
sağlayacak bir kapıymış gibi içinden geçip kalabalığa doğru yürümeye
başladı. İşte tam o anda kitlenin önünde, birbirlerine şaşılası raddede
benzeyen, iki farklı adamdan ziyade aynı adamın kopyalarını andıran iki
sarımtırak sakallı gösterici yeni bir slogan başlatarak arkadakileri de
ikinci turda kendilerine katılmaya teşvik ettiler. Gene aynı anda
nihayet elde ettiği aydınlık ve netlik ayarından memnun olan cevval bir
Reuters fotomuhabiri makinesini odaklayıp fotoğraf çekmeye başladı.
Bunu takip eden on beş karede yakaladıkları şunlardı: Siyah miğferli,
siyah kalkanlı, gözleri kıpır kıpır, adaleli bir polis iki göstericiye
arkadan yaklaşıyor / polisin copu havada bir daire çiziyor / arkadaki
polisin hiç mi hiç farkında olmayan iki gösterici sloganlar atıyor /
cop bir ileri bir geri giderek en yakındaki göstericinin alnına birkaç
kere iniyor / kalabalığın önündeki iki sarımtırak sakallı gösterici,
artık birinin yüzünden oluk oluk kan boşaldığı için artık birbirlerine
benzemiyor... eski camiin dingin ihtişamı var bütün fotoğrafların
fonunda, öndey-se arbede içindeki kalabalığın üzerinden uzak bir ufka
somurtan sıska güvercin yemcisi. Reuters fotomuhabiri resimlerin
güzelliğinden memnun ruloyu çıkarıp yerine yenisini taktı. Hepsi hepsi
sekiz saniye sürmüştü.
O sekiz saniye zarfında Marakeş'teki evine dönmüş olan Zehra
206
gözbebeğini kem gözlerden korumak için bir tencere soğuk suyun içine
erimiş kurşun döktü. Dertli dertli cızırdadı kurşun. Aynı anda,
Arizona'nın boş düzlüklerinde bir çakal, sekiz yıl önce tam bu sırada
bir Buick'in yol kenarına park etmiş bir karavana çarptığı yerde bitmiş
olan garip bir bitkiyi kokladı. Bitki palverde kadar lezzetli değildi
ama çakal yine de yedi.
İstanbul'daki fotoğraf makinesinin çıkırtıları ve Marakeş'teki kurşunun
cızırtıları kesildiğinde ve çakal Arizona'daki bitkiyi mideye
indirdiğinde Harvard Meydanı'ndaki saat 03:37'den 03:38'e geçti. İşte
tam o anda geldi Boston'a kış.
Akla ziyan bir süratle çıktı geldi kış Boston'a, göz açıp kapayana
kadar. Bir dakika önce yoktu, bir dakika sonra her yerdeydi. Zira dört
mevsim arasında önceden elçilerini gönderdiği, ikazları ayan beyan
ortada olduğu halde insanı gafil avlamayı başaran bir tek kış vardır.
Polisler İstanbul'daki kalabalığı dağıtmaya başladığı. Zehra'nın
kurşunu suyun üzerinde yüzen bir göz şeklini aldığı ve yol kenarındaki
bitkiden geriye sadece kökleri kaldığı sırada kış bütün şehri
fethetmişti bile. Şehirdeki her şeyi ve herkesi kontrolü altına
aldığında muazzam ağırlığının altında gıcırdayan tahtına çıktı.
İstanbul'daki cık'ın, Marakeş'teki cızırtının, Arizona'daki çakalın
yutkunmalarının aksine Boston'daki "gıcırtı" arada kaynayıp gitmedi.
Arroz o kendine has gıcırtıyı hissettiği anda, yanında derin uykuda
olan bir çift ayağı ezerek yataktan atladı, kapıyı açıp, daha iyi
işitmenin bir yolu da buymuş gibi havayı kokladı, sonra hedefe yönelmiş
bir ok gibi hızlı ve kararlı alt kata inip içeriden gelen iniltileri
kaale almadan ikinci kattaki yatakodasının yanından geçti, birinci kata
koştu, oturma odasındaki korku filminden gelen çığlıkları hiç
umursamadan mutfağa yöneldi ve verandanın kapısını açıp oraya çıktıktan
sonra kocaman açtığı gözleriyle dışarı bakmaya koyuldu.
Dışarıda her yer kıştı, çılgınca raks eden kış. Mevsimler panteonundaki
yegâne gerçek panteist olan kış en ufağı en büyüğe, parçayı
bütüne bağlamaya muktedirdi kendine has çemberinde, tek ve
207
saf bir kisvenin altında birleştirerek birleşmez sanılanları. Bir anda
Boston, Alegıe'nin karküresi içindeki bir oyuncak şehre dönüşmüştü. Ve
o küreyi birileri durmaksızın sallıyor olmalıydı ki aralıksız yağıyordu
kar.
Kışın geldiğini keşfeden ikinci kişi Abed oldu. Ama o Arroz gibi
sükûnetini muhafaza edemedi. Zira sabalı kalkar kalkmaz bütün dünyanın
karla kaplandığını görmenin insanlar üzerinde sosyalleş-tirici bir
etkisi vardır. Abed anında merdiveni çıkmaya başladı, Ömer'in odasından
ve neme lazım banyodan uzak durup üçüncü kata tırmandı ve Piyu'yu
yatağından dışarı sürükledi.
Ömer bile odasından çıkıp iki ev arkadaşının neden usulca ama ısrarla
kapısını çalıp durduklarını anladığında her zamanki gibi sabah
huysuzluğuna gömülmeyip coşkuya kapıldı. Odaya döndüğünde Marisol'ü
şapırtıyla öperek kulağına fısıldadı: "Uyan kahve çekirdeğim, dışarı
bir bak!" Bu şen şakrak, ele avuca sığmaz Porto Rikolu kız uzun boylu,
sakar mı sakar yeni sevgilisi için kahvenin ne manaya geldiğini,
Ömer'in kitabında bu sevgi sözcüğünün en yüce iltifat olduğunu gayet
iyi bilse de şüphesiz daha hoş komplimanlar almayı tercih ederdi. Zaten
kahveydi tanışmalarına vesile olan. Marisol bir yandan sosyolojide
okurken, boş zamanlannda da Rao'nun Kahvehanesinde garsonluk yapıyordu
zira. Kahve benzetmesi yetmediğinde Ömer'in onu mutlu etmek için
iltifatına eklediğini fazladan tatlar vardı: "Mi moreııa cafe con Icche
y ınucha cre-ma."* Marisol bu iltifatın salaklığına kıkırdayıp, yollar
kapanmadan evine koştu.
Uzun bir kahvaltıdan sonra, ilk coşkulan azalsa da hâlâ keyifli olan üç
ev arkadaşı, ellerinde en sevdikleri içeceklerle odalarının
pencerelerinde durup dışarıyı, bu ilk Amerikan kışının hayatlarının
ortasında dönenip durmasını seyrettiler.
Ama şevkleri uzun süremeyecekti. Çok geçmeden kasvetengiz dinamizmiyle
hepsinin enerjisini sıfırladı kış. İlk gün hiç durmadan yağdı kar;
ikinci gün kısa sürelerle kesildi ama üçüncü gün kaybet-
* "Sütlü bol kremalı esmer kahvem."
208
tiği zamanı telafi etti ve dördüncü gün işi iyice azıttı. Çamaşırhane,
bakkal, video dükkânı, eczane, tütüncü... gerçeklikleri şüphe götüren
uzak adalara dönüşmüştü, o her şeyi sarmalayan boşluğun içinde bir
yerlerde olsalar bile onlara giden yollar tehlikelerle doluydu. Birinci
gün öğleden sonra bir ara radyoda tipide dışan çıkmanın tavsiye
edilmediğini duydular, ondan sonra da her ihtimale karşı oldukları yere
demir attılar. Hava doğuştan New Englandlı olanlar için bile soğuksa,
bu Akdenizlilere kim bilir nasıl soğuk gelirdi.
Böylesi miskinliklerin kötü bir tarafı varsa o da başlangıçları değil
sonlarıdır, daha doğrusu sonlanamamaları. Atalet Ayyaşlıkla akrabadır.
İçine bir daldın mı nerede duracağını bilmeden, neden durman
gerektiğine de akıl erdiremeden gömüldükçe gömülürsün ritmine. Dışarıda
kar durmadan yağdıkça üç ev arkadaşı sağ salim ve kıpırtısız evlerinde
oturdular, bu gönüllü mapuslıık boyunca birbirlerinden ama daha çok da
kendilerinden bıktılar.
İlk başta kendi kendilerine yarattıklan sonra da fazlasıyla
abarttıkları tembelliği törpülemek için her biri kendi bildik
keyiflerine sarıldı. Piyu evi süpürüp sildi, toz aldı, kırıntı avladı,
Aleg-re'yle ardı arkası kesilmeyen telefon konuşmalan yaptı, Arroz'la
oynadı, Arroz için Tanrı'ya şükretti, Tanrı'ya şükretti, patates cipsi
atıştırdı. Yeni Kudüs İncil'inden Azizlerin Hayat Hikâyelerim okudu,
yatakta yorganın altına girip ders çalıştı, kırıntıları süpürdü, nette
Alegre'yle chat yaptı, çalıştı ve bol bol bunaldı. Abed daha fazla
stoklamadığına dertlenerek evdeki her filmi tekrar seyretti, nane çayı
yaptı, Zehra'ya bir sürü mektup yazdı, pek çok kereler Safi-ye'ye tek
bir mektup yazmayı denedi, televizyonun önünde ders çalıştı, bir web
sayfası tasarladı, okuduğu pek çok makalede ve rastladığı televizyon
programlarında Araplar ve Müslümanlara karşı takınılan aynmcı tavırdan
incindi, nane çayı yaptı, çalıştı ve bol bol bunaldı. Ömer'e gelince,
enerji ve zamandan azami verimlilik alabilmek için her şeyi asgari
seviyede tutmaya karar vermişti. Birilerinin bir kıyak geçip ona kahve
getirmesini umarak David Bo-wie'nin I'm Derangedini (Altüst Oldum)
tekrar tekrar dinledi, nihayet kalkıp kendi kahvesini yaptı ve sigarayı
bırakmak için yeni se-
209
bepler düşünerek odasında zincirleme sigara içti. Zaman zaman telefonla
konuştuğu da oldu.
"AIDS Janice ne oldu? Yakaladılar mı?"
"AIDS Janice de kim?" Sabah olmadığı halde, tam sigara müptelalarına
has bir sabah öksürüğüyle gümledi.
"Hâlâ sigara içiyorsun değil mi?" dedi annesi sitemle.
"Evet ama eskisi kadar çok değil." Kendi yalanından kendi de tiksinmiş
gibi yutkundu, gerçi bunun sebebi yalan söylemiş olmanın ahlaki
yükünden ziyade, daha iyi yalan söyleyememeniıı zihinsel hüsranıydı.
Daha sonra Birleşik Devletler sokaklarında gezip, hastalığını yaymak
için olabildiğince çok erkekle yatan, adını da bundan alan şu kadın
konusunda daha dikkatli olacağına söz verdi. Ancak eksik gedik bir
şefkatle sevebildiği bir anneye hiç umurunda olmayan konularda söz
verip durduğu için vicdanen rahatsızlık duysa da artık bu sözlerin
sayısı o kadar kabarmıştı ki, bir yenisi neyi değiştirecekti? Telefonu
kapatıp gün boyunca I'm Deranged'ı dinleyerek kahve içmeye devam etti.
Bunu takip eden saatler ve günlerde de bu kalıpta bir değişiklik
olmadı, ta ki acı bir şokla evde kahve kalmadığını fark edene kadar.
"Dışarı mı çıkıyorsun?" Abed peşinden gelmeye çalıştı ama üç günlük
hareketsizlikten sonra felç olmuş bacaklarını açmakta bira/1 zorlandı.
"Dışarı, evet, elbette!" dedi keyifsiz mi keyifsiz bir ses. "Bıktım bu
ataletten! Biraz temiz havaya ihtiyacım var."
Piyu, Abed'den daha büyük bir başarıyla yanına yanaştı. "Temiz hava da
nesi? Temiz havaya filan ihtiyacımız yok. Daha acil şeyler var. Bekle
biraz, tamam mı? Bir yere gitme, bekle!"
Ömer eline tutuşturulan listeyi cebine atıp, yanına üç CD aldı: Anita
Lane'in Sex O'clock şarkısıyla başlamaya karar verdi, kulaklığını ve
şapkasını takıp, play tuşuna bastı, acilen temiz havaya ihtiyacı vardı
Like Caesar Needs A Brutus (Sczar Brütüs'c Nasıl Muhtaçsa). Dört dakika
otuz dört saniye. Şarkı dönüp durdukça kendini her adımda daha iyi
hissediyor, dükkânlarının önündeki ka-
210
rı küreyen insanları seyrediyordu. Hayrettir dışarıda hayat ı ::rdı.
Her zamankinden daha uyuşuk ve hantal da olsa gene de hayatını
sürdürüyordu şehir. Kar bütün faaliyeti -hareketlen, hırsları,
tutkuları- yavaşlatmıştı, herkesin üzerine bir şüphe perdahı yağmış
gibi. Ömer. burunları küçük, kırmızı düğmelere dönüştüğü halde soğuğu
umursamayan bebeklerle çocukları hayretle gözlemledi; New England
çocukları soğuğa karşı dayanıklılıklarının yabancıları nasıl da dumura
uğrattığının hiç farkında değillerdi.
Ömer listedeki bütün siparişleri aldıktan sonra, elinde üç torba dolusu
saçma sapan nesneyle nereye gideceğini bilemeden Cam-bridgc'in orta
yerinde durdu. Bir müzik dükkânına yürüdü ama kapalıydı, Marisol'ii
aradı ama telesekreter çıktı; kafasında belli bir güzergâh olmadan, eve
dönmek istemeden biraz daha oyalandı. Derken Gail'in dükkânının bu
yakınlarda olması gerektiğini hatırladı. Piyıı'ya biraz çikolata
alabilirdi oradan, hem de yürümüş olurdu. Banco de Gaia'yı koyup How
Much Reality Can You Take? (Gerçeğe Ne Kadar Tahammülün Var?) eşliğinde
yürümeye başladı.
Önüsıra ağır aksak tempoyla sürüyen, paçavralar içinde iriyarı bir
kadın vardı. Gök mavisi kadife bir şapka giymişti ve arkasından
tekerlekli, yırtık pırtık, kirli bir bavulu çekiyordu. "İsa bana fazla
sigaranız olduğunu söyledi...?"
Ömer başını sallayarak paketten bir sigara çıkarırken kadın dikkatle
onu seyrediyordu. "Hava pek güzel değil mi?"
"Hi hi, ama benim için biraz fazla soğuk galiba." dedi Ömer kadının
sigarasını yakarken.
İki nefes arasında "Bu aksanı nereden getirdin?" diye sordu kadın
Ömer'in ondan hiç mi hiç beklemediği canlı, cıvıl cıvıl, neredeyse
gençkız sesiyle. Sesi yüzünden daha gençti ve kuşkusuz daha az
yıpranmıştı.
Ömer onun soruyu sorma tarzından hoşlanmıştı. Sanki biz değil de
aksanlarımız aitti milliyetlere. "İstanbul," diye cevap verdi,
karşılığında gerçek bir yorum beklemeden.
Dükkânda Gail, modern cadılıkla iştigal eden iki sadık müşterisi için
yağsız siyah çikolatadan baykuşlar paketliyordu ki hayret-
211
le duraklayıp dışarı baktı. Isabanafazladanbirdolarımzolduğunu-söyledi
Kadm'ın biriyle muhabbet ettiğini görmek onu şaşırtmıştı, hele bunun
Ömer olması iyice acayipti.
"İstanbul... İstanbul..." dedi kadın kelimeyi uzattıkça uzatarak.
Ömer her şey anlamlı bir sonuca bağlanmış da diyecek bir şeyi kalmamış
gibi dalgın dalgın başını salladı. İzmariti fırlatırken bu evsiz
kadınla birlikte içtiği sigarayı son sigara tayin etmenin sigarayı
bırakmak için iyi bir fırsat olabileceğini düşündü, tam kafasında bu
cesur kararla ona hoşçakal demek üzereyken kadının mırıldandığını
duydu: "Ülkene gitmiştim."
"Cidden mi?" diye sordu Ömer otomatik olarak.
"Evet, gitmiştik," diyerek uzak bir gülüşle güldü. "Kos'tan Atina'ya
geçtik, sonra senin ülkene. İstanbul'da üç gün kaldık. Latif anıları
var bende. Bir kasabada kaybolduğumuzda bize yolu gösteren çocuğu
hatırlıyorum. Güzel gözleri vardı oğlanın. Ona ne oldu merak ederini.
Sence mutlu bir yetişkin midir şimdi? Yoksa acı mı çekiyordur? Ya da
çoktan ölmüş müdür acaba?"
Dükkânda Gail'in bu ikisinin ne konuştuğuna dair merakı doruk noktasına
ulaşmıştı ki Ömer'in nihayet İsabanafazladanbirdolarımzolduğuııusöylcdi
Kadın'la vedalaşıp dükkâna yöneldiğini gördü.
Kapının çıngırakları neşeyle çıngırdarken Gail'le Debra Ellen Thompson
onu gülümseyerek karşıladılar, gerçi ikincinin gözlerinde hafif bir
hoşnutsuzluk parıltısı vardı. Bir şey yer mi diye sordular ama o bir
şeyler içmeyi tercih ediyordu - kahve mesela?
Bütün bu nugatların, pralinlerin, bonbonların içine koyacak kahveleri
vardı ama içecek kahve yoktu hiç. Ömer artan bir merakla vitrindeki
çikolataları taradı. Horoskoplar, Kelt Aşk Düğümleri, Gotik Ejderler,
Beş Köşeli Rün Yıldızları, Mısır Haçları, Kızılderili Totemleri, Şaman
simgelerinden envai çeşit çikolata, barış güvercini şeklinde beyaz
çikolatalar vardı. Oturan Buda sütlü çikolataları, Ay Tanrıçası
şekerlemeleri, tavuskuşu tüyü şeklinde gevrekler. Boş bir kap olma
sanatıyla ilgilenen Taocular için yapılmış boş kap şeklinde karamelalar
bile vardı da bu çikolata galerisinde ona ikram edebilecekleri tek
damla kahve yoktu.
212
"İnsanlar bunları alıyor mu hakikaten?" diye sordu Ömer.
Gail bir kahkaha patlattı. Geçenlerde Doğanın ve Kültürün Bilgelik
Bekçisi olduğunu iddia eden Kızılderili bir medyum, en iyi
müşterilerine göndermek için elli tepsi Bufalo Gözü karamelası ısmarlamıştı.
Ölmüş akrabalarının çikolatadan heykellerini yaptırmak
isteyen müşteriler bile vardı ama, hemen eklemişti Gail, onların o tür
ruhani taraklarda bezi yoktu.
O öğleden sonra Gail'i Sekiz Direkli Pagan Tekerleği lokumlarının
üzerine pudra şekeri serperken seyreden Ömer beklenmedik bir huzur
duydu içinde. Bu sakin, küçük dükkânın görünüşü ve kokusu onu
duygusallaştırmıştı; şimdiki zamanı, şimdinin gerginliğini bırakıp
tanıdık bir anıya, çocukluktaki hoş bir boşluğa kaçmıştı. Bu hissi
hatırlıyordu yada bu his ona eski günleri hatırlatıyordu; kuzeni
Murat'la birlikte evde kalıp annelerinin, iki haftada bir toplanan
(hepsi evli, çocuk sahibi, başkalarının hayatlarından konuşmaya can
atan, kendi hayatlarından bıkmış) kadınlardan ibaret misafirlerine
pişirdikleri hamur işlerini tırtıkladıkları zamanları. Ömer, oturma
odasındaki o yanar döner, kavisli kadın halesine çaktırmadan hayran
hayran bakmayı, o fazlaca tiz, fazlaca çığırtkan ama ummadık ölçüde şuh
kahkahalarını dinlemeyi ne kadar sevdiğini hatırladı. Evde kapalı
kalmayı sevdiği günlerdi bunlar, şimdi dönüp geriye bakınca kendisine
verilen anne ve ailenin yanında kendini en son o zaman rahat
hissettiğini anlıyordu.
Hâlâ bu uzak anıya gülümseyerek Gail'in yaptığı şifalı Zen bitki
çayından dalgın dalgın bir yudum aldı... ve derhal elinden bıraktı.
Yüzündeki huzurlu ifade buruşuk bir kâğıt gibi çarpılırken, bu tattan
kurtulmak için aceleyle önündeki içi çikolata dolu ay çöreğinden bir
lokma ısırdı. Bu daha iyiydi.
"Ayçöreği!" diye sırıttı Ömer, çayın ekşi tadından kurtulmaktan memnun.
"Rivayet o ki tarihin akışını değiştirmiş. On yedinci yüzyılda Osmanlı
orduları Viyana'yı kuşatmış ama şehri alamamışlar. Bunun üzerine yer
altından gitmeye karar vermişler. Onları dosdoğru şehrin merkezine
çıkaracak tüneller kazmaya başlamışlar. Bu iş açığa çıkmasın diye
sadece geceleri kazıyorlarmış. Ama Viyana-
213
lı fırıncılar da geceleri çalışırmış. Fırınlarında kürek seslerini
duyup alarm vermişler. Yani, hangi taraftan olduğuna bağlı olarak bazı
insanlar ayçöreğine diş bilerken, bazıları da minnettar olmalılar."
"Tüh öyleyse, sana ayçöreği vermeseydik keşke, geçmişinde bu hadise
oldukça tabağındaki bu çörek seni pek memnun etmese gerek," dedi Debra
Ellen Thompson sesinde şaşmaz bir katılıkla.
"Bu sadece... eski bir hikâye..." Ömer bu lafa alındığını saklamadı.
"Viyana'yı fethetme emelleri besliyor gibi bir halim var mı?" İkisi
arasında dikensi, müphem bir gerilimin kabardığını fark eden Gail
dudağım ısırdı, femina şeklinde bir pralin kemirdi. tekrar dudağını
ısırdı, sonra yüzü gizemli bir biçimde, adeta yanar döner bir
canlılıkla aydınlandı ve aniden Ömer'e dönüp: "Gidip sana bir kahve
alalım mı? Benim öğle tatilimin zamanı geldi," dedi.
Dışarı çıktıklarında ikisi de ilk iş, diğerinin de aynı şeyi yaptığını
fark etmeden Isabanafazladanbirdolarımzolduğunusöyledi Kadın'ın
oralarda olup olmadığını anlamak için etrafı yokladı. Yoktu. Yarım saat
önce sigara içerken durduğu yerde bir öbek yeni kü-renmiş kar vardı,
dipleri eriyip gri tonlarında bir bulamaca dönüşmüştü. Konuşmadan
yürürlerken rüzgâr yüzlerinde kuru kuru oynaştı ve Gail'in başında
taşıdığı kanı çalıyı sağa sola savurdu. Bu sefer kehribar taşlı bir
gümüş kaşık takmıştı başına. Onunla birlikte olmaktan bu kadar memnun
olmasına biraz şaşan Ömer, iş kıyafetinin bir parçası olmalı, diye
düşündü. "Ben açım," dedi Gail. "Ya sen?" "Kurtlar gibi açım!" dedi
Ömer.
Demek Türkler kurtlar gibi acıkıyorlarmış, diye düşündü Gail.
Amerikalıların bir ayı, bir domuz ya da belki bir kurt kadar acıktığını
ama genelde kurtlar gibi acıkmadığını ona söylemedi tabii. Şeytan
ayrıntıda saklıdır, derler. Belki doğrudur, belki yanlış. Ama
yabancılığın kanıtı kesinlikle ayrıntıda saklı. Gail onun İngilizcey-le
boğuşmasını dinlerken hiçbir hatasını düzeltmeyecekti. Ne de olsa bir
dilin yerlileri, yabancıların ürettiği mini minnacık yanlışları
duymaktan hoşlanır. Nadiren müdahale ederler, ettiklerinde de
çocuklarının yaptıkları hatalardan zevk alan anababaların şefkatli ih-
214
tiyatı vardır hallerinde.
Yakınlardaki bir kafeye daldılar. İçerde Ömer seçeneklerinin çokluğunu,
Gail de azlığını fark etti. "Gözler yüzünden," diye mırıldandı
ıspanaklı tavuk, somon carpaccio, ton balıklı spagetti, bif-tekli pilav
ve her türlü etli şeye dalgın dalgın bakarak. Gözleri olan hiçbir şeyi
yemiyordu çünkü tüm bu hayvanların kendi katledilişlerini, insan
elinden gelen ölümlerinin adaletsizliğini o gözlerle gördüklerini
düşünmeden edemiyordu.
Ömer sinirli sinirli öksürdü. Bütün hayatını meleyen, möleyen,
gıdaklayan mahluklarla beslenerek geçirdiğinden ve bundan gayet memnun
olduğundan ne diyeceğini bilememişti. Sadık etoburların çoğu gibi et
yemeyi sevmesinin temel sebebi et yemeyi sevmesiy-di, o kadar! Basit ve
ilkel. Az önce ifade edilen şairane duyarlılıkla kıyaslandığında ne
kaba, nasıl da yüz kızartıcı Ölçüde barbarca! Ama işte vejetaryenler
hayvanların öldürülmesine karşı ulu orta nutuklar atarken aslında
başkalarının sinirini bozmak suretiyle kendi hayatlarını ne kadar riske
attıklarının hiç farkına varmazlar. Sağlıklı beslenen insanlar ille de
sağlıklı konuşan insanlar değillerdir.
Ama o gün, birlikte kuyrukta beklerlerken Ömer, hayrettir, Ga-il'i
gırtlaklamak istemedi pek. "Senin için zor olmalı," diye mırıldandı
uzayan bir sessizliğin ardından.
"Bilmem," dedi Gail, bir tutam saçı kulağının arkasına atarak. "Belki
de zaman zaman biraz melankolikleşiyorum, bir ara birilerinin bana
söylediği gibi."
Geçmişten konuştular, daha çok da tavuklu tel makarnasını mutlu mutlu
mideye indiren Ömer konuştu. Gail tavuksuz tel makarnasını didikleyip,
psikolojik, felsefi, retorik ve şahsi sorular boca ederken üzerine,
ağır ağlr yürüyüp hızlı hızlı anlattı Ömer. Başka zaman olsa sinirine
dokunabilecek sorulardı bunlar ama şaşırtıcı bir biçimde rahatsız
olmamıştı. Normalde onu çileden çıkarabilecek yorumlardı ama nedense
batmamıştı. Ömer o anda farkına varmasa da Gail'Ie konuşmanın böylesi
bir zevke dönüşmesinin nedeni kısmen, bunun esasen ve sadece "Gail'Ie
konuşmak" olmasıydı, hepsi bu. Ucu açık bir flöıtleşme değil, bir
cilveleşme beklenti-
215
si değil. Yarım saatten fazla sohbet ettikleri bütün kadınlarla flört
etmeye başlayan ya da sadece flört etmek istedikleri kadınlarla yarım
saatten fazla sohbet eden çoğu erkek gibi, Ömer de kendini ilk defa hem
kadın olan ama hem de kadın gibi olmayan bir kadınla muhabbet ederken
yakaladığında üzerinden bir yükün eksildiğini, hafiflediğini
hissetmişti. Gerçi dükkânda bir tepsi halka çikolatayı almak için
eğildiğinde memelerine bakmamış değildi, onu öpmenin nasıl olacağını
hiç düşünmemiş değildi, onunla yatmayı istemiyor değildi -belki,
muhtemelen, gerçekçi olarak, neden olmasın- ama bunların hiçbirinin o
anki muhabbetleriyle alakası yoktu. Temel itki flört değildi burada.
Aslında... bir itki var mı onu da bilmiyordu. Muhabbetlerinin ardında
sadece muhabbet vardı.
Ona hikâyelerini anlattı - geçmişte ve şimdi olanlar, sık sık bir sürü
kişiye (daha ziyade kadınlara) anlattığı şeylerdi bunların çoğu. Ama
ara sıra yeni bilgiler, hâlâ kuşkulandığını bilmediği kuşkular, hâlâ bu
kadar korktuğunu bilmediği korkular da çıktı ağzından. O zincirleme
konuşurken ince bir duman halkalanıyordu arkalarından. Kendini
unutarak, kaybederek, sahip olmadığı kelimelerle, hayatı boyunca en çok
canını sıkan şeyden bahsetti: mış gibi yapmaktan.
"Çok tuhaf," dedi Ömer. "Bu ülkeye gelmeden önce, neden yurtdışına
çıktığımı kendime sormaktan kaçındım. Cevap tabii 'doktora yapmak'tı.
İyi de 'neden'? Ancak buraya geldikten sonra kendime çok uzun zaman
önce sormam gereken soruyu sormaya başladım. Soru arkadan gelen
gecikmeli bir yankı gibi titreşiyor."
Gail bakışlarını Ömer'in yüzünden, birinin bir bankta unuttuğu zeytin
yeşili eldivenlere çevirdi. Sağ eldiven sol eldivenin üzerinde,
parmakları dileniyormuş ya da birinin eline uzanıyormuş gibi hafif
kıvrık duruyordu. Bunun hayırlı bir işaret olduğuna karar verip Ömer'e
içtenlikle gülümsedi.
"Bazen Piyu'yla Abed'i kıskanıyorum. Onlar için hayatta ne yapmak
istedikleri, ABD'ye neden geldikleri, mezun olunca ne yapacakları,
nereye nelere bağlı oldukları sorusunun cevabı gayet açık. Ama benim
için böyle değil. Ben sadece bunları biliyormuş gibi yapıyorum."
216
Gail'in tebessümü neden bahsedildiğini anladığını gösteriyordu ama
onaylamak yerine, yeni sorular döküldü dudaklarından. Onun hayatı ve
geçmişi hakkında sorduğu her soruya artan bir şevkle cevap verdi Ömer:
Gail'in kendisi hakkında daha fazla şey öğrenmek için sorular soracak
kadar yakın ama aklığı cevaplardan rahatsız olmayacak kadar uzak
olmasının tadına vararak bu yürüyüşün her dakikasından keyif almıştı.
"Ruhunun durulmaya ve sükûnete ihtiyaç duyduğunu düşünmeden
edemiyorum," dedi Gail, gözlerini Ömer'in elindeki naylon torbalara
indirerek; torbada biftekli-sanmsaklı cipsler ve üzerinde 1000 CESET
EVİ yazan bir VHS gözüne ilişti. Bunların düşüncelerini etkileyip
etkilemediğini anlamak zordu ama köşeyi dönerlerken: "Belki benimle
birlikte Tai Çi'ye gelsen iyi olur. Denemek istersen ara," dedi.
Durulma ve sükûnet ihtiyacı! Ömer sadece kendisinin bildiği bir şakaya
gülüyormuş gibi kıkırdadı ama itiraz etmedi. O konuşmadan sonra,
TEDİRGİN RUH ÇİKOLATA DÜKKÂNJ'mn önüne vardıklarında üzerlerine çöken
huzursuz sessizlik tuhaftı biraz. Bir anda yabancılaşmışlar,
yürüyüşleri geçici bir kaçamağa, hayatlarının sürekliliğinde anlık bir
atlamaya dönüşmüştü. Belki de konuşmalarını olası ve böylesi zengin
kılan tam da bu geçicilikti, "irendeki yabancı" etkisi - ayrılış anında
hiçbir beklenti, hiçbir bağlılık olmayacağını bilmenin rahatlığı.
Birbirlerine mahcup mahcup güldüler, botlarıyla karları ezdiler,
ilgiden ziyade nezaketle bir-iki kelime daha ettiler, uyuşmuş
parmaklarla el sıkıştılar, tekrar gülümsediler, botlarıyla biraz daha
kar ezdiler.
"Hey!" Dükkânın üzerinde sallanan tabelaya bakakal an Ömer' in yüzü
çocukça bir gülüşle aydınlandı: "Noktalarınız var!"
Yan yana durup TEDİRGİN RUH ÇİKOLATA DÜKKÂNI'nın noktalarına baktılar,
içeride Debra Ellen Thompson da gözünü onlara dikmiş, böyle merakla
neye baktıklarını merak etmişti.
"Adımı Türkçe yazınca noktaları koyuyorum. İngilizcede noktaları
kaybediyorum. Kulağa salakça geliyor farkındayım ama bazen noktalarımı
kaybetmek beni üzüyor. Oradaki noktalar benimki-
217
ler herhalde, onlara iyi bak."
Gail tereddütsüz başını salladı, dükkânın İngilizce ismi olan SQUIRMY
SPIRIT CHOCOLATES yazısındaki nokta zannettiği şeylerin aslında kahve
çekirdeği resimleri olduğunu, en şaşaalı zamanlarında bile amatör işi
göründüklerini, şimdi de rüzgârı, güneşi ve kan yiye yiye pas rengi
lekelere dönüştüklerini Ömer'e söylemeye gerek duymadı.
Ömer tabeladan başını çevirirken vitrinin arkasında Debra Ellen
Thompson'ın gölgesini yakaladı. "Beni pek sevmiyor galiba," dedi boğuk
bir sesle.
"Haklı olabilirsin," dedi Gai! gözlerinin içine bakarak. "Ama onun seni
sevmemesinin sebebi benim seni seviyor olmam."
Bu lafı otobüsün kalkıp kalkmadığını ya da şehir meydanına nasıl
gidileceğini soran birinin ses tonuyla söylediği için Ömer'in bu
sözlerdeki muhtemel vaatleri çözebilmesi birkaç saniye sürdü -çok az.
belki iki ya da üç saniye ama bu bile yetmişti, algı eylemin gerisinde
kalmıştı. Daha farkında değildi ama algıyla eylem arasındaki bu
senkronizasyon eksikliği bundan sonraki ilişkilerinin özü olacaktı.
Böyle geri dönüşlü, alabildiğine Kierkegaardcı kalacaktı ilişkileri,
daima ileri doğru yaşanacak ama ancak geri bakınca anlaşılacaktı.
*
"Paşan el polio a Alegre."* buyurdu la Tia Piedad masanın öbür ucundan.
Hastaneden eve daha bu öğleden sonra çıkmış, ev yemeklerini özlemişti.
Yine de todas las tias masanın etrafına toplandığı andan itibaren kendi
yediklerinden ziyade Alegre'nin yemedikleriyle ilgilenmeye başlamıştı.
Tavuk bir yarım elips çizerek Alegre'nin tabağına ulaşana kadar elden
ele geçti.
* "Alegre'ye tavuk verin."
218
Annesiyle babası hayattayken durum farklıydı. O zaman daha Fazla değil
daha az yemeye teşvik edilirdi. Annesi onun şişmanlamasını, görgülü,
hali vakti yerinde bir koca bulma şansını kaybetmesini istemezdi.
Alegre hep annesinin ondan biraz ulandığından şüphe etmişti.
Başlangıçta değil kuşkusuz. Çocukken değil, daha sonra. Ergenlikte
yakalandığı tombulluktan kurtulamadığı onaya çıktığında, o küçüklük
sevimliliği artık kalmadığında. Alegre kilo kaygılarının tam olarak ne
zaman başladığını tespit edemesc de rejim yapınav a üç aşağı hes yukarı
"ergenlikte" başladığını hatırlıyordu. O zamanlar da gün boyu hiçbir
şey yemez ama sonra bir başladı mı durmak bilmezdi. Düzenli olarak
aşırı dozda paracetamol alıyordu ve kilo verdikçe annesiyle babasına
karşı sözlü saldırılarını artırmıştı. O uysal kız gitmiş yerine ağzı
içeri bir şey almayı reddeden, dışarı da öfke püskürten celalli bir
gençkız gelmişti.
Sonra kaza olmuştu. Son iki yıldır çok sevdiği halde yüzlerine karşı
nice kırıcı laf ettiği annesiyle babası, kendisiyle gurur duymasını
ölesiye istediği ama yalnızca utandırdığı annesi birden yokol-muştu.
"Hija coge mas frijoles de olla!"*
Annesiyle babasının ölümünden sonra, başkalarına içinden çıkılmaz,
kendineyse gayet açık ve mâkul gelen bir sistem dahilinde, kafayı
sağlığa takmıştı. Kaloriler, karbonhidratlar, rejim lifleri,
çözülebilen lifler, çözülmeyen lifler... hepsini biliyordu. Bir paket
küçük havuç sadece 70 kaloriydi. Başka hiçbir şey yemeden bunlardan
günde on. on beş, yirmi paket yiyebilirdi. Avuçları, ayaklan, bakışı
turuncu kesilmişti. Narin ve kırılgan bir heykele dönüşmüştü. İnce.
narin ve turuncu.
Kızlıkla kadınlık arasındaki o hissiz eşiğin, arafta kalmışlığın
rengiydi turuncu.
"Hija torna flan de coco!"**
Sonra âdetleri aksamaya başlamıştı. Üç ay âdet görmez, sonra
* "Biraz daha yahni ye kızım." ** "Krem karamel ye kızım."
219
,u utıııauıgııu, ucueııının onu Kontrol ettiğini ve kadınlığının kendi
keyfince gelip gidebildiğini ona göstermek istercesine kanamaları
tekrar başlardı.
Domuz pirzolası/ei rosto/kıymalı börekçiklcr/hamur işleri/çikolatalı
tatlı... ye ve tıkın/şiş ve kus/şiş ve oruç tut/kus ve tıkın/kus ve...
domuz pirzolası/et rosto/kıymalı börekçikler.
Yarım saat sonra la Tia Piedad'm banyo kapısından ona seslendiğini
duydu: "Alegre çay ister misin evladım?"
"Si por favor!"*
Öğle yemeğinin klozette binken artıklarına, bir zamanlar flan de coco
olan kusmuğa baktı. Sifonu çekti.
Tai Çi Çuan sonraki günlerde Ömer'in kafasını meşgul eden en son şey
olsa gerek. O hafta içinde kendisine dair iki ilintili ama ille de
birbirini tamamlamayan hakikati hatırlamıştı. Bir, doktora
öğrencisiydi. İki, nicedir çalışmıyordu. "KAN, BEYİN ve AİDİYET: Oıtadoğuda
Milliyetçilik ve Entelektüeller" başlığı sabırla dizüstü
bilgisayarında beklemekteydi tezini yazmaya başlayacağı günü. Aralık
ayının sonunda Ömer bu kadar zamanda ne kadar az iş yaptığını teslim
etmek durumunda kaldı. Danışmanıyla randevusu yaklaşıyordu. Spivack ona
fazladan üç hafta vermiş ve ilk bölümdeki fiyaskoyu düzeltmek içinden
elinden geleni yapmasını istemişti.
Ömer çalışmadan geçirdiği ayları telafi edebilmek için süratle karşı
kutba savruldu ve sinirleriyle, vücut fonsiyonlarını harap etmek
pahasına muazzam bir hız ve enerjiyle çalışmaya başladı. Az yedi, az
uyudu, aşırı kahve içti, ona bir seri katilin akıbetini soran annesine
bağırdı, kendini Marisol'den uzaklaştırdı, aşırı kahve içmeyi sürdürdü.
"Nasıl bu kadar kolay aynlabiliyorsun?" diye mırıldandı Marisol
ağlamamayı başararak. Ömer kolay olmadığını söyledi. "Sorun
* "Evci, lütfen."
-
aysyzgije
12 years ago
- 220
her neyse çözmeyi deneyebilirdik." dedi Marisol hâlâ ağlamadan başını
çevirerek. Ömer kolay olmadığını söyledi. "Beni hiç sevmedin," dedi
Marisol hıçkırıklara boğularak, ömer hiçbir şey söylemedi.
"Umarım hayatın cennet olur," diye ekledi Marisol.
"Umarım hayatın cennet olur" bir sevgilinin aynaya yazılmış lanetidir.
Bütün aynalarda olduğu gibi burada da sağ solda, sol sağdadır, yani
cennet aslında cehennemdir.
O üç haftanın sonunda Ömer nihayet Spivack'a tümüyle gözden geçirilmiş
bölümü teslim etti: o da okuduktan sonra metni bir sürü yorum ve
tashihle ama görünüşe bakılırsa tatmin olmuş vaziyette Ömer'e geri
verdi.
221
Şakra'da Sancı
"Peki siz Türkiye'de dini kutlamalarda ne yemekler yersiniz?"
Şabat mumlarının titrek ışığı ardında kibar kibar gülümsedi Ömer bir
parça tavuğu çiğnerken. Türk mutfağından bahsetmek gelmiyordu içinden,
hele bu bağlamda. Yine de PeaıTün annesi ona karşı hep cok iyi
davrandığından kabalık etmek islemezdi. Birkaç yemek adı verip birkaç
acu-ıi genel hatlarıyla anlatarak bütün sorularını cevapladı ve arü!;
uzmanlaştığı dalkavuk turısı rehberi rolünden iyice usanarak İsıanbul
hakkında dikkatle .u-çilnuş birkaç bilgi verdi. Tıpkı o turist
rehberleri gibi dinleyicilerini sadece belli bir güzergâhtan geçiriyor,
şehrin yan sokaklarına, hakiki, ieyii, kokuşmuş hayalın zonkladığı
yerlere götürmeye teşebbüs etmiyordu.
Artık Amerika'da çıktığı kızların annelerinin ikiye ayrıldığına iyiden
iyiye kanaat getirmişti:
a. Şaşın beni! Anneler
b. Benı-lıicbir-şcy-şaşırtaınaz! Anneler.
Şaşırı-bcı::' Anneler kızlarının bir Türkle çıkmasından içten içe
memnun olmavan ama belli b;, ¦ -^ kadar, iş ciddiye binmedikçe bunu
önenısemiyormıış gibi davranan annelerdi. Ömer'e kötü davrandıkları
filan da yoktu. Aksine, mesafeli olsalar da daima fazlasıyla
kibardılar, onu neredeyse aristokratik bir terbiye ve tenezzülle
karşılar, gönüllerini fethetmesi, onları şaşırtması için bn" şans
bahşetmiş gibi davranırlardı. Öte yandan Beni-hiçbir-şey-şaşırta-nıaz!
Anneler her tür kültürel çeşitliliği aynı şekilde ve aynı ilgi ie
bağrına basmaya kararlı liberal Mader Kozmopolitlerdi. Müslüman da
olsan Zerdüşt de. Büyük Kali'ye de tapsan, bir düzine tanrıya da. hatta
kendini tanrı bile ilan etsen onlar için fark eden bir şey olmaz222
di, seni yakınlarında yörelerinde görmekten aynı derecede memnun
olurlardı, tabii sana baktıklarında seni değil, böyle kayıtsız şartsız
bir açık fikirliliğin sisli aynalarından yansıyan bir yabancının cansız
siluetini ve kendi yüce gönüllülüklerini görürlerdi yalnızca. Ömer bu
iki anne tipinin gözünde de kendi kişiliği hakkında varılan yargıları
en az etkileyenin kişiliği olduğunu tahmin ediyordu.
Pearl'ün annesi ikinci gruptan olduğu için onunla anlaşmak kolaydı. Ama
Ömer'le Pearl arasında işler hiç de öyle güllük gülistanlık gitmiyordu.
Pearl, Vinessa gibi çılgın bir hazcı değildi. Pıınkla-ıın tavaf ettiği
köhne bir müzik dükkanındaki tezgâhın arkasında Joe Strummer'ı
yankılayarak zamanını harcayacak insanlardan değildi. Vinessa ne kadar
gamsız ve keyif odakiıysa. Pearl de o kadar azimli ve başarıya
kilitlenmiş idi. Arzuladığı parlak geleceğe giden yolda her parça
işlevsel yerine oturmalıydı, erkek arkadaşları dahil.
"Annem doktoranı yaptıktan sonra ne planladığını sordu," diye
mırıldandı Pear!, yemekten sonra birlikte bulaşık yıkarlarken.
"Tatminkâr bir cevap veremedim."
O tatminkâr cevabı arayanın annesi değil Pearl olduğunu gayet iyi
biliyordu Ömer. İlişkileri fazla uzun sünnese bile. bugün kendini
onunla rahat hissedebilmek için geleceklerinin nasıl olacağını duymaya
ihtiyacı vardı. Oysa Ömer'in yapmayı istediği son şey gelecekten
bahsetmekti. Bu ilişkiye güvenmediğinden değil sadece, remelde
öngörülemez olduğunu düşündüğü hayan; ;:m'enmediğiııT den. Geleceği
şekillendirmek için çok uğraşabilir v. .liiv.ve: bunu başarabilirdi
insan, hatta iyi bir hayal sürebilirdi ama iıayrnı: ¦'•/,•(¦.. den
planlanabileceği yanılsamasına asla kapılmamalıydı, i salüsı-nasyona
eyvallah, haliisinasyon gördüren maddelere de ama gelecek planlarına
geçit yoktn hayalında.
Yine de bunun Pearl'ün hatası olmadığını biliyordu. Esasen kendi
hatasıydı. Pearl'le de. Vinessa'yla da, Marisol'Ie de bir şev
değişmiyordu, hep o eski şablon: sevmeden sevilme isteğiydi son
tahlilde ömer'inki.
Pearl'le ilişkisiyle birlikte aralık ayı da sona ererken Ömer yeni
yılın gelişini bu uzatmalı sorununu çözmek için bir fırsat olarak
223
değerlendirmeye karar verdi. Noel, ne de olsa insanın hayatında
yinelenen şeylere son vermesi için yinelenen bir başlangıç fırsatıdır.
Ömer bundan böyle kızlarla çıkmaya bir son vermeye and içti ve ne kadar
kararlı olduğunu kanıtlamak için Noel Arifesini tek başına geçirmeye
karar verdi. Yani, Piyu'ya la Tia Piedad'm evinde akşam yemeği yerken
endişelenmemesini çünkü kendisinin evde kalıp Ar-roz'la ilgileneceğini
söylediğinde gayet samimiydi.
Noel akşamı I7:00'de içmeye başladı, önce birkaç kutu bira, Piyu evden
çıktıktan sonra rakı. Abed Müslüman kardeşleriyle buluşmak için gidince
de bir cigaralık sardı. Bu özel akşam ne dinleyeceğine gelince, birkaç
denemeden sonra onu da seçti. Cypress Hiil'den / Want to Get High
(Kafayı Bulmak İstiyorum). O kafayla, bütün eski kız arkadaşlarına
teker teker bir veda notu yazmak geldi aniden aklına. Ama internet
mesaj kutusunu açar açmaz beklenmedik bir e-mail duraklamasına sebep
oldu. Gail'den geliyordu. Ömer'in adını büyük harflerle yazmış ve
üzerine nokta olarak iki hiyeroglif göz kondurmuştu.
Sevgili ÖMER,
Nasılsın merak ediyorum. Bu aralar sağlığın için endişe etmekten
kendimi alamıyorum çünkü bu hafta iki kere, önce çarşamba gecesi, sonra
da bugün öğleden sonra translarım esnasında seninle bağlantı kurduğumu
hissettim. îlk önce seninle tepe şakramla bağlantı kurdum ve başının
ağrıyor olabileceğini düşündüm. Bugün de göbekbağı şakrasmda bir ateş
kıvılcımı ve sızı hissettim, midenle bir sorunun olabileceğini
düşündüm.
