Orhan Pamuk _ Kar www.kitapsevenler.com Merhabalar Buraya Yüklediğim e-kitaplar Aşağıda Adı Geçen Kanuna İstinaden Görme Özürlüler İçin Hazırlanmıştır Ekran Okuyucu, Braille 'n Speak Sayesinde Bu Kitapları Dinliyoruz Amacım Yayın Evlerine Zarar Vermek Değildir Bu e-kitaplar Normal Kitapların Yerini Tutmayacağından Kitapları Beyenipte Engelli Olmayan Arkadaşlar Sadece Kitap Hakkında Fikir Sahibi Olduğunda Aşağıda Adı Geçen Yayın Evi, Sahaflar, Kütüphane, ve Kitapçılardan Temin Edebilirler Bu Kitaplarda Hiç Bir Maddi Çıkarım Yoktur Böyle Bir Şeyide Düşünmem Bu e-kitaplar Kanunen Hiç Bir Şekilde Ticari Amaçlı Kullanılamaz Bilgi Paylaştıkça Çoğalır Yaşar Mutlu Not: 5846 Sayılı Kanunun "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler " bölümünde yeralan "EK MADDE 11. - Ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaç güdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri 87matlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz. Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur." maddesine istinaden web sitesinde deneme yayınına geçilmiştir. T.C.Kültür ve Turizm Bakanlığı Bilgi İşlem ve Otomasyon Dairesi Başkanlığı Ankara Bu kitaplar hazırlanırken verilen emeye harcanan zamana saydı duyarak Lütfen Yukarıdaki ve Aşağıdaki Açıklamaları Silmeyin Tarayan Yaşar Mutlu web sitesi www.yasarmutlu.com www.kitapsevenler.com e-posta yasarmutlu@kitapsevenler.com yasarmutlu@yasarmutlu.com mutlukitap@hotmail.com kitapsevenler@gmail.com İletişim Yayınlan 773 • Çağdaş Türkçe Edebiyat 109 ISBN 975-470-961-0 • ISBN 975-470-962-9 (Ciltli) © 2002 iletişim Yayıncılık A. Ş. 1. BASKI İstanbul, Ocak 2002 (100.000 adet) 2. BASKI İstanbul, Şubat 2002 (100.001-110.000) 3. BASKI istanbul, Haziran 2002 (110.001-113.000) KAPAK Hakkı Mısırlıoğlu ON VE ARKA KAPAK FOTOĞRAFLARI Manuel Çıtak tarafından Kars'ta çekildi KAPAK FİLMİ 4 Nokta Grafik DİZGİ ve UYGULAMA Hüsnü Abbas DÜZELTİ Kerem Ünüvar MONTAJ Şahin Eyilmez BASKI ve CİLT Sena Ofset İletişim Yayınlan Klodfarer Cad. iletişim Han No. 7 Cağaloğlu 34400 İstanbul Tel: 212.516 22 60-61-62 • Fax: 212.516 12 58 e-mail: iletisim@iletisim.com.tr • web: www.iletisim.com.tr ORHAN PAMUK Kar r\ İSTANBUL ORHAN KEMAL İL HALK KÜTÜPHANESİ ÖPf'NÇ VERME EÖIÜMÜ Kayıt No : Tasnif No i I m ORHAN PAMUK 1952'de İstanbul'da doğdu ve Cevdet Bey ve Oğullan ve Kara Kitap adlı romanlarında anlattığına benzer bir ailede, Nişantaşı'nda büyüyüp yetişti. New York"ta geçirdiği üç yıl dışında hep İstanbul'da yaşadı. Liseyi Robert Koleji'nde bitirdi, İstanbul Teknik Üniversitesi'nde üç yıl mimarlık okudu, 1976'da İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü'nü bitirdi. Çocukluk ve gençliğinde ressam olmayı hayal eden Pamuk 1974'den başlayarak düzenli bir şekilde yazı yazmayı kendine iş edindi, ilk romanı Cevdet Bey ve Oğulları 1979'da Milliyet Yayınlan Roman Yanşması'm kazandı. Ûç kuşak İstanbullu bir tüccar ailesini hikâye eden ve 1982'de yayımlanan bu kitap 1983 Orhan Kemal Roman Ödülü'nü de aldı. Aynı yıl ilk baskısı çıkan Sessiz Ev ile 1984 Madaralı Roman Ödülü'nü ve bu kitabın Fransa'da çıkan çevirisiyle de 1991 Prix de la decouverte europeenne'i (Avrupa Keşif Ödülü) kazandı. 