BİRİNCİ BÖLÜM - Kadının Yaradılışı ve İçtimai Durumu Kadının Yaradılışı ve İçtimai Durumu 1) Kadının Yaratılışı 2) Değişik Devirlerde Kadın 3) İlk Çağda Kadının Yeri 4) Orta Çağda Kadının Yeri 5) Çağımızda Kadının Yeri 6) İslâm'da Kadının Yeri 7) Kadınlar İçin Eğitim Kolaylıkları 8) Kadının Siyasî Hakları 9) Kadının Miras Hakkı 10) Kadının Şahitliği 11) Netice "(Allah,) sizi tek canlıdan yarattı. Sonra da aynı canlıdan eşini kıldı. Sizin için (deve, sığır, koyun ve keçiden erkekli - dişili olmak üzere) sekiz çift yarattı. Sizi analarınızın karnında üç çeşit karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa geçirerek yarattı. İşte Rabbimiz olan Allah budur. Hükümranlık O'nundur. O'ndan başka ilâh yoktur. Öyleyken nasıl olur da O'nu bırakıp başkasına yönelirsiniz." -Zümer sûresi, âyet : 6-
İslam’da Evlilik ve Aile Hayatı - Abdullah Aydın (BİRİNCİ BÖLÜM)
-
aysyzgije
12 years ago
- DEĞİŞİK DEVİRLERDE KADIN
İnsanlık medeniyetinin temeli, kadın ve erkeğin sosyal hayattaki karşılıklı ilişkilerine dayanır. Bu yüzden tarihin ilk çağlarından devrimize değin felsefecilerin, ilim adamlarının zihnini hep bu sorun meşgul etmiştir . Her devirde uygarlık, erkeğe değerini verirken kadını bundan mahrum bırakmış, hakir görmüştür. Genelde kadının bu hakir durumu, Arabistan'da İslâm dininin bir Güneş gibi doğuşuyla son bulmuştur. Ve o ana kadar hürriyet ve mülkiyet hakkından mahrum bırakılan, hizmetçi seviyesinde bulunan, basit bir eşya gibi alınıp satılan ya da günah ve kötülüklerin kaynağı olarak görülüp varlığına önem verilmeyen bir durumda iken, İslâm dininin gelişi ile hakkı olan üstün değerini bulmuş, sosyal hayatta yerini almıştır.
Çünkü İslâm, toplumun fertleriyle (erkek, kadın ve çocuklarla) ilgilenen ve onları en iyi şekilde yetiştiren bir nizamdır. İslâm, verdiği terbiye ile, insanları cehaletten doğan sapıklıklardan ve dolayısıyla ızdırablardan, huzursuzluk ve şaşkınlıktan kurtarır. İslâm, her şeyden önce erkekle kadın arasında adilâne görev taksimi yapar. Bu taksimde kadın ve erkeğin fıtrî yetenekleri göz önüne alınmıştır. İnsanın yeteneksiz olduğu, yaratılışının gerektirdiği görevlerin dışında çalışması, yaşaması olumsuz neticeler doğurur. Çünkü fıtrat, "Zaman ilerlemiştir yahut geri kalmıştır, bu yüzden zamana ayak uydurmak gerekir." diye bir kaide tanımaz. Fıtratın, zamanla ilgisi yoktur. Nitekim günümüzde zamana uyan modern hayatı görüyoruz; dengesi bozularak hızla ileriye fırlamış, ardından da sâdece kadınları değil, erkek ve çocukları da sürükleyerek ızdırap ve acılara boğmuş, girdapların kolları arasına atarak mahv ve perişan etmiştir. Günümüzün cahiliyyeti, kadın öyle bir hale getirmiştir ki, Allah'ın yarattığı fıtrat yolundan sapıtmasının bir neticesi olarak, kadını arada mahvolan üçüncü bir cins haline getirmiştir. Kadın başı boş olarak sokağa çıkıp sınırsız bir özgürlük havasına kapılınca, toplumda umumî bir bedbahtlık olmuş, ne ev, ne aile ne de istikrar diye bir şey kalmış. Sonuçta da kadın, kadın olmaktan çıktığı gibi, erkek olmak arzusuna da kavuşamamıştır. Ortaya şaşkınlıkla beraber dehşet verici bir şey çıkmıştır:
Kadınla erkek arasında olan bir üçüncü cins doğmaktadır. Bu, kadınlığının değerini bilmeyen kadına bir ceza olduğu gibi, ona toplumda yerini vermekte ya tefrite ya da
ifrata kaçmış olan cemiyete de bir cezadır. Günümüzün sözde medeni, gerçekte ise cahil olan insanları bunu anlayamamaktadır. İslâmdan başka hiçbir sistem ve nizamın kadına gerçek ve fıtri yerini, değerini veremediğini, veremeyeceğini de anlayamamaktadırlar. İslâmiyetin kadına verdiği değer ve üstünlüğü anlayabilmek için tarihin en eski devirlerinden başlayarak günümüz Avrupa'sına gelinceye kadar örnekler vermek suretiyle mukayese etmemiz gerekir.
-
aysyzgije
12 years ago
- İLKÇAĞDA KADININ YERİ
Eski Yunan ve Romanın kültür sanat ve fende ilerlemiş, ilkçağdaki toplumlar için de en üstün medeniyete sahip olmalarına karşın, kadına bakış açıları oldukça geridir. Kadını çok aşağı bir seviyede gören Yunan ve Roma toplumlarında kadın, insanlık üzerine sâdece bir yük olarak addedilirdi. Onlara göre; kadının tek amacı, erkeklere hizmet etmekti. Kadın, çocukluğunda ise erkek çocuklarının himayesi altında yaşamak zorundaydı. Platon, Yunan toplumuna her ne kadar kadının değerini anlatmak istemişse de, fikirleri hiçbir zaman teorik bir vaazdan öteye geçememiştir. Yunan toplumunun kadınlar hakkında ileri sürdüğü görüşler mantığın kabul edemeyeceği derecede tutarsız ve gülünçtür. Onlar kadın için: "Yılan sokmasının ve yangının bir çaresi vardır. Fakat kadının kötülüklerinin çaresi yoktur," diyorlar, böylece kadını kötülüklerin baş müsebbibi olarak addediyorlardı. Yunan toplumunda evlilik hiçbir zaman kutsal değildi. Evliliğin amacı, sâdece politikti. Yani devletin güçlü bir savunma için her zaman güçlü, sıhhatli, gürbüz çocuklara ihtiyacı vardı. Bunun temini de kadınlara aitti. Hatta Yunan kanunlarına göre; yaşlı olan bir koca, genç karısını, orduya gürbüz çocuklar sağlamak için, genç ve sıhhatli erkeklere takdim edeceklerdi. Roma toplumunda da kadın çok aşağı bir seviyede tutuluyordu. Aile reisi olan erkeğin ve erkek çocukların kadın üzerinde tam bir yetkileri vardı. Erkek, karısını istediği anda kovabilirdi. Baba, kızını istediği erkekle evlendirmek yetkisine sahih olduğu gibi, istediği anda boşatmak yetkisine de sahipti. Fakat babanın kızını boşatma hakkı sonradan erkeğin karısını isterse öldürebileceği şekline dönüştü. Zaten 520 yıllarına kadar Roma toplumunda boşanma sistemi diye bir şey bilinmiyordu. Roma toplumunda sâdece kadını köle gibi kullanma amacı vardı. Erkeğin menfaatları için çalışan, zavallı bir köleydi kadın . Gerek Roma, gerekse Yunan gibi iki uygar toplumda kadın medeni hukuk ve kanuni haklardan tamamen yoksun olarak bulunuyordu. Hiçbir meselede şahitliği kabul edilmiyordu. Aynı dönemde Mezopotamya'da durum kadının lehine gibi görülmektedir. Buna rağmen o dönem Mezopotamya'sında uygarlığın en ileri safhasında bulunan Sümerler'de kadın, her ne kadar kanun nazarında erkekle eşit haklara sahip oluyorsa da, boşanma halinde, kocası tarafından nehire atılmak suretiyle öldürülmekle yine gerçek değerine ulaşamıyor.