Miden kötüyse kahveden uzak dur. Bu gece içki de içme. Evde varsa
rahatlatıcı ot çayı dene, ılık sudan başka bir şey içme. Göbekbağı
şakrasındaki basınç vahim. Alkol içmeden duramıyorsun fazla aşırıya
kaçma.
Ruhuna, bedenine, noktalarına iyi bak. Mutlu Noeller.
Gail...
224
Ömer "ilgin-için-teşekkür-ederim-ama-iyiyim" mesajı, altına da "beniyiyim-
ama-sen-çatlaksın" notu yazmayı düşündü. Ama vazgeçti. Eski kız
arkadaşlarına da yazmadı. Onun yerine vveb'de geçen senenin Türk
gazetelerini okudu, uzun süre önce unutulmuş olayları, zamanda ve
mekânda ırak düşen haberleri dikkatle okudu ve kendini çok perişan, çok
yalnız hissetti. Ayılmak için kendine koca bir sürahi Sumatra kahvesi
yaptı ama yanında rakı içmeye de devam etti. Gecenin geri kalanında
Cypress Hill'in şarkılarını Arroz üzerinde denemeye, sigara ve ot
içmeye, surat asmaya, elinin altındaki iki içeceği şuursuzca birbirine
karıştırmaya devam etti, ta ki her yudum rakıyla ayılmaya, her yudum
kahveyle sarhoş olmaya muvaffak oluncaya dek.
23:59'da dışarıdan gelen havai fişek seslerini duydular, Bostonlular
Noel'i kutluyorlardı. Ömer Arroz'u öptü. Arroz Ömer'i yaladı. Oda
ikisini birden sarmaladı. Telefon çaldı. Babası, kardeşi ve annesi,
seslerinde onu bu gece evde bulmanın şaşkınlığı, Noel tatilini
kutladılar.
"Arkadaşlarınla eğlenmeye gideceksen keskin nişancıya dikkat et!"
"Keskin nişancı Washington'da anne, ben Boston'dayım..."
"Hayır, artık orada değil. İzini kaybettiler," dedi annesi yumuşak ama
ihtiyatlı bir sesle. "Seni çok seviyorum, hepimiz seni seviyoruz ama
seni sevmek zor çünkü sen çok zorsun, seni sevgimizle sıkmadan nasıl
seveceğimizi bilemiyoruz..."
Ömer tek kelime edemeden öylece kalakaldı. Daha iyi bir evlat olamadığı
için biraz utandı. Biraz değil çok utanması gerektiğini biliyordu. Daha
fazla utanamadığı, daha iyi bir evlat olmadığına işte ancak bu kadar
utanabildiği için derin bir utanç duydu.
Telefonu kapatır kapatmaz midesinde kabarcıklar dans etmeye başladı.
Böyle sarhoş olmak komik, diye düşündü. İnsan daima yeni şeyler
öğreniyor. Bir-iki saniye sonra kabarcıkların yerini bulantı,
bulantının yerini sancı aldı.
Sabaha karşı 03:15'te Piyu, ondan biraz sonra da Abed eve döndüklerinde
Ömer'i iki büklüm midesiyle boğuşur vaziyette buldu-
225
lar. Halinin her zamanki gibi içkiyi kaçırmaktan kaynaklandığını
zannederek koyu bir kahve getirdiler. Ömer kahveyi içti ve hemen
ardından kahve çekirdeğine benzeyen kan pıhtıları kusarak dizlerinin
üzerine çöktü.
03:45'te güleç yüzlü Noel Baba ve ışıkları yanıp sönen ren geyikleriyle
süslenmiş bir hastaneye kaldırıldı, mide kanaması
teşhisiyle.
226
Durulma ve Sükûnet ihtiyacı
Ağzından midesine bir hortum indirdiler, koluna bir bant bağladılar,
ateşini, tansiyonunu, nabzını ölçüp, nefes alış verişini dinlediler,
yüzüne bir maske takıp oksijen verdiler, ayak başparmağına bir nabız
oksimetresi taktılar, vücudunu makinelere bağladılar, damarına bir tüp
yerleştirdiler, isimleri ve yan etkileri tam bir muamma olan ilaçlar
yutturdular, bunun kendi hatası olduğunu hatırlatmak için kınayan
gözlerle baktılar ve sonunda daha beter vaziyete düşmediği için ne
kadar şanslı olduğunu söylediler. Gerçi Ömer "şanslı" hariç her türlü
sıfatı yakıştırabilirdi kendine, bilhassa da ABD'de sağlık sigortası
olmadan hastalanmaya kalkmanın ne manaya geldiğini kavradıkça.
Doktorlardan sadece biri ona bir tutamcık hoşgörüyle yaklaşmıştı ama
Ömer bunun şefkatten ziyade, midesi en beter durumdaki en genç hasta
vakasına duyulan teknik bir ilgi olduğundan şüpheleniyordu.
İki gün sonra Ömer Gail'i aradı.
"Nasılsın?" Hastane-bezgini sesinin neşeli olmasa da her zamankinden
daha neşesiz çıkmaması için ince ayar yapmaya çalıştıysa da ayarı eline
yüzüne bulaştırdı.
"Kusura bakma ziyaretine gelemedim. Sana orada iyi bakıyorlar mı?"
Her şeyden haberdar olması Ömer'i hiç şaşırtmadı. Zaten artık Gail'in
her nasılsa kendisi hakkında bilmeye değer her şeyi bilen olağanüstü
bir yaratık olduğuna kanaat getirmişti. "Evet, şimdi daha iyiyim,
teşekkür ederim. Baksana... senin şu geçen gün teklif ettiğin şeyi
düşünüyordum... durulma, sükûnet, huzur her neyse ihtiyacım bulmamı
sağlayacak olan tekniği..."
227
"Tai Çi'yi mi kastediyorsun?"
"Evet, Tai Çi!" dedi Ömer canlı bir sesle. "Acaba hâlâ davetli miyim?"
"Hayır... maalesef... yani çok memnun olurdum ama geçen ay bıraktım. Bu
arada Reiki'ye başladım. İkinci seviyeye geçtim bile. Bana katılırsan
çok sevinirim... tabii Reiki'yle ilgileniyorsan."
Evet... tabii... Reiki... her neyse... elbette!
Tüplerden ve makinelerden azat edildiği gün Abed'le Piyu onu eve
götürmek için geldiler. Kendileri açıktan açığa söylemeseler de Ömer
gözlerinde hmzır bir parıltı sezmişti, sanki memnuniyetlerinin %99'u
onun düzeldiğini, çok daha iyi olduğunu görmekten kaynaklanırken, %1'i
de alttan alta böyle bir talihsizlik yaşamasının iyi olduğu, en azından
kendisine çeki düzen vermesi için bir vesile olacağı umudunu taşıyordu.
Dışarıya çıkınca bahçede elinde koca bir buket kırmızı gül tutan
Alegre'yle karşılaştılar. Tıknaz, ekşi suratlı bir adamla konuşuyordu.
"Vay, koltuklarım kabardı," diye bağırdı Ömer. "Ama zaten bana papatya
getirmiştin."
"Bunlar senin için değil," dedi Alegre özür dilercesine gülümseyerek.
"La Tia Piedad için. Yine hastaneye yatırıldı."
"Ama merak edecek bir şey yok," diye homurdandı "el tio" diye takdim
edilen adam, yoğun, kokulu bir duman bulutunu ağzından bırakırken.
"Benimle geliyor musun," dedi Alegre, Piyu'ya işaret ederek.
Diğerleri kibarca el tio'y\& vedalaşırken, Ömer saygıyla onun elinde
tuttuğu el puroyla vedalaştı, kesinlikle uzak durması tembihlenen eski
bir dosta buruk bir veda. Hastaneden çıkarken sigara, alkol, kahve ve
doktorlar bu konuda bir şey söylememiş olsalar da ot'ü yasaklar koyup,
hepsini hayali kutular içinde havaya asılı bıraktı ve bu Epikürcü
hazine sandıklarından önce hangisini kırmak zorunda kalacağını merak
etti. Ama o güne kadar sağlıklı bir hayat sürdürmeyi deneyebilirdi.
228
Ömer, Gail'in hararetle tavsiye ettiği Durulmavehuzurülkesinde tatil
yapmaya karar verdiğinde bu ülkenin uzak ve ıssız olacağını sanmıştı.
Ama broşürler, dergiler, reklamlar ve makaleleri okumakla geçen birkaç
günün ardından hayretle durumun hiç de böyle olmadığını keşfetti. Bu
alternatif diyar için söylenebilecek tek şey fazlasıyla "revaçta" ve
"kalabalık" olduğuydu. Belli ki Amerika durulma ve huzur arayan
insanlarla doluydu.
Gail haklıydı. Reiki diye bir şey vardı hakikaten ve onu yapanlar daha
dingin görünüyorlardı. Ama Şiatsu, Şamballa, Feng Şui, Tibet tedavisi,
Yin-Yang 8 enerji ve 5 element terapisi, Şen terapisi, beden-merkezli
Geştalt terapisi, aura temizliği, şakra balansı, Nuji Çi Gong, enerjik
yeniden bağlanma terapisi, titreşim tedavisi, ruh geçişi terapisi,
aromaterapi, hipnoterapi. ışık terapisi, geçmiş hayatlara dönüş
terapisi, sezgisel tinsel psikoterapi, somato doğru nefes alıp verme
teknikleri. Qigong, Ayurveda nabız dengesi, Rasa-yana terapisi,
danskinetik atölyeler, Vedik müzik terapisi ve yağmur damlalarıyla
bedensel sıvıları dengeleme taktikleri de vardı. Zihinleriyle birlikte
vücutlarını da gezdirmekle ilgilenenler için Sibirya, Hindistan,
Moğolistan'a turlar, daha az parası olanlar içinse ABD çapında sayısız
yaz kampı vardı. İnsanı dünya tarihinde belli bir yere ve döneme
götüren zaman gezileri bile vardı. Müşterilerini Hindistan'ın Vedik
geçmişine götüren bir acente vardı mesela, geri döndüklerinde
kendilerim tekmil kadim sırlara ermiş gibi hissedeceklerini, aksi
takdirde paralarını geri vermeyi vaat ediyordu. Para lafı açılmışken,
Ömer tinsellik kulvarlarında biraz fazla paranın dönmekte olduğunu çok
geçmeden fark edecekti.
Bir de liderler vardı. Bütün bu tekniklerin kendini-iyileştirme-ye,
kendini-doğurmaya, kenclini-dönüştürmeye, kendini-güçlendir-meye
yaradıkları iddia edildiği halde insanın kendini başka birine, ruhani
öğretmene teslim etmesiyle son bulmaları ironikti. Bunlar arasında, üç
soruya cevap aramak için Doğu'ya gitmesinden dolayı broşüründe göklere
çıkarılan kırk yaşlarında bir Bostonlu da vardı; sorular şunlardı: "Ben
kimim?". "Evrendeki yerim ne?" ve "Bana ne olacak?" Bu soruların
cevaplarını bulmak için gitmiş, aradığından
229
da fazlasını bularak geri dönmüştü. Ömer bu adamın tam olarak nereye
gittiğini ve orada ne kadar kaldığını merak etti ama ne yer ne de
yolculuğun uzunluğu broşürlerde belirtilmişti. "Doğu" demekle
yetinmişlerdi. "Doğu" denilen coğrafya "Vergi Dairesi" gibi bir şeydi,
oraya cevabı olmadığından emin olduğunuz sorularla gidip, sorularınızı
anlamsızlaştıran cevaplarla geri dönüyordunuz.
Rüzgârın Efendisi Marla diye bir kadın vardı, bir de Ağrıkesici Betty,
Gecelerin Prensesi, Siyah Gül ve Gizemkuyusu Abby. Ömer bu ruhani
öğretmenlerin kendilerine seçtikleri isimlerin heavy metal şarkı
adlarına benzediğini fark etmiş ama bunu neye yoracağını bilememişti.
Bir başka kadın, kendi deyimiyle ruh cerrahı, iyileştirdiği meşhurların
bir listesini vermişti. Bahsettiği cerrahi müdahale, hipnoz altında
hastanın kalbini açıp, bir saadet şarkısı söylemekten ve kalbi tekrar
kapamaktan ibaretti. Ondan sonra hasta ne zaman kendini gerilim altında
hissetse bu şarkıyı söyleyerek gündelik hayatına devam ediyordu. Ömer
açılan kalbine söylenecek şarkıyı kendisi seçtiği müddetçe bu tekniği
deneyebileceğini düşündü. Pattı Smith'in Citizen Ship şarkısının
gömülmesini istiyordu hücrelerine gözeneklerine. Ama bu şarkının ruh
cerrahının repertuarında olduğunu sanmıyordu.
Gail'in onu içine çektiği bu yeni topraklarda dolaşırken. ABD' de
sistematik olarak ve kendi özgür iradeleriyle, mandalalar oluşturmak,
taşlardan kutsal halkalar dikmek, meleklerle iletişime geçmek, kayıp
akrabalarını aramak, hipnoz altında eski hayatlarını ziyaret etmek,
meditasyon sepetleri örmek, parklarda transa geçmek, kutsal kanallardan
gelen mesajları almak, bürolarını hayaletlerden temizlemek, dolunayda
dans etmek, evcil hayvanlarıyla konuşmak için ders almak, yunuslarla
çıplak yüzmek, ineklerin doğumunu birlikte seyretmek için yolculuklar
tertip etmek üzere bir araya gelen insanlar olduğunu keşfedecekti Ömer.
Bunların hepsini asıl benliklerini uyandırmak ve bedenlerinin
meridyenlerini açmak için yapıyorlardı. Kahvaltıda Amazon bitkileri
yiyip, adaçayı sabunla-rıyla yıkanan insanlardı bunlar.
İlk Reiki seansları için buluştuklarında "Sen durulmak ve hu-
230
zur bulmak diye buna mı diyorsun!" dedi Ömer kaşlarını çatarak Gail'e.
Bir saat sonra hâlâ aynı soruyu tekrar ediyor ama her seferinde
susturulup çikolata dükkânının arkasındaki kuytu odayı sarmalayan
tiitsülü yoğun sessizliğe geri çekiliyordu. Reiki'ye uyum sağlama
sürecinin bu kadar uzun sürmemesi gerekiyordu ama Ömer'in yüksek sesli
müdahaleleri yüzünden Gail onun içinde uyuyan yeteneği uyandırmakta
güçlük çekiyordu.
"Ellerini birleştir, sırtını dikleştir," buyurdu, bu seter biraz daha
sert bir sesle. "Hayatın yüklerini bırak akıtıp gitsinler."
Ömer sırtım dikleştirdi, bir anlığına çözdüğü parmaklarını birbirine
kenetledi ve abartılı bir pofurtu daha bıraktı ki akıııp gitsin. Oda
hoş kokuyordu, sandal ağacı ve duvarlara oynak gölgeler saçan karamel
renkli mumların çeşit çeşit aramaları.
"Gail, bunun bir halta yarayacağından emin misin?" diye sordu
inançsızca, gerçi bir hafta önce olsa bu sorunun üzerine bir de
fazladan kinizm sosu koyardı. Midesi kanlı bir isyanla baş kaldırıp
ödünü koparmasa şimdi burada değil bambaşka bir yerde olacağını ikisi
de biliyordu.
"Konuşmamaya çalış!"
Ömer dişlerinin arasından tıslarcasına bir nefes verdi, kış güneşi
altında eriyen karın söylediklerine kulak kabarttı, her zamanki gibi
eriyordu kar, her zamanki gibi parlıyordu güneş, her şey neyse oydu.
kendisi hariç, sadece kendisi kendi olamıyordu. Tek bir sigaraya, tek
bir fincan kahveye, tümüyle kaybettiği o önemsiz gündelik mutluluklara
öyle büyük bir özlem duyuyordu ki. Geçmişte bu keyifleri keyifsizce
tükettiğine pişmandı. O kadar fazla sigara, ondan da fazla içki içtiği
için dertliydi. Aşın tüketimle geçen bütün o yılları silmek, skoru
sıfırlamak ne müthiş olurdu. Sigara ya da içki içmemiş olsa şimdi
bunları bol bol tüketebilirdi. Sonra o çarpık ne-dametiyle bu odada
bulunduğuna pişman oldu. Belli ki bu Reiki denen şey bir işe
yaramayacaktı.
"Pişman olmamaya çalış!"
En azından kulaklıklarını takıp Better Things'ı (Ehven Şeyler)
uıı-ııu Kere aınıese, Delia Kendini daha iyi hissederdi.
"Burada bulunmaya direnmemeye çalış!"
Bu talimatı beğenmemişti. Bütün bunların ne faydası vardı, burada
olmaya direnmeden Dasein'ın ne anlamı olurdu.
"Şşş... korkmamaya çalış," dedi Gail. "Tüm bunlar hep korkudan..."
Korku? Ömer duraladı, korktuğu filan yoktu. Sıkılmış ya da kendince
ıstırap çekiyor olabilirdi, ama korktuğu yoktu. Bu Reiki tam bir
hataydı. "Belki başka bir gün denemeliyiz Gail. Daha sonra..." diye
kekeledi.
"Şşşş..." dedi Gail.
O akşam geç vakit eve giren Ömer'i gören Piyu, "Kelime Karına," diye
bağırdı.
"Eş anlamlısı Zaman-kaybı" diye cevap verdi Abed ocağın başından; bir
elinde kitap, diğerinde kepçe bir taraftan lahana çorbası karıştırıyor,
bir taraftan Photoshop 5.0'a benzeyen bir şeye bakıyordu. "Dünya
ironilerle dolu," dedi yüksek sesle, aynı anda hem çorbayı karıştırıp
hem sayfayı çevirmeyi kotararak. "Şark dünyasından gelen biraderimiz
Batı dünyasında tinselliği keşfediyor! Ne günlere kaldık. Tam tersi
olması lazımdı, zındık, her şeyi yanlış yapıyorsun!"
Ömer bu saldırılara tam bir evliya sabrıyla katlandıktan sonra içeri CD
çalara koştu ve bir anda mutfağı Nico'nun These Days'i {Bugünler)
söyleyen esrarlı sesiyle doldurdu.
"Evet, Omar, anlat bakalım bu günlerde neler yapıyorsun," diye
homurdandı Abed. "Gail bu aralar sana bir şeylere düğüm attırdı mı?"
"Ne gibi?"
"Ne gibi mi? Gibisini sen söyleyeceksin! Şu trans işleri hayra alamet
değil."
"Reiki!" diye düzeltti Ömer saygıda kusur etmeyerek.
232
"Reiki!" diye kelimeyi dilinin üzerinde yaydı Abed, Alegre'nin fazladan
kaşar koyduğu quesadilla'lardan yemiş gibi. "Bak, dostum, hatırlamaya
çalış, tamam mı? Senden bir ipi filan düğümlemeni istedi mi? Şimdiye
kadar istemediyse bundan sonra dikkatli ol, eğer senden bir şey
bağlamanı, düğümlemeni filan isterse sakın yapma!"
O akşam, ev arkadaşlarının alay ve latife bombardımanı altında,
mutfakta sessiz ve kıpırtısız oturup, devasa KAHVE SEKSTEN BİLE İYİ
kupasından safra yeşili nane çayını yudumladı Ömer.
Gelgitte Ringa Balığı Gibi
Gail, öğle yemeğine koşturan olağan Çin yemeği müptelası işadamlarıyla
işkadınları arasında ilerledi Huntington Bulvarında. Hepsinin
başlarının tepesinde nasıl olup da aynı şemsiyeyi taşıdıklarını merak
etti -kocaman, füme rengi, ahşap saplı şemsiyeler-sanki şu köşeyi
dönünce birisi bunları broşür gibi dağıtıyordu. Şemsiyesi ve acelesi
olmadığından, yağmurun gümüş kaşığının üzerindeki tıpırtısının, aylak
aylak yürümenin, bu kısa kaçamağın, yalnız kalmanın, çikolata
dükkânından uzaklaşmanın ve Debra Ellen Thompson'ın sevgi yüklü ama bir
o kadar bunaltıcı bakışından kurtulmanın keyfini sürerek ağır ağır
yürüyordu. Aralarında yüklü bir geçmiş vardı, kısmen tek taraflı bir
arkadaşlığın çağıltısıyla çok sular akmıştı köprünün altından, sonra
sular karşılıklı bir aşkla bir müddet çağlamış ve en nihayetinde
aralarında ne aşk ne de dostluk, sadece huzursuz bir ortak-yaşam olan
bu bulanık birikinti kalmıştı. Ortak mazileri birbirleriyle asla cenk
etmemiş iki ordunun savaş meydanıydı. Cenk olmamış ama sonuçta bir
galip ilan edilmişti. Debra Ellen Thompson'ın gözünde galip olan
Gail'di. Gail'e göreyse bu savaşılmamış savaşta kimse kazanmamış, iki
tarafta da fazla zaiyat olmasa bile fazlaca kırgınlık birikmişti.
Geçmişlerinin yeniden başlamalarını imkânsız kılacak kadar yüklü
olduğunu, bazısı tamamlanan, çoğu yarım kalan onlarca sohbet esnasında
anlatmaya çalışmıştı ona. Birden fazla hayat yaşamıştı ortak mazileri
ve şimdi saplanıp kaldıkları çıkmaz, bu mirası tüm katmanları ve karmaşasıyla
açıklayıp anlatacak bir dile sahip değildi. Uzun zaman önce
atılmış bir çığlığın azalarak yokolan yankısı gibi geçen her gün
tükeniyordu aralarındaki ilişki.
234
Sadece bir süreliğine aynı göz seviyesinde karşılaşmış, sonra ayrı
yönlere doğru harekete geçmiş iki asansör gibiydiler. İlk başta,
üniversite günlerinde, kimin kime uzaktan ve çok aşağılardan baktığı
gayet aşikârdı. Ama o koza parçalanıp, her ikisi de hareket etmeye
başladığında, şaşırtıcı biçimde aşağıdakinin yukarı çıkmaya,
yukarıdakinin de aşağı inmeye programlanmış olduğu ortaya çıkmıştı.
Ancak çok sonra, Zarpandit Gail olduğunda, bu paralel ama zıt yönlü
hareketin içinde yan yana durmuşlar, birbirlerinin gözlerinin içine
bakmışlar, orada daha önce görmeyi başaramadıkları şeylere hayret
etmişlerdi. Bunu aşk takip etmişti - keskin, kısa. amansız, yaralayıcı,
pek çabuk bitmesinden ziyade sadece biri için bitmiş olmasından
kaynaklanan bir yara.
Sonra nasılsa, bir yerlerde ilişkileri bir yeniden yapılanma tünelinden
geçmiş ve nihayet biraz hırpalanmış, biraz sersemlemiş vaziyette
tünelin öbür ucundan çıktığında ikisinin rolleri, tabii kendileri de
değişmişti. Şimdi eskiden Gail in durduğu yerde Debra Ellen Thompson
durmuş, ona ta aşağılardan bakıyordu. Üstün olan, üstünlük kurduğu kişi
karşısında muktedir ve ayrıcalıklı görünebilir ama ona bağımlıdır da.
Kendisine ihtiyacı olan Gail'i kaybetmek Debra Ellen Thompson'ı Gail'e
gitgide daha muhtaç hale getirmişti. Çocukken annesi ve babasıyla Cape
Cod'a yaptıkları bir yolculukta Gail gelgit esnasında nehrin ağzındaki
ringaları seyrelmişti. İçinde yüzecekleri su kalmayınca yüzlerce balık
panikle nefes alan büyük tek bir ağıza dönüşmüş, kendi ölümlerini
alkışlar gibi çırpınmaya başlamışlardı. Gail son zamanlarda o kasvetli
sahneyi pek sık hatırlıyordu. O eski zayıf Zarpandit'in ilk başlardaki
uysallığı uzun müddet Debra Ellen Thompson'ın içinde serbestçe yüzdüğü
su olmuştu. Sonra gelgit başlamış, deniz santim santim çekilmiş, Debra
Ellen Thompson'ı acı çeker, çırpınır, umutsuzca geçmiş performansını
alkışlar vaziyette bırakmıştı.
İtaatkâr saksağan Zarpandit'ten geriye görünürde hiçbir iz kalmamış,
Gail kendisinin bile tahammül etmekte zorlandığı daimi bir meydan
kavgası içindeki fevri genç kadına dönüşmüştü. Bir bakıma ayaklı bir
mucizeydi, ezilmişlerin rüyası. İnsanların şimdiki ki-
23?
şııiKlerının penceresinden bakıp, ya küçümseyerek, ya acıyarak ama
mutlaka araya bir mesafe koyarak geçmişteki hallerini aktardıkları şu
"başarı hikâyelerinden" birinde boy gösterip ışıyabileceğini düşünerek
kendiyle dalga geçerdi Gail. Meme kanserini yenmiş kadınlar,
hırpalanmış halde boşandıktan sonra kendi işini kuran ev hanımları,
okulda harikalar yaratan zihinsel özürlü çocuklar... kendi hikâyesi de
ortalama Amerikalının büyük takdirle karşıladığı hikâyelerden
olabilirdi. "Ürkek'ten Cevval'e" başlığı atılabilirdi onun hikâyesine.
Böyle bir başlığı gören hiç kimse onun şimdi korkusuz olmasının artık
ürkek olmamasından değil, ha ürkek ha cevval olmuş, ikisinin de onun
için zerrece önem taşımıyor olmasından kaynaklandığını anlayamazdı.
Aynı şekilde iki kutup arasında gidip gelmeye devam ediyordu, aşırı bir
bedbinlikle, taşkın bir enerji arasında. Sarkaç birinciden tarafa
savrulduğunda gözü intiharın cazibesinden başka bir şey görmezdi. Bu
gezegen üzerindeki ilk anısı daima canlı, zihninin bir köşesinde demir
atmıştı. Bugün de herkesin nasıl olup da başlarının tepesinde aynı
şemsiyeyi taşıdığım düşünerek yolda yürürken ölümü bir denemenin zamanı
geldiğine hükmetti bir kez daha.
Yarım saat sonra hızlı adımlarla tren yolunun yanında, sonra rayların
üzerinde yürüyordu. Yürümekten yorulunca durup yere uzandı. Raylar
soğuk ve nemliydi ama olsun. Tren çığlığının gittikçe yakınlaşmasını
dinlerken, yağmurun gözeneklerine işlediğini hissederek, gözleri sıkı
sıkı kapalı sabırla bekledi... Ama trenler çığlık atmaz aslında. "Hey,
beni duymuyor musun? Sağır mısın?" Gail suratının ortasına parlayan
ithamkâr bir güneş ışığına karşı istemeye istemeye araladı
gözkapaklarını. Elini gözlerine siper etti ve koyu bir Boston aksanıyla
kendisine bağıran devasa gölgeye baktı. "Ayağımın altında ne işin var,
küçük solucan? Kalk!"
Sözlerinin etkisini artırmak için şemsiyesiyle göbeğine vurdu. "Kalk!
Kalk! Aptal kız!"
Onunki ötekilerinkinden değişik bir şemsiyeydi. Kuşkusuz iyiye işaret,
diye düşündü Gail, kendisine uzanar. eli tutarak ayağa
236
kalktı ve yüzündeki öflccnin yerini şefkat alan sokak serserisine
mahcubiyetle teşekkür etti.
"İyi misin?" diyerek kaşlarını çattı adam, "iyi olsan iyi edersin. Bir
daha da bu tren yoluna yatayım deme, başka tren yollarına da! Duydun
mu?"
Gail, kendisini Joe diye takdim eden ve ters bakışlarının ardında
gördüğü en kurnaz gözlere sahip olan bu evsiz adama gülümsedi mahcup
mahcup.
Çikolatacı dükkânına geri dönerken, mor tonlarında giysiler giymiş
Mellow Mood'u söyleyen bir grup keyif ehli, kalenderane reggae
şarkıcısı çıktı yoluna. Müzisyenlerin önlerindeki eflatun bereye bir
dolar atmak için eğilmişken, berenin içine kurumuş bir yaprak düştü.
Nereden geldiğini görmek için etrafına bakındı merakla ama yakınlarda
ağaç yoktu. Kuşkusuz bir işaret, diye düşündü kendi kendine. Hayra
alamet... Birden seviniverdi ölmeyi başaramamış olmasına.
237
Keşfedilmemiş Bir Yeteneğin Uyanışı
Ne zamandır mentollü sakız çiğneyerek boş boş önündeki kâğıda baktığını
söyleyemezdi çizgisel zamanın ölçümleriyle. Ama müzik zamanıyla Primal
Scream'in Out of the Void {Boşluktan Çıkış) şarkısı çarpı on altıydı.
Sakız zamanıyla yaklaşık 4 paket, her birinde on ikişer taneden,
toplamda 48. Her sakıza yaklaşık on saniye tanıyor, daha tadı az biraz
kaçmışken ağzına yenisini atıyordu. Bu kadar çok sakız çiğnemenin bir
süre sonra insanın dilini uyuşturduğunu keşfetmişti ama hayrettir
paketlerin üzerinde bu yollu bir uyarı yoktu. Dilinin aksine önündeki
kâğıt her türlü dönüşümü reddediyordu. Başta boştu, hâlâ da boştu.
"Sigarayı bırakmak için en önemli sebebinizi yazın ve o cümleye sık sık
bakın," diyordu ona hastaneden verdikleri denizci mavisi broşürde.
Şimdilik işin birinci bölümü konusunda fazla ilerleme kaydedememişti
ama "sık-sık-bakın" bölümünde hiçbir zorluk çekmiyordu.
"Kararlı olmalısınız," diye devam ediyordu denizci mavisi püf
noktaları, "sigarayı bırakmak için bir gün tespit edip arkadaşlarınıza,
ailenize ve iş arkadaşlarınıza söylemek daima işe yarar."
Mesele değil. Bunu zaten yapmıştı. Ne zaman sigarayı bıraksa daima
kararlı olurdu, kararını ev arkadaşlarına bildirmeyi bir kez olsun
ihmal etmemişti ama ona inançları varmış gibi görünmezlerdi pek. Zaten
bırakmak Ömer için asla mühim bir mesele olmamıştı. Öylesine pat diye
bırakıverirdi... bir süre sonra yeniden içmeye başlar, derken yeniden
bırakırdı. Ama bu sefer süreç bambaşka ve daha eziyetliydi. O Noel
Arifesi işkencesini yaşamak kendini şu anda içinde bulduğu açmazda
büyük rol oynamıştı. Çünkü bu sefer
238
tam manasıyla bırakması gerektiğini biliyordu.
Ölümün soluğu, diye düşündü. Ölümün yakınlığı, sezgisi, korkusu bile
değil, soluğu. Zaten bildiğin bir şeyin, er geç öleceğin gerçeğinin
kafana dank etmesi değildi. Hastane yatağında. Yabani Mantar Risottolu
İstakoz'dan zehirlenmiş otel servis şefi Ken'in yan yataktaki
sayıklamalarını dinlerken, zihninde duyduğu mırıltı düşünsel olmaktan
ziyade bedenseldi. Sanki soyut bir mefhum değil ölümün ta kendisi,
sıvı, yakıcı, deşici, yayılmacı Ölüm kimyası damarlarından akmış,
bedeninde dolaşmış, sonra da yaşamasına izin vermişti, henüz genç
olduğundan ya da midesi o kadar vahim bir durumda olmadığından değil,
sadece onunla oynamaktan sıkıldığı ve vücudunu kırık bir oyuncak gibi
bir kenara attığı için.
Sonra tabii sigarayı bırakmanın bu kadar ıstıraplı bir hale gelmesinin
bir nedeni de sigaranın yanı sıra hayatı onun için yaşanmaya değer
kılan hemen her şeyi bırakmasının beklenmesiydi. Bütün hazları kırpılıp
katlanıp tek bir pakete tıkıştırılmış, hepsine kokuşmuş çöp muamelesi
yapılmıştı. Sigara yok. Kahve yok. Alkol yok. Her biri için ayrı bir
püf noktaları broşürü tutuşturulmuştu eline. Sigara için denizci
mavisi, kahve için taba rengi ve alkol için, Allah bilir neden, leylak
rengi. Her broşürün sonunda 24 saat, İngilizce ve İspanyolca motivasyon
mesajları veren bir telefon numarası vardı.
Ömer denizci mavisi broşürdeki telefon numarasını iki kere aramıştı.
İngilizce versiyonu da bir süre sonra İspanyolcası kadar yabancı
gelmeye başlıyordu. İkisinde de hayatı boyunca sigara içmemiş ve neden
bahsettiğinin hiç farkında olmayan mekanik bir kadın sesiyle motive
olması bekleniyordu insanın. Mekanik kadının amacı insanı tütünden
soğutmaktı ama birkaç kere dinledin mi kadın cinsine karşı bir
düşmanlık beslemeye başlamak daha muhtemeldi.
Bütün kötü alışkanlıklarını aynı anda bırakması beklendiği müddetçe
kötü bir alışkanlığı nasıl bırakacaktı? Şimdiye kadar Ömer sigarayı
bırakma dizisinin her yeni bölümünde kazandığı geçici başarıları,
telafi kabilinden diğer bağımlılıklarının verdiği avuntuya borçluydu.
Vardiyayla çalışmak gibiydi, bazı bağımlılık-
239
ların tatil günlerinde yerlerine diğerleri bakardı. Sigara el altında
olmadı mı kahve fazladan çalışırdı. Alkol bazen işe yarar, bazen işe
yaramazdı seks her türlü arzunun en iyi alternatifiydi ama onun
sonrasında da sigara içmeden duramazdı. En iyisi cigaralık sarmaktı, on
dokuzundan itibaren şahsi tarihinin hiçbir safhasında esrarı bırakmayı
düşünmemişti. Şimdi yaslanacak hiçbir koltuk değneği olmaksızın bütün
bağımlılıklarını reddettiği için adımını nasıl atacağını bilemiyordu.
Benzer durumda kalan başka insanların kendilerini başka meşgalelerle
avuttuklarını talimin ediyordu. Ama Ömer'in bongo dersi almak, çalıları
bonzai ağaçlarına dönüştürmek, polimer kilden testiler yapmak ya da
kordela düzenleme sanatını öğrenmek gibi bir niyeti yoktu.
Böylelikle bağımlılıklardan kurtulma serencamının beşinci gününde. Yeni
Yılın beşinci gününde, Ömer ruhsal destek arayışına girdi. Bu bir inanç
meselesiydi madem inanmayı öğrenmeliydi! İşıkları kapadı, Arroz'u
dışarı çıkardı, Gail'in ona verdiği tütsüyü yaktı ve bu süreç boyunca
dinlemesini söylediği Tabiat Ana Müzik sitesini açtı. Web sayfasının
altında iki nilüfer çiçeği vardı, biri kirli beyaz, diğeri pembemtırak.
Beyazı tıklayınca bir dizi ses efekti duyuyordun, hepsi doğal. Diğer
nilüfere gelince, ya derin bir medi-tasyon sessizliği yaratmak üzere
tasarlanmıştı ya da hâlâ yapım halindeydi. Beyazı tıkladı.
İlk önce su şıkırtıları, kuş şakımaları, ardından bir düzine cam
kavanoz bir yokuştan aşağı yuvarlanıyormuş gibi bir tangırtı duydu.
Bunu bir bebeğin cırlak ağlayışının yırttığı sinir bozucu bir sessizlik
takip etti. Ömer bağdaş kurup ellerini bileklerine çaprazla-mış,
gözlerini kapamış, öylece bekliyordu. Gail gerisini fazla kafaya
takmamasını söylemişti çünkü "Reiki'nin muhteşem enerjisinin kendine
has bir zekâsı, içgüdüleri vardır ve nereye gideceğini, ne yapacağını
bilir." Üç yıl eski sağaltım tekniklerini araştırdıktan sonra ruhsal
yolculuğunun onu götürdüğü Kutsal Kurama Yama Dağında oruç tutan Mikao
Usui'nin başına gelen tam da buydu.
Gail'in el yazısını okumaya başladı. "Sağ elimi kalbimin üzerine
koyuyorum..." Sağ elini kalbinin üzerine koydu, '"vücudumu
-
aysyzgije
12 years ago
- 240
gevşetiyorum. Nefes alırken bedenimden içeri giriyorum...
düşüncelerimin ve İlişlerimin dünyasına..." Bir güvercin dem çekti.
"Kendime, seni seviyorum diyorum..." dedi Ömer arılar vızıldarken.
"Kendime diyorum ki: sen iyi birisin, en iyi bildiğin şeyi
yapıyorsun..." Sustu. "Sevgiye dayalı bir ilişki kurmak istediğim
birini düşünüyorum." Fonda kurtlar uludu. Geçmiş senelerin
yıllıklarından kadın yüzleri belirdi, en yeniler eskilerden daha.
yakın. Ömer bu bölümü hepten atlamaya karar verdi.
"O insanı bir ayna gibi düşünüyorum..." Düşünecek kimse olmadığından
ayna da yoktu. "Bu insanın bana vermediği şey benim kendime vermediğim
şeyin bir yansıması." Tersten gidip, bu gizemli sevgiliden alamadığı
şeyleri düşünmektense kendisine vermeyi başaramadığı şeyleri bulmaya
çalıştı. Aklına ilk "kahve" geldi, sonra "sabır", "dinginlik" ve "iç
huzuru". "Yaptığım her şeyde kendime saygı duyuyorum..." Durdu. Zihni
bu şekilde devam etmeyi reddediyordu. Bir kır kurbağası vrakladı.
Yataktan çıkıp Tabiat Ana Müzik sitesini kapadı. Müzikse müzik. CD
çalara İt takes Blood & Guts to be this Cool but I'm Still Just a
Cliche'yi (Böyle Cool Olmak Sıkı İş Ama Sadece Bir Klişeyim Ben) koydu
ve bu ahenk işine beş doz Skunk Anansie vermeye niyetlendi. Bunun
sonunda hiçbir şey olmazsa bütün projeden vazgeçecekti. Orman
orkestrasının zararlı etkilerini kulaklarından silmek için sadece beş
seferliğine CD çaların sesini sonuna kadar açmakta bir sakınca görmedi.
"Bundan böyle beni onurlandıran ilişkilerimi sürdürüp, onurlandırmayanları
bitireceğim." Gözlerini kapadı ve kendisini şimdilik
pek de onurlandırmadığını bildiği bir geçmişin rüzgârına bıraktı
dertlerini. "Bir ilişkide ne zaman kalmam gerektiğini... onu ne zaman
bırakacağımı bileceğim." Evet, korktuğunu kabul ediyordu. Birini
gerçekten sevmekten, sonra onu kaybetmekten, yerleşip ister aile, ister
ülke, ister evlilik olsun bir yerlere ait olmaktan, hayatın
dönüşsüzlüğünden, geriye sardırılamazlığmdan ve ebedi düşmanı zamanın
çizgisel akışından korkuyordu.
"Ya basta" diye patladı Alegre, yukanda Piyu'nun odasında.
241
"Artık dayanamayacağım. Git söyle kapatsın!"
"Neden sen kendin gidip söylemiyorsun, şikâyetçi olan sensin." Bu doğru
değildi. Kendisi de şikâyetçiydi. Ama Piyu'yu bu kadar geren sadece
aşağıdan gelen ses değildi. İkindiden beri odaya kapanmış İspanyolca
Scrabble oynamışlardı. Sonra birden Alegre oyunu bir kenara itip bir
öpücük, sonra bir tane daha, sonra dil, sonra ısırmak için bir kulak
memesi istemişti. Sonra Piyu'nun üzerine çıkıp buluzunu çıkarmıştı...
orada duracağı da yoktu. "Un besito" diyordu her seferinde, derken
tahta göğüslerini açığa çıkarmıştı... sonra da kırık kalbini.
"İyi öyleyse, madem sen inmiyorsun, ben inerim!" Alegre düğmelerini
ilikleyerek aşağı inerken bir yandan da alt dudağını ısırıyordu, şefkat
ve sevgiyle öpülen ama asla tutku ve şehvetle öpülmeyen dudağını.
Alegre, Piyu'nun kendisiyle yatmak istememesinin vücudundan
kaynaklandığına emindi. Çok dolgundu, şişman değildi belki ama
kesinlikle balık etiydi işte. Piyu'ya itici geliyor olmalıydı vücudu.
Alegre ağlamamak için uğraştığı halde muhtemelen birazdan ağlamaya
başlayacaktı, tabii eğer aşağıda karşılaştığı manzara düşüncelerini
paramparça etmeseydi.
Kapı ardına kadar açıktı. İçeride yatağın üzerinde Ömer, kolları
Aitoz'uii boynunda, uzun bacakları lotus duruşunda, omuzları tit-reye
titreye ağlıyordu. Alegre usulca kapıyı kapadı ve tekrar dönüp yanına
kıvrıldığında Piyu'ya hiçbir şey söylemedi. Tuhaftır Piyu da bir şey
sormamıştı. Tek kelime etmeden, Skunk Anansie'yi tekrar tekrar
dinlemeye devam ettiler.
"Trans" dedikleri buysa, ertesi sabah oradan geri dönmek pek berbat bir
şeydi Ömer için. Kendini bir tür ağırlık, nemli, kokulu, çetin bir
yerçekimi altında ezilmiş gibi uyuşuk hissederek uyandı. Gözleri halen
kapalı, zihni halen durgun, nasıl olup da öyle içinde başka bir şeye
yer kalmamış gibi derin derin hıçkırarak sebepsiz yere ağladığını
kestirmeye çalışıyordu. Nasıl başladığını hatırlaya-
242
mıyordu. Pis, karanlık bir sokakta üzerine çullanan bir serseri gibi
saldıran ani hüznü hatırlıyordu sadece. Saldırganın kendisinden ne
istediğine dair en ufak bir fikri yoktu. Ama kendisinden neyi çaldığı
gayet açıktı: enerjisini! Mecalsiz kalmış, bu nemli, kokulu, çetin
yerçekimi altında ezilmişti. Nefes almak için ağzını açtığında keskin
bir koku, hatta tat... köpek tadı geldi ağzına.
"Arroz, çekil üstümden."
Köpekle Türkçe konuşmuştu. Garip ama gerçek. Yabancılar hayvanlarla
kendi dillerinde konuşurlar, o hayvan dillerini hiç duymamış olsa bile.
Bitkiler ve bebekler için de aynı şey geçerlidir. Etrafta kimse
olmadığında hayvanlar, bitkiler ve bebeklerle kendi dillerinde konuşur
yabancılar.
Arroz Türkçe mesajı almış olacak ki yataktan atladı. Ama göğsünün
üzerindeki kokulu ağırlık kalktıktan sonra bile kendini daha iyi
hissetmedi Ömer. Ayaklarını sürüyerek banyoya girdi, duşu açtı ama
suyla mücadele edemeyecek kadar yorgun olduğundan bıraktı vücudunun
üzerinden akıp gitsin birkaç dakika... belki biraz daha fazla...
"Omaar! Orada ne yapıyorsun, çık hadi, geciktim."
Kapı açıldı ve saçından damlayan suları kurulayamayacak kadar takatsiz
haldeki Ömer havlulara sarınmış vaziyette dışarı çıktı. Mumya
yürüyüşüyle odasına doğru ilerlerken Abed'in dudakları bir şey
söyleyecekmiş, belki biraz homurdanacakmış gibi kıvrıldı ama Ömer'in
yüzünde her ne gördüyse vazgeçip, huzursuz bir sessizliğe gömüldü.
243
Neolitik Tanrıça
"Hayır Gail, maalesef telefona gelemeyecek... Hasta! Çok hasta! Yüzü
limon gibi sarardı. Evet, çay yaptık. Hayır, yemiyor. Hayır, pek iyi
uyumuyor da...V Abed'in sesi monotonlukla yuvarlanmaktayken birden
canlılık kazandı: "Tanrı aşkına ne yaptın dostum Omar'a?"
Gail sinirli sinirli gülerek, Ömer'in hastalığının niçin kendisiyle bir
alakası olduğunu düşündüğünü sordu. Ama Sopranos zamanı geldiği için
Abed ağız dalaşını kısa kesti.
"Midesinden mi sence?" diye sordu Piyu, jenerik müziği bitmeden hızlı
hızlı kanepenin altını silerken.
"Bilmiyorum, ya gizli gizli kahve mahve içip midesini benzetiyor ya
da..." Abed gözleri ekrana kenetlenerek sustu. "Başka bir şey. Bir an
önce bulsak iyi olacak. Bilge, sel gelmeden hendek kazar! "
Bölüm bittikten sonra Piyu, Ömer'in odasına daldı, onu hâlâ yatağında
tavana bakarak yatmaktayken buldu, ağzına bir kürek vitamin tıkaladı,
istediği Primal Scream şarkısı çaldı, Don't Fight It, Feel It (Savaşma,
Hisset). Yarım saat sonra Abed bir kâse biftekli soğan çorbasıyla içeri
girdi. Ömer ikisine de tekrar tekrar teşekkür etti ama iş yemeye
geldiğinde kendisine artık yemek gibi değil, ölümü insan elinden olmuş
bir ineğin masum gözleri gibi gelen çorba kâsesine bakakaldı. "Bir
sonraki Reiki seansını kaçıracağım," diye mızıldandı.
"Re-i-ki!" Abed parladı. "Neden bunun yerine doktoran için endişe
etmiyorsun? Yazman gereken bir tez var hatırladın mı? Spi-vack'la bir
sonraki randevun ne olacak? Belki de ona konu başlığını değiştirip Rei-
ki üzerine tez yazmaya karar verdiğini söylersin."
244
Ama Spivack randevusundan önce Gail randevusu, daha doğrusu Gail'in
kendisi geldi. Salı günü siyah pantolon, siyah ceket, siyah her şeyle,
sahneden yeni inmiş bir punk şarkıcısı gibi, bir elinde kitaplar ve
defterler, diğerinde koca bir kutu beyaz barış güvercini çikolatası
çıkageldi, çikolatayı dostluk işareti olarak Abed'e getirmişti.
"Eee, bana içecek bir şey vermeyecek misiniz? Şu sizin meşhur Üçüncü
Dünya Misafirperverliğine ne oldu?" dedi sırıtarak.
Mutfak masasının başında nane çayı içip güvercinleri yiyerek Ömer'in
durumu üzerine kafa yordular. Ama Abed'in konuya tam odaklanabilmesi
için gözlerini Gail'in kitaplarından birinin kapağından uzaklaştırması
gerekiyordu.
"Bu ne böyle?"
"Ne? Ha şul" dedi Gail içtenlikle. "Tanrıça İştar."
Abed dalgın dalgın başını sallayarak bir Gail'e bir resme baktı.
"Kusura bakma ama," diye fısıldadı hayli temkinli, "senin şu tanrıçanın
sakalı çıkmış!"
"Hı hı!" dedi Gail gülerek. "Çünkü o Sakallı İştar."
Piyu'yla Arroz da masanın üzerine eğildiler, biri Abed'in şaşkınlığını
diğeri beyaz güvercin çikolatalarını paylaşmak için.