1985'de yayımlanan ve Venedikli bir köleyle bir Osmanlı âlimi arasındaki ilişkiyi anlatan tarihî romanı Beyaz Kale Pamuk'un ününü yurt içinde ve yurt dışında genişletti. New York Times gazetesinin "Doğu'da bir yıldız yükseldi" sözleriyle karşıladığı bu kitap, belli başlı bütün Batı dillerine çevrildi. 1990'da yayımlanan Kara Kitap, karmaşıklığı, zenginliği ve doluluğu yüzünden çağdaş Türk edebiyaümn üzerinde en fazla tartışılan ve en çok okunan romanlarından biri oldu. Pamuk'un 199l'de Rüya adını verdiği bir kızı doğdu. Ömer Kavur'un yönetmenliğini yaptığı Gizli Yüz filminin senaryosunu Pamuk 1992 yılında kitaplaştırdı. 1994te yayımlanan ve esrarengiz bir kitaptan etkilenen üniversiteli gençleri hikâye ettiği Yeni Hayal adlı romanı Türk edebiyatının en çok okunan kitaplanndan biridir. 1998'de yayımladığı Osmanlı nakkaşlannm hayat ve sanatlan üzerine Benim Adım Kırmızı adlı tarihi romanı olağanüstü bir ilgi gördü. Aynı kitap 2001 yılında yayımlandığı pek çok yabancı ülkede yılın en iyi yabancı kitabı olarak karşılandı. Pamuk, gençliğinden beri tuttuğu defterler, dergi ve gazetelere yazdığı yazılar, denemeler, eleştiri yazılan, röportajlar ve gezi notla-nndan yaptığı titiz bir seçme ile daha önce yayımlanmamış "Pencereden Bakmak" adlı uzun hikâyesini 1998'de Otefei Renkler başlığıyla kitaplaştırdı. Orhan Pamuk'un kitaplan yirmi beş dile çevrildi ve bütün dünyada bir milyonun üzerinde satıldı. .1 •' . * "¦' • Sfv. - *v Rüya'ya Dikkatimiz şeylerin tehlikeli kenarına Dürüst hırsıza, şefkatli katile, Batıl inançlı ateiste Robert Browning, Papaz Blougram'ın Maruzatı Edebi bir eserde siyaset, bir konserin ortasında patlayan tabanca gibi kaba ama göz ardı edemeyeceğimiz bir şeydir. Şimdi çok çirkin şeylerden söz edeceğiz... Stendhal, Parma Manastırı Yok edin halkı, kırın, susturun onları. Çünkü Avrupa aydınlanması halktan çok daha önemlidir. Dostoyevski, Karamazov Kardeşlerin Çalışma Notları İçimdeki Batılı huzursuz olmuştu. Joseph Conrad, Batılı Gözler Altında İÇİNDEKİLER 1. Kars'a Gidiş........................................................................... ...................9 2. Uzak Mahalleler...................................................................... ..............15 3. Yoksulluk ve Tarih........................................................................... ....23 4. Ka ile İpek Yeni Hayat Pastanesi'nde.........................................36 5. Katil ile Maktul Arasında ilk ve Son Konuşma.......................43 6. Muhtar'ın Hazin Hikâyesi.................................................................52 7. Parti Merkezinde, Emniyette ve Gene Sokaklarda................61 8. Lacivert'in ve Rüstem'in Hikâyesi................................................71 9. Kendini Öldürmek istemeyen Bir İnançsız..............................83 10. Kar ve Mutluluk........................................................................ ............90 11. Ka Şeyh Efendi'yle...................................................................... .........97 İZ. Necip'in Hicranlı Hikâyesi............................................................104 13. Kar Altında Kadife ile Bir Yürüyüş..............................................112 14. Akşam Yemeğinde Ask, Örtünmek ve İntihar Üzerine.......119 15. Millet Tiyatrosu'nda................................................................... ......132 16. Necip'in Gördüğü Manzara ve Ka'nın Şiiri.............................141 17. Çarşafını Yakan Kız Hakkında Bir Oyun...................................147 18. Sahnedeki ihtilal......................................................................... .......153 19. İhtilal Gecesi.......................................................................... .............162 20. Gece Ka Uyurken ve Sabah............................................................169 21. Ka Soğuk Korkunç Odalarda..........................................................178 22. Sunay Zaim'in Askerlik ve Modern Tiyatro Kariyeri...........187 23. Sunay ile Karargâhta...................................................................... .199 24. Altıgen Kar Tanesi.......................................................................... ...210 25. Ka ile Kadife Otel Odasında..........................................................218 26. Lacivert'in Bütün Batı'ya Demeci..............................................225 27. Ka, Turgut Bey'i Bildiriye Katmaya Çalışıyor.......................237 28. Ka ile ipek Otel Odasında..............................................................245 29. Frankfurt'ta.................................................................... .....................250 30. Kısa Süren Bir Mutluluk..................................................................262 31. Asya Oteli'ndeki Gizli Toplantı...................................................266 32. Ask, Önemsiz Olmak ve Lacivert'in Kayboluşu Üzerine ...283 33. Vurulma Korkusu......................................................................... .....293 34. Arabulucu....................................................................... .....................305 35. Ka ile Lacivert Hücrede...................................................................317 36. Hayat ile Oyun, Sanat ile Siyaset Arasında Pazarlık.........328 37. Son Oyun için Hazırlıklar...............................................................340 38. Zorunlu Bir Misafirlik...................................................................... .351 39. Ka ile ipek Oteldeler....................................................................... .359 40. Yarım Kalan Bölüm........................................................................... 372 41. Kayıp Yeşil Defter.......................................................................... ....376 42. ipek'in Gözünden........................................................................ ......383 43. Son Perde........................................................................... ...................392 44. Dört Yıl Sonra Kars'ta......................................................................407 Karın sessizliği KARS'A GİDİŞ Karın sessizliği, diye düşünüyordu otobüste şoförün hemen arkasında oturan adam. Bu bir şiirin başlangıcı olsaydı içinde hissettiği şeye karın sessizliği derdi. Onu Erzurum'dan Kars'a götürecek otobüse son anda yetişmişti, istanbul'dan iki gün süren karlı fırtınalı bir otobüs yolculuğundan sonra Erzurum garajına varmış, kirli ve soğuk koridorlarda elinde çantası, kendisini Kars'a götürecek otobüslerin nereden kalktığını öğrenmeye çalışırken biri, bir otobüsün hemen