Yine aynı dönem Mezopotamya'sında Babil'lilere Hz. İbrahim'in peygamber olarak gönderilmesi, Babil'in köhne kanun ve âdetlerini yıkmış, böylece Allah'ın çizdiği hudutlar dahilinde kadınları şerefli olarak kılmıştır. Fakat bir süre sonra Babil halkının Allah'ın hükümlerini unutup terketmesi sonucu, kadınlar da kazandıkları şerefi tekrar kaybettiler. Mısır'da ise kadının durumu korkunçtur. Firavunlar döneminde kardeşler arası evlenmenin geçerli olduğu ve Firavunların kız kardeşlerini helal eşler ilân edip sayısız kadınlarla yaşadıkları tarihte kaydedilmektedir. Bazı sosyologlara göre; yakınlararası evlenme, mal ve miras endişesi yüzünden çıkmıştır. Firavunlar ise, tahtlarını başkaları ile paylaşmamak için kızkardeşlerini yabancılara vermemiştir. Hz. Musa'nın doğumuna yakın müneccimlerin, bir peygamberin gelip kendisini tahtından edeceğini söylemeleri üzerine o devrin Firavunu, kehanetin gerçekleşeceği yılda doğan tüm erkek çocuklarını öldürtmekle, tarihin kaydettiği en korkunç zulmü yapmıştır. Böyle zalim Firavun'ların ilahlık taslayarak, başta aile sistemi olmak üzere her türlü faaliyetleri kendi akıllarından çıkardığı hükümlere göre düzenlemeleri, kadınları korkunç zulme maruz bırakmıştır.
Hz. İbrahim'in peygamber olarak gönderildiği dönemde, Filistin bölgesinde de Hz.Lût tebliğ görevini ifa etmeye çalışmaktadır. Hem de öyle bir kavme ifa etmeye çalışmaktadır ki o kavim sapıklığın en alasını sergilemekte en ufak bir utanç duymuyor. Erkekleri erkekleriyle, kadınları da kadınlarıyla cinsel ilişki kuran bu sapık toplum, o dönemde bir türlü doğru yola girmedikleri için, gökten üzerlerine taş ve ateş yağdırılmakla ilâhi cezaya çarptırılmış, böylece helâk olmuşlardır. Günümüzde "cinsel özgürlük" yaygaraları altında o dönemin sapık ilişkilerinin propagandası yapılarak, mitinglerin düzenlenmesi, halen insanın kendisini insan olarak bilmediği anlamına gelir. Nitekim eski Lût kavminin yaşadığı sapık zevk âlemlerinin aynısı bugün Yunanistan'daki bir kasabada yaşanmaktadır. Dünyadaki sapıkların (homoseksüel ve sevicilerin) bu yörenin sapıklarıyla buluştuğu ve en iğrenç şekilde zevk âlemleri yaşadığı bilinmektedir.
-
aysyzgije
12 years ago
- CAHİLİYYE DÖNEMİ ARABİSTAN'DA KADININ YERİNİ
İslâmiyetten önceki Arabistan'da kadın, kötülüğün sebebi olarak düşünülürdü. Bu yüzden, kız çocuklarını diri diri toprağa gömüp öldürmek suretiyle kadını aşağı gören Arap toplumunda kadın hayat hakkını tamamen kaybetmekte. Araplar için oğlan çocuğunun doğması bir şeref iken, kız çocuğunun doğması da bir utanç olurdu. Bundan ötürü de kızlarını diri diri gömmek suretiyle öldürürlerdi. Ashabtan biri cahiliyye devrinde iken yani İslâmı kabul etmezden önceki bir hareketini ağlayarak şöyle anlatırdı:
- "Beni çok seven küçük bir kızım vardı. Onu çağırdığım zaman, sevinçle koşar, yanıma gelirdi. Bir gün yine onu çağırdım. Eskisi gibi sevinçle koşup yanıma geldi. Ve beni takip etti. "Baba" diyerek yüzüme gülüyordu yavrucak. Sonra onu bir kuyunun yanına götürdüm. Ve içine attım. İçine atarken "baba" diye haykırarak ağladı."
Araplar kızlarını canlı bıraktıkları takdirde de, haklarını ellerinden alırlardı. Arap toplumunda erkekler için evlilikte sınır yoktu. İstedikleri kadar kadınla evlenir ve istedikleri zaman da onları boşayabilirlerdi. Defalarca da boşasalar istediği zaman tekrar birleşebilirlerdi.
Kadın, hayatı boyunca kocasına hizmet etmek zorundaydı. Öldükten sonra da kocasının varisleri, üzerine tam hak sahibi olurlardı. Öyle ki, onu istedikleri biriyle evlendirebilir ya da onun istediği biriyle evlenmesine engel olabilirlerdi. Ayrıca dul kalan kadının mal ve servetini ona mal etmemek için, tekrar evlenmesine müsaade etmezlerdi.
Arap toplumunda kadının miras hakkı yoktu. Kocası ölen kadın, kocasının malına (eğer kocasının varisleri vermediği takdirde) sahip olamazdı.
İslâm, kadına miras hakkını verdiği zaman, Araplar büyük şaşkınlık içine düştüler. Onlara göre, bir kadın ata binemez, kendisini müdafaa edemezken mülkün yarısına nasıl varis olabilirdi?
-
aysyzgije
12 years ago
- ORTAÇAĞ'DA KADININ YERİ
Hz. İsa'nın doğumundan başlayıp Fatih Sultan Mehmet Han'ın İstanbul'u fethine
(1453) kadar süren dönem, Orta Çağ olarak anılır. Bu dönemde tahrif olunarak hak kitap olmaktan çıkan Tevrat kadını kötülüklerin kapısını açmakla günahların müsebbibi olarak addederken lânetliyor. Tevrat'ın bu korkunç hükmü, Ortaçağ Yahudi toplumunda kadına tarifi imkânsız zelil bir hayat getirmiştir.
Muharref olan Tevrat, kadını kötülüklerin kapısını açmakla suçlarken, bu suçlamayı, Hz. Adem (A.S.) ve Havva hikayesine dayandırır.
Yahudilere göre; Hz. Adem (A.S.) , eşi Havva kendisini kandırmayana kadar, Allah'a itaatkâr olduğu için, mesut bir şekilde cennette yaşıyordu. Fakat eşi Havva, yasak meyveyi yemesi için onu kışkırtınca, Hz. Adem de eşinin tahrikiyle yasak meyveyi yiyerek Allah'ın emrine: karşı geldi. Sonuçta da Allah'ın kendisine bahşettiği lütuflardan yoksun kalarak cennetten çıkarılıp dünyaya sürüldü.
İşte muharref olan (tahrif olunarak hak kitap olmaktan çıkan) Tevrat, bu hadiseye dayanarak bütün suçu Havva'ya yüklemekte tüm kadınları suçlamakta, hatta daha da ileriye giderek lânetlemekte, ve doğum esnasında çekilen sıkıntıların bu yüzden olduğunu iddia etmektedir.
Muharref Tevrat'ın bu korkunç hükmüne göre kadın, kıyamet gününe kadar kayıtsız şartsız erkeğin hükmü altında yaşayacaktı. Yahudi kanunları kadına kocasının ölmesi halinde ikinci bir evliliği yasaklamakla, onu miras hakkından mahrum bırakmakla kölelik zinciri altına alıyordu. Kadın ancak babasının mirasına sahip olabilirdi. O da kendisinden başka bir varis olmadığı takdirde. Tevrat'tan sonra tahrif olunarak hak kitap olmaktan çıkan İncil de, bu hususta Tevrat'tan pek geri kalmaz. O da Hz. Adem ve Havva hikâyesine dayanarak kötülüklerin kapısını açmaktan ötürü kadını suçlar. Bu suçlamada Tevrat'ı izleyen İncil'in kadına karşı davranışı daha da kötü olmuştur. Hristiyanlık, erkeği yoldan çıkaran kadını şeytan olarak görür, bu yüzden de onu lânetler. İngiltere'de Kral 8. Hanri'nin girişimleri sonucu 1547 yılında parlamentodan çıkan bir kararla sona erdirilinceye kadar İngiltere'de kadın, kötü ruhlu, murdar bir mahlûk sayıldığından İncil'e el sürmesi ve onu okuması yasaktı. Boşanma ve boşanmadan sonra ikinci evliliğin yasak kılındığı Hristiyanlığın bu hükmü, halen günümüzde Katolik Mezhebince yürütülmektedir.