"Çünkü hennafrodit. Eskiler onu öyle resmetmiş, hem memesi hem fallusu
var. Biseksüel rahibeler ve kendi kendilerini hadım eden rahipler
hizmet edermiş tanrıçaya. Hadım etme işlemi için rahiplerin önce..."
"Tamam! Tamam! Anladık," dedi Piyu kızararak. Beyaz çikolata kutusunu
Arroz'dan uzaklaştırdı.
Ama Gail'i susturmak imkânsız gibiydi. Manik ruh hallerinden birine
girmiş olmalıydı ki ha bire konuşuyor, ucube terimlerini masaya
saçıyordu. "Maderşahi", "Fallosantrik", "Logos Baba'ya karşı Tabiat
Ana"... nane çayı bardakları ve yarısı yenmiş çikolatalar üzerine
yağıyordu birbirinden sindirimi-zor kavramlar.
"Bedenlerini aşıp yaratılışın sırrına erebilmek için içlerindeki kadını
arıyorlardı. Dinler temelde kadınların etrafında örülüdür." Onları ikna
etmek istercesine hararetle başını salladı Gail. Buna
245
karşılık Piyu'yla Abed onu teselli etmek istercesine başlannı salladı.
"İşte bu yüzden Sibirya'da erkek şamanlar kaftanlarının üzerine
simgesel memeler takar. O kadar uzağa gitmeye de gerek yok. Resmi rahip
giysilerinin kadın elbisesine benzediğini fark etmediniz mi? Rahipler
inananlar için anne işlevi görür. Rahipler de kadındır." Piyu sinirli
sinirli öksürdü, Abed içini çekti. "Farklı kültürlerden öyle çok örnek
var ki. Mesela sizce Tao rahipleri neden oturarak işerlerdi? Kadına
dönüşmek istedikleri için!" Ama bu savını tamamlamak için aniden patlak
veren kahkahaların dinmesini beklemesi gerekti. Piyu'yla Abed gülerken
Gail çayının üzerinde yüzen bir nane çöpünü seyrediyordu sükûnetle.
Nane döne döne, saat yönünün tersine yüzüyordu. Bunu iyi bir işaret
olarak almaya karar verdi.
"İnsanda tarih bilinci olması lazım," dedi Gail gözleri hazla
parlayarak. "Boston yerine Neolitik bir şehirde yaşamanın nasıl bir şey
olacağını hayal edin. Tanrıça kültünün tören merkezi olan bir şehirde.
Arkeologlar bu şehri bulmuşlar. Katman katman kazmışlar. Biliyor
musunuz, bu şehrin hiçbir yerinde en ufak bir savaş işaretine ya da
cinayet izine rastlamamışlar. Hiç silah yokmuş! Kimse başka bir insanı
öldürmüyormuş. Kimse hayvan da öldürmüyor-muş. Hayvan kesildiğine dair
hiç iz yokmuş..." Abed sinirli sinirli öksürdü, Piyu içini çekti.
"Muhtemelen hepsi vejetaryenmiş. Uzun zamandır militarizm ve
milliyetçilikle dumanlanmış olan zihinlerimizin bunu idrak edebilmesi
zor ama bu insanlar barış içinde yaşıyorlarmış. İlkel' kelimesi
yanıltıcı bir kelime. Onlar uygardı! Biz ilkeliz!"
Piyu'yla Abed "tabii-ne-demezsin" edasıyla taşlaşmış ses çıkarmadan
oturuyorlardı.
"Kadınlarla çocuklar evlerindeki uyku platformlarının altına
gömülmüşler. Muskaları ve ikonlarıyla birlikte. Şehrin her yerinde
kadınları resmeden ve ana tanrıçayı yücelten duvar resimleri varmış.
Neolitik tanrıçayı..."
İşte o tuhaf sesi tam o sırada duydular, öyle boğuk ve alçaktı ki bir
an vücutsuzmuş, duvara asılı tavaların saplarından, karabiber
246
değirmeninden, fırın kaplarından... insan hariç herhangi bir şeyden
geliyor sandılar.
"o. . ir. . ür. . iy. . de!"
Mutfak masasının etrafındaki dört çift gözden üçü aynı anda koridora
döndü. Dördüncü çift göz çikolata kutusuna mıhlanmış vaziyette kaldı.
"O şe... hır... Türki... ye... de!"
Ömer koridordan hortladı. Traşsız, belli ki uzun zamandır yıkanmamış
vaziyette mutfak kapısına dayanıp şişmiş, torbalanmış gözlerinde tuhaf
bir ışıltıyla Gail'e bakıyordu, az önce bir itirafta bulunmuş ya da
birazdan bulunacakmış gibi patavatsız bir gülüşün eşiğinde
titremekteydi dudakları.
"Sözünü ettiğin yer Türkiye'de," dedi kelimeleri ağzında yuvarlayarak,
sonra davasını desteklemek için başını salladı. "Biliyorum!"
Türklerin ezici çoğunluğu gibi Ana Tannça'nm Neolitik şehri
Çatalhöyük'e hiç gitmemiş, müzesini hiç görmemiş ve hakkında hiçbir şey
okumamıştı. Ama olsun, Çatalhöyük hakkında emin olduğu bir şey vardı:
Türkiye'deydi!
Böylece onu tekrar yatağına yatırdılar, Arroz'u başına bekçi dikip, The
Ramones'dan Somebody Put Something in My Drink'i (Biri içkime Bir Şey
Atmış) koydular ve nane çaylarıyla beyaz çikolataları bitirmek ama
mümkünse o elektrikli konuşmayı sürdürmemek üzre mutfağa geri döndüler.
Yarım saat sonra Gail, Sakallı İş-tar'ını da alarak gitti. Verandanın
kapısı onun arkasından kapanır kapanmaz Abed'le Piyu, Ömer' in ne halde
olduğunu görmek... aynı zamanda ne halt ettiğini sormak için yukarı
koştular.
"Bir milyon yıl önce-Türkiye'de Amazonlar varmış. Bu arada ben Türküm,
malum. Acaba couche avec moi?" diye kıkırdadı Piyu, bir taraftan da öne
arkaya sallanıyor, her sallanmada dalga geçen değil de geçilenmiş gibi
kıpkırmızı kesiliyordu.
"Sen kepazenin tekisin Omar," dedi Abed sırıtarak. "Kadınlarla yatmak
için yapmayacağın şey yok. Gözünün değdiği bütün kadınlarla!"
247
v/ıııaım scMcnuı rersan rersah uzaklardan geüyormuşçasına dinleyen Ömer
kahkahaların dinmesini bekledi. Ama erkek latifelerinin coşkun sarayına
giren Abed'le Piyu'nun bütün odaları tek tek dolaşmadan oradan çıkmaya
niyetleri yoktu. Dalga geçip iğnelediler, iğneleyip dalga geçtiler, bu
arada Ömer içini çektikçe çekiyor, her iç çekişle saydamlaşıyor, ayak
parmaklan Gerçeğin sert halısına neredeyse hiç dokunmadan hava akımları
üzerinde süzülen bir gölgeye dönüşüyordu.
Başını ürkekçe beliren ilk sessizlik çatlağına sokarak "Anlamıyorsunuz
çocuklar," dedi fısıltıyla. "Gail'e çıkma teklif edeceğim..."
"Biliyordum!" diye bağırdı Abed, Ömer'in korumaya çalıştığı narin
sessizlik boşluğu üzerine bir kazan hoyrat ses boca ederek. "Lanet
olsun biliyordum!"
Abed sandalyesinden kalkıp öyle kararlı adımlarla üzerine geldi ki Ömer
bir an suratına bir tokat indireceğini zannetti. Ama Abed burnunu
burnuna dayayıp zınk diye durdu ve gözlerinin içine bakarak başını
endişeyle iki yana salladı. "Sana bir şey bağlattı değil mi? Ayakkabı
bağı... saç tutamı... bir ip... ne olduğunu hatırlayabiliyor musun?
Sana büyü yapmış, dostum. İşin bitik! Ayvayı yedin! Ouaghaııogh!"
Abed'le Piyu, hoş bir orman gezintisinde toplayıp eve getirdikleri ama
şimdi zehirli olduğundan şüphe ettikleri benekli bir mantarı inceler
gibi artan bir merakla Ömer'i süzüyorlardı.
"Ama Gail lezbiyen," diye müdahalede bulundu Piyu, uzun zamandır
çözülememiş bir matematik formülünü çözmeye uğraşan ve nihayet bunun
kesinlikle çözülemeyeceği sonucuna ulaşan birinin üzüntülü ama
kendinden emin ses tonuyla. "Erkeklerden hoşlanmıyor!"
Aslında bu konuda elinde kanıt yoktu. Böyle bir saptamayı daha önce hiç
konuşmamışlar, ne Gail'den ne de bir başkasından bu yollu bir ima
duymuşlardı. Ama böyle bir sonuca ulaşmak için ille de bilgiye ihtiyaç
yoktu. Aksine Gail'in eşcinselliğini "biliyor" olmaları onun hakkında
bir şey bilmiyor olmalarından kaynaklam-
248
yordu, bu belirsizlikten. Doğa boşluklardan nefret eder, derler.
Erkekler de boşluklardan nefret eder, kadınları sınıflandırırken yani
karşı cinsle olan ilişkilerinde karşılaştıkları herhangi bir
belirsizlikte hemen onları bir yerlere yerleştirmeye çalışır,
kategoriler içre tutarlar.
"Bizim kadınlar gibi işememizi istediğini biliyor muydun?" diyerek
Ömer'in bulanmış bakış açısını netleştirmekte Piyu'nun yardımına koştu
Abed.
"Anla... iniyorsunuz..." diye kekeledi Ömer, "anlamıyorsunuz"
mantrasına sadık kalarak. "Ben... dönüşsüz bir noktaya geldim. Bundan
sonra ister cadı, ister lezbiyen, ister uzaylı olsun... hiç umurumda
değil." Sol gözünü asabiyetle arka arkaya yedi sekiz kere kırptı, öyle
ki ya gizliden gizliye ev arkadaşlarına endişelenmemelerini, GERÇEĞİN
zannettikleri gibi olmadığını ama bunu şu anda yüksek sesle
söyleyemeyeceğini çünkü odada, konuşmalarını dışarıdaki arabada park
etmiş kötü adamlara ileten mikrofonlar olduğunu sezdirmeye
çalışıyordu... ya da bir gecede gözünde bir tik peydahlanıl ştı. Bunu
takip eden hayret dakikalarında Ömer onlara tekrar göz kırparak
şövalyevari bir edayla ekledi: "Kadın gibi işememi isterse bence hiç
sakıncası yok. Hayatım boyunca seve seve öyle işerim!"
"Omar, dostum, sen bu aralar pek iyi değilsin," dedi Abed sesindeki
tedirginliği bastırmaya çalışarak. "Bak, sen gördüğün bütü-üüün
kadınları istersin. Bu evde yaşamaya başladığından beri gelip giden diş
fırçalarının haddi hesabı yok. Geçen ay Marisol'dü, bugün Gail,
Pearl'Ie ne zaman ayrıldığını anlayamadık bile. Ya, haftaya başka
biriyle ilgilenmeye başlayacaksın."
"Doğru," dedi Piyu başını sallayarak, Ömer'in hislerini incitmemek için
kelimelerini dikkatli seçiyordu. "Sen hep kadınlarla il-gilenmişsindir.
Bir sürü kız arkadaşın..."
Ömer gözlerini indirip insanı işkillendirecek kadar uzun süre yerdeki
camgöbeği bir çoraba baktı, sonra çorabın diğer tekini bulursa
sorununun çözümünü de bulacakmış gibi ümitle odaya göz gezdirdi.
"Anlamıyorsunuz... bu bambaşka. Şimdiye kadar sevme-
249
diğimi bildiğim kadınlarla çıkıyordum. Ama Gail'le durum bunun tam
aksi. Onunla çıkmaya çalışmadım çünkü onu sevdiğimi bilmiyordum."
Abed'le Piyu koro halinde pofladılar.
"Bu sefer farklı," dedi Ömer yeni bir şevkle. "Anlamıyorsunuz... âşık
oluyorum."
"Hiçbir şey olduğun yok!" diye homurdandı Abed. "Senin belleğin bir
akvaryum balığımnki kadar! Birileri sana bu kızla bugün
karşılaşmadığını hatırlatmalı. Hep buralardaydı, burnunun dibinde.
Onunla ilk tanıştığımızda ne dediğini hatırla. Kibirli, küstah, kaçık
olduğunu söylemiştin... K'li kelimeler... hatırlamıyor musun? Ondan
hoşlanmamıştın hiç. Bu sadece bir anlık hafıza kaybı o kadar. Belki
sana hastanede verdikleri şu sarı hapların yan etkisidir, hı?"
"Anlamıyorsunuz," diye uludu, ilk başta kısık, sona doğru şahlanan bir
ses. "Ben ÂŞIĞIM..."
Bunu Piyu ve Abed'in ortaklaşa uyanması takip etti, başta yüksek sesle
kahkaha, orta yerde tavsayan bir kıkırdama, sona doğru bütün şiddetini
kaybedip safi hayrete dönüşen bir sessizlik. Ev arkadaşlarını susturan
kelimenin kendisi değil söyleniş tarzıydı. Ömer "aşk" kelimesini epi
topu bir kelime gibi söylememişti, Tanrı aşkına, Cambridge Sözlüğünde
bunlardan 170.000 tane vardı. Adaletsizliğiyle nam salmış bir yargıç
karşısında, kanunları kendisine yabancı olan bir mahkemede tek başına
yapmak zorunda kaldığı, kaybetmeye mahkûm bir savunma yaparcasına,
kendi masumiyetinden emin de olsa bunu kanıtlamasının hiç yolu
olmadığını teslim edercesine konuşmuştu. İşte öyle bir perişanlıkla
çıkmıştı kelime ağzından, bahsederken yargılandığı suçtan.
Aşk değil, hatta AŞK bile değil AŞK!
250
Kuantum Mekaniği ve Aşk Perisi
Alegre gözlerini kısarak önünde açık duran sayfaya baktı, alay olmasını
amaçladığı ama sadece memnuniyetsizlik hissi veren bir hıh sesi
çıkardı.
HAMİLE OLDUĞUNUZU ÖĞRENDİĞİNİZDE AĞLADINIZ MI? Güncel bir araştırmaya
göre kadınların %61 gibi bir çoğunluğu o özel günde mutluluk gözyaşları
dökmüş.
Tam karşısında oturan Manuel başını kaldırıp ona şüpheyle baktı.
Bekleme odasındaki çift de çıkardığı sesi duymuş olmalıydı ama
duymamazlığa geldiler. Kızlarında Dikkat Eksikliği Bozukluğu olduğunu
öğrenmişler ve bunun ne olduğuna dair hiçbir fikirleri olmadığından
bilgi edinmek için buraya gelmişlerdi ama Alegre doktoru gördükten
sonra kafalarının iyice karışacağını tahmin ediyordu. Manuel'e bir herşey-
yolunda gülüşü fırlattı o da ona ma-dem-öyle-diyorsun bakışıyla
cevap verdi.
Koşup kimin omzunda ağladınız? Kadınların %48'i yakın bir arkadaşları,
%34'ü kocaları, %28'i annelerinin yanında mutluluk gözyaşları
dökmüşler.
Sekiz yıl önce kendisi de hamile olduğunu anladığında gözyaşı dökmüştü.
Şimdiye kadar hiç kimseye, hatta kilisede günah çıkarırken papaza bile
bahsetmemişti bundan. Ailesi okulun karşısında manav dükkânı işleten
Ukraynalı delikanlıyla sadece iki kere beraber olmuştu. Kürtajı sadece
la Tia Tuta biliyordu, todas las tias içinde en açık fikirli ve ketum
olanı. Klinikten dönerlerken Aleg-
251
re'ye sarılıp sormuştu: "Dersini aldın mı?" Alegre hıçkırmıştı, bu
hadise için ilk ve son ağlayışı. "Aferin," demişti la Tia Tuta elini
iyice sıkarak, "madem dersini aldın, şimdi dersini unut. Sil gitsin.
Böyle bir şey hiç olmadı. Lo compreııdes corazon?*"
Böyle bir şey hiç olmamıştı. Onun başına gelmemişti. Bunca yıl sonra
hâlâ içinin derinliklerinde gömülüydü. Birkaç kere benzer durumdaki
kadınların yaptığı gibi Katolik Aile Radyosu Şovu'nda canlı yayına
katılmaya niyet etmişti. İtiraf edip nedamet getirmek. Ama bunu yapsa
bile olayın bir yönünü asla anlatamayacağını biliyordu. Sıkı sıkı
dokunmuş ahlak kumaşında, gayet dünyevi bir ilmiğin kaçık olduğunu
bilmiyordu kimse. Çünkü hamile olduğunu öğrendiğinde ilk aklına gelen,
bebek değil, kilo alma, şişme, şişko bir bedene dönüşme korkusuydu.
Hamile olduğunuzu öğrendiğinde kocanız ne yaptı? Aynı araştırmaya göre
kadınların %61 'inin %34'ünün kocalarının %52'si onlara sarılmış,
%36'sı şampanya patlatmış, %18'i annelerini aramış.
O günden sonra soğumuştu oğlanlardan ve Piyu'yla karşılaşana kadar her
türlü ilişkiden uzak durmuştu. Şimdi Piyu onunla yatmayı her
reddettiğinde Alegre onun bir şekilde bu olayı bildiğini hissetmekten
kendini alamıyordu, bilmekten ziyade sezmek, sanki zihninin bilmediğini
bedeni biliyordu da hem yeterince dişi olmayan, âdetleri aksayan, hem
de iyi bir anne olamayacak, kaybettiği bebekten çok kendi bedeninin
görünümüyle ilgilenen bu kadınla sevişmeyi reddediyordu.
Tanıdık bir yüz görene kadar sayfalan hızlı hızlı çevirdi. Okumadan
duramayan kızdı bu. Ailesi 4000. kitabını kutlamak için büyük bir parti
vermişti. Kitap şeklinde devasa bir pastanın yanında bütün misafirlerle
birlikte yüzünde güller açarak durduğu renkli bir fotoğraf vardı.
Alegre haberi okumadan Piyu'nun numarasını çevirdi. İcap ettiğinden
daha az pişirilmiş, bu yüzden de olması gerekti-
* "Anladın mı canım?"
252
ğinden daha katur kutur olmuş kabak tatlısıyla verdiği mesajı okuyup
okumadığını merak ediyordu.
"Merhaba canım, kabak tatlını yedin mi?"
"Hayır! Yemedim." dedi sinirli bir ses. "Ama birisi yemiş."
Piyu ahizenin üzerinden öfkeyle ona bakarken Ömer arkada pişkin pişkin
güldü. Günlerce aç durduktan sonra iştahı özgürlüğünü ilan etmişti. O
andan beri Ömer hiç durmadan yiyordu.
"Evet, tabii, açım. Yok, merak etme. Abed'le bir şeyler ayarlarız
şimdi. Bilmiyorum, daha karar vermedik. Belki spagetti. Yok, güveç de
bitmiş!" diye haykırdı Piyu. "Onu da yemiş. Nereden bileyim? Peki...
sorarım... seni sonra ararım."
Piyu, Ömer'e döndü. "Alegre kabak tatlısında olağandışı bir şey fark
edip etmediğini soruyor."
Ömer sabahın erken saatlerinden beri mideye indirdiği yiyeceklerin
kabarık kayıtlarım karıştırdı ve nihayet yığının altında bir yerde
gerekli bilgiye ulaştı: "Ha, kabak tatlısı harikaydı, teşekkür ederim,
ilaç gibi geldi."
Piyu'yla Abed çaprazdan gözetlemeye başladılar Ömer'in hallerini.
Günlerce süren donuk şapşallıktan sonra aniden fazlasıyla canlanmış,
oburlaşmıştı. Önceki halinin mi yoksa sonraki halinin mi daha sinir
bozucu olduğunu söylemek zordu ama bu ani değişikliğin bir gün önceki
konuşmalarından kaynaklandığını sezebiliyorlardı. Ne de olsa uzun
zamandır bastırılan aşkı itiraf etmek bir zincirleme tepkime başlatmaya
muktedirdir.
1. Aşkı ilan etmenin aşk öznesi üzerindeki etkisi.
2. Aşkı ilan etmenin aşkın tanıkları üzerindeki etkisi.
3. Aşkı ilan etmenin aşk nesnesi üzerindeki etkisi.
Bu genel çerçeve dahilinde her bir etki eldeki duruma göre çeşitli
şekiller alabilirdi.
1. Aşkı ilan etmenin özne Ömer Özsipahioğlu üzerindeki etkisi: Olumlu.
Omuzlarından bir yük kalkmış gibi hafiflemişti.
2. Aşkı ilan etmenin tanıklar Abed ve Piyu üzerindeki etkisi: Olumsuz.
Eskiden olmayan bir yük omuzlarına konmuş gibi boğucu, ezici bir duygu.
253
3. Aşkı ilan etmenin nesne Gail üzerindeki etkisi: Sıfır. Ne olup
bittiğini bilmediğinden nesne üzerinde hiçbir etki gözlenemedi.
Bu manzaraya dönüp baktıklarında belki de gördükleri dengesizlik
yüzünden, belki de yükün yarısını paylaşma isteğiyle ev arkadaşları
Ömer'e Gail'e aşkını ilan etmesi için baskı yapmaya başladılar. Sürece
karışmaları kaçınılmazdı bir bakıma. Kuantum Mekaniğin Aşk Perisi
Yorumu. "Bilinçli gözlem," demişti Bohr, "hadiselerin meydana
gelmesinin sebebidir." Birinin gizli aşkını öğrenen tanıklar, o
noktadan itibaren kendilerini müdahaleye odaklı daimi ve bilinçli bir
gözlem hali içinde bulabilirler, tıpkı atomik süreçleri izleme
teşebbüsünün bunların rotasıyla etkileşimi içermesi gibi.
Dolayısıyla 1 numaralı Gözlemci (Piyu) ve 2 numaralı Gözlemci (Abed)
tüm akşamı Ömer'i gözlemleyerek geçirdiler. Gecenin geç saatlerinde
Piyu olan biteni anlatmak için Alegre'yi aradı. Ama 3 numaralı
Gözlemci'yi sürece dahil etmek biraz zaman aldı çünkü Alegre herhangi
birinin, hatta Ömer'in dahi, Gail gibi birine âşık olabileceğine
inanmayı reddediyordu. Yine de yardımcı olmaya çalıştı: "Çiçek! Ona
kocaman bir buket çiçek alsın. Beyaz zambaklar ve tek bir kırmızı gül."
Alegre'yle Abed çiçeklerin romantik bir aşk ilanı olacağına emindi,
biraz dürtüklemeyle Piyu da ikna oldu. Ancak iki ev arkadaşı
kendilerinden emin aşağı inip Ömer'e projelerini bildirdiklerinde,
şapırtılar arasında teklifi geri çevirdi.
"Bence böyle şeylerden hoşlanmaz," dedi Ömer son ganimeti humusu
sıyırırken. "Muhtemelen tuzu kuru burjuva sevgilileri memnun etmek için
güllerin katledilmesine karşıdır. O sizin bildiğiniz kadınlardan
değil!"
Abed'le Piyu'nun onu oracıkta gırtlaklamamalarmın tek sebebi sorumluluk
sahibi bilimadamları olarak gözlem altındaki nesneyi yok etmemeleri
gerektiğinin bilincinde olmalarıydı. O akşam üçü birlikte yürüyüşe
çıkıp South Sokağında bildiğiniz kadınlardan olmayan birinin hoşuna
gidebilecek her şeyi barındırıyormuş gibi görünen bir dükkâna girdiler.
Müzikli Tibet topları, vücu': enerjisini düzenleyen yastıklar, yerli
Amerikalı takıları, kurutulrruş bitkiler,
254
koloit taşlan, tılsımlar, rüzgâr canlan, yağ özleri, muska kapları,
bitkisel mumlar, cadı malzemeleri ve bildiğimiz ota benzeyen yeşil bir
şey. Bu sonuncusunun organik çimen olduğunu öğrendiler.
"İnsanlar bir torba ota dokuz dolar mı veriyor?"
Kuzey Avrupab'ya benzeyen satıcı kız küçümseyen bir nazarla baktı
Abed'e.
"Neyse, zaten Gail'in ota ihtiyacı yok," dedi Abed genizden, aniden
bastıran bir alerjik rinit nöbetine tutulmuştu. "Daha ziyade bir tür
sakinleştiriciye ihtiyacı var, onu daha az saldırgan, daha... normal
yapacak bir şeye. Normalleşme sağlayan şifalı bir bitki var mı?"
"Madem öyle size ginseng vereyim," dedi satıcı kız, buğday rengi
buklelerini savurarak. "Anemiye, halsizliğe, asabiyete, nevrasteniye
iyi gelir... Her derde devadır. Bir adı da bu zaten: Her-der-de-deva!"
Bunun üzerine koca bir şişe Ginseng Vejetaryen Kapsülü, Ginseng Poşet
Çayları ve Ginseng & Astralagus Özü Ampulleri aldılar. Yirmi dakika
sonra da bütün bunlarla donanmış vaziyette TEDİRGİN RUH ÇİKOLATA
DÜKKÂNİ'na damlayıp Debra Ellen Thomp-son'ın dünyasını kararttılar.
Halbuki Gail onları gördüğüne memnun gibiydi.
Bir anlığına üç ev arkadaşı saçından sarkan kaşığa bakakaldı-lar. "Ne
garip!" diye düşündü Piyu, "ne saçma!" diye düşündü Abed, Ömer ise "ne
tatlı!" diye geçirdi içinden.
Gail onlara tombul Ana Tanrıça bademli çikolatalarından ikram ettiğinde
de bu şablonda büyük bir değişiklik olmadı. Kibarca devasa bir memeyi
ısırırken Piyu "ne garip!" diye düşündü, tanrıçanın başını dişleyen
Abed "ne saçma!" diye düşündü, Ömer'in ise her zamankinden. "Biraz
ginseng almaya çıkmıştık da geri dönerken uğrayıp ne yapıyorsunuz bir
bakalım dedik," dedi zar zor, uzun, hantal bedenini çoğul eklerinin
barikatı arkasına saklayarak.
"Ginseng... mucizevi Şifa!" GaiL'in yüzü hafif buruşmuştu. "Her derde
deva görünen hiçbir derde deva değildir derler. Umarım bu kapsüllerden
fazla bir beklentin yoktur. Özel bir amaçla mı aldın?"
255
Ginseng için bir amaç mı...? Ömer yaşamak için bile bir amacı yokmuş
gibi sarsılarak baktı ona. Eğer Gail bu kadar ulaşılmaz olacaksa hep,
nasıl ulaşacaktı ki ona? Besbelli yaptığı hiçbir şeyi beğenmezken onun
kendisini sevmesini nasıl sağlayacaktı? O andan itibaren konuşmadı ve
ziyaretin geri kalanında ağzını meşgul etmek için dünya üzerinden
olabildiğince çok Ana Tanrıçayı silip süpür-mek istiyormuş gibi isterik
bir iştahla yedikçe yedi. Ortada bir şeyler döndüğünü hisseden Debra
Ellen Thompson'ın, Gail'in ve tepsi-lerdeki dizi dizi Gülen Buda
çikolatasının bakışları altında onu yeniden sohbete çekmek için
taklalar atan Piyu'yla Abed'in bütün girişimlerine kulaklarını tıkadı.
-
aysyzgije
12 years ago
- 256
ilanı Aşk Teşebbüsü - II
Kızılderili Kültüründe Boncuk İşi / Meiji Dönemi Baskılarında Gelenek
ve Yenilik / Dijital Teknolojileri Kullanarak Antik Mezarların Yeniden
Yapılması / Amerika'daki Tehlikeli Mesleklerin Fotoğraflarla Kaydı /
Çin Kaligrafi Sanatı / Gerçeküstü Işık Enstelasyonla-n / Pasifik
Adalarından Tapa Dokumaları Sergisi / İmza günü: Antik Mısır'ın
Gizemleri / Norveç Dansı... Piyu, Boston'daki kültürel faaliyetlere
yetişmenin imkânsız olduğu sonucuna çoktan varmıştı. "Belki iyi bir
lokanta bulsak daha iyi olacak," dedi Boston Şehir Rehberi'ne bakıp
içini çekerek. "Bir yerde güzel bir akşam yemeği yiyebilirler."
"Devam et Piyu, umudunu kaybetme!" Abed'in sesi Boston Globe Sanat
Takvimi'nin arkasından yükselmişti. "Yemek çok tehlikeli, cascavlak
ortada kalır. Kültürel faaliyet daha az riskli. Gail'in hoşlanacağı bir
şey bulmamız lazım."
"Bölünmüş Benlik" diye gayet ilginç bir fotoğraf sergisi vardı ama
biraz fazla enerji gerektiriyordu çünkü şehrin üç farklı yerindeki üç
farklı galeriye bölünmüştü. Müzik de bir başka olasılıktı tabii, Ömer
bu sahada uzmanlığını gösterebilirdi. Ne var ki ev arkadaşları onun
müzik zevkinin Qail'e fazla haşin gelmesinden ve her şeyi
mahvetmesinden korkuyorlardı.
Kadın Çıplaklığının Tezahürleri Üzerine Video Enstelasyonu / Afrika
Maskeleri Sergisi / "Şarkın Yüzlerindeki Maskeleri Düşürmek
Şarkiyatçılığın Yeni Yüzü mü?" başlıklı bir konferans / Video
Enstelasyonlannda Kadın Çıplaklığının Tezahürlerini sorunsallaş-tıran
bir panel... Telefon çaldığında Piyu bir anlık mola vermenin sevinciyle
uzandı.
257
"Hâlâ banyoda mı?"
Piyu ahizenin üzerinden Abed'e baktı. "Alegre arıyor. Hâlâ banyoda mı
diye soruyor...!"
"Söyle banyo artık onun yeni yuvası."
Çikolatayı fazla kaçırmıştı Ömer. Gülen Budaların laneti. Çikolata
dükkânından dönüşte kendini banyoda bulmuştu.
"Alegre'ye söyle, devreye girip yardım etmemiz lazım," dedi Abed birden
ciddileşerek. Mesajı aracısız, daha iyi iletebilmek için telefonu
Piyu'nun elinden kaptı. "Bence bu ishal meselesi fiziksel olmaktan
ziyade simgesel. Aşkını itiraf edemediği için. Ruh kendini açık
edemeyince beden boşaltıma başlıyor."
Alegre'nin başka önerileri vardı, çoğunluğu doğa faaliyetleriydi.
Mesela balina seyri, belki aşk itiraf etmek için pek iyi bir yöntem
değildi ama kim bilir. Civarda bir sürü turlar ve geziler
düzenleniyordu. New England Akvaryumu'ndaki deniz aslanlarını
seyretmek, Kıyaslamalı Zooloji Müzesi'nde doldurulmuş kuşlar hakkında
bilgi edinmek, Harvard Doğa Tarihi Müzesi'nde bebek dinozorları
görmek... Gail bunlardan hoşlanırdı kuşkusuz. Arboretumda romantik bir
yürüyüş kulağa daha da iyi geliyordu... Ömer'in mecali olsa hepsi
mümkündü. İshal moralini bozmakla kalmamış onu tuvalet merkezli bir
çepere hapsetmişti. Dışarıda uzun zaman geçirmesi imkânsızdı.
"Şimdi kapatmam lazım, doktor geliyor," diye fısıldadı Alegre. "İyi
şanslar!"
18. Yüzyıl Venedik'inde Grafik Sanatlar / Kore Yarımadası Krizi Üzerine
Konferans / Amerikan Başkanlık Seçimlerinde Kullanılan Mendil ve
Bandanalar Sergisi /Sömürge Hindistanından İmgeler / Bizans Kadınları
ve Dünyaları...
"Dur! Dur!" diye bağırdı Abed. "Bak bu kulağa iyi geliyor! Hem kadın
hem Bizans... Bizans ve Kadın..." diye tekrar etti tam bir şevkle
kelimelerin üzerine basa basa. "Bu ortak bir nokta olabilir, ne dersin?
Bir şekilde ikisiyle de ilintili."
Sergi 4. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar bir dönemi kapsıyor, fıl-dişleri,
tuvalet malzemeleri, paralar, mühürler, muskalar... toplam
258
200 nesne sergileniyordu. Herhalde bir noktada ilanı aşk etmek için
yeter de artardı.
Piyu artık araştırmaktan o kadar bezmişti ki ne teklif etseler üzerine
atlayacak vaziyetteydi. Aşağı inip banyo kapısının önünde, gözlem
nesnesine bir sonraki hamlesini koro halinde ilan ettiler. "Bizans
Kadınları mı?" diye homurdandı kapı. Ama neyse ki başka bir itirazda
bulunmadı.
Ömer ertesi günü yatağında dinlenerek geçirdi. Görünürde tezi üzerinde
çalışıyor ama aslında Gail'e çıkma teklif edecek cesareti kendinde
bulabilmek için gündemdeki bu yeni konuyu inceliyordu. İlk başta
"Bizans Kadınlan" üzerine kısa bir keşif gezisi yapma niyetindeydi ama
artan bir ilgiyle kendini konuya kaptırınca keşif gezisi yolculuğa
dönüştü. Saatler süren araştırmanın ardından, insan üst sınıftan bir
erkekse Bizans'ta yaşamanın gayet keyifli olabileceği ama özellikle
aşağı sınıftan bir kadınsa bu konuyu bir kere daha düşünmesi gerektiği
sonucuna vardı. Ama işte sıradışı bir örnek vardı; ayı terbiyecisinin
büyüleyici kızı Theodora, Bizans'ın kenar mahallelerinde yetişmiş, önce
müthiş bir oyuncu, ardından impara-toriçe ve dünya tarihinin en güçlü
kadınlarından biri olmuştu. Onunla evlenebilmek uğruna Justinian -
kanunlar önünde kategorik olarak fahişe sayılan- oyuncuların
senatörlerle evlenmesini yasaklayan bütün düzenlemeleri iptal etmişti.
Theodora'nın onun üzerindeki etkisi işte bu kadar güçlüydü.
İmparatoriçe olduktan sonra kadın haklarında büyük ilerlemeler
sağlamış, fahişelere yardımcı olan, kerhaneleri yasaklayan, talihsiz
kadınları koruyan kanunlar çıkarmıştı... Asla geçmişini unutmamış, kız
kardeşlerinin acılarına gözlerini kapamamıştı. Ömer, Theodora'nın
hayatını okudukça onu büsbütün benzetti Gail'e. Akşama doğru, Boston'da
çikolatacı olmak yerine Bizans tahtına geçme fırsatı verilse Gail'in de
tıpatıp Theodora'nın yaptıklarını yapacağına ikna olmuştu.
Bu dolduruşla TEDİRGİN RUH ÇİKOLATA DÜKKÂNI'nı aradı ve biraz hoş
beşten sonra kulağına çalman bu sergi konusunda Gail'in ne düşündüğünü
temkinle sordu.
"Bizans Kadınları ve Dünyaları sergisi mi?" dedi Gail neşeyle
259
ya da en azından Ömer'e öyle gelmişti. "Evet, harika bir sergi!" "Yarın
gitmeyi düşünüyorum. Belki sen de gelmek istersin." "Ha..." sesi
durulmuştu. "Ben zaten gittim. Ama sen de mutlaka git."
Ömer telefonu kapattıktan sonra internetten ahp büyüttüğü Theodora'nın
kocaman, kahverengi, mozaik gözlerine baktı kös kös. Artık o kadar da
büyüleyici görünmüyordu bu gözler.
260
ilanı Aşk Teşebbüsü - III
Şimdilik Yeni Yıl Arifesinden beri ocak ayının her günü Ömer Öz-,
sipahioğlu için zorlu geçmişti ama bu cumartesi geri kalan günlerin
hepsini gölgede bırakacağa benziyordu. Bu etkiyi daha da artırmak
istercesine gün çok erken başlamış, çok geç bitmişti. Sabahın erken
saatlerinde, bütün gece kesintisiz süren tuvalete taşınma dizisinin ne
ilki ne de sonuncusunda aynanın tanıdık olduğunu söylediği bir
görüntüye bakakaldı. Kendisine yorgun bir tebessüm koyverdi.
Karşılığında aynısından aldı. Gülüş görüntüsüyle kendisi arasında, her
sekişinde daha da yorgunlaşarak gidip gelirken kendini sezdirmeyen,
belli belirsiz ama dönüşsüz bir kayıtsızlık çöktü üzerine. Belirsiz bir
an için zamanda bir çatlak bulduğunu ve o çatlağı kullanarak içinde
debelendiği durumdan kaçtığını hissetti. Bu his midesinde kabardı,
çabucak göğüs kafesi ve ciğerlerinden geçip gırtlağına yürüdü ve
bastırılmış bir iç çekiş olarak dışarı bırakılana kadar durmadı. Her
şey anlamsız görünüyordu. Her şeyin "daha fazlasını" alabilmek için bu
bitmez mücadele, Gail'i kendine âşık etmek için duyduğu bu arzu, hatta
Gail'in kendisi bile... üzerine gelen bu coşkunluk içinde birer birer
solarak- halelerini kaybettiler. Onu anık sevmiyor değildi. Tam aksine
daha da fazla sevdiğini hissediyordu. Daha fazla ama daha farklı bir
biçimde. Bu sevgi hem tümüyle maşuğa yönelik hem de onun dışındaydı.
Gail kendisine duygusal, fiziksel, hatta cinsel bir karşılık vermese
bile bu hisle onu sevmeye devam edebileceği sonucuna vardı Ömer.
Kendini öyle hafiflemiş hissediyordu.
Bu ferahlığın nereden geldiğine dair en ufak bir fikri yoktu. Sadece
müthiş bir duygu olduğunu biliyordu! Ginseng gibi! Tam bu an-
261
da ev arkadaşlarından biri banyoya dalıp ondan bu müstesna hissine bir
ad koymasını istese, hiç tereddüt etmeden: "Ginseng!" derdi.
Ginseng duygusu! kesinlikle Ginseng'di! Ama bir duygu olup olmadığı
dahi şüpheliydi. İnsanın hiçbir şey hissetmemesini sağlıyordu. Hiçbir
şey. İnsanın bir gölgesinin olması ama ona "sahip" olmaması gibiydi,
öyle bir hoşluk, adeta sıcakkanlı. Yüzünü yıkadı, çenesini köpürtmeye
başladı ama yanda durdu. Ginseng duygusu! ona bunu neden yaptığını
sordu. Sakallar sürekli uzadığı halde, sen de uzayacağını, ertesi sabah
yeniden traş olman gerekeceğini bildiğin halde, aynı mecburiyet ve
azimle her gün traş olmanın anlamı neydi? Madem sakalın böyle istiyor
bırak uzasın. Hayatın akışına müdahale etmek için duyulan bu ısrarcı
ihtiyaç da niye? Ömer ev arkadaşlarına, artık kendisi için mücadele
etmeyi, aşkı konusunda bu kadar aceleci davranmayı bırakmalarını, her
şeyi oluruna bırakmalarını söylemek için aşağı indi.
Palas pandıras mutfağa gitti. Abed, Arroz'u yürüyüşe çıkarttığı, Piyu
da oturma odasında yerleri sildiği için mutlaktan gelen o daimi tıkırtı
ancak bir manaya geliyor olabilirdi: Alegre iş başındaydı.
"Günaydın! Bugün büyük gün, hazır mısın? Ama daha traş bile
olmamışsın!" Alegre aynı anda hem kaşlarını çatmış hem gülmüştü. "Söyle
bakalım bu Kabaklı Strudeli nasıl pişireyim? Cevizli mi yoksa kuru
üzümlü mü? Sence Gail hangisini daha çok sever?"
"Kabaklı Strudel..." Kulağa şifre gibi geliyordu. "Ceviz mi... yoksa
üzüm mü... yoksa ikisi birden mi... yoksa hiçbiri mi..." Ne fark
ederdi? Bu sadece dış görünümdü, satıhtaki gölgeler; oysa o öteye
geçmek, öze inmek istiyordu. "Neden hepiniz aşkımı itiraf etmemi
istiyorsunuz? Sevgililerimizi onlara duyduğumuz hisler konusunda ille
de bilgilendirmeli miyiz? Bunu ilan etmek, karşılığında bir şey
istediğim manasına gelmiyor mu? Her aşk ilanı bir bencillik bildirgesi
değil midir?"
"Ah garibim benim, merak etme, harika bir akşam yemeği olacak. Güven
bana, çok beğenecek," diye onu teselli etti Alegre, felsefesini tümüyle
göz ardı ederek.
Ama bu telaş neden? Görüntüler, arkalarındaki gerçeği görme-
262
mizi engellemekten başka ne işe yarar? Den kendimden o kadar da emin
olmadığım halde neden hepiniz benim için uğraşıyorsunuz? Ben kimim, ne
istiyorum, illa ki istemek zorunda mıyım... birini, bir şeyi... illa ki
olmak zorunda mıyım... birisi, bir şey? Belki aşk sevgiliyi kazanmayı
değil, kendini onda kaybetmeyi gerektirir. Kendini kaybettiğinde ve ego
kuleni yıktığında karşılığında sevilmişsin sevilmemişsin ne fark eder.
Karşılığında bir şey almayı beklemeden vermeye başladığın anda bütün
evren Ginseng olacak! Ginseng! Ginseng!
"Ginseng değil! Bu TO-FU," dedi Alegre Ömer'in önündeki tabağı işaret
ederek. "Ama-sen-endişe-etme," diye ekledi, balta girmemiş ormanlarda
bulduğu Mowgli'yle konuşan Beyaz Sömürge-ci'yi andıran eğitici ses
tonuyla. "Yemek-öyle-nefis-olacak-ki-her-gün-burada-yemek-isteyecek."
Ömer teslim bayrağını çekip, kıvranarak son zamanlardaki tek sığınağı
banyoya yöneldi. Yanına walkman'ini de almıştı, The Smiths'in What
Difference Does It Make? (Ne Fark Eder?) şarkısını dinlemek için. Üç
dakika on bir saniye.
Aslında Alegre bu sabah biraz sıkıntılıydı çünkü bu özel gün için yemek
pişirmek beklenmedik ölçüde sinir bozucu olmuştu. Harika bir menü
hazırlayabilmek için nebatobur mutfağı üzerine bir ön araştırma yapmış
ve dehşetle görmüştü ki sadece etten değil, yağ, yumurta, süt,
peynirden... ve bir yemeğe lezzet katan, pişirmeyi keyifli kılan her
şeyden uzak durması gerekiyordu. Hayatında ilk olarak kendini mutfakta
rahatsız hissetmişti Alegre. Bu yüzden de dinçleştirici bir yürüyüşün
ardından neler yaptığını görmek için mutfağa dalan Abed'le Arroz'un,
büyük eziyetlerle derlenen menü-ye bu kadar ters tepki .vermeleri çok
ayıptı.
MENÜ
Çorba: mantarlı kamıbaharh pırasalı patatesli mısır çorbası
Ana yemekler: lahanalı bezelye püresi, patlıcan güveci, kabak strudel
263
Yan Yemekler: patates doldurulmuş mantarlı krep, tahıllı sebzeli tofu
Tatlılar: havuçlu kek, kabaklı turta, havuç ve kabaklı kurabiye
"Bu ne? Manav bayramı filan mı kutluyoruz?" diye diklendi Abed. Alegre
Abed'den nefret etti.
Ama belki ne yeneceği sorununu çözmeden önce, nasıl yeneceği sorununu
çözmeleri gerekiyordu çünkü çok geçmeden Ömer'in banyodan çıkamayacağı
anlaşıldı. İkindinin büyük bölümünü orada demir atmış geçirdi, sadece
aynadaki kararsız yüzünü seyretmek onu yeni bir dizi ontolojik ginseng!
soruya sevkettiğinden değil, halen fiziksel açıdan pek zinde
olmadığından.
Hastalıklar sıralamasında ishal en alt kademededir. Hem bu kadar
sıradan hem de böylesine dışlanmış tek hastalık. Ömer'i bu utançtan
kurtarmak için üç gözlemci, yemekten önceki birkaç saat içinde
mucizeler yaratacak bir tedavi düşünmeye çalıştılar. Böyle bir tedavi
bilmedikleri ama o kadar da mucizevi olmayan başka tedavilerden
haberdar oldukları için (çünkü iş ishale geldi mi herkesin ya birinden
duyduğu ya da çocukluğundan hatırladığı abuk sabuk bir tedavi vardır
mutlaka) hepsini aynı anda denemeye karar verdiler. Dolayısıyla bunu
takip eden üç saat zarfında Ömer ne çorbaya benzeyen ne de patates tadı
olan hindistancevizi sütlü patates püresi (Alegre'nin tedavisi),
böğürtlen suyu (la Tia Piedad'ın önerisi), elma (alışverişe çıkmadan
bir "merhaba" demek için uğrayan Oksana Sergiyenko'nun önerisi), bir
kâse sıcak yulaf ezmesi (Pi-yu'nun anneannesinin tedavisi), bir kâse
pirinç lapası (Zehra'nın telefonda söylediği tedavi), muz (herkesin
önerisi), yoğurt ve şeftali (Zehra'nın telefonda söylediği tedavi),
böğürtlen suyuna karıştırılmış şarap (la Tia Piedad'ın sonradan
hatırladığı tedavi), tekrar elma (Oksana Sergiyenko alışverişten bir
torba Granny elmasıyla dönmüştü), aile boyu kola (herkesin tedavisi) ve
antibiyotik niyetine bol bol sarımsak (Abed ve Piyu'nun tavsiyesi)
tüketti. Her şeyi yalayıp yuttuğunda karnı fıçı gibi şişmiş, ayaklarını
sürüyerek yukarı
264
çıktı; ama bu sefer banyoya değil, biraz kestirmek ve bütün Reiki
güçlerini toparlayıp Gail'e gelmemesini rica eden telepatik bir mesaj
yollamaya.
Heyhat, mesaj yolda kaybolmuş olmalıydı.
Akşam 19:15'te Gail ve Debra Ellen Thompson herkesle birlikte masada
oturmuş, bunca alakadan biraz şaşkın ama belli ki memnun menüyü
övüyorlardı. Alegre, Gail'i Ömer'in karşısına oturtmuştu ama Ömer
bakışlarını çorbasında yüzen pırasadan ayırmadığı için bunun farkında
olup olmadığını anlamak zordu. Ara sıra midesinden yüksek bir gurultu
sesi çıksa da üç gözlemcinin de iç fe-rahlığıyla müşahade ettikleri
üzre artık banyoya koşma ihtiyacı kalmamıştı. Tedaviler işe yaramıştı,
en azından bir tanesi.
Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer. Masadaki!erin hiçbiri son
yemekteki gerilimi unutmuş görünmüyordu. Benzer bir sürtüşme yaşamamak
için temkinli temkinli olası konuşma kanallannı araştırıyor, kimseye
batmayacak konular arıyorlardı. Kimseyi gücendirmemek konusunda
duyarlı, incitmeden eğlenme hevesinde böyle çokkültürlü gruplar içinde
iyi bir yemek konusu "şehir efsaneleri" olduğundan bir saat boyunca
bunlardan bahsettiler.