kalkmakta olduğunu söylemişti. Yetiştiği Magirus marka eski otobüsün muavini, kapattığı bagajı yeniden açmak istemediği için "Acelemiz var," demişti. Bu yüzden şimdi bacaklannm arasında duran koyu vişne rengi Bally marka büyük el çantasını yanına almıştı. Pencere kenannda oturan yolcunun üzerinde beş yıl önce Frankfurt'ta bir Kaufhof'tan aldığı kül rengi kalın bir palto vardı. Kars'ta geçireceği günlerde bu yumuşacık tüylü, güzel paltonun kendisi için hem utanç ve huzursuzluk, hem de güven kaynağı olacağını şimdiden söyleyelim. Otobüs yola çıktıktan hemen sonra, cam kenarında oturan yolcu "belki yeni bir şey görürüm" diye gözlerini dört açıp Erzurum'un kenar mahallelerini, küçücük ve yoksul bakkal dükkânlarını, fırınları, kırık dökük kahvehanelerin içlerini seyrederken kar serpiştirmeye başlamıştı. İstanbul'dan Erzurum'a yol boyunca yağan kardan daha güçlü ve iri taneliydi. Cam kenarında oturan yolcu yol yorgunu olmayıp gökten kuş tüyleri gibi inen iri tanelere biraz daha dikkat etseydi yaklaşmakta olan güçlü kar fırtınasını sezebilir, belki de bütün hayatını değiştirecek bir yolculuğa çıkmış olduğunu ta baştan anlayıp geri dönebilirdi. Ama geri dönmek aklında yoktu hiç. Akşam çökerken yeryüzünden daha aydınlık görünen göğe gözlerini dikmiş, gittikçe iri-leşen ve rüzgârda savrulan kar tanelerim yaklaşmakta olan bir felaketin belirtileri olarak değil, çocukluğundan kalma bir mutluluk ve saflığın en sonunda geri gelen işaretleri olarak seyrediyordu. Cam kenannda oturan yolcu, çocukluğunu ve mutluluk yıllarını yaşadığı şehre, İstanbul'a on iki yıldan sonra ilk defa bir hafta önce annesinin ölümü üzerine dönmüş, orada dört gün kalmış, hiç hesapta olmayan bu Kars yolculuğuna çıkmıştı. Yağan olağanüstü güzellikteki karın onu yıllar sonra görebildiği İstanbul'dan bile daha mutlu kıldığını hissediyordu. Şairdi ve yıllar önce yazdığı ve Türk okuyucusunun pek az tanıdığı bir şiirinde karın hayatta bir kere rüyalarımızda da yağdığını yazmıştı. Kar rüyalarda yağdığı gibi uzun uzun, sessizce yağarken cam kenarında oturan yolcu yıllardır tutkuyla aradığı masumiyet ve saflık duygularıyla arındı ve kendini bu dünyada evinde hissedebileceğine iyimserlikle inandı. Biraz sonra da uzun zamandır yapmadığı ve aklından hiç geçmeyen bir şeyi yaptı ve koltuğunda uyayakaldı. Uyumasından yararlanıp onun hakkında sessizce biraz bilgi verelim. On iki yıldır Almanya'da siyasi sürgün hayatı yaşıyordu, ama hiçbir zaman siyasetle fazla ilgilenmiş değildi. Asıl tutkusu, bütün düşüncesi şiirdi. Kırk iki yaşındaydı, bekârdı ve hiç evlenmemişti. Kıvrıldığı koltukta fark edilmiyordu ama Türkler için uzunca sayılabilecek bir boyu, yolculukta daha da solan açık bir teni, kumral saçları vardı. Yalnızlıktan hoşlanan sıkılgan biriydi. Uyuyakaldıktan biraz sonra başının otobüsün sarsmtısıyla yanındaki yolcunun omzuna, sonra da göğsüne düştüğünü bilseydi çok utanırdı. Gövdesi komşusunun üzerine düşen yolcu iyi niyetli, doğru düzgün bir insandı ve bu özellikleri yüzünden özel hayatlarında hareketsiz ve 10 ---------------------------------------------Kars a Gıdıs----------------------- ---------------------- başarısız olan Çehov kahramanları gibi kederliydi hep. Keder konusuna daha sonra çok döneceğiz. Bu rahatsız oturuşu ile daha fazla