Ortaçağın en güçlü devirlerinden biri olan Bizans İmparatorluğunda kadın, o kadar iğrenç, zelil bir duruma getirilmiştir ki, Bizans şehirlerinin fahişelerin istilasına uğramaması için, imparatorluk onlara vesika ve numaralar vermek zorunda kalmıştır. 7. Asra kadar insan olup olmadığı hususunda tartışmalara bile gerek görmeyen kadının durumu. İslâm dininin gelişi ile birdenbire değişir. İslâmiyet, Arabistan'da bir güneş gibi doğmakla önce Arabistan'a, sonra tüm dünya ülkelerine ışık tutacak fikir ve sistemleriyle mükemmelliğini ortaya koyar. Bu mükemmel hak dinin getirdiği hükümlerde kadın da sosyal hayatta gerçek yerini ve değerini buldu.
Çünkü İslâma göre; kadın ve erkek, birbirleri üzerine hüküm koyucu iki cins değil, Allah'ın koyduğu sınırlar dahilinde O'nun hükümlerine boyun eğen ve yer yüzünde iyilik peşinde yarışan iki kutsal varlıktır.
O dönemde İslâmiyetin kadına getirdiği üstün ve gerçek hayatı, insanlık ne Orta Çağ'da ne Yeni Çağ'da (1453 -1789), ne de günümüzde getirebilmiştir.
-
aysyzgije
12 years ago
- ÇAĞIMIZDA KADININ YERÎ
Fransız ihtilaliyle (1789) Avrupa'da yapılan Reform ve Rönesans hareketlerinden başlayarak günümüze değin aşama aşama serbestlik zincirini kıran kadın sınıfı, kazandıkları bir takım sosyal haklara karşın, sınır haricinde başıboş yaşamakla manevi değerlerini tümüyle yitirmiştir.
Bugün içinde bulunduğumuz 20. asırda kapitalist ve sosyalist ülkelerde kadının durumu gâyet bariz bir şekilde ortadadır.
Dünyadaki tüm sosyal hadiselerin temelini ekonomiye bağlayan kapitalizm ve sosyalizm, kökte materyalizme bağlı iki zulüm düzeni oldukları halde, birbirlerini zalimlikle itham etmek suretiyle, insanları aldatarak gönüllerini haktan sapıtma yollarını denemektedirler . NATO ve Varşova Pakt'ları ile dünyayı iki büyük safa ayıran her iki sistem de, kadını sâdece kendisinin mutlu edebileceğini söyleyerek ortaya bir takım öneriler sürmüş, çözüm yollan getirmiş, sonuçta her ikisi de birbirlerinin insana, özellikle kadına bakış açısının insafsızlığını en iyi şekilde dile getirmiştir.
Kapitalizm, üretimde maliyet sorunu halledebilmek için «kadınlara ekonomik özgürlük» diye yaygaralar kopararak kadını kandırıp yuvasından almış, böylece onu yaratılışının gerektirdiği vazifelerin dışında kaba işlerde çalıştırmakla sömürmüş, sonuçta da aile yapısını bozmuştur. Kadına ekonomik özgürlük vermekle aile yapısını bozan Kapitalizm, «cinsel özgürlük» vermekle de kadını herkesin kullanabileceği ortak bir mal haline getirmiştir.
Sosyalizm ise kadını erkekle eşit tutarken, kadının fiziki yönünden erkekten daha güçsüz olduğunu kabul etmiyor ve üretimde kadını erkekle birlikte çalışmaya zorlarken kadına zulüm ediyor. Nikâh bağını koparmakla da aile kudsiyetini red ediyor. ve kadına hudutsuz bir cinsel özgürlük tanıyor. Kadını zorla fabrikada çalıştıran, cinsel hürriyet diye herkesin kullanacağı ortak bir mal haline getiren sosyalizm, farkında olarak ya da olmayarak kadına en büyük zulmü yapmaktadır. Gerek kapitalist gerek sosyalist ülkede kadın mutlu değildir. Devamlı bir arayış içindedir. Manevi değerini bulmanın arayışı içindedir. İslâmın dışında tüm sistemler eşitlik palavrasıyla kadını sömürürken, sâdece İslâmiyet kadına gerçek değerini vermekle onu yüceltmiş, sosyal hayatta hakkı olan yerini vermiştir.
-
aysyzgije
12 years ago
- İSLAMDA KADININ YERİ
İslâm dini gelmeden önce, tüm dünyada kadın hakir ve zelil bir durumda idi. Fakat İslâm, bir güneş gibi Arabistan'da doğmakla, erkek - kadın felsefesindeki gerçek ve adil görüşünü ortaya koydu. İslâma göre hayat hakkı yalnız erkeğe mahsus değildir. Eşit oranda kadın da aynı hakka sahiptir. Erkek gibi kadının da yaratılış gayesi vardı. Ve bu gaye, kadını, erkekle hemen hemen aynı haklara sahip kılıyordu, İslâm, bu hakları kadının dinden almaya çalışanların âhiret gününde hesap vereceklerini bildirmekle onlara ikazda bulundu. Hz. Muhammed (S.A.S.) tüm insanlara bildirmekle görevli olduğu İslâmı en önce Mekke'de yaymağa çalışırken, karşısında müşrik ve münâfıkların saçtıkları fitne ve fesad tohumları yanında, zülümkârane davranışlarına, Allah'ın yardımıyla cesareti; karşı koydu. Ve bugün tüm dünyaya ışık tutan mükemmel fikir ve sistemlerini kabul ettirdi. Kuşkusuz İslâmın yayılması için mücadelede sırf erkekler rol almamıştır.
Erkeklerin yanında kadınlar da rol aldılar. Demek ki, İslâm, devlet ve cemiyetin koruma işini erkeklere yüklediği gibi, kadınların da kendi evlerinde mücadele etmelerini emrettiği bir gerçektir. Bu gerçek İslâm'ın, toplum da kadının statüsünü yükselttiğinin açık bir belirtisidir.
Muhakkak ki kadınlar da erkekler gibi İslâma hizmet edecekler. Fakat İslâm bu hizmeti kadınların en iyi şekilde evlerinde yapmalarını daha uygun görmüştür. Çünkü İslâmda kadın ve erkeğin görevleri ayrıdır. Ama mükafatları aynıdır. Hiçbir durumda kadının eşit hakkı kaybolmaz.
İslam her ne kadar kadının yerinin evi olduğunu bildirmişse de, yine de sosyal faaliyetlere katılma hakkını elinden almamıştır. İslam, kadını toplumun faydalı bir üyesi kılmakla, onun şerefini daha da yükseltir. Çünkü İslam kadına ilim öğrenmeyi farz kılmakla kadına tahsil yapma hakim vermiştir. Böylece kadın kendi sahasında bir uzman olabilir. İslâma ters düşmemek ve İslamın kadınlar için koyduğu hükümlere uymak şartıyla öğretmen olup kadınları eğitebilir. Halkı eğitici konularda yazarlık yapabilir. Yine doktorluk yaparak insanlık için hizmette bulunabilir. Nitekim Hz. Muhammed (S.A.S.)'e ilk biat eden kadınlardan olan Kureyşli Şifa Hatun, Devr-i Saâdet kadınlarının ileri gelenlerindendi. Halife Hz. Ömer (R.A.) fikirlerine önem verip değerini takdir ettiği Şifa Hatun'un hatırım sorar ve çok kere çarşı ve pazarları kontrol vazifesini ona verir ve onun uhdesine tevdi ederdi. Ancak şu gerçeği de unutmamak gerekir ki en iyi, en verimli netice, herkesin yaratılışına uygun işler görmesiyle elde edilir.