Farklı ülkelerden olsalar da hepsi yer yer küçük değişikliklerle aynı
hikâyeleri duymuşlardı. Evinin yakınlarındaki bir süpermar-ketten
aldığı turşu kavanozunun içinde kesik parmak bulan adam hem Faslı hem
İspanyol hem Amerikalıydı. Yeni doğmuş bebeklerini yeni dadıya bırakan
ve geç vakit eve döndüklerinde onu kocaman bir tabağın içinde
patateslerle birlikte nar gibi kızarmış bulan genç çift de. Sonra
arabaları San Francisco depreminin olduğu gece çalınan, haftalar sonra
içinde hırsızın tanınmaz hale gelmiş cesediyle bir binanın enka'zı
altında bulunan şu diğer çift vardı. Tabii nerede bir orman yangını
olsa orada durmadan ölen şu dalgıç hikâyesi vardı. Kocaman kovalı
helikopterlerden tekrar tekrar alevlere atıyordu onu dünya çapında
şehir efsaneleri.
Şehir efsaneleri dünyanın özgür yurttaşlarıdır. Seyahat etmek için
pasaporta, bir yerde kalmak için vizeye ihtiyaç duymazlar. Temasa
geçtikleri kültürün rengini alan dilsel bukalemunlardır onlar.
265
Hangi kıyıya ulaşsalar hemen yerlisi olurlar. Şehir efsaneleri kimseye
ait olmayan ama herkesin malı olan özgür ruhlardır.
"İstanbul'da da benzer şehir efsaneleriniz var mı?" diye sordu Alegre
Ömer'e dönerek ve sorar sormaz özür dilercesine gülümsedi çünkü sorunun
böyle yüz kızartıcı ölçüde naif olmasını ve niyetini bu kadar belli
etmesini istememişti.
Bizde .şehir efsanesi var mı? Ne fark eder? San Francisco depreminde
çaldığı arabanın içinde ezilen hırsızın hikâyesi istanbul depreminden
sonra da anlatıldı, sanki insanların ne hak ne hukuk gözeten
felaketlere tahammül edebilmek için ilahi adalet tesellisine ihtiyacı
var.
Ama bunların hiçbirini söylemedi Ömer. Başını hiç kaldırmadan, "hi hi,"
dedi, bir-iki saniye bekledikten sonra kendisiyle fikir birliğine
varmış gibi ekledi: "Hi hi."
İlk "hı hı"yla ikinci arasında Gail gözlerini Ömer'in yüzüne dikti ve
orada sevdiği bir şeyi daha gördü: sistem arızası! Ömer varoluşunun
içinde sistem arızasının sadece olasılığını, hatta eğilimini değil,
kaçınılmazlığını barındırıyor, hatta neredeyse simgeliyordu. Herkesin
ne istediğini, nereye gittiğini, neyi amaçladığını tastamam bildiği
başarı odaklı bir dünyada, bu kafası daima karışık ayaklı öz-yıkım
diğerlerinden farklıydı. Onu derinlere çeken ıstırabın çamurlu
sularıyla kendisinin de tanışık olduğunu nasıl anlatabilirdi ona? Gail
bir şey demek istiyormuş da nasıl ifade edeceğini bilemiyormuş gibi
gülümsedi Ömer'e. "Yapma canım," diye fısıldamak isterdi ona. "Hep
korkudan, sana her bakışımda gözlerinde gördüğüm bu hüzün, biz
tanışmadan ve sen beni sevmeye başlamadan çok önce orada olan hüzün hep
korkudan."
Ama korkma artık çünkü sen istediğin müddetçe yanında olacağım.
Bunların hiçbirini yüksek sesle söyleyemezdi. Bütün sözlerini bir çatal
patlıcanlı güveçle yutup diğerlerinin konuşmalarını dinledi.
Felsefe/fizik/kamu yönetimi/genetik mühendisliği... sınavında "NEDEN?"
sorusunu soran ve "NEDEN OLMASİN?" cevabını veren öğrenci dışında
herkese sıfır yağdıran şu şehir efsanesi profesö-
266
rü konuşuyorlardı. Sonra ülke ülke gezip yumurtalarını tatilcilerin
derilerinin altına bırakan efsanevi örümcek vardı. Bir ülkede kaybolup
diğerinde beliren ve her gittikleri yerde panik ve kargaşa yaratan
tonlarca Şeytan hikâyesi vardı. Yerküreyi dolaşan bütün bu söylenti ve
efsaneleri dinleyen Gail de bir-iki şey söylemesi gerektiğini hissetti.
"Benim en sevdiğim eski bir şehir efsanesi," dedi patavatsızca, "...
ücra bir köy kilisesinde kanlı gözyaşları döken Meryem Ana efsanesi...
Ağlayan Meryemler, Göz kırpan Meryemler, Fısıldayan Meryemler...
bunlardan tonla var!"
fi it
O konuşmaya başladığı anda grup yarı felce uğramıştı. Bıraksınlar
konuşsun, ondan sonra mı bozulsunlar, yoksa basiretle davranıp peşinen
bozulsunlar da bütün söyleyeceklerini dinleme yükünden kendilerini mi
kurtarsınlar bilememişlerdi. Biri hariç hepsinin gözlerinde farklı
tonlarda bir içerleme ışıltısı vardı. Ömer'in gözleri tabağındaki
lahana bezelye püresine mıhlanmış olsa da dudakları şefkatli bir
gülüşle aralandı. Katoliklerin çoğunluğu oluşturduğu, besbelli dindar
insanların önünde bu gafı yapması ne naif, ne tatlı, ne hoştu.
"Bu mucize işinde iyi para var, bence," diye cırladı Gail, harekete
geçirmeye başladığı tedirginlik girdaplarının farkına bile varmadan.
"Yani ağlayan Meryem çikolatası satsaydık para içinde yüzerdik, değil
mi Debra Ellen Thompson?"
Debra Ellen Thompson bezgin bezgin gülümsedi; Gail aynen devam etti.
"Bu ağlayan Meryem turizmi bütün zamanların en kârlı şehir efsanesi
olmalı."
"Hah! Yine başladık!" Abed masanın başına oturdukları andan itibaren
kısmen yemeye mecbur bırakıldığı bu bitkisel menü, kısmen de herkesin
gerilim yaratmamak için gösterdiği fazladan dikkatin başlı başına bir
gerilim olması sebebiyle sinir sisteminde biriken bütün basıncı
püskürterek sandalyesinde dikilmişti. "Fırına sormuşlar 'bu kadar ateş
içine nereden girer?' diye. Ne cevap vermiş biliyor musun Gail?
'Ağzımdan,' demiş."
267
"Aaa bunu daha önce de söylemiştin!" dedi Piyu refleksle, Abed'in
dudaklarından nihayet tanıdık bir atasözü duymanın coşkusunu
denetleyememişti, tanıdık olması anlaşılır olması anlamına gelmese de.
Ama sonra kırgınlığını gizlemeyi başaramayarak Gail'e döndü: "Haklı
olabilirsin Gail, belki bazı insanlar başkalarının inançlarıyla para
kazanmaya çalışıyor olabilirler. Ama bu bahsettiğin mucizelerin sahte
olduğu anlamına gelmez."
Bu sessiz gerilim, anlık kopukluk... uzun ve yankılanan bir karın
gurultusuyla bölündü.
"Bakire Meryem Virgen de Guadalupe'nin bize tezahürünün kanıtı olarak
imgesini bırakması başlı başına bir mucizedir, bunun yanı sıra bazı
önemli mesajlar da bırakmıştır," diye mırıldandı Piyu, yanakları
kızardıkça gözlüğünün ardındaki gözleri de buğulanıyordu. "Bu mesajın
bir şehir efsanesiyle karıştırılabileceğini zannetmiyoruz."
Gail çenesine yerleşen bir sırıtış, gözlerinde tekinsiz bir parıltıyla
o kadar kolay geri adım atmayacağını kanıtlamaya hazır ağzını açtı. Tam
o anda Ömer başını kaldırıp iki saattir ilk olarak yüzüne bakmayı
başarabildi. Açık ağzının gölgelerinde önceden gelen bir akis gibi
söyleyeceklerinin hışırtısını duydu. İnsanların yürekle-rindeki en
küçük umudu bile sömüren bir sistemden uzaklaşmak gerekliliğinden
bahsettiğini duydu. Bu hayatı deniz üzerinde bir insan-tekne gibi,
ayağının altında asla katı bir şey bulundurmadan, her an herhangi bir
yere yelken açmaya hazır yaşamayı övdüğünü. Her gece, ertesi sabah asla
geri dönmek istemeyeceğin yabancı bir ülkede uyanma korkusuyla
uyuduğundan bahsettiğini duydu. Ölümden ve ölümsüzlüğün tek yolunun
ismini, yerini değiştirmek, kendini terk etmek, ölmeden ölmek
olduğundan söz ettiğini. "Dur canım," diye fısıldamak isterdi ona. "Hep
korkudan, seni ne zaman dinlesem dilinden dökülen bu öfke, biz
tanışmadan, ben seni sevmeye başlamadan çok önce orada olan öfken
aslında hep korkudan."
Ama korkma artık çünkü sen istediğin müddetçe yanında olacağım.
Bunların hiçbirini yüksek sesle söyleyemedi. Bütin sözlerini
268
bir çatal püreyle yutmaya çalıştı. Yine de kendi içindeki sesleri
duymamak için başkalarının konuşmalarını kafi derece dinlemişti. Aniden
kendisinin de birkaç kelime etmesi gerektiğini hissetti.
"Sanırım hepimiz bir mucize bekleriz, ama farklı şekillerde. Bunu tek
yapan Katolikler değil. Hepimiz benzer beklentiler taşırız. İsimleri
başka başka olsa da altında yatan aynı temel özlemdir: tekdüze
hayatlanmızı aydınlatacak bir mucize. Bir mucize... bir kurtarıcı... ya
da bir sevgili... hepsi bir. Ben bu beklentiyi paylaşabileceğimi hiç
düşünmemiştim ama..."
Bu gecenin yegâne sebebi ve bunlar da saatlerdir söylediği ilk
kelimeler olduğundan Ömer bir anda tüm masanın ilgi odağı olmuştu. İşte
bu pürdikkat dinleyicilere yöneltti konuşmasını:
"Kendimdeki değişimi seyrediyorum. Aşık olmanın bir mucizeye inanmaya
benzediğini düşünmeye başladım. Aşk da beklentiler ve inançlarla
ilgili. İnsan kendisi için hâlâ kurtuluş ümidi olduğuna ve günün
birinde özel birinin bunu mümkün kılacağına inanıyor. Bir mucize özlemi
değil mi bu? Bu dünyadan fazla bir şey beklememen gerektiğini bilsen de
içindeki bir şey diretiyor... umut etmeyi sürdürüyor... sevdiğin
kişinin seni seveceğini umut etmeyi."
Derin sessizlik. Öyle derindi ki Anoz'u gerginleştirmişti. Tap tap.
Anoz kuyruğunu iki kere yere vurdu. Kimse umursamadı.
"Tıpkı benim senin için nicedir hissettiğim gibi... Gail!"
Tap tap. Anonim bir iç çekiş. Belki de Abed'in tabağında el değmemiş
vaziyette duran tofudan çıkmıştı.
"Belki birlikte olmalı, hatta birlikte yaşamalı, hatta ve hatta
evlenmeye cesaret etmeliyiz, bu mucizenin ne olduğunu beraber görmek
için..." diye devam etti Ömer ya da masada Ömer'e benzeyen biri. Bu
noktada kaybedecek bir şeyi olmadığından ekledi: "tıpkı bütün âşıklann
yaptığı gibi..."
Ağzı patates harçlı mantar krepiyle dolu olduğu ve son birkaç dakikadır
çiğnemeyi unuttuğu için Gail ilk başta ancak anlaşılmaz bir ses
çıkarabildi. "Âşıklann yaptığı gibi mi dedin...?!"
Herkes bundan sonra gelecek olan lafın korkusuyla, Gail'in
merhametsizce soğuk bir tepki vererek Ömer'in billur kalbini bin
269
parçaya böleceği endişesiyle durakladı. Ne var ki patates harçlı mantar
krepini nihayet yuttuğunda Gail'in fırın ağzından sadece şu sözler
çıktı: "Ben de seni seviyorum."
Derin, derin sessizlik. Sonra bir iç çekiş. Ama bu sefer kesinlikle
tofudan değil.
Meşrebi bir kuşlar
ı
270
p
Sıfır Numara
Göz açıp kapayana kadar âşık bir çift olmuşlardı. Ve göz açıp kapayana
kadar âşık bir çifte dönüşen herkes gibi, aşağıdan ne kadar sinir
bozucu göründüklerinin farkına bile varmadan son sürat semanın yedinci
katına kanat çırpmakla meşguldüler. Kendi kozalarında durmadan
dokunuyor, öpüşüyor, mırıldanıyor, daha yeni geliştirdikleri ama sanki
hep bildikleri bir tuhaf dille cilveleşiyorlardı. Onlarınki vecdle
şişmiş bir balondu. Dünyadan şüpheyle izlenen, sürekli göz altında
tutulan ancak kendisi etrafını görmekten aciz bir şişkin balon:
velhasıl aşkın kör olduğu zannı.
Dokunaklı bir büyüleri vardır âşıkların ve tümüyle kendileriyle
doludurlar, daha doğrusu kendisiyle çünkü âşık çiftler, iki bağımsız
benlik olarak buluştukları halde, son tahlilde "iki" değil (bir artı
bir) "sıfır" olurlar (bir eksi bir). İşte tam da böyle tekliğe filizlenivermişti
Gail'le Ömer, kimseler anlayamadan. Artık "Ömer artı Gail"
değillerdi, mükemmel bir sıfır, bir Gailömer ya da Ömergail
mutantıydılar.
Aşka diyecek yok, hoş bile sayılır ama ÂŞIKLAR iç baylaydılar. Bu bir
yana evlilik tam bir ifrattı. Belki de herkesten çok Alegre'nin
sinirleri bozulmuştu. Ne de olsa tren tariflerinde olduğu gibi
evliliklerde de insan yola önce çıkanın hedefe önce ulaşmasını bekler
haliyle. Alegre'yle Piyu çıkmaya başlayalı iki buçuk yıl olmuştu;
evlendiklerinde ne yapacaklarını, nerede oturacaklarını, hatta ne
yemekler pişireceklerini dahi konuşmuşlardı defaaten. Doğru zamanı
bekliyorlardı.
"Her gün bir erkeğin kadınına 'hayır' diyemeyeceği bir an vardır.
Akıllı kadın punduna getirip o ânı bulur," nasihatinde bulun-
273
muştu büyük büyük teyzesi.
Nedense Alegre bu özel ânı kaçırdığını hissediyordu. Bazen Pi-yu'nun
kendisiyle gerçekten evlenmek istediğinden şüphe ediyordu ama la Tia
Piedad endişelenecek bir şey olmadığına ikna etmişti onu. "Con los
hombres, şu erkeklerle, hep aynı bilmece. Başlangıçta evlenirlerse
hayatlarının biteceğini kuruntu ederler, bir kere evlenince bu sefer de
boşanırlarsa yaşayamayacaklarını zannederler."
Bir tarafta iki küsur yıldır her şeyi inceden inceye düşünen, doğru
ânın gelmesini bekleyen, bir aile kurabilmek için ince eleyip sık
dokunması gereken her ayarı istisnasız ince eleyip sık dokuyan Alegre
vardı. Derken yaşam evrenindeki en gevşek, en olmadık iki karakter
onlardan evvel evlenme fikriyle ortaya çıkıveriyordu. Nasıl bu kadar
süratle, bu kadar umursamazca evlenebilirlerdi? Hem ahlaken de doğru
değildi. Gail de Ömer de (hele birincisi) her fırsatta toplumu topa
tutmakla, çoğunluğun her hareketini ulu orta kınamakla nam salmıştı.
Bütün bunların ardından şimdi nasıl böyle edepsizce normal
davranacaklardı? Alegre öfkesini Piyu'dan çıka-radursun, Piyu'nun asap
bozukluğu Arroz'la Abed'in sinirlerini tel tel gerdi. Çok geçmeden
bütün ev ahalisi buluttan nem kapmaya hazır vaziyette yay gibi
gerilmişti, Debra Ellen Thompson'ın kederi de cabası. Sadece o tuhaf
mahluk, şu Gailömer organizması mutlu mesut kendi yörüngesinde dönmeye
devam etti.
Bu yüzden de Ömer'e durumun ciddiyetini hatırlatma işi ev arkadaşlarına
düşecekti. Ertesi akşam Abed, Ömer'i çakırkeyif yatağına uzanmış,
Portishead'in Only You (Bir Tek Sen) şarkısı eşliğinde Gail'i düşünür
vaziyette buldu, bir saadet ve biraz da tütün dumanı altında.
"Ah! Demek yeniden sigaraya başladın," dedi Abed kaşlannı çatarak, ama
kaşını çattıracak daha meşum kaygıları olduğu için, bu duruma
dilediğince çatamadı kaşlarını, oğlunu savaşa gitmeden bir gün önce
odasında sigara içerken yakalayıp bundan dolayı ona kızmasının
anlamsızlığını bilen, bildiği halde gene de kızmaktan kendini alamayan
bir babanın ikilemiyle.
"Başladım mı?" Ömer'in gözleri baygın rüyalardan sıyrıldı ni-
274
UMTvı. iy111iuu" *^İV .jı£tA»ı* j uıvıııuıv £,^
-
aysyzgije
12 years ago
- 274
UMTvı. iy111iuu" *^İV .jı£tA»ı* j uıvıııuıv £,^
-
aysyzgije
12 years ago
- UtlŞlamadığımı
bilmiyorum. Hiç gelecek planı yapmıyorum, dostum," dedi yeni
Ginseng! felsefesini hamasi bir edayla seslendirerek.
"Valla ben şahsen gelecek planı yapmamana hiç şaşmadım. Ga-il'e evlenme
teklif ettin. Bir geleceğin kaldı mı ki?" dedi Abed çatlak bir sesle.
Ama sonra Safiye beklese, onun yüzüğünü takacağı parmağına takıldı
gözleri, alışılmadık bir sessizliğe gömüldü. Çe-nesindeki gamzeyi
kaşırken gözleri buğulandı. Ömer bu hareketin "ciddi konuşma zamanı"
anlamına geldiğini bilecek kadar iyi tanıyordu artık onu.
"Omar dostum, beni bilirsin, belki biraz fazla konuşuyorum ama
arkadaşım olduğun için. Hem senin mahremiyetine daima saygı duydum.
Yani sarhoş olduğunu ya da domuz eti yediğini kaç kere görmüşümdür.
Sonra şu gelip giden kız arkadaşlann. Müslümanlığa yakışacak şeyler
değil ama seni hiç sorgulamadım. Bu senin hayatın, karışmak bana
düşmez. Ama bu sefer durum başka, çizmeyi aştın. Bu... evlilikl" Abed
bu kelimenin anlamını gerçekten bilip bilmediğini anlamak istercesine
Ömer'in yüzüne baktı. "Lütfen yanlış anlama. Gail'e bir itirazım yok.
Onunla ilgili bir şey değil. Şey... tabii... aslında ilgili... o
çok..." Abed ayağa fırlayıp, uygun kelimeyi arayarak yatağın etrafında
sinirli sinirli bir yarım daire çizdi ve nihayet aradığını bulup durdu:
"Zor!"
"Gail çok zor biri... Bak sana karşı dürüst davranacağım. Ga-il'le
tanıştığımızdan beri 'valla bu kız günün birinde evlenirse Allah
kocasına sabır versin.' diye düşünür dururdum. Şimdi o koca sen-sin\ Şu
hale bak!" Abed sahnede az evvel bir izleyiciyi soktuğu dolabı açıp
içinin boş olduğunu göstermeden önce kollarını sallayan bir sihirbaz
gibi abartıyla Ömer'i işaret etti.
"Evlilik ciddi iştir." Abed tekrar yatağın kenarına oturdu, sesi
samimi, mahrem bir fısıltıya dönüşmüştü. "Ne demek istediğimi
anlıyorsun."
Ömer yürekten başını salladı. Evet anlıyordu.
Only You bir kere daha çalmaya başladığında kapı tekrar çalındı.
"Giriiiin!" diye neşeyle bağırdı Ömer, olacakları bilmenin rahat-
275
..0.j__-»-^. »*.»/•»•«/ uyuui »w jyi^n nuui guuı, anvasmuan ua i'iyu.
"Beni bilirsin, belki fazla konuşmuyorum ama seni düşünüyorum hep.
Benim arkadaşımsın." Piyu boğazını temizledi, gözlüklerini geri itti,
burnunun ucunu kırıştırdı ve havuç tonlarında kızardı. Ömer bu rengin
"ciddi konuşma zamanı" anlamına geldiğini bilebilecek kadar iyi
tanıyordu onu artık.
"Aşk harika bir şey kuşkusuz, ama (es) sence bir aile (es) bir ömürlük
bir ilişki (es) kurmaya yeter mi tek başına? İnsan böylesi bir istikran
(es) ancak (es) kendi türünden biriyle yakalayabilir. Kendi türünden
biri..." diye yineledi Piyu, bu akşam kelime bulmakta zorlanarak.
"Bilmez miyim," dedi Ömer derinden gelen bir sesle. "Hiç denemedim mi
zannediyorsun? Kendi türümden birini az mı aradım! Ama hiçbir yerde,
'KAN, BEYİN VE AİDİYET: Ortadoğuda Milliyetçilik ve Entelektüeller'
üzerine doktora tezi yazan, dünyanın en matrak İspanyolu ve en matrak
Faslısıyla Boston'da yaşayan, ekimin son günü doğmuş, 26 yaşındaki bir
Türk erkeğiyle karşılaşmadım. O adamı bulduğum gün, size söz, hemen
Gail'i bırakıp kendim gibi biriyle evleneceğim."
"Ben şaka yapmıyorum, ciddi bir şey bu," dedi Piyu bir ton daha
havuçlaşarak. "Ne demek istediğimi anlıyorsun."
Ömer yürekten başını salladı. Evet, anlıyordu.
İkisinin de ne demek istediğini gayet iyi anlıyordu. Tanımı gereği aşk,
sezgisel, akıl dışı bir şey, bir nevi katlanılır delilik olduğundan,
ille de benzer geçmişten gelen birine âşık olmak gerekmiyordu. Ama
mesele evlenmeye gelince değişiyordu ölçütler. Evlilik bağının yazılı
olmayan kuralları, her kuşun kendi sürüsünden biriyle eşleşmesini şart
koşuyordu.
Nedense farklı türlerden iki kişi arasında evlilik insanlarda bir
trajedi korkusu, ilkel, arkaik ve neredeyse dinsel bir korku
doğuruyordu, sanki çift gül gibi geçinip gitse de her gece onlar derin
uykuya daldıklarında tanrıları sabaha kadar cenk edecekti.
276
Demden Firar
¦ Düğün müziğinizi ve renginizi seçin.
¦ Nişanınızı yerel gazetelerde ilan edin.
¦ Düğününüzde hoşunuza gidecek atmosferi planlayın.
¦ Birkaç ay önceden dans kursuna yazılın.
¦ Yüzükleri ısmarlayın.
¦ Annelerin elbise seçimine yardımcı olun.
¦ Bir konuk defteri alın ve bütün konukların içine yazmasını sağlayın.
¦ Aldığınız bütün hediyelerin ayrıntılı bir listesini yapın.
¦ Teşekkür notlarını asla bilgisayar ya da daktiloyla yazmayın. Hepsi
elde yazılmalıdır. Güzel bir not kartı seçerek stilinizi gösterin.
¦ Gelen hediyeyi ismen belirtip, nasıl kullanmayı düşündüğünüzü
belirtin: "Güzel havlu takımı için teşekkür ederiz, banyomuzda çok iyi
durdu."
¦ Düğün günü için, içinde dikiş kutusu, naylon çorap, çengelli iğne ve
kâğıt mendil bulunan bir acil durum çantası hazırlayın.
"Ne yapıyorsun?" diye sordu Piyu, Ömer'in odasından dönüşte Abed'i
önünde Amerikan Düğün Günü Elkitabı mutfakta oturur görünce.
"Sosyolojik gözlemlerde bulunuyorum," dedi Abed, başını geri atıp burun
deliklerini açarak bir hapşırığı tam zamanında ketle-mişti. Bu
başarısından memnun ekledi: "Evlendiği gün yanına naylon çoraplı acil
durum çantası alan kadın ne menem şeydir? Böyle bir kadınla kim
evlenmek ister ki?"
İkisi birlikte evlilik elkitabını önce merakla, sonra da artan bir
hayretle inceleyerek mutfakta bir saat geçirdiler. Bir saat sonra
Amerikan gelinlerinin biraz denetim düşkünü olduğu sonucuna varmış-
277
lardı. En küçük ayrıntıya kadar her şeyi denetim altında tutma
istekleri ABD dışındaki kadınların gayet iyi bildiği bir şeye yer
bırakmıyordu hayatlarında: tesadüflere.
Ama Gail düğün günü öğleden sonra üç civarlarında tepeden tırnağa mor
tonları içinde mutfağa girdiğinde Amerikan gelinleriy-le ilgili
genellemeleri çürüttü. Odadaki birinde şu renk kataloglarından olsa
elbisesinin renginin numarasının 57-A, isminin Yabani Üzümler olduğunu
görecekti; şalının numarası 60-D'ydi, ismi Mağrur Gelenek. Saçında
leylak rengi tüyler vardı ve bu günün şerefine küçük kaşık yerine daha
büyük bir gümüş kaşık takmıştı.
"Vay!!" dedi Piyu, sesi hayretle dalgalanarak, "erguvan ağacına
benziyorsun!"
Gail iltifat edilmiş gibi mahcup mahcup güldü. "Damat nerede?" diye
sordu.
Damat yukarıda Sex Pistols'un Something Else'im {Bir Başka Şey)
dinliyordu. Sağ ve esendi ama aklını kaçırmak üzereydi. Sabahtan beri
dolabındaki bütün giysileri giyip çıkarmış, aynadaki palyaçodan gına
gelmişti. Heyecanlıydı. Ama bunu belli etmemek için her zamankinden
farklı giyinmemeye karar vermişti. Ama hesaplı resmiyetsizliğin zorluğu
temelde bir oksimoron oluşuydu. İnsan sıradan olmaya ne kadar
uğraşırsa, o kadar uzaklaşıyordu sıra-danhktan.
İşte telefon çaldığında damat bu haldeydi.
"Bana burada saatin kaç olduğunu sormayacak mısın?" Def-ne'nin sesi,
müşteriyle dolup taşan bir dükkânın kapısındaki çıngıraklar gibi
neşeyle çınlıyordu.
"Orada saat kaç?" dedi Ömer ama onun sesi diğer dükkânla rekabeti
çoktan bırakmış meteliğe kurşun atan komşu dükkânın kapısı gibi
olgundu.
"Burada, şimdi saat tam 15:33."
"Ya? Ne var yok?"
"Salak!" dedi Defne. "Çok salaksın."
Ömer buna ne cevap vereceğini bilemedi. Onun yerinde ağzında bir şeyler
geveledi: "Aramana sevindim. Hayatımda çok büyük
278 •
değişiklikler oldu. Seninle konuşmak isterim."
"Konuşuruz merak etme," dedi, gizemli gizemli kıkırdayarak Defne.
"Benim şimdi kapatmam lazım. Sen bir yere kıpırdama. Konuşacak bol bol
zamanımız olacak!"
Telefon kapanmadan önce öyle tuhaf, öyle Defne'ye yakışmayan bir
kalıkaha duydu ki başka birinin onun sesini taklit ederek kendisini
kandırdığından şüphelendi Ömer. Manic Street Preachers' in Suicide is
Painless {intihar Acısızdır) şarkısını koydu ve kendini yatağın üzerine
yığılı kazaklarla pantolonların arasına attı. Üç dakika yirmi altı
saniye.
"Bu müzik de ne şimdi? Yukarıda ne yapıyor? Benim bildiğim saatlerce
hazırlanan gelinlerdir," dedi Piyu kaşlarını çatarak. Tam kaş çatmayı
bırakırken televizyonun altında birkaç kırıntı tespit etti.
"O süpürgeyi bırak, gel bir çikolata ye," diye onu teselli etti Gail.
"Bizimki öyle bildik düğünlerden değil."
Onlarınki bildik düğünlerden olmadığı için otorite, tören ve bürokrasi
istememişlerdi. Akrabalar da. Abed'le Piyu memnuniyetsizliklerini
saklamamışlardı, özellikle "akraba" davet edilmemesi konusunda. Yine de
Boston'da ve muhtemelen bütün dünyada eşi benzeri olmayan, zira
kalbinde kimseye karşı en ufak bir önyargı barındırmayan sıradışı bir
hahamın kıydığı nikâh neşelerini yerine getirdi. Haham Mark başka başka
dinden insanlar, gayler, lezbiyen-ler, ateistler, agnostikler,
çokinançlılar dahil, kapısına gelen her türlü insanın nikâhını
yargılamadan kıyardı, yeter ki birbirlerini sevsinler.
Eve dönünce yeni gelinin ilk yaptığı şey bir kutu bira açmak oldu.
"Newtoncu bir evlilik kuramı geliştirdik," dedi Ömer nağmeli bir sesle,
kolunu tepeden tırnağa mor tonlarına bürünmüş karısının omzuna atarak.
"Bütün evlilikler farklı farklı başlayıp aynı şekilde bittiğine göre
bunun bir sebebi işin içine kansan insanlar olmalı. Bu bağlamda bilgi
kesinlikle güç demek. Ne kadar çok insan tanıyorsan, o kadar ses
karışıyor, evliliğin üzerinde o kadar çok etkileri oluyor. Başka bir
deyişle evliliğinizin başarısızlığa uğramasını is-
279
temiyorsanız, evli olduğunuzu saklayın."
Yine de, yeni evliler ne derse desin, düğün düğündür ve kutlama
sebebidir. Doğru pek fazla konuk yoktu (tam olarak on iki kişi) ama
mevcut olanlar kutlama arzusundaydı. Yemekleri Alegre, düğün pastasını
Debra Ellen Thompson temin etti. Bu sefer Gail'i pastadan uzak tutacak
kadar basiretli davranmıştı. Ama onunki tek tatlı değildi. Nedense
herkes bu düğünün normal bir düğüne benzemesini engelleyen eksikliğin
tatlıyla telafi edilebileceğini düşünmüş gibiydi. Oksana Sergiyenko
çilekli Romanoff getirmişti, Jamal baklava, Siyaset Bilimi Bölümü'nden
birkaç arkadaş da ahududulu turta. Spivack da elinde bir kutu kremalı
tatlı ile uğramış, hatta bunu kepaze öğrencisine verirken gülümsemişti!
Kızın biri pembe bir pasta getirmişti. Bu renk Abed'e uzak bir hatırayı
hatırlattı; kıza tekrar dikkatle bakınca onun Cadılar Bayramı
partisindeki şeker-göt olduğunu fark etti ve Alegre'nin Çorba Evi'nden
arkadaşı olduğunu öğrendi. Bolca tatlı, yeterince insan, yiyecek, alkol
ve iyi bir kutlama sebebi oldu mu gerisi kendiliğinden gelir.
Partinin gittikçe artan şamatasında Debra Ellen Thompson'la Gail bir
ara yan yana düştüler, gözleri birinin yarım bıraktığı acıbadem
kurabiyesine dikili. Konuşmaya başladıklarında sözlerinin altında
sarsak bir sessizlik titriyordu.
"Ona âşık mısın?"
"Hayır," dedi Gail, "ama aşka bundan fazla yaklaşmamıştım."
"Onu tanımıyorsun bile," diye mırıldandı Debra Ellen Thompson güç
duyulur bir sesle. "O bir yabancı Gail! Seni anlayabilir mi dersin?
Seni benden iyi anlayabilir mi sence...?" Bu soru ağzında kötü bir tat
bırakmış gibi buruştu yüzü.
Gail suçluluk ve şefkat karışımı bir duyguyla Debra Ellen Thompson'a
bakarken yüzünün yandığını hissetti. Arkadaşının inek yalamış ters saç
tutamına bakarken, vaktiyle onu keçi sakallı, sinirli bir adamdan ve
bir yığın kıkırdayan kızdan kurtaran genç kızı bulmaya çalıştı. Her
jestini çok iyi bildiği bir yüzdü bu. Geçen on yılda kaç kere sevinç,
gurur ve şevkle parladığını görmüştü bu gözlerin, ama bedbinlik ve
elemle kırıştıklarını da gördüğü olmuştu.
280
İlk başta erişemeyeceği kadar uzakta duran, sonra şaşırtıcı bir biçimde
kendisine bağımlı olan bir yüz.
"Seni çok incittiğimi biliyorum," dedi Gail kadifemsi bir özenle. "Özür
dilerim."
"Öyle deme," diye karşı çıktı Debra Ellen Thompson kararlı ama yumuşak
bir sesle, "Gayet iyi anlıyorum. Eskiden, yani başlarda sana karşı çok
haşin davrandım sanırım. Ama benim sana karşı haşinliğim ve sonrasında
senin bana karşı haşinliğin arasında birbirimizi gerçekten sevdiğimiz
bir dönem oldu. Değil mi?"
Gail üzerine çöken çaresizlikle baş etmeye çalıştı ama boşuna. Tekrar
konuşmaya başladığında sesi seyrelmiş, gözleri bulutlan-mıştı. Debra
Ellen Thompson'ın elini tutup şefkatle sıktı. "Doğru," diye mırıldandı.
"Haklısın sevgili Debra."
Debra Ellen Thompson'ın yüzü sakin, hatta dingindi artık ama sonraki
cümlesini söylerken başını çevirdi. "Umarım onunla çok mutlu olursun."
İkisi de refleksle Ömer'e baktılar, böyle bir şey için zerrece umut var
mı diye. Bu arada Ömer Chumbawamba'nm Amnesiasım her seferinde sesini
yükselterek altıncı kere çalıyordu. Kafası çoktan dumanlanmış olduğu
için aşağıdaki şen şakrak çeteyi yönetmek amacıyla divana çıkmıştı;
mütevazı bir düğün töreninde adaplarıy-la eğlenmekten, avazları çıktığı
kadar bağırmaya doğru seyrediyordu misafirler. Ömer şarkı sözlerini
haykinrken korosu da neşeyle eşlik ediyordu: Do you suffer from longterm
memory loss? I don't remember.*
*
Abed birazdan gerekeceğini bildiği için mutfakta nane çayı hazırlıyordu
ki arkasında cıvıl cıvıl bir ses duydu. "Merhaba, içeri girebilir
miyim?" diye sordu kapıda nefes nefese duran genç ve zarif hanım.
Tekerlekli bavulunu içeri çekti, derin bir nefes aldı, sonra bü-
* Uzun süreli bellek kaybından mı mustaripsin? Hatırlamıyorum.
281
yük bir dikkatle Abed'e baktı. Yüzü aydınlandı. "Kim olduğunu
biliyorum... Adını söyleme... Sen...sen..."
Abed afallamış bir yüzle bakakaldı.
"Abed!" Neredeyse yerinde zıplayacaktı. "Sen Abed'sin değil mi?"
"Evet," dedi Abed tereddütle, vücudu gerilmiş, yüzü şaşkınlıkla
kasılmıştı. Keşke kız adını yanlış hatırlasa, onu, evi, şehri
karıştırmış olsa, tahmin ettiği kişi olmasaydı. Çekinerek sordu: "Peki
sen kimsin?"
"Ben Defne, İstanbul'dan. Ömer benden bahsetmiştir," diye ekledi sesi
şevkle dalgalanarak. "Amerika'ya geldiğimi bilmiyor. Ona sürpriz
yapacağım. Evde mi?"
Abed bir dolu yalan uydurmaya çalışarak yutkundu, sonra tek bir yalan
bile bulamayarak tekrar yutkundu. İşte o sırada kızın elindeki hediye
kutusunu fark etti. İstanbul'dan şekerleme gibi bir şey getirmişti.
Bunun tanıdık bir tatlı olup olmadığını düşünmekten alamadı kendini. O
ter dökerek öylece dururken Defne havadaki uğursuzluğu sezerek tedirgin
bir bakış attı, sonra bavulu mutfağın ortasında bırakıp ağır,
sendeleyen adnnlarla oturma odasına doğru ilerledi ve içeride
gümbürdeyen kalabalığı görüp donakaldı.
"Uzun süreli bellek kaybından mı mustaripsin?"
Ömer divanın üzerinde sallanmaya devam ederek orkestrasına bağırdı:
Hatırlamıyorum! Sarsak, uzun vücudu divanın üzerinde bir o yana bir bu
yana savrulurken bakışları da savruldu ve derken mutfak kapısında bir
kutu kestane şekerine çakıldı. Tatlıya hiç düşkün değildi ama severek
yediği tek tatlı buydu İstanbul'dayken. Biraz zorlanarak bakışlarını
kutudan alıp kutuyu tutan kadına çevirdi.
Hatırladı.
Bundan sonra olanlar her izleyicinin belleğinde biraz farklı kalacaktı.
Alegre sonradan Gail'in dışarı çıktığını hatırlayacaktı mesela, ama
Piyu'nun kayıtlarında koşarak kaçan kişi Defne'ydi. Hem Abed'e hem de
Piyu'ya göre, bu vakanın ardından Ömer panik halinde divandan inmiş,
Defne'ye doğru sendelemiş ama sonra Gail'e hamle etmiş, iki kadını
tümüyle farklı şeylere ikna etmeye çalışmış
282
ama başarılı olamamıştı. Abed, Ömer'in içine düştüğü çamurda çırpınırken
bir noktada Gail'le Türkçe, Defne'yle İngilizce konuştuğunu
iddia edecekti.
Ömer kendi açısından bu iddiaların hiçbirine itiraz edecek halde
değildi çünkü bu talihsiz deneyimden aklında sadece tek bir görüntü
kalmıştı: kestane şekeri kutusu ve üzerine süslü harflerle yazılmış
müessese ismi: Demdenkaçaroğulları.
"Yazıklar olsun Arroz!" diye azarladı Abed. "Sana da yazıklar olsun
Sefior Piyu. Zavallı kızın kestanelerini nasıl yersiniz?"
Parti bitmiş, insanlar gitmişlerdi. Alegre artanları hayır kurumuna
götürmüş, Debra Ellen Thompson dükkâna dönmüş, Gail ortalıktan
kaybolmuştu. Ömer baş başa konuşmak için Defne'yle birlikte dışarı
çıkmış ama kısa süre sonra tek başına ve sıkkın geri dönmüştü.
"Neden bana yazıklar olacakmış?" diye itiraz etti Piyu. "Esas ona
yazıklar olsun!"
"Bak bunda haklısın!" diye atıldı Abed. "Sana yazıklar olsun Omar,
evimizin uzun bacaklı yürüyen yüz karası! Rezil leylek!"
Ömer onlara kırgın kırgın bakarken dudakları çizgi haline gelmişti.
"İstanbullu kız arkadaşın ne dedi?" diye merakla sordu Piyu, kestane
şekerlerini masanın öbür tarafına, Arroz'dan uzağa koyarak.
"Eski kız arkadaşım," diye düzeltti Ömer huzursuzca.
"Ya tabii! Tek mesele kendisi bunu bilmiyordu," diye takıldı Abed.
"Bana iyi dileklerini sundu, hayatta mutluluklar diledi," diye
homurdandı Ömer.
"Bir kadın tarafından lanetlenmek felakettir," dedi batini mesajı
çabucak kavrayan Abed. "Bir erkek seni mahvetmeye yemin ettiyse, merak
etme, gece vur kafayı uyu ama bir kadın seni mahvet-
283
meye yemin ettiyse sakın gözünü kırpma."
"Gail ne dedi?" diye sordu Piyu, Arroz'un peşi sıra gittiği kestane
şekerlerinin yerini tekrar değiştirerek.
"Fazla bir şey söylemedi. Kızacağından ya da incineceğinden korktum.
Ama onun hisleri için endişe etmememi, anlayabildiğini söyledi.
Hepimizin geçmişi var, dedi." Ömer bir açıklama beklentisiyle
arkadaşlarına döndü. "Biraz tuhaf bir tepki değil mi sizce?"
"Tuhaf mıV diye gakladı Abed, parlak siyah gözlerini havaya kaldırıp,
mutfaktaki bir dinleyici kitlesine hitap eder gibi sesini yükselterek.
"Dostumuz Ömer demin Gail'in tuhaf olduğunu mu söyledi?"
Gülüştüler, Ömer kaşlarını çattı. Bunu takip eden boşlukta Ar-roz
nihayet kutudan bir kestane şekeri çalmayı başardı.
284
Gösterileni Olmayan Gösteren
Yeni evlilerin nerede oturacağı konusu hiç mesele edilmemişti. Bu
evliliği artık hayatın bir gerçeği olarak kabul etmiş bulunan Abed' le
Piyu, Gail'in de buraya taşınacağını peşinen kabul etmişlerdi.
Dolayısıyla çiftin cılız gelirleriyle bir ev aradıklarını öğrenince
itirazları samimiydi. En azından bir müddet aynı evde oturmayı teklif
ettiler. İkinci kattaki diğer oda o kadar geniş değildi belki ama
Gail'in kullanabileceği ekstra bir yerdi. Davis Meydanı'ndaki çok
sevdiği tuğla ev kadar cazip değildi ama baharda ya da yazın oraya
taşınmaya hazır olana kadar hiç de fena bir mekân sayılmazdı burası.
Perşembe sabahı Debra Ellen Thompson, Gail'i Pearl Sokağı 8 numaraya
getirdi, ikisi tıslayan, dördü son derece sessiz altı kutuyla beraber.
Bütün kutular içeri taşınıp mutfağa yığıldıktan sonra Cherokee jip
çivit mavisi bir telaşla vınlayıp gitti.
Gail küçük odayı görmek için yukarı çıktığında, ev arkadaşları
kutuların, özellikle de tıslayanların içindekilerden endişe duyarak
mutfakta beklediler. Bu işten en çok rahatsız olması beklenen dördüncü
ev arkadaşıysa etrafta kayıtsızca dolanıyor, kutuları koklamaya bile
zahmet etmiyordu. İki kutu nihayet açılıp West ile The Rest sarsılmış,
korkudan kasılmış, tüyleri dik dik yabanileşmiş vaziyette dışarı
çıktığında da Arroz'un kayıtsızlığında bir değişme olmadı.
İki tüy topu dışarı çıkarken Piyu, belki saldırmaya filan kalkışır diye
Arroz'un tasmasını sıkı sıkı tutmuştu. On saniye sonra Arroz'u
bırakmış, iki kediyi zaptetmeye uğraşıyordu. Gail'le Ömer kaba kuvvet
kullanarak West ile The Rest'i tekrar kutularına tıkıp yukarı
taşıdılar; bu arada Piyu, Arroz'un kanayan burnuyla uğraşıyordu.
285
lar ve içeriği ya da işlevi şaibeli düzinelerce eşya dışarı
çıkarıldığında Gail'in varlığı, Abed'i dehşete garkederek banyodan
başlayarak bütün eve yayıldı. İki saat sonra, alışverişten dönerken
yolda kapıldığı yeni bir alerji nöbetiyle banyoya koşunca Abed'in
karşılaştığı dönüşüm öyle büyüktü ki neredeyse burnunu bile unutacaktı.
Aromaterapi esansları, yağlar, banyo tuzları, bitki sabunları... Abed
banyoda yabancı maddeler görmeye alışıktı ama Ömer'in kız
arkadaşlarının hiçbiri koca bir dükkânı yanında getirmeye cüret
etmemişti daha önce.
Klozetin yanında kocaman bir sepet konmuş, içine kitaplar, dergiler ve
fotokopi makaleler doldurulmuştu. Yığının içinde Dada Manifestosu'nu,
Kadın Jouissance'ının Sessizliği başlıklı bir fotokopi makaleyi,
Dorothy Parker'ın şiirlerini, Parya Olarak Yahudi: Modern Çağda Yahudi
Kimliği ve Siyaseti'nı ve hemen altında "Çünkü Ne Yaptıklarını
Bilmiyorlar / Zizek" başlıklı bir kitap gördü Abed. Kitabın içeriğinin
başlığından daha anlaşılır olacağını umarak birkaç sayfasını
karıştırdı: "Klasik Efendinin otoritesi belli bir S fin, gösterilensizgösterenin.
sözün edimsel işleyişini cisimleş-tiren özgöndergesel
gösterenin otoritesidir." Abed oflayarak bir başka bölüme göz attı.
"...saf biçimin yüzeyinde yeterince ilerlersek, biçimi kirleten biçimsel-
olrnayan bir keyif 'lekesi' ile karşılaşırız; tam da 'patolojik'
keyfin reddi, belli bir artı-keyif yaratır." Abed kitabı kapadı.
Çok geçmeden banyonun sadece bir başlangıç olduğu ortaya çıkacaktı. Bir
solukta... bir fırtınayla... bütün ev topyekûn istilaya uğramıştı, Gail
her yerdeydi. İstilası eşyalardan ziyade kokularla kendini belli
ediyordu. Günün farklı saatlerinde farklı tütsü er yakıyordu. Peari
Sokağı 8 numara sabahlan yasemin, akşamlan sandal ağacı, geceleri
hanımeli kokuyordu. Dolunayda selvi kabusu, aysız gecelerde biberiye
yakıyordu. Hafta sonlan da ev köri k oku-yordu ama bunun sebebi
Alegre'yi sinir ederek pişirmekte direttiği nebatobur yiyeceklerdi.
Temelde tahıl ve sebzeyle besler en West'le
286
The Rest en çok bu yemekleri seviyorlardı. Bu yüzden bu iki kedinin,
hem bireysel hem de toplumsal seviyede saldırganlığın yeme
alışkanlığımızın doğrudan bir sonucu olduğu ve et yemeyi bırakırsak
hepimizin barışçıl varlıklar olacağı yolundaki nebatobur imanının canlı
karşı-kanıtları olduğunu düşünüyorlardı Abed'le Piyu.
Ama geriye dönüp bakıldığında, Gail'in varlığını iyice çarpıcı kılan
kitaplan, deniz kabukları, hatta kokularından ziyade etrafa saçtığı
kelimelerdi. Bu sözler vasıtasıyla iğneliyor, dürtüklüyor, taşlıyor,
durmadan çarmıha geriyordu yeni ev arkadaşlannı, fütursuzca atıyordu
sözel kurşunlarını, zerre dikkat gözetmeden, sanki Siyaseten Doğruculuk
akımı ABD'de hız kazandığı sıralarda o bir yerlerde uyuyakalmış da bu
akımdan hiç haberdar olmamıştı.