uyuyamayacağını anladığım yolcunun adının Kerim Alakuşoğlu olduğunu, ama bundan hiç hoşlanmadığı için kendisine adının ilk harfleriyle Ka denmesini tercih ettiğini, bu kitapta da öyle yapacağı-ı mı hemen söyleyeyim. Kahramanımız daha okul yıllarmdayken ödev ve sınav kâğıtlarına adını inatla Ka diye yazar, üniversitede yoklama kâğıdını Ka diye imzalar, bu konuda öğretmenleri ve devlet memurlarıyla her seferinde kavga çıkarmayı göze alırdı. Annesine, ailesine, dostlarına kabul ettirdiği bu adla şiir kitaplarını da yayımladığı için Ka adının Türkiye'de ve Almanya'daki Türkler arasında küçük ve esrarlı bir ünü vardı. Şimdi, Erzurum garajından ayrıldıktan sonra yolculara iyi seyahatler dileyen şoför gibi ben de ekleyeyim: Yolun açık olsun sevgili Ka... Ama sizi kandırmak istemem: Ka'nın eski bir arkadaşıyım ve Kars'ta başına gelecekleri daha bu hikâyeyi anlatmaya başlamadan biliyorum ben. Horasan'dan sonra otobüs kuzeye Kars'a doğru saptı. Kıvrılarak yükselen yokuşlann birinde birdenbire bir at arabası belirip şoför sıkı bir fren yapınca Ka hemen uyandı. Otobüsün içinde oluşan o birlik beraberlik havasına katılması çok vakit almadı. Dönemeçlerde, kayalık uçurum kenarlarında otobüs yavaşladıkça, şoförün hemen arkasında oturmasına rağmen o da arkadaki yolcular gibi yolu daha iyi görebilmek için ayağa kalkıyor, buğulanan ön camı şoföre yardım şevkiyle silen bir yolcuya gözden kaçan bir köşeyi parmağıyla işaret edip göstermeye çalışıyor (yardımı fark edilmemişti), tipi azıtınca bir anda bembeyaz kesen ön cama silecekler yetişemeyince şoför gibi o da artık hiç gözükmeyen asfaltın nereye doğru uzandığını çıkarmaya çalışıyordu. Yol işaretleri kar tuttuğu için okunmuyordu. Tipi iyice bastırınca şoför uzak ışıklarını kapattı ve yan karanlıkta yol daha belirginleşirken otobüsün içi karanlıklaştı. Korkular içindeki yolcular birbirleriyle hiç konuşmadan karlar altındaki fakir kasabacıkların sokaklarına, kırık dökük tek katlı evlerin soluk lambalarına, uzak köylerin şimdiden kapanmış yollarına ve lambaların belli belirsiz aydınlattığı uçurumlara baktılar. Konuşurlarsa fısıldaşarak konuşuyorlardı. 11 - nars a uıaış - Kucağına düşerek uyuyakaldığı koltuk komşusu Ka'ya böyle bir fısıltıyla Kars'a ne amaçla gittiğini sordu. Ka'nın Kars'ın yerlisi olmadığını anlamak kolaydı. "Gazeteciyim," diye fısıldadı Ka... Bu doğru değildi. "Belediye seçimleri ve intihar eden kadınlar için gidiyorum." Bu doğruydu. "Kars'ta belediye başkanının öldürüldüğünü ve kadınların intihar ettiğini bütün İstanbul gazeteleri yazmışlar," dedi koltuk komşusu, Ka'nın gurur mu utanç mı olduğunu çıkaramadığı kuvvetli bir duyguyla. Üç gün sonra, Kars'ta karlar altındaki Halitpaşa Caddesi'nde gözlerinden yaşlar akarken tekrar karşılaşacağı bu ince, yakışıklı köylüyle Ka yolculuk boyunca ara ara konuştu. Kars'taki hastane yeterli olmadığı için annesini Erzurum'a götürdüğünü, Kars yakınlarındaki köyünde hayvancılık yaptığını, zar-zor geçindiklerini ama isyancı olmadığını, kendisi için değil -Ka'ya açıklamadığı esrarengiz nedenlerden- ülkesi için üzüldüğünü, Ka gibi okumuş yazmış birinin Kars'ın dertleri için ta İstanbul'dan gelmesine memnun olduğunu öğrendi. Yalın sözlerinde, konuşurkenki mağrur halinde Ka'da saygı uyandıran soylu bir yan vardı. Adamın