-
aysyzgije
12 years ago
- İSLÂMIN KADINLAR İÇİN TANIDIĞI EĞİTİM KOLAYLIKLARI
Daha önce İslâmın erkeğe ilim öğrenmeyi farz kıldığı gibi kadına da farz kıldığını söylemiştik. Bu yüzden kadın eğer eğitim ve öğretimden mahrum kalmışsa, bu hakkını kocasından isteyebilir. Eğer koca tahsilli ise, bu eğitimi karısma kendi vermelidir. Tahsilli değilse, o zaman kadın kocası izin vermese dahi ilim öğrenmek için toplantılara katılabilir veya herhangi bir eğitim müessesini ziyaret edebilir. Çünkü kadın, problemini çözme hususunda kocasının haklarının önüne geçer. Görüldüğü gibi İslâm, kadınların bilgi kazanmaları için bütün kolaylıkları sağlamaktadır. Bu kolaylıklar, kadını cehaletten kurtarmış ve onun durumunu yükseltip şerefli kılmıştır.
Eğitim, ve öğretim görmüş olan kadınlar, sosyal faaliyetlerde bulunarak halkı eğitici ve öğretici hususunda büyük yardım yapmışlardır. Nitekim Devri Saâdet zamanında Hz. Ayşe hukuk, şiir ve edebiyat Arap tarihi ve onun hiyerarşisi konularında üstün bir bilgiye sahipli. Çeşitli hastalıkların ilaçlarını ve tedavilerini bilecek kadar tıp ilmine de vakıf olan bu yüksek şahsiyetli kadın, hesap konusunda da o kadar yetenekliydi ki Ashâbı Kiram, miras meselelerinde ona danışırlardı. Birçok hadis rivâyet etmiş olan Ümran binti Abdurrahman ve o devrin büyük hukukçusu olan Zeynep binti ebi Selma'yı Hz. Ayşe (R.A.) yetiştirmiştir.
Hz. Ayşe (R.A.) , Resûlullah Efendimizden çok şeyler öğrenmiş ve bu öğrendiklerini, Peygamberimiz (S.A.S.)'ın vefatından sonra yaşadığı elli yıl zarfında cemiyete aktarmak, müslüman kadınlara öğretmekle bir rehberlik kaynağı olmuştur, İslâm hukukunun dörtte birinin onun tarafından nakledildiği rivâyet olunur.
Ümmü Atiye, Hz. Hafza, Hz. Ümmü Habibe, Hz. Safiye, Hz. Meymune, Hz. Fatma, Fatma binti Kays, Ümmü Derda, Ümmü Yusuf, Atika binti Sait ve Ümmü Eymen (R.A.) . . Bu kadınlar o devirde İslâmın yetiştirdiği büyük kadınlardı. Hepsi de birer hadis alimi ve hukukçuydular. Bu zeki ve tahsilli kadınlar, İslâmi öğretimin tahakkuk etmesine ve toplumun medenî seviyesinin yükselmesine çok büyük yardımlar yapmışlardır.
Ashap devrinden sonra da İslâm aleminde ilim tahsil edip va'z ve fetva verme işleriyle meşgul olan kadınlar çoktur. Bunların içinde büyük hukukçu olan Fâtıma Fatine ve Bağdat'lı Fâtıma meşhurdur.
-
aysyzgije
12 years ago
- İSLÂMDA SİYASİ HAKLARI
Kadının siyasî haklarına Kur'anı Kerim'de açıkça işaret edilmemektedir. Ancak, dolaylı olarak işaret eden âyetler vardır. Gerek Kur'an ve hadislerdeki deliller gerekse İslamın ilk devrelerindeki tatbikatı, çeşitli şekillerde yorumlandığı için birbirinden farklı hükümler konulmuştur.
Kadının siyasî hakları hususunda ortaya çıkan üç görüş vardır.
a) Devlet başkanlığı da dahil kadın tüm siyasi haklara sahiptir.
b) Kadın hiçbir siyasî hakka sahip değildir.
c) Kadın seçme hakkına sahiptir, fakat seçilme hakkına sahip değildir.
Birinci görüşün sahipleri; kadının siyasî haklarına dolaylı olarak işaret eden âyetlere ve açıkça temas eden hadislere dayanarak, «Kadın hiçbir siyasî hakka sahip değildir»
görüşünü kabul etmiyor. Her ne kadar bu görüşün sahipleri kadına hakimlik, kadınlık, alış-veriş konularında ve vasiyette vekil olma, evkaf işlerine nezaret etme gibi bazı memuriyetlerde bulunma hakkını veriyorsa da, bunların siyasetle hiçbir ilgisi yoktur. Bu görüş üzerinde yapacağımız izahlar, birinci ve üçüncü görüşlerde ele alınacağından ikinci bir tekrarı gereksiz bularak diğer görüşlere geçiyoruz:
«Devlet başkanlığı da dahil kadın tüm siyasî haklara sahiptir» görüşünün sahipleri, kanıt olarak Tevbe sûresinin 71. âyetini gösterirler.
«Mümin erkeklerle mümin kadınlar, birbirinin dostları ve yardımcılarıdır. Onlar iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar.»
Bu âyeti celilede «iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak» vazifesini mümin erkekler gibi, kadınların da ifa edebileceği beyan edilmektedir. îşte bir inci görüşün sahipleri bu âyeti celileye dayanarak bu işin; devlet başkanlığı da dahil siyasetin kapsamına girdiğini ve millet adına, memleket çapında yapmaktan başka bir şey olmadığını, bu yüzden kadının da bunu yapabileceğini söylemektedirler. Biz bu görüşü, «iyiliği emretmek, kötülükten vazgeçirmek» görevinin her mümine kendi gücü dahilinde üstüne düşen bir vazife olduğunu, bu yüzden de bu âyeti celileye dayanarak kadının devlet başkanı olacağı sonucunu çıkarmanın mümkün olamıyacağını söyleyerek red ediyoruz.
Bu görüşün sahipleri ayrıca Saba Melikesi Belkis'i delil olarak öne sürerler ki, bu tamamen tutarsız bir delildir. Çünkü Saba Melikesi Belkis, Süleyman Peygambere tabi ve teslim olmadan önce bir devlet reisi idi ve hak dinde olmayıp güneşe tapardı. Süleyman Peygambere teslim olunca hak dine girmişti. Bundan sonra onun Melike olması, Kur'an'da bahis konusu değildir. Bu yüzden hak dine girmeden önce ateşperest olan bir kadının durumu (devlet reisliği), müslümanlara delil olamaz.
Kaldı ki Hz. Muhammed (S.A.S.)'ın bu konuda açık olan hadisleri mevcuttur. Daha önce de açıkladığımız bu hadisi şerifi, kadının devlet başkanı olamayacağını açıkça ifade etmektedir.
Allah 'ın resulü, İran kisrasının kızı Boran'ın devlet reisliğine getirildiğini duyunca şöyle buyurmuşlardı: «idarecilerini kadına tevdi eden bir millet, asla muvaffak olmaz.»
«Kadın, seçme hakkına sahiptir, fakat seçilme hakkına sahip değildir,» görüşünün sahipleri, delil olarak peygamber efendimizin şu hadisi şerifini gösterirler:
«idarecileriniz en hayırlılarınız, zenginleriniz de cömertleriniz olursa ve işleriniz aranızda meşveretle yürüyünce yerin üstü, sizin için yerin altından hayırlıdır. Fakat idarecileriniz en kötüleriniz, zenginleriniz de cimrileriniz olur ve işleriniz kadınlarınızın emir ve havalesinde bulununca, o zaman yerin altı sizin için üstünden daha hayırlıdır.»