Abed'le Piyu bu konuyu aralannda hiç konuşmamışlardı ama
arkadaşlıklarının başlangıcında, dini arkaplanlarına göndennede bulunan
yıpratıcı bir soruya ya da önyargılı bir yoruma karşı ikisinin de
tetikte beklediği dönemler olmuştu. Bir Katolik'in İslam'a
yöneltebileceği olası itirazlar ya da sorular defalarca geçmişti
Abed'in kafasından ve Piyu bunlardan birini dile getirirse diye hazırda
beklettiği cevaplar vardı. Aynı şekilde Piyu da bir Müslüman'ın
Hıristiyanlık aleyhine söyleyebileceği şeylere kafa yorup cevaplarını
hazırlamıştı. Zamanla bu cevapların hiçbirine gerek olmadığı ortaya
çıkmıştı çünkü Abed de Piyu da bibirlerinin dinine son derece
saygılıydı. Ne var ki son zamanlarda bu uyumlu beraberlik fena
sarsılmıştı, başta sandıkları gibi komşu tek tanrılı dinden gelen
bezdirici sorular ve dikenli yorumlarla değil, iki tarafa da aynı anda
taşlar yağdıran Gail adındaki bu kafir mancınığın attığı taşlarla.
Sadece söylediği şeyler değil söyleme tarzı da sorunluydu. Bazen Gail
evi paylaştığı üç kişiden hiçbirinin anadilinin İngilizce olmadığını
unutmuş görünüyordu.
"Tavırlarını değiştirmeyi hiç düşündün mü Gail?" "Şaşı feleğin yükünü
sırtımdan atana kadar değil." Her geçen gün Abed, Piyu ve Ömer onun
jargonunu kuru bir süngerin suyu emmesi gibi emiyordu. Ondan kaptıkları
argoyu, deyimleri, ilk kez duydukları ifadeleri ceplerine tıkıştırıyor,
evden dı-
2S7
.^.ı yı.vu> Y.-vLiUi. uu j'^jii ^alemciı^ıc K.aymuya neves eaen Dir
çocuk gibi bu yeni kelimeleri hemen kullanmaya çalışıyorlardı.
İşte Gail'in evdeki varlığı ana hatlarıyla böyleydi. İkinci kattaki iki
odadaki varlığının neye benzediğiniyse ne Abed ne de Piyu biliyordu
çünkü içeri girmekten kaçınıyorlardı. Evlendikten sonra Ömer'in odası
tecavüz etmek istemedikleri mahrem bir alan haline gelmişti. Oraya
girmeleri için haftalar geçmesi gerekecekti. Nihayet girdiklerinde de
oda o kadar değişmişti ki eskiden neye benzediğini hatırlayamamışlardı.
Duvara posterler, resimler ve çizimlerin arasına boydan boya devasa
harflerle şu yazılmıştı: Rahatı Yerinde Olanları Rahatsız Et,
Rahatsızları Rahatlat. Abed'le Piyu zaten bu odada kendilerini öyle ya
da böyle rahatsız hissediyorlardı. Burası artık evin geri kalanıyla
bağlantılı değildi; sadece Gail'in eşyaları yüzünden değil, evli bir
çiftin yatak odası olduğu için. Yatağa veya mahremiyeti olan herhangi
bir şeye bakmamak için pürdikkat duvarlara yoğunlaşmışlardı.
"Bu bir aşk tılsımı," dedi Ömer onların ilgisini görünce. Odada yalnız
başına tezinin ikinci bölümü üzerinde çalışıyordu. "Yan duran bir
Tanrıça işareti ve tepetaklak duran bir Tanrı işareti var."
Tanrı'nın nerede Tanrıça'nın ne cehennemde olduğunu görmeye çalışmaktan
ilk Abed vazgeçti. Sonraki simgeye geçti.
"Oradaki poster de İlham Perilerinin Yıldızı. Dişi ruhlar hep dokuzlu
gruplar oluşturmuş. Klasik Yunanlıların ilham perileri, İskandinav
tanrılarını yaratan dokuz ay bakiresi," dedi Ömer şen şakrak, Gail'den
öğrendiği ve ne yapacağını pek bilemediği bu malumatı onlarla
paylaşmaktan memnun. "Ortaçağ batıl inançlarında bunlara basan
denirmiş, ormanlarda yaşar uyuyan adamların üzerine abanıp nefeslerini
boğar, konuşma güçlerini ellerinden alırlar-mış. Kara-basan lafı da
oradan geliyor!"
"Evlendiğin kadının şiarı bu işte! Erkeklerin nefeslerini boğmak,
konuşma güçlerini ellerinden almak!"
"Bu gamalı haçın burada ne işi var?" diye araya girdi Piyu.
"Piyu çok lo-go-santrik-sin," diye atıldı Abed. "Bu kadar iflah olmaz
bir lo-go-santrik, üstüne üstlük defal-lo-santrik olmasaydın
288
bu gamalı haça bambaşka gözlerle bakabilirdin. Bahse girerim bir
yerlerinde gizli bir Tannça vardır."
Piyu güldü. Bütün öğleden sonra uyuyormuş numarası yaparak yattığı
pufun üzerinden çaktırmadan onları seyreden West ayağa kalkıp bu
espiriyi paylaşmak ister gibi yanlarına geldi. The Rest de hemen peşine
takıldı. İnsanı kendi vücut kokularından şüpheye düşüren o
işkillendirici tavırla, ikisi birlikte Piyu'nun çoraplarını kokladılar.
"Aslında bu bir gamalı haç," diye içtenlikle açıkladı Ömer. "Ama Roma
Gamalı Haçı. Gail bunu yere diz çökmüş kollarını da ibadet ederken
havaya kaldırmış bir adama benzettiği için seviyor..."
"Ya, demedim mi?" diye gakladı Abed.
West onlara olan ilgisini kaybetti, The Rest zaten baştan beri
ilgilenmemişti. İkili usulca geri döndü. Son zamanlarda Arroz'u etrafta
görmek zordu. Zamanının çoğunu üçüncü katta, Piyu'nun yatağı altında
kıpırdamadan geçirme huyunu geliştirmişti.
"Evet, ama Gail bu şeklin M.Ö. 10.000'den beri dini bir simge olarak
kullanıldığını söylüyor. Hindistan'daki en eski paralarda, Japon, Çin,
Küçük Asya, İran, Yunanistan, Britanya, İskandinavya hatta İzlanda
resimlerinde görülüyormuş. Naziler gamalı haçın sahibi değil yani.
Hitler bunu saf bir Aryan işareti olduğu zannıyla almış. Gail bu
sembolü onlardan geri almamız gerektiğine inanıyor," dedi Ömer
coşkuyla, belli ki kendi konuşması ona ilham vermişti.
İşte Piyu tam o anda düşünceli düşünceli mırıldandı: "Hadi dostum,
gidelim!" Bizim de seni ondan geri almamız gerekiyor der-cesine.
"Hadi dostum, gidelim!" sıradan bir ifade değildir. Bir nevi erkekçe
kökenlere dönüş çağrısı - bîr kadına kendini fazlaca kaptırmış evli
biraderlerine bekâr erkeklerin verdiği bir sürü alarm işaretinden biri.
*
289
"Çok özür dilerim geciktim," dedi Alegre soluk soluğa.
"Önemli değil Alegre, yeni başlamıştık zaten." Connie dairedeki herkesi
gülüşüne dahil ederek çepeçevre gülümsedi. Gözleri Debra Ellen
Thompson'ınkilerle karşılaştığında bir dikenli bakış yakaladı ama
görmezden gelmeyi tercih etti. "Amy bize, Debra'nm geçen haftaki
günlüğünü gördüğünde ne hissettiğini anlatıyordu."
"Debra'nın günlüğünü gördüğümde, bu hafta sonu yediği şeyleri
gördüğümde üzüldüm ve kızdım..." dedi Amy şevkle. "Sah gününe bakın. En
iyi arkadaşı Gail evleniyor, bu özel günde ne yemesi beklenir? Hamur
işleri, tatlılar, güzel yiyecekler, en azından düğün pastasından bir
dilim. Yemiş mi? Yememiş. Çikolata ve muz yemediğini biliyorduk, buna
bir de düğün pastası eklendi. Neden? Bence protesto. Zihninde bütün bu
yemekler şu meşhur en iyi arkadaşıyla ilintili, hem ben onun sadece
arkadaşı olduğundan da şüpheliyim. Maureen'in kocasının Maureen'in
kendisi olmasını engellediği gibi bu Gail de Debra'nın kendisi olmasını
engelliyor."
"Ya sen Alegre?" diye sordu Connie arkasına yaslanıp kollarını
kavuşturarak. "Sence yemek yememek bir şeyleri protesto etmenin
göstergesi olabilir mi?"
Alegre'nin yüzü bakışların ağırlığı altında soldu. Kimseye bakmamak
için gözlerini odaklayacak bir şey aradı ve Connie'nin kolyesinde karar
kıldı. Bakışları kolye ucuna sabitlenmiş, sesi alçak, neredeyse fısıltı
halinde: "Olabilir belki, emin değilim," dedi.
Connie ona acıyan bir bakış fırlattı, Amy çileden çıkarak ellerini
havaya kaldırdı.
"Ama bildiğim bir şey var," diye kolyeyle konuşmaya devam etti Alegre,
"İsa'nın öğrettiği gibi, günah işleten ağzımıza giren şeyler değil
oradan çıkan şeylerdir. Söylediğimiz şeyler yani. Sözlerimiz."
Connie'nin üst dudağı kasıldı, Amy'nin gözleri kısıldı.
"Düşüncelerini bizimle paylaştığın için teşekkürler. Günlüğünü de grup
üyeleriyle paylaşmak ister misin?"
Alegre, Debra Ellen Thompson'a bakarak ayağa kalktı. O da Alegre'yi
teşvik edercesine başını salladı usulca. Alegre bir daire çizerek BU
HAFTANIN YEMEK GÜNLÜĞÜ'nü en son Connie olmak
-
aysyzgije
12 years ago
- 290
üzere grubun bütün üyelerine dağıttı.
Pazartesi 21: İşe geldiğimde kararlı ve enerjiktim. Dr. Marc Victor
Fitzpatrick'in yedi randevusu vardı. Doktor bütün gün aklı bir şeye
takılmış gibi tuhaf davrandı. Öğleyin hindili sandviç yedim. Akşam evde
yedim.
Salı 22: Doktorun gizli bir ilişkisi olduğundan şüpheleniyorum. Karısı
aradığında ona çok iyi davranıyor ama sonra bütün gün sinirli oluyor.
Bu koşullar altında ben de sinirleniyorum, iştahım kapanıyor.
Debra Ellen Thompson, Connie'nin himayeci cephesinde bir dehşet
çatlağının açıldığını tespit edince gülmemek için kendini zor tuttu.
Perşembe 24: Nihayet doktorun gizli aşkını öğrendim. Bu sabah büroya
geldi. Çok genç, daha on dokuzunda. Öpüşerek dışarı çıktılar. Yarım
saat sonra doktorun karısı arayınca yalan söylemek zo-. runda kaldım.
Bütün gün bir şey yiyemedim üzüntüden.
"Yorumlamaya başlayayım mı," diye hevesle bağırdı Amy. "Başlayayım mı?"
diye tekrar etmek zorunda kaldı çünkü Connie' den uzun bir dakika
boyunca cevap gelmemişti.
"Ha evet, lütfen." Connie çabuk toparlanmıştı ama Amy'nin söylediği
herhangi bir şey üzerinde dikkatini toplayamayacak kadar dağınıktı
zihni.
Debra Ellen Thompson ve Alegre ruhlarının nicedir fazlasıyla ihtiyaç
duyduğu intikamı nihayet Connie'den almış olmanın keyfiyle muzipçe
birbirlerini-süzdüler.
291
Bir Cehennem Tasviri
"Abed, sana bir şey sorabilir miyim?"
Gail onu mutfakta, cızırdayan tavaya odaklanmış, cuma olduğu halde aile
boyu güzel-pazar kahvaltılarından birini hazırlarken yakalamıştı. "Bana
İslam'daki cehennem tasvirlerini anlatabilir misin?"
"Buyrun! Gitti cehennemi sordu! Yahu neden hep solucanları, alevleri,
ezayı öğrenmek istiyorsun Gail? Tuzu uzatsana!" Abed hoşnutsuzlukla
başını iki yana salladı ve bu hareketi biraz uzun tuttuğundan yumurtaya
fazla tuz koymuş oldu. "Cennetin nesi var, yeterince ilginç gelmiyor mu
sana cennet?" diye çıkıştı boğuk bir sesle, bir yandan da iki küçük
bardağa dikkatle nane çayı döküyordu. Bu evde bir tek o aynı anda hem
sesini sert, hem hareketlerini candan kılmaya muktedirdi. Üstelik
sabahlan en iyi nane-çayı-arkada-şı olması sebebiyle Gail'i takdir
etmiyor da değildi. Onun çay bardağını dünyanın en kıymetli şeyi gibi
iki avucunun arasında tuttuğunu görünce yumuşadı. Tekrar konuşmaya
başladığında sesi gibi bakışları da yumuşamıştı.
"Nasıl olur da Tanrı'ya inanmazsın? Zındık Omar'ın inançla mi-nançla
alakası olmaması anlaşılır bir şey. Ama sen öyle değilsin. Yaradılışın
gizemiyle, öte dünyayla ilgilisin..."
Gail tembel tembel esnedi. Esnemesi bittiğinde "Ama ben Tanrı'ya
inanıyoruml" dedi neredeyse bağırarak. "Tanrı'nın merkezi her yerde,
çeperi hiçbir yerde olan bir çember teşkil ettiğine inanıyorum, çok çok
eskiden bir simyacı filozofun dediği gibi."
"O filozofu bilmem ben..." diye homurdanmaya başlamıştı ki Abed,
Ömer'in üzerinde pijama, her zamanki sabah sersemliğiyle
292
içeri girdiğini gördü ve boş çıkacağını bildiği bir dayanışma umuduyla
ona döndü. "Omar dostum, şu çatlak karına Tanrı'nın onun sınırlı, fani
beyniyle ölçebileceği geometrik bir şekil olmadığını söyle lütfen."
"Çeper... geometri... Siz nasıl olup da yataktan kalkar kalkmaz bu
kelimeleri sarfedecek enerjiyi buluyorsunuz da ben bulamıyorum?" diye
sordu Ömer'in mayışık gözleri.
Ama Gail ısrarlıydı. Tavada cızırdayan dört yumurtanın üzerine
gölgesini düşürerek Abed'i mutfakta yeni sorularla takip etti. O
dördüncü yumurtayı oraya kırdığı için Gail'in yumurta yemediğini
unutmuş olmakla suçlanamazdı Abed çünkü ilk andan itibaren buna
inanmayı reddetmişti. Bir insanın kendi özgür iradesiyle, kahvaltıda
iyi pişmiş yumurta yemeyi reddedebileceği ihtimalini aklı almazdı.
"En azından şu kitaplarla ilgili şeyi tekrar anlat," diye yalvardı
Gail.
"Peki, tamam! Sana kitaplarla ilgili şeyi anlatayım," dedi Abed teslim
olarak. "Kuran-ı Kerim'e göre kitabı sağ eline verilen Cennette yüksek
bir bahçede, meyveler ve nimetler arasında saadet yaşayacak. Ama kitabı
sol eline verilen Cehennem ateşinde yanacak. Sabahları benden
'Günaydın' yerine duymak istediğin bu mu yani?"
Gail onun sözlerini tekrarlarken Ömer'in dirseğini tuttu: "Kitabı sol
eline verilen. Sence de lirik değil mi?"
"Lirik... şiirsel... Siz nasıl olup da yataktan kalkar kalkmaz bu
kelimeleri sarfedecek enerjiyi buluyorsunuz da ben bulamıyorum?"
standart bakışı geldi cevaben.
İşte Ömer en çok böyle zamanlarda özlem duyuyordu eskilerde kalmış o
koyu renklij sıcak sevgilisine. Neredeyse bir yıl olmuştu, ara sıra
bir-iki... belki biraz daha fazla sigara tüttürse de kahve ve alkolsüz
geçen bu süre tam bir cehennem olmuştu. Onları nane çayı muhabbetlerini
yudumlar vaziyette bırakıp her adımda bir fincan kahve arzulayarak
merdivenleri çıktı. Odasına dönünce ilk iş denizci mavisi broşürdeki
numarayı aradı, otomatik kadının sigarayı bırakmak için verdiği on
ipucunu dinlemeye başladı ama ancak
293
dördüncüye kadar tahammül edebildi. Telefonu kapattı. Sonra annesini
aradı.
"Hâlâ yağmur yağıyor mu?" diye sordu annesi. "Yıldırım çarpmasından
altı kişi ölmüş, bir sürü de yaralı varmış."
"Son günlerde biraz fazla yağdı." Ömer aniden nasıl olup da hiç saat
takmadığını merak etmiş gibi sol bileğine baktı kös kös. "Ama ben
iyiyim, merak etme, ev sıcak... ve... kuru... bir de anne, ben
evlendim."
II ti
Annesi ağladı. Kapatır kapatmaz Ömer bir sigara yaktı. Walk-maninde
Elvis Costello'nun şarkısı çalıyordu: "Home isn't where it used to be.
Home is anywhere you hang your head." (Evin bıraktığın yer değil, ipini
sallandırmak için seçtiğin yerdir ev.)
Annesi mesele değildi. Kahve ya da içmeden edemediği şu sigara, hatta
Elvis Costello da değildi. Mesele Gail'di.
Geçmişte pek çok kereler, son zamanlarda da gittikçe artan bir sıklıkla
gözlerinin önünde hüzne kapıldığını görmüştü Gail'in. Böylesi
zamanlarda aşırı hassaslaşıyordu. Dangalak bir siyasetçinin dangalak
bir lafı, dünyanın bir yerinde sivillerin öldürülmesi, pencerenin
önündeki ölü bir serçe... kalbini burkuyor, onu derin bir eleme
sevkediyordu. İlk başlarda Ömer, hüznünü kontrol ettiği müddetçe
endişelenecek bir şey olmadığını düşünmüştü. Ama zamanla bunu kontrol
edemediğini fark etti. Ne zaman onu neşelendirmeye çalışsa bir duvara
tosluyordu, arkasında bir oyuk, bir in, kendini kötü hissettiğinde
çekildiği bir penah vardı bu duvarın ve oradan çıktığında daha da beter
oluyordu. İşte Ömer'i her şeyden çok korkutan o saklı yerdi çünkü Gail
bir kere oraya yuvarlandı mı peşinden içeri girmenin ya da onu dışarı
çekmenin bir yolu olmadığını öğrenmişti artık. Onu daha da
endişelendiren o meçhul mekânın kapalı oimaması, başka bir alana,
varoluşsal bir yeraltı dünyasına açılan bir kapı olması korkusuydu.
Geçmişin zehiriyle yüklü ve esrik, dipsiz bir azapla düşüyordu Hades'in
derinliklerine Gail. Oradan geri geldiğinde ise tam tersine öyle
enerjik ve cüretkâr oluyordu ki, son birkaç gündür ne halde olduğunu
kimseler tahmin edemezdi.
294
Gail'in yeraltı dünyasına ziyaretleri çoğaldıkça Ömer ona belli etmeden
onu korumanın yollarını bulmaya çabalıyordu. Davis Meydam'ndaki kendine
ait bir avlusu olan ve Gail'in kalbini ilk bakışta kazanan şu tuğla
evlerden birine taşınırlarsa ona iyi geleceğini umuyordu. Evin kirasını
karşılayamayacaklarını biliyordu ama annesi artık evlendiğini öğrendiği
için, ilk şokun ardından ailesinin ona para göndereceğinden emindi.
Annesi, evlendiği için hayal kırıklığına uğramış olabilirdi ama iş
işten geçtiğine göre onun mahcup duruma düşecek kadar parasız kalmasını
istemezdi. Onlara evlendiğini söylemek Ömer'e daha fazla para
getirecekti ama New-toncu evlilik kuramına açıktan açığa ihanet
anlamına geliyordu. Bu yaz ailesi İstanbul'da Gail'le tanışmak
isteyecekti kuşkusuz.
Yastık Sohbeti
Numarası 12-G, adı Yastık Solıbeti'ydi Piyu'nun yanaklarını kaplayan
rengin, bu evde sadece Abed'e anlatabileceği bir sırrı açmak için onun
odasına damladığında.
"Mesele Alegre'yle ben. Biliyorsun uzun zamandır birlikteyiz..." dedi
Piyu gözlerini önlerinde açık duran kitaba dikerek: Moleküler
Bioinfornıatikte Gelişimler. "Onu çok seviyorum. Ama onunla..." Piyu
gözlerini kapadı ve cümlesini bitirene kadar açmadı: "...yatamıyorum."
"Hiç mi?"
"Hiç."
"Ya, ya ya," diye tekrarladı Abed, aynı heceyi her seferinde başka
telaffuz ederek.
"Bu konuda bir Fas atasözü yok mu?" Piyu bu zorlu konuşmayı daha rahat
bir mecraya sokmaya çalışıyordu.
"Aklıma bir tane geliyor. Kabaca şöyle tercüme edilebilir, 'kadınlarla
çok yatmak insanı kör eder'. Ama bir tane daha var: 'kadınlarla hiç
yatmazsan gözün hiç görmez.'"
Piyu laf olsun diye başını salladı.
"Atasözleri ferasetlidir," dedi Abed kendi kendine destek çıkarak.
"Onları küçük görüyoruz çünkü hayatlarımızın çok karmaşık,
atasözlerinin ise çok basit olduğunu zannediyoruz. Günümüz modern
dünyasında her şeyi olabildiğince karmaşıklaştırmak moda. Ama
atasözleri safı bilgeliktir. Saf ve sarih. Senin meselene gelince..."
Abed metanetle gömleğinin kollarını kıvırdı ve kararlılığını
katmerleyerek çenesindeki gamzeyi kaşıdı. "... mesaj çok açık. Aşırıya
kaçmak iyi değildir. Bir orta yol olmalı. Hiç yatmamak aşırılık."
296
"Belki de haklısın," dedi Piyu çaresizlikle omuzlannı düşürerek. "Belki
sonuçlarından korkuyorum. Ama kendim için değil. Alegre için
endişeleniyorum. Onunla evlenmek istiyorum ama onun için en uygun erkek
ben değilsem ne olacak?"
"Bu konuya kafayı takma. Kadınlar kendilerine en uygun erkekle
evlenmez." Abed ağır ve ciddi bir edayla başını kaldırdı. "En uygun
erkeğe âşık olur, sıradaki ikinci erkekle evlenirler."
Ama bu saptama Piyu'nun kaygılarını dindirmedi. Aklı karışmış ve
sinirleri bozulmuş bir halde gözlüğünü geri itti: "Sence aşkla...
cinsellik arasında doğrudan bir bağlantı var mıdır?"
"Tabii. Bunu anlatan bir atasözümüz daha var Fas'ta. Biraz muzır ama.
Bir kadın bir erkeğe âşıksa ona kapının deliğinden bile verir, derler."
"Peki ya sen? Nasıl hem bu orta yolu savunuyorsun hem de Amerika'da hiç
kız arkadaşın yok hâlâ?"
"Kız arkadaş mı?" diye yineledi Abed düşünceli düşünceli. Bir an hem
Piyu'ya hem de kendine çamaşırhanede gördüğü bir kadına duyduğu ilgiyi
itiraf etmeyi düşündü - anası yaşında bir kadın. Kadının gözlerine
baktığında onu irkilten arzusunun aşikârlığıydı. Arzusunu sözler ya da
gülüşlerin şerbetine bulamaya uğraşmıyordu. Saf ve apaçıktı arzusu.
Saf, apaçık ve ürkütücü. Her karşılaştıklarında Abed onun bakışlarından
gözlerini kaçırmak ile ona karşılık vermek arasında bocalıyordu.
"Biliyorsun, şimdiye kadar benim için tek bir kadın vardı. Safıye'yi
beklemeyi tercih ediyordum. Onun da aynı şeyi yapacağını
düşünüyordum..."
"Neden geçmiş zamanda konuşuyorsun?"
"Dün annem aradı. Safiye evleniyormuş. Bil bakalım damat kim: kuzenim!
Önümüzdeki yaz muhtemelen evlerine gidip onları tebrik edeceğim.
Atasözünün dediği gibi: 'göz görmeyince gönül katlanılmış'."
"Ama o zaman bu atasözü yanlış..."
"Evet..." Abed'in sesi alçaldı. "Bazen yanılıyorlar..."
297
Kendi tüylerini yolmak
Ebedi Kaşık Sağlayıcısı
"Neden taşındığınızı hâlâ anlamıyorum," diye sızlandı Piyu, azami
süratle çalışan mavi üniformalı iki Lübnanlı hamala, bu işin sorumlusu
onlarmış gibi aksi aksi bakarak.
"Çocuk filan yapmayı düşünmüyorsunuz değil mi?" diye sordu Abed
şüpheyle.
"Çocuk mu? Daha neler," dedi Ömer yüksek sesle, belki gerektiğinden
yüksek sesle gülerek. Ne de olsa yalan söylüyordu, sadece onlara değil
kendine de, bu yüzden sesi iki kat yüksek çıkmıştı. Son birkaç haftadır
çocuk sahibi olmanın nasıl bir şey olacağını düşünürken yakalamıştı
kendini defalarca. İstemiyordu da, sadece merak ediyordu.
Bir çocuğun, sevgi, bağlılık ve ihtiyaç ipleriyle Gail'i hayata
bağlayıp bağlayamayacağını merak ediyordu; başka bağlamda bu karışımdan
hoşlanmazdı muhtemelen ama çocuğundan gelirse pekâlâ hoşuna
gidebilirdi. Huzurlu anlarında hokka burunlu, minicik elli, sevimli
kafasında devasa bir siyah saç çalısı olan bir kız bebek getiriyordu
Ömer gözlerinin önüne. O bebek kendisinin yapmayı başaramadığı şeyi
yapabilir, Gail'in içindeki ölüm dürtüsüne hayat üfleyebilirdi.
İçindeki nihilist, kendini birden kalıbına büründürdüğü gözü
yükseklerdeki burjuva babayla inceden inceye dalga geçerken, Ömer bu
yüz krzartıcı ölçüde evrensel ve sıradan özlemi kendine saklıyor, hiç
kimseyle konuşmuyordu, özellikle de Gail'le.
"Eee, sarımsak testi yapmaya başladınız mı?" diye sordu Ömer konuyu
değiştirmek için ama daha sorar sormaz cevaptan korktu. CD'lerini
paketlememiş olsaydı, aslında bir şarkıyı: Don Allison'ın You Can Be
Replaced {Yerin Doldurulabilir) şarkısını dinlemek isterdi.
301
"Evet, bu sefer internete de başvuru formu koyduk," dedi Piyu.
"Cevaplar gelmeye başladı bile."
"Ya?" Ömer'in sesi neşesizleşmişti. "İyi bir aday var mı bari?" "Sadece
manyaklar," dedi Abed. "Tırlatmışların bizimle ev arkadaşı olmak için
yarışması raslantı mı acaba yoksa Boston'da doktora yapan bütün
öğrenciler delilik sınırında mı dolaşıyor?"
"İçlerinden biri hoşuma gitti ama. Bir kadın, çok güzel. Yoga öğretmeni
ve bacaklarını bükerek kendini çörek şekline sokabiliyor." Piyu bu son
kelimeyi söylerken somon rengi olduğundan, herkes "çörek" kelimesinin
bilmedikleri müstehcen bir anlamı olup olmadığını merak etmişti.
Öğle yemeğinde sarımsaklı tavuk ve kuskus yediler. Alegre son
zamanlarda gittikçe daha az yemek pişirir olmuştu. Zamanının çoğunu
Debra Ellen Thompson'la geçiriyordu. Piyu onun da nebato-bur olmasından
korkmaya başlamıştı, şimdi de bu korkusunu hatırlayınca inlemekten
kendini alamadı. Arroz hemen yanında bitip başını Piyu'nun dizine
dayadı, insanoğlunu teselli etmenin en iyi yolu buydu: onlara hem
sevildiklerini hem de patron olduklarını hissettirmek. Hem ne de olsa
Arroz bugün gani gani sevgi temin edebilirdi. Harika bir gün değil
miydi! Evdeki hayhuyu bayıla bayıla seyrediyordu, özellikle de o burnu
büyük tüy yumaklarının kutularına konması safhasını. Kediler gitmişti
nihayet! Gail iki saat önce onlarla birlikte yeni eve gitmişti, oradaki
hareketlilik başlamadan önce etrafı koklayıp kendilerini yuvalarında
hissetsinler diye.
Konuştuklarından da hızlı çalışan Lübnanlı hamallar sayesinde her şey
bir saat içinde toparlanıp taşınmaya hazır hale gelmişti. Öğleden sonra
15:08'de ev arkadaşları arabaya binmiş, Dörtnala Nakliyat kamyonunu
takip ediyorlardı. Davis Meydanı'ndaki bir apartmanın merdivenlerine
gelene kadar Ömer kulaklığını takıp Dead Kennedys'in Bleed for Me
{Benim İçin Kana) şarkısını dinlerken Abed'le Piyu pek konuşmadılar.
Dışarıdan bakınca binanın eski olduğu anlaşılıyordu, içinde de ağır bir
koku vardı, hoş değildi belki ama kötü de değildi. Binanın kendine has
ekşi kokusunu, kendine has ekşimsi bir hikâyesi olmasına yormuştu Gail.
302
Gail de bu arada evdeydi. Tam olarak belirtmek gerekirse pencere
pervazında. Diğerlerinin gelmesini beklerken, West ile The Rest'i
seyredip yeni evi sevip sevmediklerini anlamaya çalışarak geçirmişti
vaktini biraz; bir ileri bir geri yürüyerek kendisinin evi sevip
sevmediğini anlamaya çalışmıştı; bir muz, üstüne de İsabanafazladanbirdolarınızolduğunusöyledi
Kadın nugatı yemişti - başarılı
koleksiyonlarından biri olmadığını teslim etmeliydi zira Noel'den beri
pek az müşteri ilgi göstermişti. Belki de valizli evsiz hanımı sütlü
çikolata yerine pralinden yapmalıydı. Sonraki Noel'de pralini
deneyecekti. Ama şimdi dışarıdaki sulusepken karı seyretmekten ziyade,
soğuğun keskinliğini alnında hissedebilmek için cama yaslandığında
başka, bambaşka bir şey yapmaya karar verdi: ölmeye.
Arka taraftaki üçüncü odanın pencereleri, komşu binaların çevrelediği
kuytu, loş bir avluya bakıyordu. Avlunun ortasında yapraklarının çoğunu
serin yele teslim etmiş bir bodur ağaç vardı. Ama belki de haşin dış
koşullarla pek alakası yoktu kurumasının, içinden, kendisinden
kaynaklanan bir şeydi. Bitki onu hüzünlendirdi. Pencereyi açıp vücudunu
dışarı çekerken kimi bitkilerin de tıpkı kimi insanlar gibi içten içe
kuruduğuna emindi Gail.
"Hanımefendi! Hanımefendi! Lütfen aşağı iner misiniz! Hayır, ay ay
durun! Öteki taraftan, yani merdivenlerden, lütfen merdivenlerden iner
misiniz?"
Aşağıda avluda sıska mı sıska yaşlı bir çift duruyordu, ikisinin de
saçları kısa ak, yanakları al, burunları sivri ve kızarmış. Aslında
birbirlerine o kadar benziyorlardı ki aynı kıyafetleri giymiş olsalar
ilk bakışta hangisinin karı hangisinin koca olduğunu anlamak
zorlaşırdı.
"Merhaba! Biz yeni komşulannızız da," diye bağırdı Gail, meraklarının
atış menzilinden kaçamayacağını anladığında.
"İyi misiniz?" diye bağırdı adam.
"Bağırmasana kıza," diye bağırdı karısı. "İyi olmadığını görmüyor
musun?"
Zil tam zamanında çalıp, Gail'i böyle hayat yoksunu bir çift ta-
303
rafından hayata geri döndürülmenin azabından kurtardı. Rahatlayarak
önce sağ, sonra sol bacağını geri attı, iki büklüm vaziyette kendini
pervazdan içeri çekti. Ayaklan çıplak, saçında yağmur damlaları kapıyı
açıp, Abed, Piyu ve Ömer'le arkalarındaki Dörtnala Nakliyat hamallarına
tatlı tatlı güldü.
*
"Arkadaki küçük oda senin gümüş kaşık odan olur," dedi Ömer, herkes
onlan kutuların arasında bırakıp gittikten sonra. "Sana binlerce gümüş
kaşık alınz."
Gail'in sesi gizli bir bilgi verir gibi mahrem bir fısıltıya dönüştü:
"Bunun için çok para lazım, malum."
"Bulurum. Olmazsa şık lokantalardan çalarım. Senin ebedi kaşık
sağlayıcın olurum."
Ebedi Kaşık Sağlayıcısı. Gail bu ifadeyi sevmişti. Ama beğendiğini
belirtmek yerine nedense itirazı tercih etti: "Ebedi biraz bat-talbeden
bir kelime. Beni yarın da seveceğinden nasıl bu kadar emin
olabilirsin?"
Ömer kahverengi gözlerinde kederli bir ışıltıyla baktı. "Bunu
anlayabileceğini sanmıyorum çünkü benim seni sevdiğim gibi sevmiyorsun
beni," dedi bu sefer ona itiraz etme şansı tanımadan. "İnkâr etme
lütfen. Doğru bu. Vaziyet böyle. Umarım... günün birinde beni
şimdikinden daha fazla seversin. Ama sevmesen bile benim sana olan
aşkım seninkinden bağımsız, egemen bir devlet, biliyorsun!" dedi iyi
bir siyaset bilimci olarak. "Varolmak için dış yardıma ihtiyacı yok!"
Sesindeki belli belirsiz titremeyi yakalayan Gail gözlerini kapadı,
kendini aynı anda hem iyi hem kötü, hem suçlu hem rahatlamış hissetti.
Ömer'i kendisine çekip şefkatle öptü, şefkat arzuya, arzu tutkuya
dönüştü. Ömer bıraktı kendini, bıraktı ki sarılsın, kucaklasın, bağrına
bassın... yok edip yaratsın... yaratıp yok etsin..Kutuların arasında,
yerde, kedilerin, özellikle de The Rest'in ısrarlı bakışları altında
sevişmeye başladılar. The Rest önce onlann, sonra
304
West'in etrafında halkalar çizmeye başladı, her seferinde reddedildikçe
asabiyeti ve miyavları arttı. Bir yandan ona kıkır kıkır gülerken, bir
yandan da bir daha birbirlerinin içine asla böyle nüfuz edemeyeceklermiş
gibi kederle örülü şizoid bir sevişmeyle tutundular
birbirlerine.
"Kediler zil sesi çıkarabilir mi yoksa zil mi çalıyor?" diye fısıldadı
Ömer, Gail'in kulağına.
Kapı çalıyordu, hem de ısrarla. The Rest'in çıldırması, kapının
bangırdaması ve Gail'in sürekli kıkırdaması... bu koşullar altında
artık sertliğini koruyamayacağı gerçeğini kabul etmek zorunda kalan
Ömer ayağa kalktı, o karmaşa içinde pantolonunu bulamadı, beline bir
havlu sarmaya, o da olmadı Gail'in pantolonunu giymeye, o da olmadı
nihayet kendi pantolonunu bulup kedilerle birlikte kapıyı açmaya koştu.
Gail bu arada çırılçıplak yerde yatmış kıkırdıyordu.
"Kimmiş?" diye sordu birkaç dakika sonra.
"Manyak bir çift!" Ömer geri gelirken başını kaşıyordu. "Bay ve Bayan
Jones. Bana senin iyi olup olmadığını sordular. Onları tanıyor musun?"
"Ben mi? Hayır!" dedi Gail hâlâ etrafında dolaşan kedilere göz kırpıp,
Ömer'i tekrar yere çekerken.
*
Evdeki ilk iki hafta harikaydı. Kısmen her yeni evdeki ilk iki hafta
harika olduğundan, kısmen de bir süre ev arkadaşlarıyla yaşadıktan
sonra kendilerini içinde buldukları bu kan kocalık kapsülünün ne kadar
rahat ve utanmazca seksi olduğunu keşfettiklerinden. On ay boyunca Abed
ve Piyu'yla yaşamanın mutluluk ve keyif veren yönleri olmuştu kuşkusuz
ama ağırlığını ve çapını daha yeni fark ettikleri bir dizi kısıtlama da
getirmişti onlara. İstediğini pişirmenin, daha az kuskus yemenin,
geceleri korku filmi çığlıkları duymamanın, giysilerden hem kedi hem
köpek tüyü yerine sadece kedi tüyü temizlemenin ve evde, en azından
teoride, çınlçıplak dolaşma özgür-
305
lüğüne kavuşunca... tipik bir burjuva çiftine dönüşmenin dışarıdan
göründüğü kadar kötü olmadığı sonucuna varmak üzereydiler. Kendilerine
ait bir eve taşınmak öncelikle desibel özgürlüğü getirmişti onlara -
yüksek sesle, bangır bangır, kulakları sağır edercesine seslenme,
inleme, kur yapma ve kavga etme özgürlüğü.
"Bayan Basu şikâyetçi," dedi Koreli kapıcı bir akşam kapıya dikilip;
bezgin bir sesi vardı ve "Bu söyleyeceğim şey hiç derdim değil ama yine
de söyleyeceğim" diye yorumlanabilecek sıkıntılı bir bakışı. Kendisine
yöneltilecek soruyu hemen tahmin edip, eklemişti: "Bayan Basu yan kapı
komşunuz."
Hal böyle olunca kimi özgürlüklerin bastırılması gerekmişti.
Binanın girişinde her ev için küçük bir posta kutusu vardı ve her
kutunun üzerindeki minicik kâğıtlara daire sakinlerinin soyadları
yazılmıştı. Eşitlikçi bir uygulamaya benziyordu ama eşitlikçi bir
uygulamaya benzeyen çoğu şey gibi sadece yüzeyde öyleydi. Bu sistemin
kısa soyadlı insanları kayırıp, uzun soyadlı insanları mağdur ettiğini
savunuyordu Ömer. Komşu Bayan Basu mesela, farkında olmasa da
imtiyazlılardan biriydi. Nerden bilsin ayrıcalığını? Bilgi sahibi
olmakla elindekini bilmek arasında tersine bir ilişki vardı. İnsanın ne
kadar imtiyazlı olduğunu bilebilmesi için öncelikle imtiyazsız olması
gerekiyordu ama o zaman da paradoksal bir biçimde artık bilinecek bir
imtiyaz kalmıyordu.
306
Porselenlerle Akşam Yemeği
Oturma odasındaki geniş divanda yan yana oturan, merakla ışıldayan
todas las tias inciye benzeyen yuvarlak taşlardan yapma bir gerdanlık
gibi sıraya dizilmiş, aynı yöne bakıyorlardı. Hem gülüşleri hem de
bakışları Alegre'nin yemeğe getirdiği kızıl saçlı misafire yönelmişti;
kız hepsinin gülüşlerine teker teker karşılık vermeye çalışarak, bu
arada sırayı şaşırarak pufun üzerinde kıpırdanıyordu. Sıranın sonunda
la Tia Piedad oturuyordu. En az o konuşuyor, daha az gülüyor, daha az
bakıyordu. Her şeyin azını yapsa da iktidarın fazlası ondaydı.
"Yemek hazır!" Alegre'nin sesi yemek odasından duyuldu, biraz sonra
kendisi de teşrif edip şeref konuğuna fısıldadı: "Sıkıldın mı?"
"Hiç sıkılmadım," dedi Debra Ellen Thompson tatlı bir mırıltıyla. Yalan
da değildi. Bu aile yemeğine davet edildiğine öyle mutluydu ki sıkıntı
aklının ucundan bile geçmemişti.
Herkes aynı anda ayağa kalkıp ağır bir konvoy halinde yemek odasına
yürüdü. Ama biraz sonra bu yürüyüş beklenmedik bir biçimde sekteye
uğradı ve ön sıralardan fısıltılar yükseldi. Sonra la Tia Piedad'ın
sesi duyuldu: "Dios Mio!"
Alegre'nin yüzünde hiç şaşkınlık yoktu. Debra Ellen Thomp-son'ı elinden
tutup yemek odasına götürdü ve durup, herkesin baktığı şeye baktılar:
yemek masasına.
Sarı mumlarla aydınlatılmış, kristal bardaklar, işli peçetelerle ve iki
başta iki vazo beyaz zambakla süslenmiş yemek masasının üzerinde
porselen takım duruyordu - 12 pasta tabağı, 12 çorba kâsesi, 12 tatlı
kâsesi, 3 salata kabı, kapaklı bir güveç, bir çaydanlık.
307
un ruiHvc surauısı, iaDaKlar, rıncaniar, tıncan tabakları... hepsi,
toplam 87 parça bunca seneden sonra kefenlerinden çıkarılıp muntazaman
masaya yerleştirilmişti. Düzinelerce harika Myosotis Alpetris, şimdi
caldo de queso, avokado salatası, peynirli enchiladas, kara fasulye ve
domuz guisadosu doluydu.
"Alegre hu da ne demek oluyor?" sorusunu sormaktan kendini alamadı la
Tia Chuta.
"O kadar uzun zamandır kutularında duruyorlar ki," dedi Alegre gözleri
heyecanla parlayarak. "Dışarı çıkarıp kullanmanın bundan daha iyi
olacağım düşündüm. Hem..." la Tia Piedad'a bakmamaya çalışarak
yutkundu, "bütün takımı birimizin almasındansa böyle daha adil, böylece
hepimiz kullanabiliriz... diye düşündüm..." "Ama üç beş günde kırılıp
giderler, hepsi telef olur," dedi la Tia Tuta kaşlannı çatarak.
Büyük büyük teyzenin buna ne tepki vereceğine duyulan merak bütün
kaygıların üzerinde olduğundan ortalığa tedirgin bir sessizlik çöktü.
Neyse ki fazla beklemek zorunda kalmadılar. Usul ama emin adımlarla
masanın başındaki sandalyesine yürüdü la Tia Piedad, peçetesini açıp,
kâsedeki çorbaya dudak büktü. "Bu gördüğüm caldo de queso mu? Bu sefer
iyi yaptın mı bari?" Genç hizmetçi özür dilercesine güldü.
Todas las tias birer birer iskemlelerine oturdular ve gözle görülür
ölçüde huzursuz olsalar da ailenin tek bir çizik bile almadan upuzun
yollardan gelmiş en eski hatırası üzerinde hep beraber yan yana yemek
yemeye başladılar. Mazinin ta kendisiydi bu, ilişkilerinin her
veçhesinde kendini gösteren mazi. Başka bir mevzudan bahseder
göründüklerinde bile hep maziden bahsederlerdi, gelecek zaman bir
kenarda beklerken İspanyol dilinin bol bol sunduğu geçmiş zaman fiil
çekimleriyle.
Las tias'm sözleri ve sesleri porselen takım üzerinde tıngırdar-ken
Debra Ellen Thompson bu geleneksel, teyzelerle dolu ortamın sıcaklığını
hissetti, kendini aynı anda hem küçük bir kız hem de yetişkin
hissediyor, kadınlar arasında olduğuna, kadın olduğuna seviniyordu.
308
Gramer Yanlışları
Rüyalardı son günlerde Ömer'in canını sıkan. Rüyalarında Gail'le
birlikte, yabancı şehirlerin sokaklarını arşınlıyor, çeşmeli
meydanlardan, salaş evlerin kuytuluklarından, taşlaşmış yüzlerin
yanından geçiyor, başı kopmuş mermer heykeller, sakat bedenler
görüyordu. Bazen rüyanın bir yerlerinde nasıl olduğunu anlayamadan
Gail'i kaybediyor, korkuyla onu aramaya, aradıkça korkmaya başlıyor,
daha az evvel beraber geçtikleri sokaklardan şimdi yalnız ve dehşet
içinde geri dönüyordu. Mart ayının son on günü boyunca ruhunu daraltan
bu tür rüyalardı, yazması gereken makalelerden, hatta Spi-vack'ı her
hüsrana uğrattığında işittiği azarlardan daha fazla asabını bozan. Bu
arada Gail, Ömer'in gece sıkıntılarının pek farkında değil gibiydi. Son
zamanlarda fazlasıyla faal ve girişken, neşe ve enerji dolu, Ömer'in
başa çıkamadığı kadar coşkundu gene. Hindu panteonundan yepyeni bitter
çikolata figürcükler tasarlamıştı. Bir de yaklaşan İstanbul seyahatinin
ayrıntıları ve hazırlıklarına kaptırmıştı kendini. Böyle zamanlarda
yorulmazlığı yorucu oluyordu.
Yolculuğa üç hafta kala, hiç durmadan yağmur yağan bir perşembe günü,
Ömer Pearl Sokağı 8 numaraya gitti. Bir müddet Abed' in dırdırlarını,
yeni ev. arkadaşlarının yavanlığından şikâyet edişini dinleyerek avundu
- İşletme Bölümünde okuyan biriydi Ömer'in eski odasını kiralayan.
Hırslı bir doktora öğrencisiydi, Dijital Çağda Kârların Artırılması
üzerine tez yazan. Yeni ev arkadaşının onun yerini tutmadığını duymak
Ömer'e bir nevi teselli olmuştu. Ama bu akşam onun ihtiyacı daha büyük
bir teselliydi; o da olmazsa biraz içki.
"Abed bugün kendimi iyi hissetmiyorum... bir kuyuya atılmış gibiyim..."
309
ikisi Davis Meydanı'na çıktıklarında Abed, Ömer'in yürüyüş yapmaktan
ziyade içmeye niyetlendiğini anlamıştı. Oysa ara ara sigara ve şaibeli
bazı maddeler içtiği sır olmasa da hastanedeki o cehennemi geceden
sonra alkolden ve hayrettir kahveden tümüyle uzak durmayı başarmıştı.
Yürürlerken Ömer, Abed'i rakının diğer içkilerin aksine mideye kötü
gelmediğine, Abed de Ömer'i yeniden içkiye başlamamaya ikna etmeye
çalıştı. İkisi de başarısız oldu.
Martın on akışıydı, Gülen Saksağan gecesi. Bunun ne denli uğursuz bir
eşik olduğunu çok sonra fark edecekti Ömer, o araftan sonra Gail ondan
adım adım uzaklaşmıştı.
O gecenin pek çok kısmı zihninde bulanık kalacaktı, tümüyle silinip
gidenler de cabası. Bardan geri dönerken hatırladığı yegâne sahneler
Abed'in saksağanlardan, kendisinin Gail'den, Abed'in yoldan çıkmış
Müslümanlardan, kendisinin Gail'den, Abed'in örümceklerden, kendisinin
Gail'den bahsetmesiydi... Abed onu kazasız belasız apartmanına
soktuktan sonra posta kutularının önünde ne kadar zaman geçirdiğini de
hatırlayamayacaktı. On sekiz nolu posta kutusu. Bir zamanlar onca
tanıdık olan soyadı oradaydı işte, dar çerçeveye sığması için harfleri
sona doğru sıkıştırılmıştı: OZSIPA-HIOGLU. Ani kopuşlarla dolu
hayatındaki cılız, yegâne süreklilik hissiydi, hayatı boyunca her
gittiği yere götürmeye, gurur duymaya, hatta oğluna aktarırken daha
gururlanmaya mecbur olduğu, doğumunda üzerine yapıştırılmış derme çatma
bir kimlikten ibaretti soyadı, sırf büyük büyük dedelerinden biri ya da
bürokrasi çarklarının öğütüp tükürdüğü miskin bir memur, uzak bir
geçmişte, şimdi hiç mi hiç bilinmeyen bir sebeple başka bir harf
kombinasyonu yerine bunu seçtiği için.