varlığının kendisine huzur verdiğini hissetmişti Ka. Almanya'da on iki yıl boyunca hissetmediği türden bu huzuru Ka kendinden güçsüz birisini anlayıp ona şefkat duymaktan hoşlandığı zamanlardan hatırlıyordu. Böyle zamanlarda, dünyaya acıma ve sevgi duyduğu adamın gözüyle bakmaya çalışırdı. Ka bunu yapınca bitip tükenmeyen kar fırtınasından daha az korktuğunu, uçuruma yuvarlanmayacaklarını, geç de olsa otobüsün Kars'a varacağını anladı. Otobüs karlar altındaki Kars sokaklarına saat onda, üç saat gecikmiş olarak girdiğinde Ka şehri hiç tanıyamadı. Yirmi yıl önce buraya buharlı trenle geldiği bahar gününde karşısına çıkan istasyon binasının da, arabacının onu bütün şehri dolaştırdıktan sonra götürdüğü her odası telefonlu Cumhuriyet Oteli'nin de nerede olduğunu çıkaramadı. Karın altında her şey silinmiş, kaybolmuş gibiydi. Garajlarda bekleyen bir-iki at arabası geçmişi hatırlatıyordu ama şehir yıllar önce Ka'nın gördüğünden ve hatırladığından çok daha kederli ve yoksuldu. Ka otobüsün buz tutmuş pencerelerin- 12 -Kars'a Gidiş - den son on yılda Türkiye'nin her yerinde benzerleri yapılmış beton apartmanları, her yeri birbirine benzeten pleksiglas panoları ve sokakların bir yanından öbür yanına gerilmiş iplerin üzerine asılmış seçim afişlerini gördü. Otobüsten inip ayağı yumuşacık kara değer değmez pantolonunun paçalarından keskin bir soğuk girdi. İstanbul'dan telefon edip yer ayırttığı Karpalas Oteli'ni sorarken otobüsün muavininden bavullarını alan yolcular arasında tanıdık yüzler gördü ama kar altında bu kişilerin kim olduklarını çıkaramadı. Otele yerleştikten sonra gittiği Yeşilyurt Lokantası'nda yeniden gördü onları. Yıpranmış, yorgun, ama hâlâ yakışıklı ve havalı bir erkekle, onun hayat arkadaşı olduğu anlaşılan şişman ama hareketli bir kadın. Ka onları İstanbul'dan, 1970'lerin bol sloganlı siyasal tiyatrolarından hatırlıyordu: Adamın adı Sunay Zaim'di. Dalgın dalgın onları seyrederken kadının ilkokuldan sınıf arkadaşı bir kıza benzediğini de çıkardı. Ka tiyatrocu çevrelerine özgü solgun ve ölü teni masadaki diğer erkeklerde de gördü: Bu karlı Şubat gecesinde, bu unutulmuş şehirde, bu küçük tiyatro kumpanyasının ne işi vardı? Yirmi yıl önce kravatlı memurların devam ettiği bu lokantadan çıkmadan önce Ka bir başka masada 1970'lerin eli silahlı solcu kahramanlarından birini de gördüğünü sandı. Yoksullaşıp soluklaşan Kars ve lokanta gibi, hatıraları da kar altında silinmiş gibiydi. Sokaklarda kar yüzünden mi kimse yoktu, yoksa bu donmuş kaldırımlarda zaten hiçbir zaman mı kimse olmazdı? Duvarlardaki seçim afişlerini, dersane ve lokanta ilanlarını ve valiliğin yeni astığı, üzerinde "İnsan Allah'ın Bir Şaheseridir ve İntihar Bir Küfürdür" yazan intihar karşıtı posterleri dikkatle okudu. Pencereleri buz tutmuş yarı dolu bir çayhanede televizyon seyreden erkekler kalabalığını gördü Ka. Hafızasında Kars'ı özel bir yer yapan Rus yapısı eski taş binaları görmek biraz olsun içini rahatlattı. Karpalas Oteli Baltık mimarisiyle yapılmış zarif Rus yapılarından biriydi. İki katlı, ince, uzun yüksek pencereli binaya bir avluya açılan bir kemerin altından geçilerek giriliyordu. Yüz on yıl önce at arabaları rahatça geçsin diye yüksek yapılan bu kemerin altından geçerken Ka belli belirsiz bir heyecan duydu, ama