Bu hadisi şerife dayanarak kadının devlet reisi, bakan, milletvekili ve senatör üyesi olamayacağını ileri sürenler, ayrıca «Erkekler, kadınlar üzerine hakimdirler.» mealindeki Nisâ sûresinin 11. âyetine dayanarak kadının başbakan, bakan ve millet vekili gibi devlet idaresinin en yüksek uzuvlarını teşkil eden parlamento üyesi olamayacağını söylerler ve şöyle devam ederler:
Bu yüzden diğer hukuki muamelelerde vekil olabilen kadının bu yetkisi, parlamento üyeliği kapsamına alınmaz. Aslında kadın görev ve sorumlulukları yönünden erkekten farklıdır. O, bir erkek gibi askerlik yapmakla ve savaşa iştirak etmekle mükellef değildir. Öyleyse erkeğe tanınan her hakkın, kadına tanınması caiz olmaz. Çünkü Kur'anı Kerim'de Hz. Muhammed (S.A.S.)'in zevcelerine ve dolayısıyla da tüm müslüman kadınlara evlerinde sükun ve huzur ile oturmaları, cahiliyye devrinde olduğu gibi laubali bir şekilde erkekler arasında gezinmemeleri emrolunmaktadır. Cuma, bayram, cenaze namazları ve cemaatle namaz kılmak gibi ibâdetlerin kadınlara farz kılınmayışının sebebi olan «cinsi ahlâkı korumak» hükmüne göre parlamento üyeliği umumi ve erkek meclislerine katılmayı öngören hususlar, kadınlar için mahzurludur. Kadının parlamento üyesi olmasından amaç, haklarını korumak ise, bunu neşir organlarıyla yapabilirler. Hem parlament onun sâdece Allah'ın tayin ettiği sınır ve hükümler dahilinde yetkisi olduğu unutulmamalıdır.
Bu görüşün sahiplerine söyliyeceğimiz bir şey yok. Çünkü İslâm hukukuna göre kadının devlet başkanı veya millet vekili olabilmesi, ilmi yönden zayıf bir görüş olarak kabul edilmiştir.
Bu yüzden «Kadın seçilme değil, ama seçme hakkına sahiptir» görüşünü ileri sürenlere, dini delillere, aklî ve mantıkî izahlara dayanarak biz de katılıyoruz. Ve onların «Kadın seçme hakkına sahiptir» görüşü üzerinde ileri sürdükleri delilleri aktarıyoruz. Kadının parlamento üyesi olmasını yasaklayan deliller, onun seçmen olmasını yasak kılmaz. Bu durumda onun seçmen olması,en tabu hakkıdır. Nitekim Hz. Muhammed zamanında ve ondan sonraki devirlerde devlet idarecisinin seçilmesi bey'at etmekle olurdu. Bey'at etmek, tokalaşmak şeklinde olurdu. Resûlullah Efendimiz ashabın kadın ve erkeklerinden bey'at almıştır. örnek; Akabe Bey'atleridir. (*)
Bazıları bu bey'atlerin siyasî olmayıp dini olduklarını ileri sürerler. Bu kesinlikle doğru değildir. Çünkü Resûlullah'ın kadınlarla bey'atini emreden Mümtehine sûresinin 12. âyetinde bazı dini hususlar sayıldıktan sonra peygambere hitaben:
«Emredeceğin herhangi meşru bir hususta sana asi olmamaları...» diye zikrolunur. îste bu hitab, Resûlullah'ın devlet başkanlığı ile ilgili emirlerini ifade eder.
Ayrıca Hz. Muhammed'in ashabıyla yaptıkları bey'atlerini siyasetle ilgili olduğunu
gösteren bir husus da, onun buluğa ermemiş çocuklarla bey'at etmemesidir. Içte kadının bey'ati, onun seçme hakkına sahip olduğunun bir kanıtıdır.
Resûlüllah'ın zevcelerinden Ümmü Seleme, Peygamber Efendimize Hudeybiye gününde müşkil bir durum hakkında fikir beyan ederek yol göstermiş, peygamber de zevcesinin fikrini beğenerek onun sözüyle hareket etmiş ve müşkili halletmiştir, (1) Bu. idari ve siyasî bir işti. Yine Resûlullah'ın amcası Ebû Talib'in kızı Ümmü Hani, Mekke'nin fethi gününde müşriklerden birine eman (yani İslâm ülkesine girme vs orada güven içinde olmak iznini) vermiş, Resûlullah Efendimiz de bunu kabul etmişti.(2) Bu da, idarî ve siyasî bir işti.
Hz. Ömer'in vefatından sonra halife seçimiyle görevlendirilen Abdurrahman b. Avf, halifeyi tayin ve tesbit için Medine balkının fikirlerine müracaat etmiştir ki bu arada kadınların fikrine de başvurmuştu. (3)
Yine Hz. Osman'ın şehit edilmesi üzerine Peygamberimizin zevcesi Ayşe anamızın Hz. Osman'ın kanım talep ettiğini ve bu işi savaşa kadar götürdüğünü, kendisinin Cemel Hadisesinde ordunun önünde bulunduğunu bilmekteyiz. Bu, doğrudan doğruya idare ve siyasete karışmaktır . Ki bu yüzden ashabın bir kısmı Hz. Ayşe'nin bu hareketini doğru bulmamıştır. Hz. Ayşe anamız da sonradan bu hareketini doğru bulmayıp pişman olmuştur.(4 )
Sonuçta diyebiliriz ki, kadının yaratılışı ve ruhî karakteri kesinlikle siyasetle bağdaşmaz. Her ne kadar tarih süresince ve günümüzde kadın, siyaset alanında bazı yüksek makamlar işgal etmişse de, bu sahada büyük işler görmüş değildir. İslâmiyet ise, kadını devlet reisi ve parlamento üyesi gibi devletin yüksek makamlarını işgal etmesini menetmiştir. Ancak siyasi olmayan memuriyetlerde bulunabilir, hakim olabilir, alış-veriş konularında ve vasiyete vekil olabilir, vakıf işlerine bakabilir.
Kısacası İslâmiyet, kadına hukuki muameleler de vekillik verebiliyor, ama devlet idaresinde vekillik vermiyor. Fakat onu seçmen olma hakkından da mahrum etmiyor.
(1) el-İsabe, c: s:440
(2) Müslim c: 1, s:498
(3) El-Mevdudi, Nahre'd-düst üri'l-İslami, s:74
(4) Buhari c: 8,97
-
aysyzgije
12 years ago
- İSLAMDA KADININ MİRAS HAKKI
«Ana ile babanın ve yakın akrabanın bıraktığından erkeklerin bir payı olduğu gibi, kadınların da bir payı vardır.»
- Nisâ sûresi, âyet: 7 -
İslâmdan evvel Araplarda ve İslâm olmayan toplumlarda kadın genelde miras hakkından mahrumda. Hammurabi kanunlarına göre, babanın bıraktıkları erkek çocuklar arasında eşit olarak taksim olunur, kızlar varis olamazdı... Çinlilerde ise ancak erkek evladın olmaması halinde kızlara bu hak tanınıyordu. Hint toplumunda kız, varis olamazdı. Miras erkek çocuklar arasında pay edilirdi. Ancak en büyük oğul bir az daha fazla pay alırdı. Yahudilerde ise erkek evladın olmaması halinde kız, varis olabilir. Ancak babasının mirasına sahip olan kız evladı, kendi kabilesinden başka bir kabileden evlenemezdi. Çünkü Yahudi kabilelerinden birinin mirası, diğerine geçemezdi. İslâmdan evvel Arap toplumunda, eli silah tutamayan, memleketini koruyamayan küçük çocuklar ve kadınlar varis olamazdı. Ölenin malı, ancak en yakınlarından savaşabilecek yaşta olan erkeğe düşerdi. Fakat İslâmiyet. Nisâ sûresinin yedinci âyeti ile, küçük çocukları ve kadını mirastan mahrum kılmak gibi mağdur bir durumdan kurtardı. Erkekler gibi kadınlar da miras hakkına sahip oldular.
Miras ile ilgili olan Nisâ sûresinin yedinci âyetinin nazil olmasının sebebi şu hadiseye dayanır:
Uhud Savaşında şehit düşen Sa'd b. Rabi'nin zevcesi iki kızıyla beraber Resûlullah'ın huzuruna gelerek:
«Ey Allah'ın Resûlü! Şu iki kız Sa'd'ın kızlarıdır. Babaları Uhud Savaşında şehit edildi. Amcaları, mallarına el koyarak kendilerine bir şey bırakmadı. Bu kızcağızlar Nasıl evlenecekler?» diye şikâyette bulunmuştu. Peygamber Efendimiz de: «Allah, bu meselede hükmünü bildirecektir» diye buyurmuşlardı. (*) O vakit bu âyet-i celile nazil oldu,
(*) İbn-i Kesir tefsiri.