Çalışkan O gözlüğünü taktı mı olur O; hınzır I yürüyüşe çıkıp başına
bir şapka geçirdi mi I; afili G saçlarını rüzgâra saldı mı olur Ğ...
Bu salakça şen şakrak melodiyi en son mırıldandığında yedi yaşlarında
olmalıydı, İstanbul'da bir ilkokulda eğitimin eğlence olduğuna inanan,
ne yazık ki zerre kadar mizah duygusuna sahip olmayan bir öğretmenin
elinde ıstırap çekmekteydi. Alfabeyi öğrenir-
-
aysyzgije
12 years ago
- 310
lerken, tek tek her harfi kişileştiren şarkılar söylemeye zorlanmıştı
çocuklar. Alfabenin 29 harften oluştuğunu öğrenmek Ömer için fazlasıyla
acılı bir keşif olmuştu.
Yine de yirmi yıl sonra o gece, İstanbul'dan kilometrelerce uzakta zil
zuma sarhoş ve bitkin vaziyette eve geldiğinde, uzoyla bulanmış
zihninin bir köşesinden, bu gezegendeki ilk sınıf öğretmeninin gamzeli
kollarını, etli burnunu, sarkık ağzını geçirirken bulmuştu kendini.
Öğretmenler, özellikle ilk öğretmenler, Tanrısal işler kotaran
ölümlülerdir. Daha henüz yaratılmamış olanı sadece onlar yok edebilir.
Dolmakalemini Gülen Saksağan'da unuttuğunun farkında olmadığı için
ceplerini yoklamıştı, bulsa isminin noktalarını yerine koyabilecekti.
Ama artık ne fark ederdi. Noktası olsa da olmasa da böyle bir soyadı
ayaklarına vurulmuş bir prangadan, bir gezgin için aşırı ağır bir
yükten başka bir şey değildi. İnsanı bir yere ait olmaya, yerleşmeye,
takip edilebilir bir geçmiş, bir aile ve adına layık bir gelecek sahibi
olmaya zorluyordu. Tercih şansı olsa, daha hafif, narin, esnek ve
portatif, her gittiği yere kolayca taşınabilen bir so-yadına sahip
olmak isterdi Ömer, Mr. ve Mrs. Brown gibi.
İstanbul'da lise yıllarında İngilizce dersinde okuduğu ilk kitabın adı
ingilizce O'ğreniyorum-I'di. Birinci yılın ilk döneminde okutulan ders
kitabıydı bu. İkinci dönem başka bir kitaba geçmişlerdi, İngilizce
Öğreniyorum-H ve böyle sürüp gitmişti. Fazla bir ilerleme kaydettikleri
izlenimi vermiyordu kitaplar; dördüncü ya da beşinci dönemlerde
öğrenciler ders kitaplarının kapaklannı çizikti-rerek dalga geçmeyebaşlamışlardı,
Hâlâ İngilizce Öğreniyorum-XIV, Umutsuzca ingilizce
Öğrenmeye Devam Ediyorum-XXXV. Öğretmenleri bütün dünyada İngilizce
eğitiminde temelde aynı sistemin kullanıldığını, yine de farklı
ülkelere uyarlarken her kitapta ufak tefek değişiklikler yapıldığını
belirtmişti. Diziyi planlayanların niyeti ne olursa olsun, kitapların
başlık ve içerikleri pek başarılı değildi. İngilizceyi insanın asla tam
manasıyla keşfedemeyeceği, sadece içinde debelenebileceği bir kaygan
zemin gibi gösteriyorlardı; insanın dokunabileceği ama asla elinde
tutamayacağı sabunum-
311
su bir yapı. Ne kadar uğraşsan da tutamayacağın senden hızlı bir
tavşan-dil, ne ulaşabildiğin, ne de ulaşıp ulaşmamayı umursamama
hakkını koruyabildiğin.
Yine de, başlıklarının moral bozucu bir biçimde uzayıp gitmesine
rağmen, başkahramanlar Mr. ve Mrs. Brown'dan başka birileri olsa
İngilizce Öğreniyorum dizisi çok daha eğlenceli olabilirdi.
Eğer Türkiye'de nice lise öğrencisi gramere azami dikkat gösterip,
asgari kelime hazinesiyle geçinen, iğretiliği kemikleşmiş bir İngilizce
konuşuyorlarsa bunun suçu kısmen de olsa Mr. ve Mrs. Brown'a aitti.
İngilizce Öğreniyorum-I-H-III-IV... dizisi boyunca en basit
faaliyetleri dahi en alengirli şekillerde yaparak sayfalarda kol
gezerler, bu arada genç okurlarının yaratıcılık ve hayal yeteneklerine
nasıl zarar verdiklerini bilmezlerdi.
Çift İngilizce Öğreniyorum-fin ilk sayfalarında, evlerinin mutfağında
ağızlan kulaklarında gülümser vaziyette zuhur etmişlerdi. Bu ilk
karşılaşmada Mrs. Brown "tabak", "fincan" ve "elma" kelimelerini
öğretme vazifesiyle tezgâhın yanında duruyor, Mr. Brown ise masada
oturmuş, amaçsızca kahvesini yudumluyordu. Sonraki hafta Mrs. Brown
"koltuk", "perde" ve herkesi hayrete düşürerek "televizyon"
kelimelerini öğretmek üzere yine aynı elbise ve aynı tebessümle oturma
odasında hazır ve nazırdı. Mr. Brown görünürlerde yoktu. Sonraki
haftalarda çiftin öğretme teknikleri de gülüşleri ve giysileri gibi,
nadiren değişmişti. Her farklı sahnede Mr. ve Mrs. Brown etraflarındaki
her şeyi üç temel ölçüte göre tanımlayıp öğretiyorlardı: renk, büyüklük
ve yaş. Böylelikle, Mr. Brown bahçede küçük bir köpek gördüğünde Mrs.
Brown yeşil halıyı süpürü-yor ya da Mr. Brown eski koltuğunda otururken
Mrs. Brown beyaz bir doğum günü pastası yapıyor, işleri
karmaşıklaştırma zamanının geldiğine kani olduklarındaysa küçük yeşil
yeni halıları süpürüyor ya da büyük yaşlı siyah köpeklere
rastlıyorlardı.
Ancak çok geçmeden bu iç mekân sahnelerinin geçici bir safha, çiftin
hayatında bir nevi ara dönem olduğu ortaya çıkmıştı. Kitabın
ortalarında bir yerlerde o dönem sona erdiğinde, Mr. ve Mrs. Brown bir
dizi dış mekân faaliyetine kendilerini vurup bir daha da
312
dur durak bilmediler. Kafeslerdeki hayvanların isimlerini saymak için
hayvanat bahçesine gittiler, otlar, ağaçlar ve çiçekleri öğretmek için
dağlara tırmandılar, "gözlük" seçmek, "dondurma" yemek ve sorf
yapanları seyretmek için kumsalda bir gün geçirdiler; "marul",
"lahana", almak için yakınlardaki çiftliklere, "eldiven", "kemer" ve
"küpe" satın almak için mağazalara gittiler, her ne kadar bunları hiç
giymeseler de takip eden bölümlerde. Ara sıra tekrarladıklan bir başka
faaliyet de uzun, mayışık "güney/j-bir-pazar-günü-idi" pikniklerine
çıkmaktı. Orada "kurbağa", "uçurtma", "çekirge" kelimelerini
öğrettiler, "tepeler" arasından akan bir "ırmak" kıyısında dinlenirken.
Her ne kadar Mr. ve Mrs. Brown dünyanın başka memleketlerinde olup
bitenlerle zenece ilgili görünmeseler de bir keresinde "havaalanı",
"gümrük", "bavul" ve "sombrero" kelimelerini öğretmek için Meksika'ya
gitmişlerdi. Pek çok öğrenciyi hüsrana uğratan bir çabuklukla geri
dönüp, tekrar evlerinde görüldüler; arka-daşlanna ve akrabalarına (her
biri sombrerolu) tatil fotoğraflarını göstermek, bir yandan da the past
perfect tense'i öğretmek için şatafatlı bir parti vererek.
Durdurak bilmeden hareket halinde olsalar da, Mr. ve Mrs. Brown'in asla
adım atmadıkları mekânlar da vardı. Asla mezarlıklara gitmezlerdi
mesela; sınıftaki oğlanların çoğunun kapısına kadar gidip, içine
girmeye cesaret edemedikleri kerhaneler şöyle dursun, yaşam
evrenlerinin hiçbir yerinde sanatoryumlara, rehabilitasyon
kliniklerine, akıi hastanelerine de rastlanmazdı. Mr. Brown'in bir
garsoniyerde ağzı kulaklarında, bütün oğlanların öğrenmeye can attığı
İngilizce ayıpcı kelimeleri öğretmesini ya da Mrs. Brown'in bedeniyle,
ördekleri göstermek ve doğum günü pastalan-nı süslemek dışında şeyler
de yapabileceğini hatırlamasını bekledikleri yoktu. Ama en azından
yürüyebilir, sokaklara çıkabilirlerdi. Resmettikleri dünya bunca
gerçekdışı ve steril olduğundan, öğrettikleri dil de gerçekdışı ve
steril bir hal almış, teorik -yani grama-tik- olarak ne söylemek
gerektiği bilindiği halde İngilizce konuşmak bir nebze olsun
kolaylaşmamıştı.
Ardından İngilizce Öğreniyorum-I-II-HI... dizisinde öğretilen
313
mutlu hayat taklidinin, gerçekten mutsuz insanlarla dolu mutsuzca
gerçek hayat tarafından amansızca sınanacağı o lanetli an çıkagelirdi.
Çocuklarının İngilizce konuştuğunu duymak orta sınıf Türk anababaları
için müthiş bir gururdu. Hiçbir fırsatı kaçırmazlardı. Pat diye.
akrabalarının ve arkadaşlarının önünde çocuklarını İngilizce konuşmaya,
bir şey söylemeye zorlarlardı, yeter ki kulağa yeterince İngilizce
gelsin. Anababaların, hiçbir içerik ya da maksat olmaksızın
çocuklarının İngilizce konuştuğunu duyma istekleri yeterince
kahrediciydi ama beterin beteri olduğu, bu anababalar birkaç turistle
karşılaşınca ortaya çıkardı. "Neden konuşmuyorsun," diye dürtelerlerdi
çocuklarını, "git konuş turistlerle, sor bakalım bir şeye ihtiyaçları
var mı. İki dönemdir İngilizce dersi alıyorsun. Konuşabilirsin!"
Konuşabilirlerdi elbette. Sahne biraz daha farklı olsa turistlerle
konuşabilir hatta muhabbet bile edebilirlerdi. Kornalar, ambulans
sirenleri, sokak satıcıları, İstanbul keşmekeşi içinde eğri büğrü
kaldırımları arşınlayan hayat gailesinde endişeli insanlar arasında
olmak yerine, bir dere kıyısında güzel-ve-güneşli-pazar pikniğinde,
açan zambakları, öten kurbağalan seyrederek bağlaçlar ve ünlemlerle
besleniyor olsalar ve tüyler ürpertici basitlikteki "Kapalı Çar-şı'ya
nasıl gidebilirim?" sorusu yerine, iki ayrı cümleciği zarf bağlaçlarıyla
birbirine bağlamaları istenseydi. Konuşabilirlerdi kuşkusuz
ama bu koşullar altında değil. Yaz gelene kadar İngilizce
öğretmenlerinden, en çok da Mr. ve Mrs. Brown'dan nefret etmiş olurdu
öğrenciler. İlk dönem duydukları okkalı tepkiselliğin titrek temelleri
üzerine, ingilizce Oğreniyorum-UTe, devam etmek için pek motivasyonları
olmazdı.
Bu kitapları kemikleştiren, öğretmeyi hedefledikleri kurallardan ziyade
kabul etmeyi reddettikleri kuralsızlıktı: belletilen her şeyin kâğıt
üzerinde doğru olsa da, hayat tarafından yanlışlanabilir olmasıydı
unuttukları. Bu kitapların hasadan öyle büyüktü ki zihninde, sinema ve
müziği bu kadar çok sevmese yan etkileriyle hâlâ boğuşuyor olurdu Ömer.
Sinema, yani düşük bütçeli, bağımsız, iddiasız
Amerikan/İngiliz/Avustralya filmleri ve punk /rock/ post-
314
punk şarkı sözleri, ezberlemeye mecbur bırakıldığı bütün advanced
English kitaplarından daha çok şey öğretmişti ona.
Hayat, etiyle kanıyla gerçek hayat gramer kurallarının içinde ikamet
etse de sürekli, sistematik olarak bu kuralların dışına çıkmak için
patikalar açıyordu kendine. Hayat, gramer kurallarının gereklerine göre
cümleler kuruyor ama hemen ardından orda burda delikler açarak dilin
özünün sızmasına, kendi yolunu bulmasına da imkân tanıyordu. İngilizce
Öğreniyorum kitaplarının öğretmeyi unuttuğu nokta tam da bu "sapma" ve
sapmanın benzersiz hazzıydı.
315
Namümkün Mükemmellik
Nicedir birlikte takılıyorlardı. Debra Ellen Thompson, Connie'nin
hareketlerini taklit ettiğinde Alegre durmadan kıkırdıyor ya da Alegre
teker teker las tias taklidi yapmaya başladığında Debra Ellen Thompson
içten, şen kahkahalar atıyordu. Birlikte iyi zaman geçiriyorlardı,
tıpkı şimdi olduğu gibi.
Auburn Sokağı'nda yaratıcı sandviçleriyle nam salmış bir kafe-ye
girmişlerdi. İçerisi alışılmadık ölçüde sakindi, sadece birkaç müşteri
vardı. Pencerenin önüne oturmuş çaylannı yudumlayarak okuma
grubundakilerin dedikodusunu yapıyor, gelip geçenleri seyrediyorlardı
ki giderek kendilerinden bahsetmeye başladılar.
"Ofisteyken şu haftalık kadın dergilerini karıştırıyorum," dedi Alegre.
"Bütün o mükemmel kadınlar çok can sıkıcı. Dergilerde, reklamlarda,
televizyonda... her yerdeler. La Tia Piedad bütün güzel kadınların
beyaz olduğu şu pembe dizileri seyretmekten hoşlanıyor. Esmer kadınlar
ya hizmetçi ya dadı. İşte bu sebepten. Bakire Meryem Virgen de
Guadalupe'nin beyaz, zengin bir adama değil de yoksul, kara derili bir
yerliye görünmüş olduğunu bilmek müthiş. Hem Meryem de benim kadar
esmer görünmüş o yoksula. Kimse bunu değiştiremez. Kimse Meryem Anayı
beyaza boyaya-maz çünkü o la Virgen Morena, esmer Meryem!"
"La-Veer-gen-Mou-ree-na" diye yineledi Debra Ellen Thompson, kimi Kuzey
Amerikalıya has o korkunç aksanla - öyle abartılı ve kahredici bir
aksandı ki bu, İspanyol diline karşı bilinçaltlan-mn keşfedilmemiş
derinliklerinde kendilerinin bile farkında olmadığı bir tepki
beslediklerini düşünmeden edemiyordu insan.
Bunu takip eden sessizlikte çaylarını yudumladılar - iki konu
316
arasında yüzen şu sıkıcı duraklamalardan değil, aynı anda ve tam bir
ahenkle ortak bir melodiyi mırıldanıyorlarmış gibi akıcı, kadife bir
sessizlik. Bu ezgi her neyse, sona erdiğinde Debra Ellen Thompson
çantasından iki küçük hediye paketi çıkarıp birini Aleg-re'ye uzattı.
"Bu ne?" diye sordu Alegre.
"Açsana."
Kutuların içinde birer çikolata kadm vardı.
"Gail'den bize çikolatadan Connie yapmasını istedim, o da yaptı! Gerçi
itiraf etmeliyim ona pek benzemiyor..." Debra Ellen Thompson güldü.
"Ondan biri senin, biri benim için iki Connie istedim ama sebebini
söylemedim."
"Neden?" diye sordu Alegre merakla. "Yani sebep ne?"
"İkimiz için de çikolatanın bir bakıma... hayatımızın 'yasak meyvesi'
olduğunu fark ettim." Debra Ellen Thompson, Alegre'nin bu metafordan
hoşlanmayacağından endişe ederek bocaladı. "Yani çikolata bizim zayıf
noktamız. Sebep ne olursa olsun çikolata yiye-miyoruz. Bir bakıma
'imkânsızı' simgeliyor. Connie'ye gelince, o da 'mükemmeli' simgeliyor,
asla olmayı başaramadığımız o mükemmel kadını. Bu yüzden de çikolatadan
bir Connie 'namümkün mükemmellik' manasına geliyor."
"Namümkün mükemmellik!" Alegre bu ifadeyi beğenerek çocuk gibi güldü.
"Aynen öyle," dedi Debra Ellen Thompson şevkle. "Bu küçük sağlam şey,"
çikolata heykeli göz hizasına kaldırıp kaşlarını çattı ve hırladı:
"utanmazca yanlışl Bedenlerimiz üzerinde korkunç bir yük... ruhlarımız
için de. Bizleri gerçek kendimiz olmaktan alıkoyan bu dayatma işte."
Alegre bu mim gösterisini aynen taklit ederek, çikolata Con-nie'yi göz
hizasına kaldırıp kaşlarını çattı.
"Bunu ne yapacağız biliyor musun?"
Alegre nefesini tuttu.
"Yiyeceğiz!"
"Yiyecek miyiz?"
317
rtyucii uyıe. uma getıraıgımız Du imkansız mükemmelliği mideye
indireceğiz. Yeyip, yutacak, sindirecek ve bedenlerimizden atacağız
tıpkı..."
"Bok gibi mi?" diye sordu Alegre kibarca.
"Bok gibil" diye tekrarladı Debra Ellen Thompson avazı çıktığı kadar.
Başına bir MİT şapkası takmış, JFK Müzesine gitme maksadı taşıyan sıska
mı sıska bir Japon turist yanlış yöne gittiğinin farkına varmadan
geçerken oradan, kafede oturan iki kadına merakla baktı. İkisi de
ellerinde tuttukları heykelciklere somurtuyorlardı. Camın önünden, her
zamankinden yavaş yürüyerek geçerken gözünü onlardan ayırmadı.
"Hepsini mi?" diye sordu Alegre.
"Hepsini yemesen de olur," dedi Debra Ellen Thompson dura-layarak.
"Başından başlayalım. Yarın vücudunu yeriz. Ama..." diye ekledi yumuşak
bir sesle, "... kusmak yok, tamam mı? Connie'yi elimizden
kaçırmayalım."
Alegre karman çorman hislerle şaşkın şaşkın baktı ona, bu hisler içinde
üçü baskındı: hayret, telaş ve rahatlama. Hepsi de aynı sebepten:
birisi bir şekilde £mdiye kadar gizliden gizliye ne yaptığını
keşfetmişti. O kişi hem bir dosttu hem de yabancı, hem bir kadındı hem
de mükemmel olmayanlarından. Dolayısıyla Debra Ellen Thompson'ın
sırrını yakalamış olması hem yüreğini hoplatmış, hem de bir şekilde
korktuğu kadar hoplatmamıştı. Gözünde bir parıltı, solgun yüzünde
metanetle Alegre dişlerini çikolataya batırıp dikkatle bir parça
kopardı ve Debra Ellen Thompson'ın da aynı şeyi yapışını seyrederken
alışmadığı bu lezzetin ağzında eriyişinin tadına vardı.
Alegre'nin bundan sonra yaptığı beklenmedik bir hamleydi. Debra Ellen
Thompson'a sıcacık bir gülüşle döndü ve aniden onu yanağından öptü.
Debra Ellen Thompson'ın bunun ardından yaj tığı da beklenmedik bir
hamleydi. O da sıcacık bir gülüşle bir-ikı saniye Alegre'ye baktı ve
aniden onu dudaklarından öptü.
Müzenin yerini nihayet öğrenen sıska mı sıska Japor turist gel-
318
diği yoldan geri dönüyordu ki o iki kadının ne yaptıklarını görmek için
kafeye bir göz attı. Orada gözlerini onlardan ayıramadan öylece
kalakaldı. Boston'da lezbiyenlerin sayıca çokluğundan ve serbest
davranışlarından bahsedildiğini duymuştu ama onların kamuya açık
yerlerde böyle fütursuzca hareket ettiklerini görmeye hazır değildi.
Yine de görgülü, sevecen bir adam olduğu için o ilk şokun ardından
bakışını derhal öpüşen kadınlardan koparıp yürümeye koyuldu, her
zamankinden hızlı adımlarla.
Kafenin içinde kendini derin bir panik ve ondan da derin bir utançla
geri çeken Alegre, Debra Ellen Thompson'ın gözlerine bakmaktan
kaçınarak ayağa fırladı. Ne diyeceğini bilemediğinden çantasını alıp
koşarak dışarı çıktı. Saçma bir biçimde ilk aklına gelen Connie'nin
kafasını kusabileceği bir tuvalet bulmak oldu. Ama bunu yapmadı.
Adımlarını iyice hızlandırdı, öyle ki neredeyse önünde yürüyen Japon'a
yetişecekti; her adımda Debra Ellen Thomp-son'dan daha fazla nefret
ediyordu. Aslında nefret sadece yüzeydeydi. Bunun altında ne
düşündüğünü, ne hissettiğini tam olarak bilemiyordu. Arkadaş
olduklarına inanmakla ne büyük aptallık etmişti. Bunca zaman
arkadaşmışlar gibi davranmıştı Debra Ellen Thompson, halbuki aslında
o... onun istediği... Alegre gerisini söylemek istemiyordu. Gittikçe
artan bir telaşla cadde boyunca yürüdü, trafik lambasının yeşile
dönmesini bekleyemedi ve o kafa karı-şıklığıyla kendini caddeye attı.
Kırmızı ışıkta durulması gerektiğini düşünmedikleri halde sırf başka
herkes durduğu için kavşakta beklemekte olan iki Türk turist hemen onu
takip ederek kendilerine boş caddeye attılar.
Bu arada kafede, şimdiye kadar Alegre'yle birlikte sükûnetle, huzurla,
mutlulukla sçyrü sefer etmekte olduğu dostluk gemisinden yaka paça suya
atılan Debra Ellen Thompson sersemleten bir atalete demir atmış
vaziyette oturuyordu. Bu sersemliği üzerinden atması biraz zaman aldı,
hatta üzerinden attığında bile titremekten kendini alamadı. Bir bakıma
alışıktı bu acıya ama hiç bu kadar şiddetlisini yaşamamıştı.
Heteroseksüel bir kadın âşık olup da reddedilirse kendini kötü
hissederdi ama sadece ediminin sonucu, yani "red-
319
Kısmı yüzünden. Ote yandan eşcinsel bir kadın, "normal" bir kadına âşık
olup onun tarafından reddedildiğinde, sadece ediminin sonucundan değil,
böyle bir şeyi talep etme cüreti yüzünden de, yani aşkından dolayı da
katmerli kötü hissederdi kendini. Sevme ve karşılığında sevilme arzusu,
başka bağlamlarda toplumca onaylanıp hoşgörülen bu arzu, utanç
kaynağına dönüşürdü.
Debra Ellen Thompson bu hissin yabancıss değildi. Hislerini açıklaması
halinde Alegre'nin ondan nefret edebileceğini gayet iyi biliyordu. Yine
de bu dingin ikindi vakti, onun gözlerindeki ışıltıyı seyrederken, onu
bir süredir gizliden gizliye, anlaşılmaz ve su götürmez bir biçimde
sevdiğini artık daha fazla gizleyememiş, belki gizlemek istememişti.
İlk başta Gail'in de alayla söylediği gibi Alegre'ye olan ilgisinin
yumuşak başlı bir kadın, bir diğer Zarpandit arayışı olduğundan
şüphelenerek hislerine güvenmemişti. Ama Alegre'yle daha fazla vakit
geçirdikçe hem onun göründüğü kadar yumuşak başlı olmadığını hem de
kendisinin artık yumuşak başlı birini aramadığını fark etmişti. Alegre,
yeni bir Zarpandit olarak değil, kendisi, biricik kendisi olmayı
sürdürerek Debra Ellen Thompson'ın ruhunun iyileşmesine, Gail'i
kaybetmenin verdiği acıyı yenmesine yardımcı olmuştu.
Caddeye çıkınca Debra Ellen Thompson'ın ilk aklına gelen kutuyu çıkarıp
çikolatayı atmak oldu. Ama bunu yapmadı. Kafası kopuk Connie'yi
kutusunda bıraktı ve düşünebildiği yegâne güvenli sığmak olan TEDİRGİN
RUH ÇİKOLATA DÜKKÂNI'na yöneldi metanetle. Ama yarı yolda, suç işlemiş
gibi koşmayı bırakıp çöktü, ağlamaya başladı.
320
Delphi Kâhini'nin Bildiği
"Oda pek lüks olmayabilir ama eşsiz bir manzarası olduğunu söylediler.
Yine de beğenmezsek başka bir yere gidebiliriz. Ailem onların yanında
kalmamızı istediler tabii ama bunun bizim için bir nevi balayı olduğuna
ikna ettim onları. Öyle de aslında. Yarın istersen bütün gün odamızda
kalabiliriz ya da Kapalı Çarşı'ya gideriz, öbür gün Yerebatan
Sarnıcı'nı görürüz, seveceğine eminim... sonra Aya-sofya var..." Ömer
asansörde, aralarında dikilen ve bu Amerikalı çiftin konuşmalarını
gözlerinde cin gibi bir parıltıyla dinleyen kominin kırpık saçlan
üzerinden Gail'e sıralıyordu bu lafları. Ömer komiyle birkaç kere
Türkçe konuştuğu halde, hâlâ inatla onun Türk olduğuna inanmakta güçlü
çekiyor gibiydi çocuk. Bu uzun boylu, az biraz sinirli, dökümlü bol
giysileri içinde durmadan terleyen ve sürekli eliyle koluyla hareketler
yapan sarsak adam ve tepeden tırnağa karalar giyinmiş, daha da kara
saçlarına bir kaşık takmış sakin mi sakin kadın son zamanlarda gördüğü
en ilginç turist çift olduğundan pürdikkat onları seyrediyordu.
İşittikleri onu eğlendiriyor-muş gibi ikide bir sırıtıp, uzun
kirpiklerini kırpıştırıyordu.
"Bir günümüzü adalara ayırırız... Belki ondan önce Boğaz'da bir vapur
gezintisi yaparız. Meyhaneleri de görmeni istiyorum. Bu şehirde muazzam
bir kafa çekme geleneği var. Mutlaka rakı içme-lisin. Mutlaka mezeleri
yemelisin. Sonra Galata Kulesi'ne de çıkarız..." Ömer, sanki kendisi de
bir-iki öneride bulunmak istercesine kafasını sallayan komiye baktı dik
dik. Ama altıncı kata gelmişlerdi bile.
606 numaralı oda, tipik bir üç yıldızlı otel odasıydı - öyle tipik ki
ne sevmek mümkün ne sevmemek. Duvarlarda yarı-fantezi ha-
321
rem hayatı resimleri vardı, kafesli pencereler ardında kadifemsi
yastıklara abanıp uzanmış kadınlar, geçiştirmeci turist gözü için geçiştirmeci
toplu imalat çizimler.
Kapıyı kominin suratına kapatan, daha doğrusu çarpan Ömer'e, "Canım
sakin ol lütfen," dedi Gail alaylı bir sesle. "Endişelenmeyi bırak.
Eminim ikimiz gayet iyi anlaşacağız."
"Kiminle?"
"Anne şehrinle..." diye sürdürdü Gail nağmeli bir sesle, sonra bir
bavulu açıp içinden siyah bir tişört ve kararmış, neredeyse gri-leşmiş
bir kaşık çıkardı. "Ne tuhaf adamsın. Annenle tanışmam seni hiç
heyecanlandırmıyor. Ama anne şehrinle tanışmam aklını başından
alıyor..."
Ömer bu saptamaya itiraz etse iyi olacağını hissetti ama ne diyeceğini
bilemedi. Onun yerine içini çekti. Neden durup dururken birdenbire
basmakalıp bir turist rehberine dönüştüğünü kendisi de kelimelere
dökemiyordu. Sevdiği kadına sunmadan önce parlattıkça parlattığı sulu,
kutsal, kırmızı bir elmaya dönüşmüştü İstanbul. Parlattıkça parlatmak
istiyordu. Gribe yakalanır gibi, bedeninin ve ruhunun şimdiye kadar hiç
karşılaşmadığı bir virüse maruz kalmıştı, farklı milliyetten çiftlerde,
hele birisi daha az gelişmiş bir ülkeden geliyorsa, hayli yaygın olan
şu isimsiz hastalık. Bunu kendi kendine itiraf etmemiş olsa da, Gail'in
memleketini, o da olmadı şehrini sevmesini delicesine istiyordu Ömer
ruhunun derinliklerinde. Yine de bu arzunun ardında İstanbul'u
beğendirmekten ziyade kendini daha iyi hissetme arayışı yatıyordu.
Elinde bir broşürle yatakta oturan Gail, Türkiye hakkında yeni şeyler
öğrenirken, bildiği bazı eski şeyleri de unutmaya çalışıyordu -
Geceyarısı Ekspresi, insan hakları ihlalleri, Kürt sorunu, Türklerin
hatırlatılmaktan hoşlanmayacağını hissettiği malumat kırıntıları.
Böylesi bir iç sansür hiç de Gail'e göre değildi. Ne var ki virüsler
bulaşıcı olduğundan, o da farklı milliyetten çiftlerde, hele birisi
gelişmiş bir ülkeden geliyorsa, yaygın olan isimsiz hastalığa
yakalanmıştı. Kendi kendine itiraf etmese de, Batı dışından erkeklerle
evli nice Batılı gelin gibi Gail de kocasının memleketini, o da ol-
322
madı şehrini sevmeye can atıyordu. Yine de bu arzunun ardında
istanbul'u keşfetmekten ziyade kendini daha iyi hissetme arayışı
yatıyordu.
Dolayısıyla, vasat bir otel odasının çift kişilik bayağı yatağına
ellerinde birer broşürle oturmuşlar, birisi İstanbul'un en iyi
yönlerini nasıl göstereceğine dair planlar yaparken diğeri de
İstanbul'un en iyi yönlerini görmeye hazırlanıyordu.
Bu arada balkonun hafif aralık çifte kapısının arkasında, gözlerinin
erguvani uçurumunda manidar bir kıvılcım ve ipeksi gülüşüy-le bu çifti
dikkatle izliyordu İstanbul. Zira insanın cilalayıp parlatabileceği,
kenarlarındaki fazlalıkları atıp, sivriliklerini törpüleyip,
sevgilisini sevindirmek için hediye paketiyle ona sunabileceği
şehirlerden değildi o. Tökezleyen aşk maceralarına romantik bir lezzet
katmak için parlak tabaklarda beşamel sosla servis edebileceği şıkıdım
şehirlerden değil. İstanbul bu fuzuli kaygıların ötesindedir, hem çok
yaşlı, hem yaşsız. Hem miadını çoktan doldurmuş, hem sonsuz. Bir ucube
melike, kaprisli bir ece: her yeni gelenin tohumlarını içine çeken ama
tarihi boyunca kimse tarafından döllenmemiş olan bir rahim, hem
sahiplerin penahı, hem kimse tarafından sahiplenilemeyen.
Bunları fark etmesi çok sürmeyecekti Gail'in... aslında birkaç dakika
sonra, Ömer duş almak için onu iç odada yalnız bıraktığında
başlayacaktı keşfi. O banyoya gidince ayağa kalkmış, kasvetli
perdelerden süzülen oynak ışığa doğru yürümüştü. Dalgın, neredeyse
hülyalı açmıştı çifte kapıyı, balkona çıkıp elini gözlerine siper
etmişti, sonra tek bildiği öylece donakaldığı, şaşkına döndüğüydü.
Buradan böyle bakar bakmaz şehir alabildiğine cezbedici görünmüştü
Gail'e.
Gail ne kadar zaman bu olmadık şehir kompozisyonunu seyretti bilinmez
ama Ömer duştan çıktığında onu bu halde buldu. O da elini gözlerine
siper edip dalgın dalgın baktı ama onun gördüğü ol-' dukça farklı bir
sahneydi. Dudakları iniltiyle kabarırken yüzü buruştu. Ya resepsiyonda
bir hata yapılmıştı ya da çalçene resepsiyon-cu onu kandırmıştı. Odayı
tutarken kendisine vaat edilen panorama
323
bu değildi kesinlikle. Gerçi Ömer bu malumattan mahrumdu ama doğrusu
606 yerine 607 numaralı odanın anahtarı verilmiş olsaydı, balkondan
görecekleri manzara istediği o güzel ve uzak şehir olacaktı - dipsiz
çivit mavisi bir deniz, resimlik camiler ve arkadaki tepelerin yosun
yeşili önünde, uzaklara sıralanmış evlerin sevimli, kırmızı çatıları.
606 numaralı odadan ise, karman çorman çatıların üzerinden ve
martıların kanatları altından ve fazlasıyla yakından gördüğü şehrin en
pis sureti, keşmekeşiydi, öyle tehditkâr bir yakınlığı vardı ki insan
neredeyse nabzının atışını duyabiliyordu. Kirli, dar, yılankavi
sokaklar, pencereleri ardına kadar dışarıda zonkla-yan hayata açılmış
üst üste, iç içe, salaş evler, kimileri hayli bakımlı ve tıknaz,
kimileri sefil sürü sepet kediler; sadece uzun zaman önce sönüp gitmiş
hayatların izleriyle değil, daha doğmamışların işaretleriyle de kaplı
tarih bulamacı. Buradan böyle bakar bakmaz şehir pek çirkin görünmüştü
Ömer'e.
Aslında ikisinin de haklı olduğu söylenebilirdi. 606 numaralı odanın
balkonundan eşit ölçüde cebzedici ve çirkin görünüyordu İstanbul. Ne de
olsa binbir surettir; öyle ki iki bitişik evin hatta aynı odanın iki
farklı duvarından bambaşka görünebilir. Burada rakipsiz bir ihtişamla,
acıklı bir çürüme yan yana varolabilir, alımlı ile yaralı, görkemli ile
pejmürde asırların basıncıyla yüksek-oktan-lı bir hayhuyda
kaynaşabilir. Kelime "İstanbul" olunca, ne hikmettir ki eşanlamlısı da
zıtanlamlısı da aynıdır.
Ömer'in bilmediği ve turist rehberi ruh haliyle kavrayamadığı nokta,
Gail'i hipnotize eden şeyin tam da bu karışım olduğuydu. Gönlünü
kaptırmıştı İstanbul'a - ama Ömer'in ona göstermeyi planladığı değil,
aksine ondan saklamaya çalıştığı İstanbul'a.
"Hadi!" diye bağırdı Gail aniden transtan çıkarak. "Gidelim.
Keşfedilmeyi bekleyen bir şehir var."
Keşfedilmeyi bekleyen bir şehir...? İstanbul alayla dudak büktü. Sence
ben keşfedilmeyi istiyor muyum?
Ama Gail bu dişil sesi duymadı. Başka sesleri duymakla meşguldü. En
başta martıları! Her dışarlıklının İstanbul'daki ilk keşfi çatıların
çığlık attığıdır. Martılar şaşırtıcı ölçüde karmaşık kuşlardır
324
- ya da fazlasıyla basit. Çelişkilerle doludurlar. Tek başlarına
süzülürler ama daima bir topluluk oluştururlar; kaba bir hantallıkları
ve çirkinlikleri vardır ama aynı zamanda kendilerine has asil bir
zarafete sahiptirler; çöplerin arasında mideye indirebilecekleri bir
şey aramak için çöp kutularının yanına indiklerinde çok aptal
görünürler; ama çatıların ya da kayaların üzerinde, hiç kıpırtısız,
kendi tefekkürlerinin ağırlığı altında donmuş gibi dalgın dalgın denize
baktıklarında o tumturaklı bilgeliklerinin üzerine yoktur. Bu beyaz,
gürültücü kuşlar İstanbul'un her çatısının üzerine tünerler - ister
fakir, ister varlıklı muhit olsun, ister ev ister otel fark etmez, zira
konaklayanlarla kök salmış olanlar arasında ayrım gözetmez martılar.
İlk başta çığlıkları öyle irkilticidir ki insan asla alışamayacağı-nı
zanneder. Üç gün sonra ses öyle olağanlaşmış, hayatın ve yaşıyor
olmanın öylesine kesin bir kanıtı haline gelmiştir ki on dakikadan
fazla duymadınız mı endişelenmeye başlarsınız. Martıların sessizliğinde
bir uğursuzluk, kıyamet çağrısı olduğunu zihnen olmasa da sezgilerle
kavrayacak kadar bilgeleştirir İstanbul insanı.
Burada çatılar çığlık atsa da konuşan sokaklardır. Öfkesi bilenmiş,
hüsrana bulanmış, tortu tortu keder ve katman katman neşeli seslerin
karışımıyla sokaklarda zonklar hayat; şehrin üzerinde asılı duran
uğultuya eşlik eder denizin daimi hışırtısı, bu cehennemi tar-rakayı
önüne katıp götürmek istermiş gibi. Bitimsiz dalaşların şehridir
İstanbul - erkeklerle erkekler, kadınlarla erkekler, hayatla ölüm
arasında. Velvele öyle kesiftir ki en hafif bir çıtırtı bile
uzaklardaki bir çığlıkla bütünleşerek ana ezginin dokusunu emiverir.
Dikkatle kulak kabartırsanız alttan alta bir ritim fark edersiniz.
İstanbul'da sokakların nabzı, üzerlerinden akıp giden hayatınkinden
daha ahenkli atar. "
Girift sokakların şehridir bu şehir. Sanki bütün bu abideler, asırlık
malikaneler, genişleyen banliyöler hatta denizin kendisi dahi
bulundukları yere sırf sokaklar onlara açılsın diye konmuşlardır. Buna
mukabil her sokak bir öte diyara uzanan geçitten ziyade şimdi tümüyle,
dönüşsüzce kaybolmuş bir yoldan doğan sapaktır. İstanbul'da önemli olan
sokakların sizi götürdüğü yer değil kendile-
325
ridir. Belki de bu yüzden bütün şehir orta yerde kesiliveren çıkmaz
sokaklarla doludur. Bu kentsel eriyiğin altında yatan temel bir şablon
olup olmadığını merak ediyorsanız Delphi Kâhini'ne sormalısınız. Ne de
olsa onun fikriydi şehri tam da buraya. Körler Ülkesi'nin karşısına
yapmak.
Bir zamanlar denizin ayırdığı iki kıyı uzanırdı, hafi bir husu-met'e
yüz yüze duran. Kıyılardan birinde eski bir yerleşim vardı ama öteki
boştu. Sonra günün birinde bir kâhin geldi. "Bu kıyıda oturanlar kör
olmalı,", dedi, "karşı kıyının güzelliğini göremediklerine göre." Onun
nasihati üzerine, Körler Kabilesi'nin kıymetini bilmediği kıyıya inşa
edildi şehir. İstanbul'un nice ironisinden biri zamanla genişlemiş ve
sadece ilk başta üzerine kurulmuş olduğu kıyıyı değil, karşı kıyıdaki
Körler Ülkesi'ni de yutmuş olmasıdır. O zamandan beri İstanbul bir
olumsuzlamanın olumsuzlanmasıdır. Burada her ses, itirazını içinde
barındıran bir yankıyla karşılanır.
Gail şaşkın görünüyor ama neyin onu daha fazla hayrete düşürdüğünü
anlamak zor, şehir mi yoksa kendini burada görmek mi? Ömer'e gelince ne
şaşkın ne de seslere karşı duyarlı görünüyor. Hatta bir parça sağır.
Zihninin onu ha bire dürteleyen sesinden başka bir şey duyduğu
söylenemez; nerede yemek yiyeceklerini, Ga-il'in yiyecekleri sevip
sevmeyeceğini, önce nereleri görmeye gideceklerini, saatlerce trafikte
sıkışmalarını ve sonunda Gail'in onu boşamasını engellemek için hangi
yolu seçmesinin daha iyi olacağını geçirip duruyor kafasından. Ömer
pratik turistik meselelere kendini öyle kaptırmış ki, felsefi ya da
şiirsel bir soyutlama tecrübe edecek halde değil.
O gün ve sonraki günlerde şehirde dolaşırlarken ruh halleri az çok
böyle olacaktı; şehre nüfuz ettikçe Ömer'in yapılacaklar listesinden de
uzaklaşacaklardı. Yine de Ömer'in dikkati pratik meselelere ve
çizelgelere sabiflenmişti, halbuki Gail bunlar dışında her şeyle
ilgiliydi. Ömer'i turist zannedenin bir tek komi olmadığını hayretle
keşfetmişti. Bir şekilde Gail'in varlığı ikisini de Amerikalı yapmaya
yetiyordu. Yine de Gail, bütün alışılmadık huylarla yüzlerin aynı
ölçüde "yabancı" kabul edildiği bu görünümler karmaşası-
326
nın ardında daha ziyade yapısal bir bilmece yattığını seziyordu, Türk
insanını iki gruba ayıran bir tür ikilik. Bir tarafta su götürmeyecek
şekilde Batılı ve modern olan daha eğitimli, daha zengin, daha süzülmüş
kesim vardı; öte taraftaysa sayıları daha fazla ama iktidarları daha
kısıtlı, görünümleri daha az Batılı ikinci bir kesim. Aradaki kopukluk
birinci grubun üyelerini ikincilerin gözünde "tu-risf'e
dönüştürebiliyordu. Bir Türk bir başka Türk'e rahatlıkla yabancı
gözüyle bakabilirdi.
İlginçtir istanbul'da İngilizce konuşmayan yoktu, bilmeyenler dahil.
İlk kez ABD dışına çıkan Gail içten içe hazırlıklı olduğu sorulara
maruz kalmadığına şaşıracaktı: bilhassa da Amerikan karşıtı soru ve
tepki bombardımanlarına. Ömer'e söylememişti ama provalar yapmıştı
önceden, Amerika'nın Ortadoğu'daki dış politikasına dair bir dizi
siyasal, uluslararası, dini ve tarihi soruyu cevaplamaya hazırdı, keza
uygarlıklar çatışması, Balkanlardaki etnik anlaşmazlıklar, Batı'nın
Bosnalı Müslümanların öldürülmesini önlemekte gecikmesi, "İslam ve
kadın" meselesine yaklaşımlar, İrak savaşı, dünya petrol pazarındaki
istikrarsızlık vs. konularında da çalışmıştı dersini. Oysa anlaşılan
İsuınbi'' sakin1'...mıu keıuli:.ı gibilere yönelttiği alternatif bir
dizi soru vardı:
1. Amerika'nın neresindensiniz?
2. İstanbul'u sevdiniz mi?
3. Yemekleri beğendiniz mi?
Bu kadar basitti. Ne dini, ne de sosyopolitik tartışmalardaydı öncelik.
İnsanların bir yabancıdan ilk öğrenmek istedikleri daha temel bir
meseleydi: "Dışarıdan bakınca nasıl görünüyorum?"
Ayrıca, kimsenin bir Amerikalıdan, Amerika dışındaki hayatın nasıl
olabileceğine dair en ufak bir fikir sahibi olmasını beklen \edı-ğini
keşfetmek de garibine gidecekti. Hâlâ yerlilerle dünya siyaseti
tartışmak istiyorsan bir eşiği aşman gerekiyordu çünkü konuşanın
Amerikalı olduğunu anladıkları anda tekinsiz bir ışıltı geçiyordu
yüzlerinden: "Ya, o zaman muhtemelen dünyanın bu kısmı lıak-
327
kında pek bir şey bilmiyorsunuzdur."
Soru üçlemesini takiben bir başka ortak tepki, "yabancı" demek
"kıtlıktan çıkmış" demekmiş gibi ağzına kürek kürek yemek
tıkıştırmalarıydı. Gail nereye gitse kendisine yiyecek ya da içecek,
genelde ikisi birden ikram ediliyordu. Bilhassa Ömer'in ailesini
ziyarete gittiklerinde tam anlamıyla beslenecekti!
*
Akla ziyan miktar ve çeşitlilikteki yemeklerden doldurulması için
tabağını dördüncü kez Ömer'in annesine uzattığında Gail'in ağzından
çıkan inilti masadaki şamatada kaynayıp gitmişti. Gail'in solunda
Ömer'e hiç benzemeyen babası vardı, onun yanında ne babasına ne de
Ömer'e benzeyen erkek kardeşi. Sağında, havalı saç kesimi, bronz teni
ve ince, zinde vücuduyla yaşının çok altında gösteren gayet çekici ve
zarif bir kadın olan annesi vardı. Ev, üst sınıf bir muhitte, yepyeni
apartmanlarla dolu nezih bir sokaktaydı. Pencerelerden göz kamaştırıcı
mavisiyle neredeyse jöleyi andıran ke-siflikle çırpınan deniz
görünüyordu; Gail otelin balkonundan seyrettiği denizle bunun aynı
deniz olmadığına yemin edebilirdi. Oturma odası gayet şık döşenmişti,
seçkin, zarif ve iddialı ama a la mode olmayacak kadar hesaplı. Etrafta
birkaç fotoğraf göze çarpıyordu; onlardan birinde Ömer'in, gözleri
insanın içine işleyen o sevimli, sakin çocukluğunu gördü Gail. Duvarlar
zevkli çerçeveler içindeki zevkli tablolarla süslenmişti, Gail hepsinin
orijinal olduğuna emindi.
Yaprak dolması, patlıcan salatası, zeytinyağlı enginar, humus,
parpullanmış kırmızı biber turşusu, incir tatlısı ve bir sürü hamur
işi... Osmanh-Türk mutfağının en seçkin örnekleri ki bir vejetaryeni
meftun, bir nebatoburu da mest edebilirdi pekâlâ. Çay küçük bardaklarda
limon dilimleriyle sunuldu. Kendisine ikram edilen hiçbir şeyi
reddetmemesi gerektiğini çıkarsamak gibi hayati bir hata yapan Gail on
iki bardak içmişti bile. Bu arada Ömer, onun ıstırapla şiştiğinin
farkına varmadan masanın öbür ucunda oturuyordu. Zih-
328
ni bunu algılayamayacak kadar dağınıktı. Masadaki herkesle hem ayrı
ayrı, hem aynı anda muhabbet ediyor, gergin görünmemek için büyük
gayret sarfediyordu, bilhassa da aşırı, ağdalı bir nezaketle Gail'le
konuşan annesine suratını asmamak için.