Miras meselesi hakkındaki âyet-i celile nazil olup da erkek ve kız çocuklarına, ayrıca ana ve babaya da miras hakkını tanıyınca, o zamana kadar kendi cemiyetlerinde yaşadıkları, alışagelmiş âdetlerine bakarak hayret etmiş hatta üzülmüş ve şöyle demişlerdi: «Nasıl olur da düşmanla savaşmadıkları ve ganimet almadıkları halde küçük erkek çocuk varis kılınır, kız çocuğuna yan hisse verilir ve kadına mirasın dörtte ya da sekizde biri verilir.»
Arapların şaşkınlık içinde kalarak söyledikleri bu sözler, İslâmın miras konusunda yaptığı inkılabın büyüklüğünü gösterir. Günümüzde İslâmın düşmanı olan kimseler, İslâm dininin mükemmelliğini baltalamak için habire yalan dolan iddialarda bulunurlar ki mantiken tutarsız olan bu sapık iddialarından biri de, neden erkeğe tam da kadına yarını hisse verildiği hususudur. Halbuki İslâm, mirası insanların ihtiyaç ve mes'uliyetlerine göre taksim etmiştir. Yani İslâm kadına, ailenin geçim mes'uliyetini yüklemediği için, mirasta erkekle eşit görmemiştir. Ki adalet de budur. Ana - babadan evlada veya karı- kocadan birbirine veraset şeklinde:
1 - Eğer kadın bekâr ise, tek başına bir insandır. Kendisinin dışında bakmak zorunda olduğu kimse yoktur. Yani sâdece kendisinden sorumludur.
Eğer evli ise, gerek kendisinin gerekse çocuklarının bütün ihtiyaçlarını temin etmek görevi kocasına aittir. Üstelik kadın evlenirken mehir alarak mâli güce kavuşacaktır. Kendi hissesinin iki kat ım alacak olan erkek kardeşine gelince, o ya evlidir ya da evlenecektir. Ki her iki durumda da kendisinin dışında bakmakla mükellef olduğu zevcesi ve çocukları vardır. Üstelik evlenmemişse evleneceği zaman mehir vermek ve masraf yapmak zorunda kalacaktır. Halbuki evli kadın, geçimi kocasına ait olduğu için, sahip olduğu mal eksilmeyecek, hatta İslâmın kendisine tanıdığı yetkiyle onu işleterek arttırabilecektir. Erkek kardeş ise. Babasından kalan mirası zevcesinin ve çocuklarının nafakasına harcamakla bitirecektir. Ayrıca kadın evli olmayıp bekâr ise, babasından kalan miras ile geçinemeyecek durumda olduğu takdirde, erkek kardeş ona yardım etmek zorundadır. Bu durumda erkek ve kızkardeşin eşit miras hakkına sahip olması insafsızlık olmaz mı?. .
- Kadın, kocasının ölümü sebebi ile miras almışsa, durum yine aynıdır. Çünkü dul kaldığı takdirde tek başına bir insandır. Bu yüzden kocasından ve ana – babasından aldığı miras ile geçinebilir. Eğer hayatinin sonuna kadar dul kalıp da mâli sıkıntıya düşerse, devlet reisi (halife) tarafından kendisine bağlanacak bir maaşla yine korunma altına alınabiliyor. Tekrar evlendiği takdirde de, nafaka zaten kocaya aittir.
Bu iki husus, bizim kavrayabildiğimiz hikmetlerdir. Bunun dışında içinde ne gibi hikmetler gizlendiğini ancak Hak Taâlâ bilir. Nitekim Kur'anı Kerim'de miras âyetleri şu önemli ihtarla noktalanıyor:
«İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'a ve peygamberine itaat ederse, (Allah'u Teâlâ) onu altından dan ırmaklar akan cennetlere sokar ki onlar orada ebedi olarak kalırlar. Bu en büyük bir saâdet ve kurtuluştur.»
- Nisâ Sûresi, âyet : 13 -
-
aysyzgije
12 years ago
- İSLÂMDA KADININ ŞAHİTLİĞİ
İslâm hukuku, kadınlar tarafından bilinen ve kadınlarla ilgili meselelerde kadınların şahitliğini küfi sayar. Had (Allah'ın hakkı olarak yine O'nun tarafından tayin edilen cezadır. Zina, hırsızlık ve içki içmenin cezası gibi yaralamak ve öldürmek kısas, suretiyle insana karşı yapılan tecavüzlerin cezasıdır ki, aynı fiilin mütecavize uygulanması) durumlarında, kadının cahilliği erkeğin yarısı kadardır.
Kur'anı Kerim bunun sebebini şöyle anlatır: «Kadınlardan biri unutursa, diğeri ona
hatırlatır.» (Bakara, 282)
Âyette geçen «unutursa» kelimesinin kastettiği manâlar, gaflete düşme, hataya düşme ve doğru yoldan sapmaktır. Bu bize şahitlikte kadının erkekten farklı bir durumu olduğunun kabul edildiğini gösterir. Nitekim psikologlar, yaptıkları araştırma ve incelemede gerçekten kadın ruhunun böyle bir işe müsait olmadığı neticesini ortaya çıkarmışlardır. Kadın ruhen hassas olduğu için, özellikle had ve kısas cezalarında, ondan iyi bir şahitlik beklenemez. Bunun yanında utangaçlığı ve zayıf yapısı nedeniyle de güç işlere karşı dayanıklı olmadığı için, şahitlik yapması ve iki taraflı soruşturmaya dayanması kolay değildir. Bu yüzden İslâmiyet, kadınların fiziki yapılarından, sosyal ve genel şartlarından ötürü, şahitlikte bulunmaları için onlara zor gelmeyecek şekilde belirli sınırlamalar koymuştur. Nitekim kadınlar genellikle ağır ev işleriyle meşgul olup meslek ve ticaret işleriyle nadiren ilgilenirler. Ağır ev işleri içinde, çocuk bakım ve terbiye işinde bedenen ve ruhen yıpranan kadınların, zor meselelerde şahitliği yüklenmesi kolay değildir. Bu yüzden İslâm hukuku, kadınların şahitliğini erkeğin yarısı olarak kabul etmiştir, İslâm hukukçularının çoğu, iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine eşit olduğunu kabul etmenin dışında tüm meselelerde ve davalarda kadının şahitliğine güven duyar.
İyaz b. Muaviye (r.a.), boşanma konusunda iki kadının şahitliğini kabul etmiştir. Hatta rivâyet edildiğine göre, bir evde çıkan kavgayı sâdece Ümmü Seleme (r.a.)'nin şahitliği üzerine kabul etmiştir. Bazı meseleler vardır ki, erkeklerin bilgisi dışında olup sâdece kadınları ilgilendirir. Ve yalnız onları kadınlar bilir. Fakat bazı meseleler de vardır ki, genelde hukukçular sâdece kadınların şahitliğine güvenmez, kadının erkekle beraber şahitliğini şart koşarlar. Hukukçuların çoğu, zinanın dışında tüm davalarda kadın ve erkeğin birlikte şahitliklerim kabul etmiştir. Fakat Ata b. Ebi Ribah (r.a.) , zina davalarında da kadının erkekle beraber şahitliğini iddia etmektedir ki, ona göre, üç erkekle iki kadının şahitliği kabul edilebilir.
-
aysyzgije
12 years ago
- NETİCE
Kadın - erkek hususunda söylenecek en son sözleri şu iki âyet-i celîle üzerinde yapacağınız izahlarla noktalayacağız.
Cenabı Hak, Bakara sûresinin 228. âyetinde buyurur ki:
«Erkeklerin meşru surette kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da onlar üzerinde hakları vardır. Yalnız erkekler, onlar üzerinde daha üstün bir dereceye sahiptirler.»»
Cenabı Hak, bu üstünlüğü de Nisâ sûresinin 34. âyeti ile bildirir:
«Erkekler , kadınlar üzerinde hakimdirler. O sebeple ki, Allah onlardan birini ( savaş, imamlık, miras gibi işlerde) diğerinden üstün yaratmıştır. Bir de, erkekler mallarından, onların nafakasını temin ederler.»
Daha önce yaptığımız izahlarda erkek, kadının dini, mâli ve hukukî hürriyet ve yetkilerine karışma hakkına sahip değildir. Öyleyse erkeğin kadın üzerindeki hakimiyeti nerede kaldı? Bu hakimiyetin sahasını âyete dayanarak belirtelim. Âyeti celîle, erkeğin hakimiyetinin sebeplerini iki şekilde göstermektedir.
1 - Yaratılış bakımından (gerek fiziki, gerekse ruhi yönden, erkek kadından daha kuvvetli, güçlüklere dayanıklıdır. Daha temkinli, ileri görüşlü ve sebatı daha fazladır. Bundan ötürü peygamberlik, devlet reisliği, şahitlik, savaşmak ve mirasta daha fazla hak sahibi olmak gibi hususlarda özellik kazanmıştır.
2 - Erkek gerek evlenirken mehir vermekle, gerekse aile müessesesinde geçimini sağlamakla malî yükümlülük altındadır. Demek ki, erkeğin bu hakimiyeti bu mes'uliyetinden ileri geliyor.
Erkek aile reisidir ve ailesinin geçimini sağlamakla mükelleftir. Bu yüzden kadın, ağır vazife ve sorumlulukları üzerinde taşıyan kocasına karşı itaatsizlikte bulunamaz. Her kadın, koca hakkının büyüklüğünü idrak etmeli ve ona göre davranmalıdır. Bu, Allah'ın değişmez bir kanunudur. Aksi takdirde kadın kocasına itaatsizlik etmekle Allah'a karşı gelmiş olacaktır ki, kocasının kendisine hakkını helal etmemesi halinde ahiretteki acı akıbetini kendi elleriyle hazırlamış olur. Nitekim Resûlüllah efendimize Miraç gecesi cehennem gösterildiğinde cehennem halkının çoğunluğunu kadınların teşkil ettiğini görmüş ve bunu ashabına anlattığında kadınların küfürleri sebebiyle cehennemin çoğunluğunu oluşturduğunu söylemişlerdi, Bunun üzerine ashabı şöyle sormuşlardı:
«Ey Allah'ın resulü, Allah'a mı küfrederler?»
Resûlüllah efendimiz şöyle buyurur :
«Onlar kocalarına karşı, onların iyiliğine karşı nankörlük ederler. Onlardan birine asırlar boyunca iyilik etsen de sonra senden (hoşlanmadığı) birşey görse, hemen: «zaten senden (şimdiye kadar ) hiçbir hayır görmedim ki» der.»
Aile ocağı küçük bir devlettir. Muhakkak bunun bir idarecisi, bir reisi olacaktır. O da yaradılışı, vazife ve taşıdığı sorumluluklar icabı erkektir. İşte İslâmın, erkekler için kadınlar üzerinde tanıdığı hakimiyet budur. Allah'ın bu yasasına hiç kimse dil uzatamaz, karşı çıkamaz. Açıkça görüyoruz ki dinimiz erkeğe, kadına kayıtsız şartsız hakim olma yetkisini tanımıştır. Dinimizin emrine göre kadın erkeğin emrine girmedikçe, onun kumandasına uymadıkça aile yuvasında birlik ve düzenin yer tutmasına imkân yoktur. Ama bu hiç bir zaman erkeğin her türlü zorbalık ve sertliği mubah görmesi demek değildir. Çünkü Kur'an da erkeğe üstünlük yetkisini veren âyetler, ona her adımda yumuşak ve yola getirici muameleyi emretmekte, dayağı ve diğer sert muameleleri her türlü iyilik yollarını denedikten sonra başvurabilecek sonuncu çare diye göstermektedir.
Zaten sırf insanlara karşı değil, uçan kuşa varıncaya kadar bütün hayvanlara bile merhametle muamele etmeyi emreden dinimizden başka türlüsü beklenemez. Şimdi de karşı çıkacak olan sapıklara hatırlatma olarak dünyada en seçkin hukuk anlayışına sahip olan İsviçre, Fransız ve Alman kanunlarına ve onlardan esinlenerek hazırlanmış olan Türk Medenî Kanununa göz atmalarını istiyoruz. Ki, bundan sonra en mükemmel sistem vs prensiplere sahip olan İslâma dil uzatırken biraz düşünsünler.
Dünyanın en seçkin hukuk anlayışına sahip olan İsviçre, Fransa, Alman kanunları ve onlardan esinlenerek hazırlanmış olan Türk Medenî Kanunu şöyle der:
«Aile müessesesinde erkeğin kadına oranla sahip olduğu üstün haklar vardır. Koca, aile reisidir. Oturulacak evin seçilmesi ona aittir. Kadın, kocasının aile ismini (soyadını) taşır. Kadın, kocasının müşavir ve muavinidir. Evlilik birliğini koca temsil eder.»
«Kocanın izni olmadan kadın, bir iş veya san'atla uğraşamaz.»
Oysa ki İslâm, kocaya kadının kendi malıyla yapacağı ticari işlere karışma hakkını vermemiştir.
«Kadın çocukların iaşe ve terbiyesi için gereken masraflara iştirak eder.» Oysa ki İslâm hukukuna göre, gerek zevcenin, gerekse çocukların her türlü masrafını koca temin eder.
-
aysyzgije
12 years ago
- bu kitaby ozum yaly oylenjek, durmush gurjak bolyan yashlara peydasy deger diyen umyt bilen shu tayda siz bilen paylashmakchy.
aysyzgije 12 years ago- KADININ YARATILIŞI
Kadının yaratılışını anlatmadan önce, eşeylik hakikatını anlamak gerekir. Çünkü eşeylik hakikatını anlamak kadının yaratılış meselesinin anlaşılmasını daha kolaylaştıracaktır. Eşeylik, zevciyat, çift yaratılış, eş anlamlı kelimelerdir. Eşeylik hakikatı incelendiğinde ilk görünen manzara, onun kâinatta temel, genel bir kanun olduğudur. Bu kanun, atomlarda artı-eksi, canlılarda dişi-erkek, dünyada dağ-dere şeklinde görünmektedir. Kâinatta birçok kanunlar mevcuttur. Bu kanunların her birisinin ayrı bir maslahatı, ayrı bir yararı vardır. Fizik ve kimya kanunları, kâinatta düzen ve intizam sağlamakla Allah'ın kudretinin hakimiyetini ve hiçbir şeyin O'nun koyduğu nizamdan çıkamadığını bildiriyor. Böylece Allah'ın kudret ve ilmine bir ayna oluyorlar. Eşeylik kanunu da, düzen, birlik ve dengeyi sağlamakla Allah'ın adaletine, rahmet ve keremine bir ayna oluyor. Eşeylik, kâinatta rahmetin bir cilvesi olduğu gibi, kast ve iradeyi de gösterir. Kâinat, bilhassa canlılar hususi bir kasıt ile eşey yaratılmışlardır, Kur'an-ı Kerim, eşeyliğin her şeyi kapsayan bir kanun olduğunu 14 asır önce bildirmekle, mucizeliğini ortaya koymuştur, Kur'an'ın 1400 yıl önce bildirdiği bu gerçek, ancak müspet ilimlerin ortaya çıktığı bu asırda bilinmiştir, İşte, Kur'an'dan iki delil:
"Her şeyden çift yarattık, Düşünmeniz, gerekir."
- Zariyet sûresi, âyet : 49 -
"Yerin bitirdiklerinden, kendilerinden ve bilmedikleri şeylerden çift yaratan o Allah, her türlü noksanlıktan münezzehtir."
- Yasin sûresi, âyet : 36 -
Eşeylik rahmet tecellisi, rahmet de Allah'ın bir kemâl sıfatı olduğundan; belki kemâl ve olgunluk rahmet şeklinde tecelli ettiğinden, eşeyli yaratan muhakkak ki kemal sahibidir. Her türlü noksanlıktan münezzehtir.