Otele dönerlerken karşı kıyıya geçmek için vapura bindiler. Kadıköy
Meydanı'ndaki kalabalık arasından süzüldüler Ömer önde leylek
adımlarıyla, Gail ağırlaşmış vücudunu sürükleyerek arkasından. Nihayet
vapurun üst katında bir sıraya oturduklarında rahatlayarak içini çekti
Gail, yüzünde kıpırdanan rüzgârın keyfine vararak uzun zamandır
düşüncelerini işgal eden soruyu sordu:
"Bence annenle baban hoş. Kardeşin ise harika. Neden onlara karşı bu
kadar sertsin? Sana ne kötülük yaptılar ki?"
Bana ne kötülük yaptılar ki? Ömer'in buna cevabı yoktu, yine de bir
sürü cevabı varmış gibi hissediyordu. Annesiyle babası kötü insanlar
değildi. Onu ellerinden gelen en iyi şekilde yetiştirmiş, iyi bir
eğitim vermiş, rahat ettirmek için bolca para harcamış, hiç dövmemişlerdi.
Ömer ne Gail'e ne de kendine hıncının nereden
kaynaklandığını açıklayamıyordu. Ailesi ona ne kötülük yapmıştı ki?
Hiçbir şey. Ama belki soru yanlış dillendirilmişti. Belki bunun
kötülükle alakası yoktu. Hem ailesi kötü olamayacak kadar imtiyazlı,
görgülü ve moderndi. İşte gene mi haksızlık ediyordu onlara? iyi
insanlar için kötü şeyler düşünmenin vicdani yükünü taşımak
istemiyordu. Kulaklığını takıp karışık punk-rock CD'lerinde acilen
dinlemeye ihtiyaç duyduğu şarkıyı aradı: Overcoming Learned Behavior
(Terbiyeden Kurtulmak).
"İçimde sadece aileme karşı değil kendim dahil bir sürü şeye karşı
tortulanmış bir öfke var, biliyorsun... ama birisi bana neden böyle
öfkeli olduğumu sorduğunda nasıl cevap vereceğimi bilemiyorum... Sence
bir cevabım olmalı mı?"
"Hayır tatlım," dedi Gail. Söylemediği, Ömer'in açıklanamaz öfkesinin
kendi açıklanamaz kederine çok benzediğiydi. İçinde keder vardı, hep
vardı ama birisi sebebini sorsa hemen cevap veremezdi. Mount Holyoke
College'daki kızların onu daha az tuhaf bulabilmek için üzerine
iliştirmeye çalıştığı cevaplar gibi ikna edici
329
ve somut açıklamalarda bulunması şart mıydı? Çocukken taciz edilmiş,
dövülmüş ya da bir sürü korkunç şeye maruz kalmış olsa daha mı
anlaşılır olacaktı daimi hüznü? Ya böyle somut sebeplerle bağlantılı
olmadığı halde kederin peşine takılmasından kurtulamı-yorsa ne
olacaktı?
Gail, Ömer'in yüzünü şefkatli bir tebessümle okşadı. Aslında Ömer'i
kendi sınıfından ayıran bu neredeyse çocuksu, hiddetli, yılmaz acılığı
takdir ediyordu. Yanağından öptü, başını omzuna koydu ve etraflarından
geçen vapur yolcularını seyretmeye başladı. Ömer ona âşık olmaya âşık,
saçının kokusunu içine çekti ve ağzına soğuk, gümüş bir kaşık girdiği
halde o anın eşsiz romantizmini bozmak istemedi. Oturdukları yerde
birbirlerine sarılarak vapurun iskeleden ayrılışını seyrettiler. Karşı
kıyının tepeleri üzerinde camiler kırık cam parçaları gibi
parıldıyordu. Kabarcıklanan beyaz köpükleriyle su, yaklaşan şehir ve
hayatın kendisi pırıl pırıldı. Vapur kayıp giderken dalgalar
yarışırcasına onu takip ediyor, deniz kendinden emin kabarıyor, zamk
gibi koyu, neredeyse yenebilir bir maddeye dönüşüyordu.
"Bavlar bayanlar! Bir dakikalık dikkatinizi istirham ediyorum.
Karşılığında size hayatla ihtiyacınız olan her şeyi sunacağım, belki
bir sevgili hariç!"
Sırtına dev bir çanta vurmuş, ondan da büyük göbeği vücuduna bir
şekilde yapışmış ayrı bir organizma gibi görünen, iriyan, kara yağız,
kahverengi gözleri velfecri bir çingeneydi bu. İki kolu da tam
manasıyla vecde gelmiş bir orkestra şefi gibi havada, mayışık vapur
yolcularından oluşan bu sessiz orkestrayı yönetmeye hazıla-nıyordu
sanki. Birkaç kişi hafiften güldü ama çoğunluk ondan tarafa bakmayıp
put gibi oturmaya devam etti. Bezmişlerdi ondan. Aslında bütün seyyar
satıcılardan. Her sabah işe, her akşam eve giderlerken İstanbullu vapur
yolcuları kendilerini müzmin bir farsın izleyicisi konumunda
bulurlardı; her seferinde kısmen tenezzül, kısmen can sıkıntısı,
nadiren de bu pek olağandışı, pek yetenekli, pek bıktırıcı aktörlerin
yüzer gezerliğinc. fütursuzluğuna, cüretine duydukları kıskançlıkla
seyrederlerdi.
-
aysyzgije
12 years ago
- 330
Çingene seyyar satıcı devasa deri çantasını yere koydu ve yumurta gibi
parlak ve cırtlak sarı bir plastik alet çıkardı, sivri kenarları ve
tepesinde tuhaf bir kapağı vardı. Herkes bu mucizeyi görebilsin diye
şeyi havaya kaldırdı. Bunu takip eden üç dakika içinde bir patates
soydu, havuç ve salatalık dilimledi, bir limon bir portakal sıktı,
sularını dinleyiciler arasındaki birkaç talihliye ikram etti, bir
kurşunkalem açıp sivriltti, yaprak dolması sardı, bir turşu kavanozu
açtı, hepsi "bu inanılmaz Japon icadıyla". Kimse ciddiye almadı.
"Bu mucizeyi sattırmak için fazladan bir şeye gerek yok ama," diye
bağırdı satıcı, sigaradan ve gün boyu bağırmaktan çatlamış sesiyle,
"ilk üç alıcıya bazı hediyelerim olacak, bir limonluk (limonluğu havaya
kaldırdı), açılır kapanır bir nihale (nihaleyi açarak savurdu) ve...
fındıkkıran (havada bir fındık kırdı) ve iyi balıkçılar için zıpkın
(sivri uçlu aleti havada salladı)... hepsi müessesenin ikramı." Bu
sefer kimse gülmedi. Hatta pek çok kişi ilgilenmeye başlamıştı. İlk
alan hasır şapkalı tombul bir kadın oldu. Onu çabucak iki yolcu takip
etti.
"Üç şanslı yolcuyu tebrik ediyorum. Kampanya bitti, artık böyle bir
şansınız olmayacak," diye bağırdı satıcı daha da yüksek sesle. "Ama
bundan daha az cazip olmayan bir kampanya daha var. Bu Japon
icatlarından bir yerine iki tane alırsanız bir renkli kaleni takımı
(takımı havaya kaldırdı), lastik eldiven (eldivenleri salladı) ve
herkesin yaz boyu ihtiyaç duyduğu elektrikli bir vantilatör (yumruk
kadar bir vantilatörü ön tarafta durmadan terleyen adamın yüzüne tuttu)
kazanacaksınız... bir yumurta teli de cabası!!!" Birkaç yolcu satıcıya
işaret etti, sonra Jbirkaç kişi daha. Üç dakika içinde çantadaki bütün
mucizevi Japon icatları satılmıştı.
Yaptığı satıştan memnun çantasını toplarken satıcının kahverengi
gözleri, kapkara bir saç çalısı altındaki turist kadına takıldı. Göz
açıp kapayana kadar Gail'in yanında bitti. "Kaşıkları sevenler için,"
diye bağırdı avazı çıktığı kadar ve önce ucuz bakır, sonra paslanmaz
çelik, en son da plastik kaşık takımları çıkardı çantasından. Her takım
bir öncekinden daha gülünç ve uyduruk olduğundan Ga-
331
il kendini adama somurturken yakaladı, bunun şaka olduğunu söylesin de
birlikte gülsünler istiyordu sanki. Ama tam o anda adam başka bir kaşık
çıkardı, geri kalanlanyla hiç alakası olmayan türden - çukurunda bir
Osmanlı tuğrası, uzun, narin, burmalı sapında kehribar taşı olan
otantik bir gümüş kaşık. Kıymetli ve eski görünüyordu. "Bu üç kaşık
setini alan şanslı müşteri için," diye bağırdı satıcı, "bu paha
biçilmez antika kaşık bedava!"
Sonra hep birlikte vapurdan indiler - Gail kaşıklarından memnun, Ömer
onun hepsini birden almasından şaşkın, bir sonraki vapurdaki bir
sonraki tiradına hazırlanan çingene satıcı ikisini de çoktan unutmuş.
*
Bir kere adalara, iki kere Kapalı Çarşı'ya gitmişler, Ayasofya'yı
ziyaret edip, uzak bir anının sıcaklığıyla Ömer'e gerçekten muhteşem
görünen Theodora'nın gözlerinin içine bakmışlardı. Birbirine paralel
sokaklarda şaşırtıcı ölçüde birbiriyle alakasız dünyalara rastlamışlar,
şehrin hem en kozmopolit hem en tutucu yerlerini dolaşmışlar, yer yer
bu ikisini aynı noktada bulmuşlardı. Her gezintide yeni bir çikolata
serisi geliyordu Gail'in aklına. TEDİRGİN RUH ÇİKOLATA DÜKKÂNI'na döner
dönmez yeni koleksiyonlar imal edecekti - bir adet semazen serisi
tasarlamıştı beyaz çikolatadan, bir de bitter çikolatadan çarşaflı
kadın serisi ve neden olmasın, göbeklerinde brandy olan bir vapur
seyyar satıcıları serisi.
Sultanahmet Camii'nin önünde güvercinlere darı satan, bir deri bir
kemik, sırtı kambur bir kadıncağızdan darı alıp güvercinleri
beslediler. Kirli renkli bir kedi etraflarında daire çiziyor, son
derece temkinli ama bir o kadar gülünç adımlarla gittikçe kuşlara
yaklaşıyordu. Kedi hiç güvercin yakalayamadı. Gail bunu iyi bir işaret
olarak kabul etti. Son zamanlarda manik ruh halinin doruklarım aydı ki
bir bakıma düşmenin eşiğinde olduğu anlamına geliyordu bu. Yaklaşmakta
olan meczupluk.
Her bardan aynı ölçüde yüksek sesli başka başka müziklerin
332
taştığı Beyoğlu'nun ara sokaklarını arşınladılar, binalar arasına
sıkışmış bir türbenin önünde durdular. Binalar arasında tesadüfen
varlığını korumuş çoğu türbe gibi bu da bir evliyaya aitti. Gail artık
bütün şehrin zamanı belirsiz sayısız türbeyle dolu olduğunu ve hepsinin
belli bir konuda uzmanlaştığını keşfetmişti. Kimi evliyalar koca
bulmaya, kimisi bulunanı kaybetmemeye yarıyordu. Bazı türbeleri hasta
ve düşkünler ziyaret ediyordu, bazılarını da gönül yarası çekenler.
Bebek sahibi olamayan kadınların ziyaret ettiği türbeler vardı.
Evliyalar arasındaki fark ne olursa olsun ziyaretçileri hemen her daim
kadındı.
Gail bu evliyanın hangi koruda uzmanlaştığını anlamak için mezar taşına
baktı. Ama hiç ipucu yoktu, sadece kendisine tercüme edildiğinde pek
anlam ifade etmeyen bir ibare vardı:
Türbenin etrafında mum yakmayın. Evliyanın sizin ışığınıza ihtiyacı
yok.
"Söylesene canım," diye usulca mırıldandı otele dönerlerken. "Sence ben
de kitabı sol eline verilenlerden miyim?"
Zındık Ömer'in onun neden bahsettiğini anlaması biraz zaman aldı, ciddi
olduğunu anlaması daha da uzun sürdü: "Yapma, böyle şeylere inanıyor
olamazsın...!"
"Evet ama yine de bana cevap verebilirsin. Yani sen Tanrı olsan
kitabımı sol elime mi verirdin yoksa sağ elime mi?"
"Tanrı olsaydım," dedi Ömer gülerek, "kitabını kafana atardım."
"Ama sence de şiirsel bir metafor değil mi bu?" diye sordu Gail,
insafsız inadıyla.
"Hayır, değil," dedi Ömer onu avuturcasına kolunu uzatarak, "ama sen
kesinlikle öylesin. Hayatımdaki en şiirsel şeysin sen."
Bu kelimeler ağzından çıkar çıkmaz beklenmedik bir kasvet çöktü Ömer'in
içine, sanki şiirsel artık mevcut olmayan demekti. Daha önce de böyle
hissettiğini hatırlıyordu, ama ne zaman ve nerede olduğunu
hatırlayamıyordu.
333
içimdeki Aç Ağız
Gece. Alegre kendini tam anlamıyla kendisi hissedebildiği tek yerde,
mutfakta yalnız. Mutfak onun memleketi. Çoğu sürgüne gönderilmiş,
sınırdışı edilmiş, gönüllü de olsa zorlanarak ABD'de yabancı kalıbına sokulmuş bir akrabalar ve dostlar halkasıyla çevriliyken mutfağın da onun anavatanı olduğuna kimse inanmaz, bu yüzden de kimseye söyleyemez. Aslında Alegre mutfakta bulunmanın onu mutlu edip etmediğini bilmez. Ama belki de mesele bu değildir. Ne de olsa vatan denilen illa da mutluluk sağlamaz insana. Her halükârda emin olduğu bir şey varsa o da mutfağa ait olduğu. Buraya başkaları için yemek pişirmeye gelir ama ara sıra kendisi, sadece kendisi için gelir, tşte o anlardan biri bu. Bu gece Alegre pişirmek için burada değil. Bu sefer içindeki aç ağızı doyurmak için gelmiş mutfağa.
Vakit geç. Ama fark etmez. Aç ağız yeme alışkanlıklarının zamanlaması dışındadır. Normal yeme alışkanlıkları olan insanlar, yeme bozukluğu olanların yemeği saplantı haline getirdiğini düşünmekle hata ederler. Tüketilecek yemeğin miktarı ve kalitesinden ziyade, yeme düzenini sürdürmektir Alegre'nin beceremediği. O şaşmaz yemek düzeni, her sabah, öğlen ve akşam tam aynı saatte yemek... sonra tekrar sabah, öğlen ve akşam... tekrar, tekrar, her gün. İnsanlar aynı düzen doğrultusunda tam aynı anda acıkabildikleri için birlikte yemek yiyebilirler. Alegre yiyemez. Ağzı zaman zaman acıkır; ayda bir, bilmem ne kadarda bir, yüzyılda bir. Başka insanların ağızlan yüzlerindedir, çocuk resmi gibi bariz bir çizgi, ilk bakışta hemen seçilir, vücutlarından dışarı açılan bir giriştir. Alegre'nin ağzı ise yüzünden silinmiştir; vücudundadır, rahminde
334
bir yara, derinlerde çalkalanan bir boşluk. Hep geridedir, karanlıkta pusuya yatıp bekler, sadece kendi istediğinde çıkar. Zamanın dışında olduğundan geçmiş kaydı yoktur. Bu yüzden de aç ağız ne zaman yemeye başlasa daha önce hiç yememiş gibi önüne geleni yutar. Zamanın dışında olduğundan gelecek algısı da yoktur. Bu yüzden de ne zaman yemeye başlasa bir daha asla yiyemeyecekmiş gibi önüne geleni yutar. La Tia Piedad'ın porselenlerinin aksine Alegre'nin vücudundaki dişi-ağız tam bir sıfırlanmanın, kasıtlı bir bellek kaybının özlemini çeker.
Açlık. Kâseler dolusu gevrek, önce Piyu'nun cevizli, üzümlü gevreklerini, sonra Abed'in bayıldığı ballı gevrekleri yedikten sonra kendini daha aç hissederek buzdolabına yöneldi. Abed'le Piyu bu gevrekleri her sabah kahvaltıda yerdi. Alegre hiç yemezdi. O kadar kaloriliydiler ki. Ama sonra böyle bir gece gelir ve bütün o sabahlar boyunca kaybettiklerini telafi etmek istercesine bir oturuşta bir kutuyu mideye indirirdi. Sütle birlikte bir kulu gevrek 1880 kaloriydi, toplamda 75 gr. şeker kadar. Durmak için çok geçti. İçindeki aç ağız tümüyle uyanmıştı.
Buzdolabını açıp görmeyen gözlerle içine baktı, bir dilim mo-zarella aldı, bir dilim daha, dolabı kapadı, dolabı açtı, devasa bir dilim çedar kiş yedi, dolabı kapadı, yine bir saniye önceki gibi görmeyen gözlerle beyaz kapıya bakar vaziyette öylece durdu. Orada, telefon faturaları, evlere servis menüler, indirim kuponları, Ar-roz'un banyo köpüklü fotoğrafı, ev dekorasyonu renk kartları, Ömer evden ayrıldıktan sonra Piyu ile Abed'in ilişmediği İngilizce Kelime Dağarcığı oyununun eski bir skor çizelgesi arasında sabahleyin gelmiş bir kartpostalı gördü.
Sevgili dostlar,
Kapalı Çarşıdayız (tekrar!) Onu üçüncü kere buraya sürüklediğim için mızmızlanıyor Ömer. Bu kartpostalı bir hediyelik eşya dükkânından yazıyoruz (utanç verici ölçüde Şarkiyatçı, dansöz kıyafeti giymiş develer bile satıyorlar).
Ömer son günlerde anlaşılmaz bir biçimde Abed gibi konuşma-
335
ya başladı. Neyse, bu kartpostalı aldığımızı görünce dükkân sahibi nezaketle bizi içeri buyur etti, yazalım diye (alışveriş edelim diye) ve çayla lokum ikram etti. (Gail ne verseler yiyor.) Adam demin bana iki antika gümüş kaşık gösterdi, haremdeki bir odalığa aitmişler.
(Said'in Şark'ın kendini Şarklılaştırması dediği şey değil mi bu?)
Hayrettir, Ömer burada tezi için büyük ilham bulmuşa benziyor. Keşke bizimle birlikte olsaydınız. İstanbul'dan selamlar...
Alegre kartın arkasını çevirip çatık kaşlarla üzerindeki resme baktı. Tepe üzerindeki bir caminin günbatımındaki zarif siluetiydi... renkler güzeldi, turuncu ve sarı tonları, sıcak ve hoş, bir kaşık şeftali marmeladı gibi. Marmelat demişken, Alegre dolabı açtı, ne yesem diye baktı, bir sosis kaptı, sonra bir tane daha, kapıyı hızla kapadı, sonra hemen yeniden açtı.
Dolabın içinde tarifini bu haftaki kadın dergisinden aldığı iki yemek vardı: Baharatlı Beyaz Peynirli Makarna ve Et Sote. Pişir-miş ama tadına bile bakmamış, yesinler diye Piyu, Abed ve yeni ev arkadaşlarına bırakmıştı. Şimdi hepsi uyuyordu. Sadece Arroz uyanıktı, gözlerinin karanlık girdabında dönen huysuz, huzursuz bir ışıkla yanında duruyordu. Ama bu işte bir gariplik olduğunun öyle iyi farkındaydı ki Alegre'nin gözünün önünde mideye indirdiği onca yemeği paylaşmak için en ufak bir girişimde bulunmamıştı. Arroz bunun yemek yemek olmadığını biliyordu. Bu başka bir şeydi, korkutucu bir şey. Bu ayin her şeyi tepetaklak etmekle ilgiliydi; dı-şandakini içeri almak sonra içeri alınanı dışarı çıkarmak. Yemek ve kusmak, tamah ve perhiz, günah ve nedamet... bu, nüfuz edilemez sınırları aşmakla ilgiliydi. Alegre yere oturup, raflara dizilmiş yiyecek kaplarına baktı. Bir gün önceden kalma tavanın içindeki kızartmalar ve krem peyniri ve sosisler ve mantar sote ve kavanozlardaki bebek mısırlar ve turşular ve dondurucudaki koca bir kap vanilyalı dondurma... Hepsini bitirdi, baharatlı, tatlı, ekşi, acı karışım. Alegre usulü masala. En küçük kırıntısına kadar bitirdi. Bu taşkınlığın sonuçlarına kafa yormadı. Artık hiçbir şey endişelendirmiyordu onu. Yutma edimi bütün
336
endişelerin ötesindeydi. Talimli bir nezaketle minik minik tırtıklamasına ve her zamanki uysal, kibar kız olmasına gerek yoktu. Bir sosis daha yedi, üzerine çedar kişin geri kalanını. Gözleri kabadayı bir edayla bir sonraki yiyeceği ararken ağzı biteviye şapırdıyordu. Tam fındık ezmesine uzanmıştı ki bir ses havayı yırttı.
"Alegre sen ne yapıyorsun Tanrı aşkına?"
Piyu dehşete çalan bir uyuşuklukla yüzü taşlaşmış, ayaklan çıplak, kollarını kavuşturmuş mutfak kapısında duruyordu. Ne söyleyeceğini bilemeyen ağzı açık kalmış, bir açıklama bekliyordu. Ne kadar zamandır burada durmuş onun yedikçe yemesini seyrediyordu acaba? Alegre hiç tanımadığı bir sürü kişinin önünde çırılçıplak kalmış gibi titredi. Panikle ayağa kalkarken dengesini kaybetti.
Uykulu bakışının ardında Piyu öyle şaşkın, mantıklı bir açıklamaya öyle muhtaç görünüyordu ki Alegre'nin yüzündeki paniği fark etmesi birkaç saniye alacaktı. Gözlüğü yoktu, yukanda yatağın yanında bıraktığını hatırladı sonra şokunu sindirmeye çalışırken kıpkırmızı kesildi – az önce şahit olduğu itici iştaha duyduğu tiksintiden ziyade, kız arkadaşının blumialı olduğunu bunca zamandır fark etmemenin sarsıntısıydı bunun sebebi. O daha soru sormaya başlayamadan Alegre verandaya çıkmış, kapıya hamle etmişti. Tam zamanında uzanıp onu bileğinden yakaladı Piyu.
"Bırak beni," diye bağırdı Alegre kendine ait olmayan bir sesle. "Sana ne? Benimle yatmıyorsun bile..."
Bu infial öyle beklenmedik, konuyla öyle alakasızdı ki nasıl karşılık vereceğini düşünmek için duralayan Piyu'nun elleri gevşedi. Tam o tereddüt anında Alegre pijamasının üzerine paltosunu geçirip kendini dışarı atma fırsatını buldu ve ciğerlerinde hava kalmayana kadar koştu. Piyu şaşkınlığını üzerinden atıp, yukarıdan gözlüklerini alana, ayakkabılarını giyip peşinden koşana kadar Alegre, Davis Meydanı'na ulaşmıştı bile.
*
337
Gece. Onlar hariç bir kişi var çamaşırhanede, bir sarhoş şarkısı mırıldanan bir sarhoş. Abed'Ie kadın karşılıklı sandalyelerde oturmuş çamaşır makinelerinin giysilerini temiz ve kuru geri vermesini bekliyorlar. Kadının giysiye ihtiyacı olduğu muhakkak çünkü bu gece daracık bir pantolonla incecik bir bluz var sadece üzerinde ve iri, beyaz, kabarık memeleri Abed'in gözünün önünde. Abed memelere, kadına bakmıyor sadece elindeki adi dergiyle ilgileniyor gibi yapıyor. Bir-iki sayfa geçince, bir tarafında serum, öbür tarafında bir yığın kitap, hastane yatağında gülümseyen yarı baygın bir kızın resmiyle karşılaşıyor. Çocuğun sınıfta öğretmenin anlattıklarını dinlemek yerine 6667. kitabını bitirmeye çalışırken bayıldığı yazılmış. Derginin üzerinden kadına kaçamak bir bakış atan Abed, onun o ayartıcı gülüşüyle hâlâ dik dik kendisine baktığını görüyor, hiç rol yok, açık ve cesur, utançsızca utanmaz. Işık bu açıdan vurduğunda gözlerinin ve dudaklarının etrafındaki kırışıklar iyice ortaya çıkıyor. Annesi olacak yaşta ama bakışı ve elleri Zehra'yla kıyaslandığında ne kadar genç. Huzursuzlukla ayağa kalkıyor Abed ve nereye, neden kaçtığını bilmeden sokağa fırlıyor, onun büyüsünden kurtulma telaşıyla giysilerini çamaşır makinesinde bırakıp koşmaya başlıyor.
338
Köprü
Ayrılış günü. Gail'le Ömer on günlük ziyaretlerinin ardından şehirden ayrılıyorlardı. Uçakları öğleden sonra 15:30'da kalkacaktı. Bir gün önce Ömer'in ailesiyle vedalaşmak için şehrin Asya yakasına geçmişlerdi. Her zamanki gibi o gün neler yapılacağını Ömer planlamış ve günlük plana uyulmamıştı, her zamanki gibi. İlk başta niyet aileyle birlikte geç bir brunch, ardından otele dönüp bavulları toplamak, ertesi sabah erken uyanmak için erkenden yatmaktı. Ama eve gittiklerinde brunch akşam yemeğine, akşam yemeği ziyafete, Gail de balona dönüşecekti. Ömer'in annesi geceyi orada geçirmelerinde ve ertesi sabah erkenden yola koyulmalarında ısrar etmişti. Uyandıklarında kendilerini bir kez daha ziyafet masasında bulmuşlardı. Evden geç çıktıklan için Avrupa yakasına taksiyle geçmeye karar verdiler ve İstanbul'da işlenebilecek en büyük kusurlardan birini işlediler: Boğaz Köprüsü'nü sabah trafiğinde geçmek!
Nitekim oldukları yerde duruyorlardı, köprü şeritlerine muntazaman sıralanmış sonsuz araba konvoylarından birinde sıkışmış, Brezilya'dan naklen verilen maçın heyecanlı sağanağı ve şoförün daha beter heyecanlı nidaları altında taksinin arka koltuğunda oturuyorlar. Şoför ufak tefek biri, o cüsse için hayli gür bir sesi var. Sabah 08:18. Dışarıda tatlı bir esinti, güzel bir sis, hatta sis bile değil, ince bir hava kirliliği tülü ve yine de güzel çünkü hava kirliliğinden çok sise benziyor.
Futbolla hiç alakası olmayan ve hemcinslerinin neden buna deli olduğunu anlamayan Ömer kulaklığını takıp sesi açıyor ve PJ Harvey'nin This Mess We Are In (Battığımız Batak) şarkısını dinlemeye başlıyor. Saat kullanmadığı için kendine kızarak, ara sıra ça-
339
tık kaşlarla bileğine bakıyor. Saati olsa ya da en azından başka birinin saatine bakmayı akıl etse zamanında yola çıkabilir ve bu tıkanmaya mıhlanmak yerine şimdi daha hoş bir yerde daha anlamlı bir şey yapıyor olabilirlerdi.
"Demek şimdi iki aradayız..."
"Ne dedin?" Ömer kulaklığını çıkardı.
"Demek şimdi iki aradayız, dedim..." diye mırıldandı Gail karşıya bakarak.
Nihayet anladı Ömer onun ne demek istediğini: Bir tarafında ASYA KITASINA HOŞGELDİNİZ, öteki tarafında AVRUPA KITASINA HOŞGELDİNİZ yazan köprü aradaydı, arafta.
. Çocukluğunun şehrinin iki kıta üzerine kurulu olması onun için yeni bir havadis olmadığından kayıtsızca başını sallayıp kulaklığını tekrar taktı Ömer. Ama önce yeni bir CD koydu, Iggy Pop & Stooges, Gimme Danger {Tehlike Getir Hayatıma). Tekrar. Dördüncü kere çalarken şarkı Gail'in dudaklarının yeniden oynadığını gördü ama bu sefer taksi şoförüyle konuşur gibiydi. Ne konuştuklarını duymak için kulaklıklardan birini çıkardı. Futbol spikerinin yükselip alçalan sesi üzerinden, dünyadaki safran sınıflarına, hangisinin nerede kullanıldığında dair bir nutuk atıyordu Gail, tuhaftır şoför de onu dikkatli dikkatli dinliyordu. "Pilav için en iyisi Hint safranıdır ama tatlılar için İran safranı üzerine yoktur."
"Ya Türk safranı?" diye sordu şoför yarım yamalak İngilizcey-le, ömrü hayatında bir kez olsun bir kap pişirmek için mutfağa girmemiş biri olarak belli ki yemekten ziyade Türklükle ilgilenerek.
Ama Gail bu soruya hazır görünüyordu. Bir saniye içinde safranla yapılan Osmanh-Türk yemeklerini saymaya başladı; bozuk Türkçesiyle söylediği her isimde şoförün yüzündeki gülüş genişliyordu. Onların her şeye rağmen iletişim kurabilmesinin acayipliğine şaşan Ömer sesi daha da açarak tekrar müziğine gömüldü. Gimme Danger. Doğrusu İstanbul'da geçirdikleri on günün ardından kendini bitkin hissediyordu – şehrin feryat figanından ziyade Gail'in hummalı enerjisinden yorulmuştu. Tekrar. Gimme Danger.
Bir dakika sonra, sağ şeritte, topaz rengi bir arabanın ilerlediği-
340
ni gördü Gail, arka koltukta kapkara saçlı bir kız oturmuş fazlasıyla sakin, insanı irkiltecek kadar solgun bir yüzle dışarı bakıyordu. Mutlu görünmüyordu kız. Hatta kederliydi. Dosdoğru Gail'e bakıyordu ama nedense onun kendisini görmediği izlenimine kapılmıştı Gail. Çocuk, öndeki yetişkinlere, arabayı temkinle süren, temkinli görünüşlü kadına ve penceresinden dalgın dalgın dışarıya bakan dalgın görünüşlü adama bir şey söylemek ister gibi eğildi ama söylemedi.
Topaz rengi arabanın içinde olanları kendi penceresinden seyreden Gail bir-iki saniye tekinsiz bir hisle, baktığı kızın aslında kendisi olduğu ve tam şu anda geçmişiyle şimdisinin birbirine paralel hareket ettiği ama benzer şekilde tıkanık bir yolda takılıp kaldığı hissiyle ürperdi. Zihni hemen kapanıverdi kendi üstüne. Hayatında bir kez daha kendisini düşerken seyretmeye başlamıştı ve bu düşüş sersemletici bir tempoyla hızlanarak yaşama arzusunu azar azar aşındırıyordu, içerideki bir yaradan sızan kan gibi, görünürde kesik olmadan.
Derin derin nefes alarak ve biraz da zorlanarak bakışlarını kızdan, köprüyü örten tül gibi sise çevirmeyi başardı. Aniden geliverdi aklına ve bir saniye sonra kesinkes karar verdi bu iki aradahgın tam da doğru yer, bu dakikanın tam da doğru dakika olduğuna ölmek için.
Saatler Boston'da 01:22, Marakeş'te 06:22, Madrid'de 07:22, İstanbul'da 08:22'yi gösterdiğinde Boğaz Köprüsü'nde trafiğe takılmış bir taksinin arka. kapısı esner gibi açıldı. Iggy Pop & The Stooges'la yarı transa geçmiş Ömer ve en sevdiği oyuncuya kırmızı kart gösteren orospu çocuğu hakem yüzünden çifte-transa geçmiş taksi şoförünün hiç mi hiç fark etmedikleri alçacık bir ses çıkardı kapı. "Klak!" gibi bir şey. İstanbul'daki o "klak!"la aynı anda, Boston'da o saatte açık bulduğu ilk yerin kapısını açan Alegre içini çekti. Hızlı hızlı soluduğu
341
halde sakin görünmeye çalışarak, bir eli boynunda asılı incili haçta, bir eli para aramak için cebinde içeri girdi ve her biri elinde bir içki bardağıyla gülen, sallanan, konuşan insanların arasında zikzak çizmeye başladı. Arkalara gittiğinde vahşi bir bakışla donakalmış, delici bir çift kırmızı göze bakar buldu kendini, biraz ürperdi, oyuncak değil ölü bir kuş olduğunu anladı, tekrar ürperdi ve midesindeki ağırlıktan kurtulma ihtiyacını daha fazla bastıramayarak tuvalete koşturdu.
Az sonra içinde hâlâ bir miktar yiyecek kaldığından şüphelen-se de daha fazla kusamayacağı gerçeğini kabullenmek zorunda kaldı. Tuvaletten çıkıp üst kata yöneldi. Tam kapının tokmağına uzanmışken barın hemen önünde Piyu'yıı gördü, belli ki onu arıyordu. Neyse ki içeri bakmak aklına gelmemişti. Kuşkusuz Alegre'yi arayacağı yerler arasında barlar yoktu.
Geri çekildi ve tezgâhın önünde ayakta duran orta yaşlı bir adamın aç gözlerinden gözlerini kaçırarak birkaç dakika orada beklemeye karar verdi. Adamın yüzü neredeyse griydi ve alkolden kızarmış gözlerle dik dik Alegre'ye bakıyordu. Alegre'nin kanı buz gibi bütün vücudunu dolandı. Bu yabancı adamın karanlık sokaklarda peşinden geleceği korkusuyla dışarı fırlayıp, son treni yakalamak için metroya koştu. Bu gece la Tia Piedad'ın evine gitmek istemiyordu, Pearl Sokağı'na da dönemezdi ama Debra Ellen Thompson' m kapısını çalabileceğim hissediyordu. Soğuk rüzgârda bardan aldığı peçetenin üzerindeki isme baktı. Gülen Saksağan. Bir bar için komik bir isim diye düşündü ve trene binerken bu ismi kimin bulduğunu merak etti.
Walnut Sokağı'mn köşesinde, yanından son sürat geçen gölgeye bakakaldı Abed. Bir an için gördüğünün Alegre olduğuna yemin edebilirdi. Mantığı bu izlenimi düzeltmekte gecikmedi. Yok hayır, gecenin bu saatinde Gülen Saksağan'dan çıkan Alegre olamazdı. Yavaşlayıp, az evvel neden böyle paniğe kapıldığını, çamaşırhaneden neden öyle kaçtığını anlamak için kafasını toplamaya çalıştı. Bulduğu cevap pek açık olmasa da bir dakika sonra geri döndü ve görünmez bir ağla sulardan çekilir gibi yavaş ama kararlı adımlar-
342
la çamaşırhaneye doğru ilerlemeye başladı. Safıye'ye sadakatinin muğlak bir biçimde sadece ortak mazilerine değil ülkelerine olan bağlılığıyla da iç içe geçtiğini sezse de hiç kimseye açıklayamazdı bunu, hele kendine hiç. Safiye'ye olan bağlılığını yavaş yavaş kaybetmenin etkisi onu vatanına bağlayan halatların da belli belirsiz gevşemesi olmuştu. Kendini Fas'a daha az bağlı hissediyor değildi katiyyen. Ama bir şekilde ABD'deki hayatına eskisinden daha bağlı hissediyordu.
Çamaşırhaneye yaklaşırken önce kapanmış olmasından, kapanmadığını görünce de kadının gitmiş olmasından korktu. Ama oradaydı, çamaşır makinelerinden birinin yanında durmuş temiz ve kuru çamaşırları iki sepete dolduruyordu - kendininkine ve Abed'in-kine. Sepeti Abed'e uzatırken insanı utandıracak kadar muzafferdi gülüşü ve zaferi öyle coşkuluydu ki Abed gözlerini kaçırmak zorunda kaldı.
"Gidiyor," dedi taksi şoförü, gördüğüne inanamadığı için adeta felç olan sesi zar zor duyuldu. Bu yüzden bu sefer bağırarak tekrar etti:
"Gidiyor!"
Şoförün sözlerini gayet net duyduktan sonra bile söylenene bir anlam veremeyen Ömer, adamın bakışlarını takip edince trafikte sıkışmış arabaların arasından, siyah, uzun, gür saçlarını savurarak köprünün korkuluklarına doğru koşan Gail'i gördü. Öyle afallamış-tı ki ancak taksi şoförünün dışarı çıkıp Gail'in arkasından koşmaya başladığını görünce kımıldatabildi vücudunu. Nabzı panikle şahlandı, Iggy Pop'un boynundan sarkan kulaklıklardan halen yayılan Gimme Danger Little Stranger {Tehlike Getir Hayatıma Küçük Yabancı) şarkısı eşliğinde arabadan fırladı.
Piyu artan bir evhamla telefonu kapadı. Alegre bulunamıyordu, Abed de eve dönmemişti. Bu gece şahit olduğu isyankâr tamahtan ziyade Alegre'nin yüzü donduruyordu Piyu'nun kanını, olayı her düşündüğünde. Alegre'nin vücudu elini değdiremeyeceği keskin bir bıçağa dönüşmüştü sanki. Her asabi adımının hem kendisinin hem de Arroz'un endişesini derinleştirdiğini fark etmeden mutfakta bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu; hayvan bu kargaşada kendine tu-
343
tunacak sağlam bir dal arar gibi mutfak masasının altında adeta yere yapışmıştı. Alegre'ye karşı ne kusur işlediğini bilemeyen Piyu, kalbi ümitsizlikle sızlayarak odasına dua etmeye çıktı. Ruega por nosotros, Santa Madre de Dios, para que seamos dignos de laspro-mesas de Cristo. El Salve'nin ortasında birden içi titredi. Korku dolu bir kalp atışı ve "Koş seni terk ediyor," diye bir ses duyduğuna yemin edebilirdi.
"Koş, seni terk ediyor."
Ömer hayatında bir kere daha zamanın hızının gerisinde kalışına tanık oluyor, hayatın kadansını yakalayamayışını seyrediyor, ne var ki bu sefer peşinden koştuğu ölümün kadansı. Tehlike getir hayatıma küçük yabancı. Gail, taksi şoförü ve Ömer köprü üzerinde dizili arabaların arasında zikzak çiziyorlar. Sağda solda birkaç şoför onları şaşkın bakışlarla seyrediyor. Senin yanında huzur bulayım. Bazıları olağandışı bir şey olduğunu daha yeni anlamaya başlıyor. Başkalarına gösteriyorlar. Bana tehlike ver küçük yabancı. Göz açıp kapayana kadar arabalardaki bütün insanlar köprüden canlı bir intihar girişimini seyretmenin heyecanıyla mest. Ve hastalığını hissedeyim... Ömer koşuyor. Onun önünde taksi şoförü koşuyor. Onun önünde Gail koşuyor. Onun önünde sadece boşluk var.
Şimdi korkulukların öteki tarafında, sadece tek eliyle hayata tutunmuş vaziyette duran Gail seyircilerinden habersiz. Köprüye ve karmaşasına arkasını, yukarıdan olağanüstü dingin görünen şehre de yüzünü dönmüş. Tuhaftır şu anda buradan gördüğü manzara, 607 numaralı odanın manzarasından bile daha güzel. Nefesini sa-bitlemek ister gibi derin bir nefes alıyor. Bir kez daha öteki uçta ama bu sefer kendini sona daha yakın hissediyor. Bu sefer hayatındaki her dakika, tanıdığı her insan, içinde barındırdığı her benlik alfabe çorbasındaki harfler misali. Zihninde karıştırıyor hepsini, bütün o birbirine uymaz anları, anılan, bir girdapta döne döne eriyinceye kadar. Bir kâsedeki kusmuğumsu püre, annesinin kuzguni saçları, omletin tadı, bir parça sosis, baharatlı ve sıcak, geri çıkarılamaz, yutulamaz, bebek boğazına takılmış... ay çıktığında tapınılan bir Asur-Babil tanrıçası... daimi hudutlar... tepsilerde donmuş çiko-
344
lata figürler... sürülerinde kalamayıp tek başlarına uçan topal kuşlar... Aniden her şey çözünebilir izlenimi veriyor, alfabe çorbasında çığandan çıkmış harfler gibi bitimsiz bütünlerin kırık dökük parçaları. Aniden muazzam bir hızla düştüğünü hissediyor ve bir sonraki isminin ne olacağının artık önem taşımadığı çivit rengi bir boşluğa çekildiğini.
Geride, zamanın çok gerisinde, cılız bir avuntu geçiyor Ömer' in zihninden. Ölmeyecek. Hayır, ölmeyecek. İnsanlar başkalarının ülkelerinde intihar etmez, burası onun vatanı değil. Peki hiç vatanı oldu mu onun? Kim gerçek yabancı - bir ülkede yaşayıp başka bir yere ait olduğunu bilen mi yoksa kendi ülkesinde bir yabancı hayatı sürüp, ait olacak başka bir yeri de olmayan mı?
Köprü denizden 64 metre yükseklikte. Ömer'in walkman'inde bir şarkı çalıyor. Şarkı üç dakika yirmi saniye ama tekrar tekrar ça-lınırsa sonsuza kadar sürebilir. Gail'in düşüşü sadece 2,7 saniye sürüyor.
-
virmenaard
12 years ago
- turkmenca terjime etsen okardym
-
aysyzgije
12 years ago
turkmenca terjime etsen okardym
bir romany terjime edip bilyan bolsadym:D
virmenaard | 2012-07-04 07:08:47
-
virmenaard
12 years ago
- wah su turk dilinem owrenaymesek boljak dalow
-
aysyzgije
12 years ago
- yakynda oye gaydyp baryan, oyde bolsa ic gysya, shu tayyk roman yazyp okaymasam.
-
virmenaard
12 years ago
- tmcell internedinin tizligi barada esidensin. acyp bilsen okarsyn. men pikirimce barik yazyp yorme
aysyzgije 12 years ago- Gün: 16 Mart 2004
Yer: BOSTON
Zaman: 02:24
Sıcaklık: SOĞUK
Konu: ÖMER OZSIPAHİOGLU
Özet: Tekrar içmeye başladım... on dört ay yirmi üç günlük mutlak
ayıklığın ardından... (14 ay 23 gün = 448 gün - 10752 saat = 645120
dakika = 38707200 saniye = 223946,96 kere Nick
7
Cave'den "As I Sat Sadly By Her Side, Mutsuz Mutsuz Otururken Yanında")
"Ne yazıyorsun o peçeteye?"
"Hislerimi," diye mırıldandı taburenin üzerindeki, şimdi eskisi kadar
taşlaşmış görünmüyordu. "Hislerimi özetliyorum... unutmayayım diye."
İri kıyım barmen ikisini birden şöyle bir süzdü, abartılı bir edayla
gözlerini duvardaki saatten yana devirip, son müşterilerini yaka paça
dışarı atmasına ramak kaldığını ayan eden asabi bir bakışla tekrar
onlara döndü. Doğrusu son birkaç saat içinde adamın hali tavrı muazzam
bir değişime uğramıştı. Bir ara oldukça kibar bir barmen olduğu
söylenebilirdi, özellikle ilk başlarda, hatta sonraki dört saat boyunca
dahi genellikle nazikti. Ama ardından nezaketi gözle görülür biçimde ve
süratle erimeye başlamıştı. Son yirmi dakikadır "nazik" hariç her türlü
sıfatı kullanmak mümkündü hakkında.
"Yeterince özetlemedin mi? Beş saat oldu yahu. Hadi yürü, yaylan," diye
homurdandı kısa boylu olan. Adı Abed'di. İngilizcesi varla yok arasında
pervasızca savrulan istikrarsız, koyu bir gırtlak aksanıyla maluldü.
Kâh sura kadem basıp tamamen kaybolan, kâh her heceden fırlayan bir
tutarsız aksan.
"Hadi artık kapatacaklar burayı." Gergin, kaçamak bakışlarla etrafı
süzen Abed bir yandan arkadaşını dürtüklerken bir yandan da garsonla
göz göze gelmemeye çalışsa da pek başarılı olamadı. Ayyaşın yanında
ayık olmak kadar bezdirici bir şey olmadığı sonucuna varmıştı. Ne de
olsa ayyaşların sabaha her birini unutacakları envai çeşit saçmalığı
yapmaya hakkı vardı, halbuki ayıkların, dahil olmadıkları halde dışında
kalamadıkları bu maskaralığı ıstırapla seyretmekten başka çareleri
yoktu.
Abed dişlerinin arasından nefesini içine çekti, gergin durumlarda âdeti
olduğu üzre çenesindeki gamzeyi kaşıdı ve gamzeyi kaşımak yetmediğinde
daima yaptığı üzre kıvırcık saçlarından bir tutam alıp çekiştirdi.
Başını tuvalete doğru çevirdi ama bir kez daha,
8
yerleştirildiği raftan sabit nazarlarla onları seyreden o delici, kızıl
gözlere takıldı bakışları istemeye istemeye. Vaktiyle maviliklerde
süzülmüş hayat dolu bir saksağandan ziyade tüyler ürpertici bir
oyuncağın donmuş, ruhsuz vakanyla bakıyordu ölü kuş. İnsanların nasıl
olup da içi doldurulmuş kuşları sergilemekten gurur duyabildiğine akıl
sır erdirememenin huzursuzluğuyla yeniden arkadaşına döndü Abed. Döndü
ve bu sefer de dolmakalemiyle aynı peçetenin üzerine büyük lekeler
kondururken buldu onu.
"Şimdi ne halt yiyorsun?"
"İsmime nokralarını iade ediyorum." diye homurdandı öteki, harflerin
üzerinde dönen kobalt mavisi mürekkep lekelerinden alamadan gözlerini.
Her bir nokta peçetenin üzerinde usu! usul dağılıyor, dağıldıkça
büyUyordu; şu hayatta başkalarının gözünde daha görünür olmanın
yolunun, özden mümkün olduğunca uzaklaşmak anlamına geldiğini
kamtlarcasına.
İnsan memleketini geride bıraktı mı kendinden en az bir parçayı feda
etmeye hazır olmalıdır, derler. Eğer hal böyleyse Ömer neyi feda
ettiğini biliyordu: noktalarını!
Türkiye'de ÖMER ÖZSİPAHİOĞLU idi.
Burada, Amerika'da ise OMAR OZS1PAI•¦IlOGLU olmuştu.
İsmin sahibi daha iyi dahil olabilsin diye bu ülkeye, içeriye, isminin
noktaları bırakılmıştı hariçte. Ne de olsa Amerikalılar, hemen herkes
gibi, aşinalık peşindeydi - öyle ya da böyle pek bir manaya geimeseler
de. dillerinin daha kolay döndüğü isimler, telaffuz edebildikleri
sesler arasında daha rahat ediyorlardı. Yine de mesele yabancıların
isimlerini ya ela soyadlarını telaffuz etmeye gelince herhalde
yeryüzünde pek az millet Amerikalılar kadar kendinden emin davranırdı.
Mesela bir Türk, Türkiye'deki bir Amerikalı'nm adını yanlış telaffuz
etmiş okluğunu fark etmeye görsün büyük ihtimalle hayli huzursuz olur
bundan ve durumun kendi hatası olduğuna, en azından kendisinden
kaynaklanan bir şey olduğuna hük-
9
meder o anda. Oysa Birleşik Devletler'de bir Amerikalı bir Türk'ün
adını yanlış telaffuz ettiğini fark ettiğinde muhtemelen kendisini
değil olsa olsa ismi sorumlu tutacaktır bu hatadan.