Âyet-i Celile, bu nükteyi bildirdiği gibi, şu manayı da insana hatırlatır: Kâinat, İnsan v.b. şeyler maddi, aciz, her yönden başkasına muhtaç olduklarından eşey ve çift yaratılmışlardır. Cenab- ı Hakk, onları böyle yaratmış ki biri diğerinin eksikliğini tamamlasın, ihtiyacını gidersin. Allah (C C.) ise; Vacibül vücud, Bâki ve Nuranî bir varlık olduğundan O'nun eşe, yardımcıya ihtiyacı yoktur, O, maddiyatın kusurundan münezzehtir. Bundan anlıyoruz ki eşlerin birbirini muhakkak olarak kusursuz istemeleri, bir kusurdur. Kusur ise, görüldüğü gibi fıtrî bir şeydir. Bu yüzden eşler, onun yokluğunu değil, aralarındaki fıtrî emirlerle onu kapatmaya çalışmalıdır. İş bölümü ve yardımlaşmalarla dengeyi sağlamalıdırlar. Eşlerin birbirini tamamlaması kuşkusuz bir anda olacak şey değildir. Bunun için sabır gerekir, Yaratılışta eşeylik kanunu olduğu gibi, sabır kanunu da vardır. Sabır kanununun asıl ismi tedric kanunudur. Tedric, bir şeyi yavaş ve itina ila yapmaktır. Nitekim Allah-u Taâla kainatı bir anda yaratabilecek kudrete sahip olduğu halde, altı günde yaratmıştır. Evet, her şey birden var olmamıştır. Kâinat miyarlarca sene yaşamış en sonunda insan gibi bir hakikat-i netice vermiştir. Demek insanlık dahi bugünkü haline gelinceye kadar büyük sabır isteyen evrimler geçirmiştir. Eşeylik ve tedric kanununu böylece öğrendikten sonra, kadın ve erkeğin yaratılışını inceleyebiliriz. Bu hususta müracaat edilecek kaynaklar, Kur'an, Hadis, Biyoloji ve Tevrat'tır. Evrimciler her biyolojik olaya bir yorum yaptıkları halde, bu hususta bir şey diyemiyorlar. Evrimin temel ve dayanağını tesadüfe bağlayamıyorlar. Kur'an-ı Kerimde:
1 - Secde sûresinin 7-8-9. âyetleri, yaratılışın tedricen olduğunu şöyle buyurmaktadır:
"O Allah ki her şeyin yaratılışını güzelleştirdi. (tedricen yarattı. Çünkü güzellik, itina ile olur. İtina ise zamanla olur). Ve çamurdan (toprak elementlerinden) insanın yaratmasına başladı. Sonra onun aslını ve neslini (çekirdeğini) zaif bir suyun özünden kıldı. (Topraktan özetleyip hücre halinde kıldı.) Sonra (hücreyi) düzeltti, (yani) içine ruhunu üfürdü. Ve size kulak, gözler ve duyular kıldı." (Ruh, hücre içine girince, genler düzene girer. Genler kromozomları oluşturur. Kromozomlar da duyu ve organları teşkil eder.)
2 - Yasin sûresinin 36, âyeti, eşeyliğin kâinatta genel bir kanun olduğunu şöyle buyurmaktadır:
"Yerin bitirdiklerinden, kendilerinden ve bilmedikleri şeylerden çift yaratan O Allah, her türlü noksanlıklardan münezzehtir."
3 - Kıyamet sûresinin 39, ayeti ise Allah'ın dişi ve erkeği bir meni hücresinden yarattığını şöyle buyurmaktadır:
" İnsan, akan bir meniden bir nutfe (hücre) değil miydi? Sonra alâka (döllenmiş rahme yapışmış hücre) oldu. Yani Allah onu döllendirip derledi, düzeltti. Ve o hücreden dişi ve erkek olmak üzere iki cins yarattı."
Bu ayetler ve geçen biyoloji kanunları, bize şöyle bir manayı bildirmektedir: Cenab-ı Hakk, kâinatın düzenini kurup bütün hayvan ve bitki türlerini yarattıktan ve insana hazırladıktan sonra, onun yaratmasına bağlamış. Toprak elementleri, amino asitler kılınmış, içine Allah 'ın emri ve kanunu olan ruh üfürülmüş, böylece canlı bir hücre meydana gelmiş. O hücre ikiz (eşey) doğacak, ondan bir erkek ve dişi çıkacak şekilde kılınmış. Neticede Adem ve Havva olarak gözlerini dünya hayatına açmışlar. Biz, her şeyin tedricen yaratıldığı her şeyin eşey yaratıldığı, insanın tedricen ve eşey yaratıldığı meselelerine kanıt olarak birer ayeti yeterli gördük. Yoksa bu husus K. Kerim'de 30 (otuz) ayet ile açıklanmaktadır. Hatta, insan türünün dışında diğer türlerin de, hem eşey hem tedricen yaratıldıklarını bildiren Zümer sûresinin 6. Ayeti şöyle der:
"(Allah), sizi tek canlıdan yarattı. Sonra da aynı canlıdan eşini kıldı. Sizin için (deve, sığır, koyun ve keçiden erkekli ve dişili olmak üzere) sekiz çift yarattı. Sizi analarınızın karnında üç çeşit karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa geçirerek yarattı. İşte Rabbimiz olan Allah budur. Hükümranlık O'nundur. O'ndan başka ilâh yoktur, öyleyken Nasıl olur da O'nu bırakıp başkasına yönelirsiniz."
Bu âyet-i Celile, canlı bir hücreden Adem (A.S.)'ın ve yine aynı hücreden eşi Havva'nın yaratılmasını beyan ediyor. Anlaşıldığı üzere, burada yeni bir yaratma yok, aynı hücreyi eşey olarak kılmak ve ayarlamak var.
Hadis kitaplarında kadının kaburga kemîğinden yaratıldığı kaydedilmektedir. Bunun üç tevili olabilir:
1- Bilindiği gibi ikizler, kaburgalarından birbirlerine yapışık olurlar. Göbek bağları birdir.
2 - Hadis, kadının karakter zafiyetini ifada etmekten kinaye olabilir. Yoksa biyolojik bir meseleyi bildirmek için değildir.
3 - Hadis mütevatir değildir. İsrailiyattan etkilenmiş ravilerin tasvirleri olabilir, Çünkü Kur'anı Kerim'de kaburga meselesi yoktur. Üstelik tedricen ve eşey yaratıldıklarına işaret eden ayetler var. Zümer sûresinin 6. Ayeti, her ne kadar zahiren kaburga meselesini hatırlatıyorsa da, ayetin kelime ve cümleler arasındaki münâsebete bakıldığında, hakikat ortaya çıkmaktadır.
Kur'anı Kerim, çok yerlerde Yahudilerin suallerine cevap olarak nazil olduğundan, hem peygamberin (Hz. Muhammed S.A.S.'in) onların yanlış bildiklerini bildiğine işaret eder, hem de hakikatlere işaret etmektedir. Bu, irşadi ve ilmi bir düsturdur. Gelelim muharref Tevrat'ın, kadının yaratılışı hakkındaki ifadelerine:
Tevrat, kadının (Havva'nın) erkeğin (Hz. Adem'in) kaburga kemiğinden yaratıldığını kesin ve açık olarak ifade etmekle etimolojik bir izaha geçiyor. Bu etimolojik izah, kuşkusuz Allah'ın vahyine dayalı değildir. Çünkü daha önce de belirttim gibi Tevrat bazı yerlerinde kelime ve cümle itibariyle değişikliğe uğramış. Bu yüzden "Kadın erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmıştır." Sözüyle ya başka bir manayı kast etmekte ya da gerçekten hahamların (Yahudi din adamlarının) hayali yorumlarıdır. Hülâsa Tevrat'ın metin tenkidi, tarihin karanlıklarına girip çıkmaktan daha zordur. Nitekim Yahudi ve Hıristiyan alemi bu hususda çok uğraşmalarına rağmen, çelişkilerden bir türlü kurtulamamaktadırlar.