İsimlerin yabancı memleketlere ayak uydurma sürecinde muhakkak bir
.şeyler eksilir - bazen bir nokta, bazen bir harf ya da vurgu.
Yabancının isminin başına gelenler pişmiş tavuğun olmasa da pişmiş
ıspanağın başına gelenlere benzer- ana malzemeye yeni bir tat
eklenmesine eklenmiştir de kalıpta gözle görülür bir çekme olmuştur bu
arada. Yabancı işte ilk bu fireyi vermeyi öğrenir. Yabancı bir ülkede
yaşamanın birinci icabı insanın en aşina olduğu şeye, ismine
yabancılaşmasıdır.
Telaffuzla oynamak, hailleri atmak, sesleri değiştirmek, eğer zorsa
isim yerine geçebilecek en yakın seçeneği aramak, eğer birden fazla
ismin varsa, buralılara hitap etmeyecek, uymayacak olan ismi tamamen
dışarda tutmak... Yabancı, isminin bir ya da birçok bölümü gölgede
kalan insandır. Benzer şekilde Ömer de ismini görece daha az zorluk
çıkartan Omar ya da Ömer'le değiştirmişti, muhatabı hangisini tercih
ederse.
Orada, o taburenin üzerinde kıpırdamadan otururken, dünya onun, o da
peçete üzerinde dağılan mürekkep lekelerinin etrafında fır dönerken,
Ömer nereden çıktığı belirsiz bir ilham dalgasının etkisiyle
hafiflediğini, gönendiğini hissetti. Hani biraz daha dursa, bir
mürekkep lekesi üzerine saatlerce felsefe yapma mertebesine erebilirdi.
Ama Abed de aynı hisse kapılmış olmalıydı ki, koluna asıldığı
gibi arkadaşını tabureden indirdi. Bu itici güçle, barmen cinnet
getirmeden bardan çıkmayı başarabildiier.
Dışarıda serindi gece. Mekân Boston, martın 16'sı için fazlasıyla
serin. Yine de Somerville Bulvarı boyunca zar zor ilerlerken hava
durumunu umursamıyor gibiydiler. Soğuk değildi böyle somurtmalarının
sebebi. Daha başka, daha muğlak bir şeydi... Hani biri çıkıp sorsa,
kahpe, kalleş, küskün bir ıssızlık hissi diye tanımlayabilirlerdi,
gerçi ne bu kelimelerle ne de bu sıralamayla. Ne de olsa son beş
saattir, bütün o açık saçık espriler ve bolca laf salatası, erkekçe
vaazlar kardeşçe vaatler boyunca birbirlerine sadakatle eşlik
10
etmiş olsalar dahi. sonunda, boğulan bir adamın suyun yüzeyine çıkma
paniğini andıran bir telaşla barın yaylı kapılarından gecenin ıslattığı
sokağa çıktıklarında ikisi de hem aynı anda hem ayrı ayrı kendi som
yalnızlıklarının farkına varmıştı. Temiz, duru havanın yanı sıra ruh
halleri arasındaki tezat, bir de alkol testine tabi tutuldukları
takdirde alacakları neticeler arasındaki fark birbirlerinden böylesine
aniden uzaklaşmalarında rol oynamış olsa gerek.
Yine de epi topu bir an sürdü sessizlik. Hemen ardından konuşmaya
başladı ayık olan, kelime ve buğu bulutları koyvererek kolay kolay
kapanmayan ağzından:
"Tam beş saattir beni cebren esir tuttuğun barın ismine dikkat ettin
mi, dostum? Hani belki merak etmişsindir o kasvet yuvası batakhanenin
adını diye soruyorum. Ömrü hayatımın beş kıymetli saati gitti ya!" diye
söylendi Abed burnunu çekerek. "'Gülen Saksağan, amma boktan isim ya!
Abi bir kere saksağanlar gülmez ki. gevezelik eder! Hatta böyle bir
tabir bile var, hem de Amerikalıların lafı: 'Saksağan gibi gevezelik
etmek!' Ne alaka diye geçiriyor olabilirsin şimdi sen aklından!
Geçirmiyorsan da düşünemeyecek kadar sarhoş olduğun içindir. Demem o
ki, Amerikalılar İngilizceyi sonradan öğrenmiş birinin ınazallah 'Şu
kız saksağan gibi gülüyor,' dediğini duysalar hemen hatayı düzeltirler.
Değil mi? Peki hata ise madem, afili pirinç levhalar üzerindeki yazıyı
gördüklerinde neden düzeltmiyorlar? Ya da bardak altlıklarında? Haklı
olarak ben de soruyorum, oradaki yazıyı düzeltmiyorlarsa neden bir
yabancının lafını düzeltiyorlar? Ne demek istediğimi anlıyor musun?"
Konu Ömer Özsipahioğlu durdu ve bu sayede daha iyi görmeyi umut
ediyormıışçasına kısarak gözlerini arkadaşına baktı.
"Tabii bu küçük. ehemmiy.etsiz bir örnek," diye söylenmeye ve yürümeye
devam etti Abed, Ömer'in geride kaldığını fark etmeden. "Toplum
çapındaki bir aksaklığın minyatür boyutu sadece."
"Gail diyor ki..." arkadan Ömer'in titrek sesi duyuldu. Ama hemen durup
üst üste yutkunması gerekti, sanki bu gece yüzüncü kez bu ismi
tekrarlamak damağında kekremsi bir tat bırakmıştı. "Diyor ki, karga
ailesi muhterem kuş sülalesinin en muhterem fertleri sa-
11
yılabilirmiş. Yeterince yaşlı bir karga bulabilirsen şayet, ninenin
ninesinin gözlerine bakmış dahi olabilirmiş."
"Gail! Gail! Gail!" diye cırladı Abed arkasına dönüp kollarını
ümitsizce açarak. "Yahu tam beş saattir başka bir şey sayıklamadın.
Hani yanındaki tabure vardı ya, işte orada oturup can kulağıyla
dinleyen adamı hatırlıyor musun? Bendim ulan!? İnsaf! Biraz merhamet
et. Gail-siz birkaç dakika ihsan eyle bana lütfen. Bırak konuşayım, ne
diye Gail serpersin ki saksağan monologumun üzerine! Ben seni sağ salim
evine götürene kadar Gail mail duymak istemiyorum, tamam mı?"
Nihayet ona yetişmeyi başaran Ömer mahzun mahzun içini çekti. Bu gece
kadeh kadeh diktiği onca uzo kanına üzüm, anason, kişniş, karanfil,
melekotu kökü ile beraber biraz da "mübalağalı tavır ve mimik" zerk
etmişti.
"Hem ne var ki bunda! Valla Gail'in kargalarla bakıştığını öğrenmek
beni zerre kadar şaşırtmadı. 'Acayip' bu kızın göbek adı. Bu zamana
kadar öğrenemcdiysen bundan sonra hiç öğrenemezsin birader. Hayatımıza
balıklama dalan en acayip kadın o ve şu evlerde uyuyan şu insanlar
hanfendiyi tanıma fırsatını bulabüselerdi eminim onların hayatındaki en
acayip kadın da o olurdu." Başını geri atıp önüsıra uzanan bo.ş sokağa
doğru haykırdı: "Uyuyun bakalım', şanslı insanlar sizi! Mışıl mışıl
uyuyun!"
Tüm bu solgun binalardan, cafcaflı dükkânlardan, tekdüze evlerden hiç
cevap gelmemesine bakılırsa gerçekten de uyuyorlardı. Görünürdeki tek
devinim kaynağı pahalı, topaz rengi bir araba idi. Kayarcasına geçti
yanlarından, tavada eriyen tereyağından yapıl-nıışcasına: birazdan yok
olacaktı sanki, geriye sıvıdan bir kalıntı bırakarak. Araba tam
yanlarından geçerken Ömer arka pencereden dışarı bakan siyah, kıvırcık
saçlı bir kız çocuğu ^ördü, küçük, yuvarlak, hastalıklı yüzünün ölgün
beyazlığına rağmen irkiltici ölçüde sakin görünüyordu. Araba köşeyi
dönmek için yavaşlayınca, çocuğu bir kez daha görebilmek için eğildi
ama artık a ka pencerede kimse yoktu. Ömer bu hadiseyi nasıl
yorumlayacağını bilemedi. Eğer Gail burada olsaydı muhakkak bir alamet
addederdi bunu.
12
ama acaba iyiye mi yorardı kötüye mi emin olamadı Ömer. Baş ağrısının
patlak vermek üzere olduğunu hissederek sıkıntıyla etrafına bakındı.
Kendisine eşlik eden şikâyet tufanını umursadığı yoktu aslında. Ne de
olsa Abed oldum olası böyleydi, hep dırdırcı, laflarıyla
dinleyicilerinden ziyade kendisini gaza getiren ateşli bir kışkırtıcı.
Daha beteri alkolün üzerindeki etkisiydi - yan etkiden ziyade, bir nevi
yan bakma-etkisiyle alkol Abed'in içindeki hüsrana uğramış hatibi açığa
çıkarıyordu sanki. Zira Abed ne zaman yanındaki birinin aşırı miktarda
içki tükettiğine tanıklık etse, düğmesine ba-sılmışçasına, toplum
çapındaki aksaklıkları eleştirme iştahı ve tutkusuyla geçerdi atağa.
Böyle zamanlarda Ömer onu resim çerçevelerinin simetrik olmadığı bir
odada huzursuzluktan oturamayan insanlara benzetirdi. Tıpkı onlar gibi
Abed de asimetrik her şeyi anında düzeltme arzusunu dizginlemekte
güçlük çekiyordu. Ancak onların aksine Abed'in müdahaleleri fizikselden
ziyade safi sözeldi. Hataları düzeltmenin başlıca yolu konuşmak ve
şikâyet etmekti onun için. Ve şikâyetlerinin saptadığı meseleleri
çözemediğini gördükçe daha da çok şikâyet ederdi.
"O Cadılar Bayramı felaketinden beri geçirdiğim en berbat gece bu
herhalde." Abed'in sesi bir hırçınlık nöbetinin sancılarıyla tarazlanmıştı.
"Sen sağımda Gail-şöyle-Gail-böyle bir bir bir, o bariton
öküz solumda Doris-şöyle-Doris-böyle, bir de üstüne üstlük barmen
beyzadenin cümle kadın cinsi hakkında yaptığı bayağı şakalar... Böyle
yan yana ne kadar gülünç göründüğünüzün farkında mısın acaba? Bara
'Gülen Saksağan' demelerine şaşmamalı! Bu muhteşem ismin kimin fikri
olduğuna gelince, Gail bunu söylediğimi duysa dilimi koparmaya kalkar
ama ben yine de söyleyeceğim: Cherchez la femme! Eminim bir kadının
fikridir. Muhtemelen patronun kırmızı yanaklı karısının. 'Bitanem,'
demiştir günün birinde, 'açacağımız bara isim buldum! Gülen SaksağanV
Adamcağız muhtemelen o esnada masrafların nasıl olup da gelirleri
aştığını anlamak için ciddi bir aritmetik faaliyeti içindedir. Sırf bir
şey söylemiş olmak için 'Ne güzel isim nonoşum,' der, 'ama sence bar
için gerçekten de uygun mu?' 'Tabii,' der kadın, 'buraya neşeli bir
hava ve-
13
rir!' Adam onun nasıl olsa bu fikri kısa sürede unutacağını umarak
sesini çıkartmaz. Vahim hata! Unutur mu kadın, barı Gülen Saksağan
olarak vaftiz etmiştir bile."
Böylesi anlarda Abed'in yaşını kestirmek zordu. Esasen genç bir adamdı,
anketlerde "20-30 yaş arası" kutusuna karşılık gelecek kadar genç. Ne
var ki karman çorman monologlarını yarım saatten fazla dinleyenlerin
gözünde bu kategori bulanıklaşmaya başlar, "40-45 yaş arası" veya "60
ve üzeri" ile "reşit olmamış" arasında savrulurdu. Kâh derisi hiçbir
kışkırtma tufanının işleyemeyeceği kadar kalınlaşmış inatçı bir
ihtiyara dönüşürdü, kâh en kıytırık saçmalık esintisinden ateşlenen
ince derili bir ergene. Yine de konuşmamayı başardığı nadir durumlarda,
konuştuğu zamanlardakinden çok daha genç görünürdü. Tenkide bir başladı
mı düşünceleri bütün alternatif rotaları ve gizli geçitleri bir kenara
bırakıp, dosdoğru onun gördüğü şekliyle meselenin özüne yönelirdi.
Böylesi bir "dosdoğru doğruculuğun" iki etkisi olduğu söylenebilir.
Birincisi, nice insanın aksine Abed daima dürüsttü, ruhunun bodrum
katında söy-lenmese-daha-iyi-olacak sözleri çüriiyüp kokmaya başlayana
kadar depoladığı memnuniyetsizlik kutuları yoktu. Hem kelimenin ikinci
anlamıyla da doğrucuydu; mantığı dümdüz ilerleyip tam hedefe
kilitlendiğinden yaklaşımları fazlasıyla çizgisel, mantık-merkezci ya
da Gail'in ara sıra hatırlattığı gibi fazla fallagosantrik oluverirdi.
Gene Gail'i düşünmesiyle Ömer'in yüzünün kararıp, ayaklarının dolanması
bir oldu. Şu anda evde kedilerle yalnız başına ne yapıyordu acaba?
Yeniden içmeye başladığını görünce ne tepki verecekti? Onu özlemiş
miydi, özlemişse bile bunu söyleyecek miydi, hiçbir şey söylemezse bu
onu hiç özlemediği anlamına mı gelecekti? Her soru bir yenisine yol
açarken Ömer yüksek sesle de ifade edebilmek isterdi aklından geçen
kuruntuları, tabii eğer Abed'in lafını kesmek mümkün olabilseydi.
"Derken ta-ta-ta... açılış günü gelir. Yeni bir bar ya da dükkânın ilk
olarak halka açılmasına İngilizcede ne denir?" "Bilmiyorum," dedi Ömer
kızgınlıkla. Ne vakit bir yabancı bir başka yabancı ile ikisine de
yabancı
14
olan bir ortak dilde sohbet etmeye kalksa, konuşmalarının en iyi tarafı
budur işte. İçlerinden biri bir keiimeyi bulamadığında, öteki de
bulamaz nasıl olsa.
"Bilmesen de anladın ama neden bahsettiğimi," diyerek kendinden emin
konuşmayı sürdürdü Abed.
Ne vakit bir yabancı bir başka yabancı ile ikisine de yabancı olan bir
ortak dilde sohbet etmeye kalksa, konuşmalarının ikinci en iyi tarafı
da budur işte. Ne biri ne de öteki bulabilse de belli bir kelimeyi,
gene de kabildirler birbirlerini anlamaya.
Etiyle kanıyla burada olmasa da dünya işlerine müdahale eden bir
hayalet gibi o asla-bulunamayan kelime bizzat sahnede boy göstermeden
anlamını ifade etmenin bir yolunu bulur. Ortak bir yabancı dilde
konuşan insanlar arasında kelimeler, sessizliklerde konuşmak,
yokluklarıyla varolmak gibi muğlak bir yetenek geliştirirler. Bir nevi
dilsel hayalet uzuv etkisi. Ameliyattan çok sonra bile kesilmiş
uzuvlarını hisseden insanlar gibi, anadillerinden tümüyle koparılmış
olan ve sonrasında başka bir dilde hayatlarını sürdürmeyi öğrenen
insanlar da uzak geçmişlerindeki kaybettikleri kelimeleri bir şekilde
hissetmeye devam ederler ve artık sahip olmadıkları o kelimelerle
cümleler kurmaya çalıştıklarından eksiklik hissini peş-lerisıra
sürüklerler.
"Açılış günü olduğundan ilk içkiler ücretsizdir. Bütün mahallenin orada
olmasına şaşmamak lazım. Patron gayet mutlu, gayet meşgul ve muhtemelen
gayet sarhoştur. Sonra görüş mesafesindeki tek ayık adam yaklaşır ve
sorar: 'Beyefendi, merakımı mazur görün, ama barınıza niçin Gülen
Saksağan adını verdiniz?' Patron bocalar. Verecek cevabı olmadığını
yeni fark etmiştir! Sonra karısının sözlerini hatırlar: 'Çünkü buraya
neşeli bir hava veriyor.' Çalışanlar da bu açıklamayı duyup anında
taklit ederler çünkü onlar da bu dangalak ismin kerametini çözmeye
çalışmaktadırlar. Bu böyle zincirleme gider, bulaşıcı bir hastalık
gibi. Seneler sonra sen beni bu izbeye sürüklersin, ben aynı soruyu
sorarım, sonra bil bakalım barmen ne cevap verir: 'Çünkü buraya neşeli
bir hava veriyor!' Ouaghauogh!" Abed'in çıkardığı son sesi tam olarak
yansıtmasa da yazılı ola-
15
rak ona en yakın ifade bu olmalı. "Oııaghauogh" Abed'in hoşlan-rnayı
reddettiği türlü türlü şey için toptan kullandığı bir ses efektiydi.
Muhtelif kişisel tepkileri altına yığabildiği bir şemsiye tabirdi,
tepkilerle beraber çok sayıda sıkıntı ifadesini ve envai çeşit sesi de
(değişen desibellerde kahkahalar, naralar, homurtular ve iniltiler).
Her ne bağlamda kullanılırsa kullanılsın "ouaghauogh" aslında bir
ünlemden, bir bitiriş vurgusundan ziyade bir start tabancasıydı. Abed
ne vakit ağzının bu sesi ateşlediğini duysa bitimsiz konuşma
maratonunda yeni bir hücuma geçerdi.
"Neden sürekli şikâyet ediyorsun," dedi Ömer boru gibi bir sesle. "Hem
bundan sana ne? Sen hiç içmezsin ki! Aman ya, Abed! Kız arkadaşının
seni Fas'ta hâlâ beklediğini öğrendiğin gün içmedin. Gözlerinin önünde
Gail'e evlenme teklif ettiğimde içmedin. Sevinçli hadiseler senin için
iyi bir vesile değilse ya kederlere ne demeli? Kız arkadaşının artık
seni beklemediğini, gidip kuzeninle evleneceğini öğrendiğin gün de
içmedin ki! Bu yaşta içmezsen ihtiyarladığında alkol gölünde
yüzeceksin."
"Vaay! Yani sen bu gece geleceğin için iyi bir yatırım yaptın!" diye
terslendi Abed, gözlerinde kıvılcımlarla. Arna asılan suratı hemen
yumuşadı. "Oınar, dostum, neden tekrar içmeye başladın? Hatırlasana
evvelki sene bir Noel ağacının altında komaya girmiş vaziyette
hastanede yatıyordun, zavallı midenden olacaktın. Bir daha ağzına içki
koymamaya yemin ettin. Şimdi şu haline bak!"
"On dört ay yirmi üç gün," Ömer başını salladı ve sadece kendisinin
bildiği bir espri yapmış gibi ağzını şaklattı. "Ne fark ettim bil
bakalım! On dört ay önce kulaklıklarımı takıp Nick Cave'in şu şarkısını
tekrar tekrar çalmış olsaydım..." Peçetenin üzerindeki malumatı bulmak
için durakladı,"... 223946,96 kere dinleseydim aynı şarkıyı,
kulaklıklarımı çıkardığımda tastamam on dört ay geçmiş olurdu. Benim
içinse sadece tek bir şarkı olurdu on dört ay."
Abed hafiften afallamış vaziyette ona bakarken gözlerini kıstı: "Omar,
bu akşam ağzından çıkan en makul laf buydu. Neden şunu iki yıl
yapmıyoruz? Bakalım... son iki senede, doktora yapmak için İstanbul'dan
Amerika'ya geldin; doktorayı bırakıp kız arkadaşların
16
üzerinde uzmanlaştın ama hepsinde çuvalladın; mideni öldürdün, sonra da
midenin seni öldürmesine ramak kaldı... tabii sonra ya hastalandın ya
da âşık oldun, kimse farkı anlayamadı; derken evlendin, üstüne üstlük
Gail'le evlendin ve bütün hayatını mahvettin! Amerika'ya geldiğin anda
kulaklıklarım takıp, şu dinlemek istediğin şarkı hangisiyse onu milyar
kere dinlesen çok daha iyi olurdu kuşkusuz. Bunu yapmış olsan şimdi
hepimiz huzur içinde olacaktık."
Sustu, cebinden mendilini çıkarıp akan burnunu sildi, sonra biraz daha
sildi. Ömer, Abed'in saman nezleli bumu bir akmaya başladı mı zamanın
akışının durduğunu bildiğinden kenarda beklemeye koyuldu.
Nihayet burnu devam etmesine izin verdiğinde "İçmememe gelince," dedi
Abed genizden gelen bir sesle. "Tümüyle açık ve saldırgan olabilirsin.
Zaten Gail de bize daima böyle davranmıyor mu? Yani cennette kendime
küçük güzel bir yer kapatıp, yukarıdan sana el sallayabilmek için
debelenen eski moda, bağnaz bir herif olduğumu düşünüyorsan yüksek
sesle söyleyebilirsin. Tenkit edeceksen rahatça et!"
Sabırsızlık ve bulantıyla dump birbirlerinin gözlerine baktılar.
Sabırsız olan, üzerine yağacak söz sağanağını bekleyen Abed'di.
Bıılantılı olansa, ağzından daha beter bir şey kaçabileceğinden
korkarak dudaklarını sıkı sıkı birbirine yapıştıran Ömer. Öteden beri
ne zaman içse dozunu kaçırarak içerdi ve ne vakit dozu kaçırsa, geceyi
kusarak noktalardı.
"Peki, madem duymak istiyorsun," dedi Ömer sabırsızlığın bulantıya
galip geleceğini teslim ettiğinde: "Bazen örümcek kafalının teki
olduğunu düşünüyorum!"
"Ne ne ne?"
"Senin gibi insanlar için Türkçe'de böyle denir. Birisi zamanının çok
gerisinde, muhafazakâr, eski kafalı, gelenekçiyse... ona örümcek kafalı
deriz."
"Ama neden?"
"Neden mi? Nasıl neden?"
Yapay bir soruydu "neden?", Ana-dili denilen o uçsuz bucaksız
17
ama tanıdık dişi-vatanın dingin vadilerine, düzenli mıntıkalarına bir
kere adım attı mı insan kimsenin hiçbir yerde kullanmadığı bir ölü
akçe. Anadilin hudutları içindeyken insan her türlü "neden?" sorusuna
verecek cevabı olduğunu zannederek bütün hayatını geçirebilirdi ta ki
dışarıdan gelen birisi çıkıp da böyle bir soru sorana kadar.
"Yani, 'beynin örümceğinki kadar küçük' anlamına mı geliyor bu? Yoksa
örümcekten ziyade örümcek ağı mı kastediliyor? 'Beynin asırlardır
kullanılmaya kullanılmaya tozlanmış' der gibi. Ama öyle bile olsa,
örümcek kafalı yerine örünıcek-ağı kafalı demezsen pek bir anlam ifade
etmiyor."
Abed'in mantıksal itirazını dinlerken Ömer yeni bir bulantı dalgasının
etkisinde usulca inledi. Zaten açık havada olmasa, açık havaya çıkmak
isterdi şimdi.
"Neyse!" Abed omzunu silkti. "Ne demek istediğini anladım. En azından
bu akşam ilk... aslında ikinci olarak makul bir şey söylemeye çalıştın.
Ben gerçekten de örümcek kafalıyım. Tarantula filan. Ama bu benim için
bir hakaret değil. Hem de hiç değil, çünkü benim kitabımda tamı tamına
'dini bütün' manasına geliyor. Ben dini bütün bir Müslümanım, halbuki
sen yoldan çıkmış bir Müslü-mansın."
"Yoldan çıkmış Müslüman..." diye şevkle tekrar etti Ömer, gözlerinin
önünde bir "yoldan çıkmış Müslüman animasyonu" be-lirip de ona
faniliğin ve fanilerin trajedilerini anlatsın diye bekler-mişçesine
huşu içinde gözlerini kapadı.
Hiçbir şey belirmediği için gözlerini tekrar açmak zorunda kaldı ve
imgenin belirmesini umduğu boşluğu derin bir bıkkınlık hissinin
dolduruşunu izledi. Bıkkınlık koyulaştıkça dünya üzerindeki mütevazı
varlığı için önce babacan bir şefkat, sonra yoldaşlara tıas bir duygu
birliği ve nihayet hızla artan bir acıma hissetti. "Yoldan çıkmış" lafı
tam da onu anlatıyordu, hayatının son beş, on, on beş yılı böyle
geçmişti... kendini ne siyasetin akıntısı ne de bilimin adacığına
konumlandırabilmiş bir siyaset bilimi öğrencisi; evlilik müessesesinin
flora ve faunası içinde nefes almakta zorlanan işin-ace-
18
misi bir koca; kendini evinde hissedememekten mustarip ama artık evinin
nerede olduğunu da bilmeyen bir göçmen; ne İslamla ne de başka bir
dinle ainkası olsun istemeyen bir doğuştan-Müslüman; Tann'nm
bilinebilirliğine değil Tanrı'nın kendisini bilmesine karşı çıkan bir
bilinemezci. Buydu işte. Bütün bunlar ve daha fazlası...
"Hayır ben içmiyorum, bayım. İçmediğim için benimle ne kadar dalga
geçilirse o kadar onurlanıyorum. Öldüğüm zaman yukarıda bildirilecek
hiçbir şeyim olmadığını söyleyeceğim. Chardon-nay ya da Scotch'un
tadını bilmiyorum. Şu rakı denen nanenin tadını bilmiyorum. Ama insanın
üzerinde nasıl koktuğunu biliyorum. Senin sayende ağızlarından çıkınca
nasıl koktuğunu da öğrendim! Ouaghauogh!"
Mide bağırsak sisteminin bu hassas vaziyetinde birinin kusmaktan
bahsetmesinin üzerinde kışkırtıcı bir etki yaratabileceğini esefle fark
eden Ömer'in beti benzi attı.
"Anlamıyorum. Sonunda hepsini çıkartacaksan," diye devam etti Abed
Ömer'in midesini kaldırdığının farkına varmadan, "neden içmeye zahmet
ediyorsun ki?"
"Abed... kes artık... tamam mı?"
"Nedenmiş? Beş saattir sabırla seni dinliyorum, temiz hava, soğuk falan
sayesinde lıazır biraz ayılmışken benim de söyleyecek bir çift lafım
var... En azından sana şunu sorayım: Geçmişte hiç alkol almadığım ve
ileride de hiç içmeyeceğim varsayımı göz önüne alınırsa acaba rica
etsem söyler misin, barlarda ne halt ediyorum?"
"Bilmem," diye homurdandı Ömer sabırsızlıkla. Ama bu yanlış cevap
sadece doğru cevabı vermesi için yapılan baskıyı artırmaya yaradı.
"Elbette bilirsin!"
Ömer'in sağduyusu beş saattir uzo tarafından fazlasıyla hırpalanmış
olsa da. böylesine kat'i bir elbette'nin, olası her türlü itirazı
elbette alaşağı edeceğini görebildiğinden itiraza yeltenmedi.
"Benim için geldin," dedi Ömer içini çeker gibi, sanki bir günahı,
hatta bir dizi günahı itiraf etmenin eşiğindeydi. "Çünkü seni arayıp bu
akşam kendimi iyi hissetmediğimi söyledim..."
19
"Hepsi bu mu? Bir şey daha söylemiştin, hatırlamıyor musun?" "Dedim
ki... kendimi... kuru bir kuyuya atılmış gibi hissettiğimi söyledim."
"Doğru. Kuyul" Abed kollarını havada çırparak zıpladı. Bu zıplama bir
nevi zafer gösterisiydi. Sürmekte olan bir münakaşada ne zaman arzu
ettiği onayı alsa bu hareketi tekrar ederdi, kısmen daima aşırı enerji
yüklü olduğu için ama daha ziyade ruhunun derinliklerinde kendi
boyundan memnun olmadığı için. Epeyce yakışıklı sayılırdı ve elbette
görünümü için Tanrı'ya minnettardı, bir de azıcık daha uzun olaydı. Şu
Leylek Ömer kadar uzun değil tabii, sadece birazcık daha... net olarak
söylemek gerekirse on beş santim. Abed sırf on beş santim daha uzun
olmadığı için kendisine karizma verebilecek her şeyin -geniş bir alın,
kıvırcık saçlar, siyah çarpıcı gözler, hafif kemerli burun ve gamzeli
çene- onu topu topu, su buharı ve karbon monoksitten hidrojen yapmakta
seryum oksit katalizörü kullanımı üzerinde çalışan bir ikinci sınıf
doktora öğrencisi gibi gösterdiğini düşünüyordu.
Arkadaşının basit hareketlerinin ardında yatan çapraşık itkileri
keşfetmek, Ömer'in aklından geçen son şey olduğundan konuşmaya aynen
bildiği gibi, kaldığı yerden devam etti:
"... Gail bunaldığı için ben de bunalmıştım. Bu epeydir böyle, sonunda
bugün bir şeyler içmeden olmayacak bir hale geldim ve seni aradım... Bu
arada bağlantıyı görebiliyor musun Abed? Önce kendini kuru bir kuyuya
atılmış gibi hissediyorsun, sonra da içecek bir şey için damağın
kuruyor, yanıp tutuşuyorsun..."
Gözlerinde alaycı parıltılarla ona bakakaidı Abed, tam olarak ne
yapacağını bilmez halde, bu .serbest abuklama akısından sessizce keyif
almak ile derhal karşı savlarını sıralamak arasında kalmanın
ikircikliliğiyle.
"... Yeniden içkiye başlamamam için yalvardın durdun ama her halükârda
başlayacağımı biliyordun, herhalde yanımda olursan daha güvende
olacağımı düşündün. Bu yüzden gelain. Sonra bu civardaki bütün barları
dolaştık çünkü damıtılmış içkinin mideme o kadar zarar vermeyeceğine
ikna ettim seni, o içkinin de rakı olduğu-
20
na karar verdik. Ama bulamadık. Onun yerine uzo satılan bu barı bulduk.
Tabii bu durum biraz ironik sayılabilir çünkü Yunanlılarla Türklerin
ortak noktası olmadığını zanneden çok insan var yeryüzünde. Ama bak bu
dediğimi bir kenara yaz: bir Türk'ün milli içkisinin yerine uzoyu
koyması... başka bir milletten başka birinin milli içkisi yerine uzoyu
koymasından çok daha muhtemeldir. Aynı şekilde, utanmadan Türk
kahvesine 'Yunan kahvesi' deseler de bir Yunanlının, diğer kahveler
yerine Türk kahvesini tercih etmesi... başka bir milletten... başka
birinin... Türk kahvesini... tercih... tercih etmesinden daha
muhtemeldir... of!"
Ömer İngilizce seviyesinin, demindenberi dikkatsizce sağa sola
dağıttığı kelimeleri gütmesine izin verecek kadar yetkin olmadığını
fark ederek hüsranla inledi.
"Ne demek istediğimi anlıyor musun?" diye sızlandı.
Ama Abed'in anlayacağını biliyordu. Bir yabancının bir başka yabancıyla
ikisine de yabancı olan bir dilde konuşmasının üçüncü en büyük iyiliği
buydu. Birisi İngilizce konuşurken nasıl bir zorlukla karşılaşırsa
karşılaşsın diğeri "kelime-hazinem-ve-gramerim-ol-sa-kuşkusuz-bundandaha-
aklı-başında-şeyler-söylerim" şeklindeki sessiz iddiayı baştan
kabullenir.
"...Sana uzo içebileceğimi söyledim, tabii sen bana kızmışsm-dır çünkü
madem sonunda uzoya razı olacaktım ne demeye rakı bulmak için seni onca
yol yürüttüm..."
"Omar, dostum... önemli değil bunlar," diye boşu boşuna onu
yatıştırmaya uğraştı Abed.
"...Hayır efendim, önemli! Artık hiçbir şey yolunda gitmiyor. Gail'i
mutlu edemiyorum. O kadar uzak ki ulaşamıyorum bile. Mutlu olduğunda
öylesine aşın mutlu oluyor ki, korkuyorum. Hü-zünlendiğinde ise o kadar
aşırıya kaçıyor ki hüznü, çaresiz kalıyorum. Yapabileceğim hiçbir şey
yok... ümidim kalmadı..."
"Gail düzelecek, biz de birbirimize yardım edeceğiz dostum," diye
mırıldandı Abed, başka ne diyeceğini bilemeden. Böyle sıkıntılı
zamanlarda hep yaptığı üzre bir vecize aradı ve bula bula şunu buldu:
"İyi bir dost sütten iyidir."
21
_._______v„ mjı. «.am yuııuıuen nayKiraı Umer, zil zurna
zihinsel sürecine son derece anlamlı gelen bu vecizeye katılarak.
Sonra şaşırtıcı bir biçimde, on küsur dakika boyunca tek kelime bile
etmediler, Davis Meydanı'ndaki tuğla binanın merdivenlerine gelene
kadar. Oraya geldiklerinde Ömer'in yüzü birden bi:.^-tu, sanki
zahmetli, maceralı bir yürüyüşten sonra geldikleri yer gecenin son
bulduğu kendi evi değil de dünyanın son bulduğu gökkuşağının altıydı.
Onun, yalpalayan bedeni ve daha da beter yalpalayan ruhu üzerinde
giderek ağırlaşan duygusal sömürüler uygulamaya muktedir olduğunu gayet
iyi bilen Abed, ayrılırken arkadaşına sıkı sıkı sarılmaktan kendini
alamadı ama bu sevgi gösterisi Ömer'i iyice duygusallaştırmaktan başka
bir şeye yaramadı.
Kucaklamadan kıpkırmızı çıktığında on-dakika-gecikmeli bir yankıyla
yineledi Ömer: "Sütten bile iyi!" Sonra gitti.
Abed arkadaşının uzun uzuvlu, söğüt gövdesinin devasa kapılar ardında
kayboluşunu izleyerek kaldırımda dikilirken Gail'in onun yeniden içkiye
başladığını görünce ne diyeceğini merak edip, bu akşam bunu
engelleyemediği için kendini suçlu hissetti. Derken, önce Ömer, sonra
Gail ve giderek teker teker hepsi için endişelenmeye başladığını
hissetti.
22
Gebe Asur-Babil Tanrıçası
Binanın içinde tuhaf bir koku vardı. Hoş olduğu söylenemezdi belki ama
kötü de sayılmazdı. Kendine has buruk bir koku. Gail'e göre kendine has
buruk kokusu olan binaların kendilerine has buruk hikâyeleri olmalıydı.
Severdi böyle hikâyeleri.
Kış başında taşınmışlardı bu eve.
Kış başında ilk başta planladıklarından çok daha fazla eşyayla
taşınmışlardı bu eve - çift kişilik yatak, iki meşe masa, bir bambu
sandık ve diğerleri: birkaç bin CD (Ömer'in), dört farklı kahve
makinesi (Ömer'in, ama daha ziyade midesinin hâlâ çalıştığı eski güzel
günlerden yadigâr), envai çeşit tütsü (Gail'in), demet demet, tomar
tomar bitki-baharat-ot-çayları (Gail'in), düzinelerce Tanrıça resmi,
birisi sakallı (belli ki Gail'in), bir gümüş kaşık koleksiyonu
(besbelli Gail'in), sonra kitaplar (Ömer'in) ve kitaplar (Gail'in) ve
kitaplar... ve 1920'lerin sonlarında İstanbul'daki vapurlarda
kullanılan, yolcuların tükürmesini yasaklayan bir ilan. Ömer bu ilanı
hafiften çaıpıtıp, şiirselleştirmiş ve aydınlatıcı hikmeti ömürlük bir
düstur mertebesine getirmişti:
Ey yolcu, seni taşıyan vapura asla tükürme!
İlk başlarda Ömer ile Gail muhteşem bir uyumla yanlarına hiçbir şey,
hakikaten hiçbir şey almamak konusunda fikir birliği etmişlerdi.
Anlaşmaya göre yeni evlerine taşıyacakları tek şey kendi fani bedenleri
ile iki İran kedisi olacaktı (her ne kadar son ana kadar Ömer içten içe
onların da geride bırakılacağını umsa da).
Stoacı bir tavırla bomboş bir eve taşınmaya karar vermişlerdi, tüy gibi
hafif yeni bir başlangıç yapmaya. İddialı bir plandı bu, basit ama bir
o kadar yüce. Ömer cafcaflı bir söylev verip, Türklerin çoktan
unutulmuş, Orta Asya steplerine saçılmış atalarının, günü-
23
sil da mutlu, şamanist bir göçebe hayatı yaşadıklarını anlatmıştı
ballandıra ballandıra. Tarihin bir dönemecinde bu gezgin ruhu kaybedip
yerleşik hayatı seçmelerinden, hemen akabinde medeniyet denilen çılgın
yarışta nal toplamalarından ne büyük esef duyduğunu belirterek lafı
bağlamıştı. Oysa göçebeler ne kadar asil ve nasıl da devingendiler. Ne
kapitalist tüketim toplumunun doymak bilmez arzusuyla semiren "daha iyi
bir gelecek" doktriniyle yıkanmıştı beyinleri, ne de duygusallıktan
fersah fersah ırak bir geçmişin duygusal yadigârlarını istiflemeyi
öğütleyen eski-güzel-günler-fetişizmi-ne tutsak düşmüşlerdi. Bir
göçebenin atının terkisinde çoktan miadını doldurmuş, insana faniliğini
hatırlatan tüm o nesnelere, aile albümlerine, çocukluk fotoğraflarına,
aşk mektuplarına ya da ergen günlüklerine yer yoktu. Kimin ihtiyacı
vardı ki o aptalca prangaları oradan oraya taşımaya? Sadece özgürlük,
bütün saflığı ve sadeliğiyle özgürlüktü bir göçebenin atının terkisinde
yolculuk edebilecek yegâne yük.
Bu söylevden epi topu birkaç gün sonra Ömer tezinin ikinci bölümünü
şekillendirmesi icap eden paragraflar labirenti içinde bir aralar bir
kitaptan yaptığı bir alıntıyı -yaptığı sırada şimdikinden çok daha
fazla anlam ifade eden bir alıntıyı- koymak için yer bulmaya
debelenirken kapı paldır küldür açıldı ve içeriye önce tekerlekler
üzerinde biçimsiz bir kutu, ardından Gail, hemen peşi sıra dişi kedi,
ardından erkek kedi daldı. "Bu ne böyle?"
"Sabun filan. Fazla bir şey değil... "
Makul, diye düşündü Ömer. Ne de olsa göçebeler de yanlarında bir kalıp
sabun taşırlardı herhalde. Ama madem ki sabun taşıyabiliyorlardı,
taşınabilir olduğu müddetçe yanlarına mesela birkaç CD almakta da bir
sakınca olmasa gerekti. Salı günü sona ermeden başka başka kıymetli
eşyalar dahil oldu taşınabilir yük listesine -geride bırakılamayacak
kadar sevgili mühim eşyalar "İstisnalar Kutusuna sızıverdi. Derken,
kutuda yer kalmayınca yeni bir kutu daha açıldı, o da doldu kısa
zamanda. Müstesna eşyalar listesi geniş-
24
îecıııcçe yepyeni my gım najıj nayaııarına taşıyacakları Kutu sayısı da
katlandı. Cuma günü bir taşıma şirketi araştırmaya başlamışlardı bile.
Karşılarına çıkan en küçük, en ucuz ilk şirketi ayarladılar. Tesadüf bu
ya, buldukları şirketin adı Dörtnala Nakliyat'tı.
Binanın kokusunu içine çeke çeke girişteki posta kutularına doğru
ilerledi. Orada, etiketlerin üzerinde yazılı onlarca soyadı arasında
kendininkine baktı. Sonunda bulmuştu - noktasız olarak. Şimdi şu anda
dördüncü katta kimbilir ne işle meşgul olan Gail onun burada, bir içki
âlemi sonrası değerli zamanını posta kutuları karşısında dikilip
soyadının etiketlere sığmayacak kadar uzun olmasına ve kaybolan
noktalarına hayıflanmakla geçirdiğini bilse acımasızca dalga geçer ve
tüm bu sahneyi erkeklerin iğdiş edilme korkusunun tezahürü olarak
yorumlardı muhtemelen. İsim kaybetmek söz konusu olduğunda erkeklerin,
isimlerin ne denli uçucu olduğunu daha küçükken öğrenen, öğrenmek
durumunda kalan kadınlara nazaran çok daha korkak çıktığım söylerdi o
her zamanki hafif, daimi uka-lalığıyla.
Peki ama bu yüzden mi istememişti Gail soyadının bu posta kutusunun
üzerine yazılmasını? Ömer Özsipahioğlu şu anda bu mesele üzerine kafa
yoracak durumda değildi. Posta kutusunu açıp içinden bir tomar mektup
çıkardı. Her zamanki ıvır zıvır; her yerden yağan indirim kuponları,
duyurular, el ilanları, kredi kartı teklifleri. Tomarın içinde
yakınlardaki bir kitapçıdan gelen bir katalog vardı, bir de ilaç için
tek ortak noktaları olamayacak kadar ayrı tellerden çalan ama post-punk
çatısı altında toplanan bir avuç kafası-ka-rışık-muhalif-muhtelif
DJ'iri çıkarttığı ultra nihilist ACI ÇEKMİYORSAN YAŞIYOR SAYILMAZSIN
dergisinin ikinci sayısı gelmişti — Ömer derginin bir sene
dayanabileceğine zerre kadar ihtimal vermediği halde yıllık abone
olmuştu. Ama işte hayatta kalma şansı böylesine varla yok arası olduğu
için belki de, dergi her ay çıktığında ilaveten bir sevinç bahşediyordu
okurlarına, her şeye rağmen bir
25
Derginin altında daha bir sürü ilan ve Zarpandit diye birine
gönderilmiş bir mektup vardı...?! Normalde Ömer yanlışlıkla kendi posta
kutularına atılmış bütün zarflan dünyanın en bezgin Korelisi ve aynı
zamanda kapıcıları olan kısa boylu tıknaz bir adama verirdi ama bu
zarfın üzerinde Gail'in soyadı yazıyordu. Peki Gail'in başka bir ismi
mi vardı?
Gün içinde sıklıkla zihnini işgal eden o kahredici soru yeniden dikildi
karşısına. Ne kadar iyi tanıyordu acaba karısını? Aralarında gömülü
sırların ortaya çıkması sadece bir zaman meselesi miydi yoksa birlikte
çok uzun yıllar hatta bir ömür bile geçirseler temelde, hakikatte,
epistemolojik olarak imkânsız mıydı?
İkinci kat. Oflayıp puflayarak çıkmaya koyuldu merdivenleri, bir yandan
da Gail'in geçmişine acaba ne kadar bağlı olduğunu kafasında evirip
çevirerek. Ömer hiç mi hiç bağlı değildi! Sadece ara ara bekârlık
günlerini özlerken yakalıyordu kendisini, bilhassa da sabık ev
arkadaşları Abed ve Piyu'yla birlikte olduğu zamanları.
Mesele Gail'in tepkisinden ürkmesi filan değildi. Ne de olsa Gail, Piyu
ile Abed'in onun için ne denli önemli olduğunu biliyor ve bunu
kabulleniyordu. İstediği zaman gece yatısına ya da birkaç gün kalmaya
eski evine gidebilirdi Ömer. Bu değildi derdi. Şimdi eskisinden daha
mutlu ve evli bir adam olmasına rağmen eski bekâr günlerini özlemesinin
altında daha müphem ve çetrefil bir mesele seziyordu. Belki de suçluluk
duygusu. İnsanın daima özlemini duyduğu o muhteşem, düzenli cinsel
hayata kavuştuğu halde eski tempoda mastürbasyon yapmaya devam etmekten
duyduğu suçluluğa benzer. Doğrusunu söylemek gerekirse daima özlemini
duyduğu o muhteşem, düzenli cinsel hayata kavuştuğu halde eski tempoda
mastürbasyon yapmaya devam ediyordu ama bundan suçluluk duyduğu
olmamıştı şimdiye değin. Ne var ki Pearl Sokağı 8 numarada yaşadığı
bekâr doktora öğrencisi hayatına olan özlemi nüksettiğinde yoğun bir
suçluluk duyuyordu içten içe.
Ama iş bu kadarla kalmıyordu. Zira insanın kansına zaman zaman bekârlık
hayatının özlemini çektiğini itiraf etmesindeki esas
26
tehlike onun neden bahsettiğini anlamaması değil, tam tersine gayet iyi
anlaması ihtimaliydi. Acaba Gaii de yegâne ev arkadaşı Debt:. Ellen
Thompson'la yaşadığı bekâr hayatını özlüyor olabilir iniydi? Ç"»nkü
eğer özlüyorsa hu, ötekinden çok daha başka anlamlara gelebilirdi!
İlk başta Ömer bu konuyu kafaya takmadığını düşünüyordu ve esasında
kafaya taktığını anladığında da artık düşünmemeye karar vermişti. Bu
konulann yakıcı, dikenli meseleler olması bir yana Gail'e sırılsıklam
âşıktı ne de olsa. Hem vaktiyle Gail kulağına şöyle fısıldamamış mıydı:
"Sevgililerimizi elimizden kaçırmaktan ölesiye korktuğumuz için
onlardan gelecek değişime inatla direniriz, oysa belki de aşkla beraber
gelen değişim tek kurtarıcımız olacak hayatta."
Doğrusu Ömer aşkla beraber gelen değişime hazırdı, alışkanlıklarını,
ilkelerini, standartlarını hatta inançlarını yeniden şekillendirmeye
gönüllüydü, tabii böyle şeyleri kalmışsa. Ama şüpheden kurtulmak en
meşakkatlisi çıkmıştı. Bunca zaman sonra iki kadının bir evden çok daha
fazlasını paylaştıkları iddiasının doğru olup olmadığını merak etmekten
kendini alamıyordu hâlâ. Rivayetlerin ima ettiği üzre bir nevi "Boston
evliliği" miydi onlarınki? Debra Ellen Thompson ile Gail eskiden
sevgili miydi, eğer öyleyse nasıl bitmişti ilişkileri, sahi bitmiş
miydi? Bir yarısı cevapları bulmak için yanıp tutuşurken bir yarısı da
fersah fersah kaçmak istiyordu olası tüm cevaplardan. Bulaşmamak daha
iyiydi, uzak durmak tüm bunlardan. Son günlerde ortaklaşa bir gam içine
girmiş olsalar da güneşli bir evlilikleri vardı. Kurcalamamak daha
iyiydi.
Seni taşıyan vapura tükürme, ey yolcu!
Geçmişte kaldıkları müddetçe karısının geçmiş ilişkilerine aldırdığı
yoktu aslında. Gail'in biseksüelliğini tam da böyle görmek istiyordu:
uzun zaman önce sönmüş titrek bir mum alevi - ardında iz bırakmayan
kızamık ya da su çiçeği türünden bir çocukluk hastalığı. Benzetme bir
tarafa, en azından Gail'in Dörtnala Nakliyat'm palas pandıras evlilik
hayatlarına taşıdığı kutular arasına koymadığı eşyalardan biri olarak
görmek isterdi onun geçmişteki ilişkilerini.