o ka- 13 ---------------------------------------------Kars a Gidiş----------------------- ---------------------- dar yorgundu ki üzerinde durmadı bunun. Gene de bu heyecanın Ka'nın Kars'a geliş nedenlerinden biriyle ilgili olduğunu söyleyeyim: Üç gün önce Ka İstanbul'da Cumhuriyet gazetesini ziyarete gittiğinde gençlik arkadaşı Taner'i görmüş, o da Ka'ya, Kars'ta belediye seçimleri yapılacağını, ayrıca tıpkı Batman'da olduğu gibi Kars'ta da genç kızların tuhaf bir intihar hastalığına yakalandıklarını anlatmış, bu konularda yazmak ve on iki yıldan sonra gerçek Türkiye'yi görüp tanımak istiyorsa Kars'a gitmesini, başka kimsenin hevesli olmadığı bu iş için ona geçici bir basın kartı verilmesini önermiş ve ayrıca üniversite arkadaşları güzel İpek'in de Kars'ta olduğunu eklemişti. Muhtar'dan ayrılmış olmasına rağmen İpek orada Karpalas Oteli'nde babası ve kızkardeşiyle yaşıyordu. Cumhuriyet'te politik yorumlar yapan Taner'in sözlerini dinlerken Ka İpek'in güzelliğini hatırladı. Otelin yüksek tavanlı lobisindeki televizyona bakan kâtip Ca-vit'in anahtarını verdiği ikinci kattaki 203 numaralı odaya çıkıp kapıyı kapattıktan sonra Ka rahatladı. Kendini dikkatle dinlemişti, yol boyunca korktuğunun aksine ne aklı ne de yüreği İpek'in otelde olup olmamasıyla ilgiliydi. Âşık olmaktan, sınırlı aşk hayatlarını yalnızca bir dizi acı ve utanç olarak hatırlayanların kuvvetli içgüdüsüyle ölesiye korkardı Ka. Gece yarısı, üzerinde pijamaları, karanlık odasında yatağına girmeden önce, perdeyi hafifçe araladı. Karın kocaman tanelerle hiç durmadan yağışını seyretti. 14 Şehrimiz huzurlu bir yerdir UZAK MAHALLELER Kar şehrin kirinin, çamurunun ve karanlığının, örtülerek unutulduğu bir saflık duygusu uyandırırdı hep onda ama Ka Kaıs'ta geçirdiği ilk gün kar ile ilgili bu masumiyet duygusunu kaybetti. Burada kar yorucu, bıktırıcı, yıldırıcı bir şeydi. Bütün gece yağmıştı. Ka sabah sokaklarda yürür, işsiz Kürtlerle dolu kahvehanelerde oturur, hevesli bir gazeteci gibi elinde kâğıt kalem seçmenlerle görüşür, yoksul mahallelerin dik ve buzlu yollarını tırmanır, eski belediye başkanı, vali muavini ve intihar eden kızların yakınlarıyla görüşürken kar hiç dinmedi. Çocukluğunda, Nişanta-şı'ndaki güvenli evlerinin penceresinden ona bir masalın parçasıymış gibi gelen karlı sokak görüntüleri şimdi yıllardır hayallerini içinde son bir sığınak olarak taşıdığı bir orta sınıf hayatının ve hayal bile etmek istemediği sonu umutsuz bir yoksulluğun başlangıcı gibi gözüküyordu. Sabah daha şehir yeni uyanırken yağan kara aldırmadan Atatürk Caddesi'nden aşağıya, gecekondu mahallelerine, Kars'ın en fakir semtlerine, Kaleiçi Mahallesi'ne doğru hızlı hızlı yürüdü. Dalları kar tutmuş iğde ve çınar ağaçlarının altından hızlı hızlı ilerlerken, pencerelerinden dışarıya soba boruları çıkan eski ve yıpranmış Rus binalarına, odun depolarıyla elektrik trafosu arasında yükselen bin yıllık boş Ermeni kilisesinin içine yağan kara, buz tutmuş 15 -Uzak Mahalleler - Kars çayının üzerindeki beş yüz yıllık taş köprüden her geçene havlayan kabadayı köpeklere, kar altında iyice boş ve terk edilmiş gözüken Kaleiçi Mahallesi'nin küçük gecekondularından tüten incecik dumanlara bakıp öylesine kederlendi ki gözlerinde yaşlar birikti. Derenin karşı yakasına erkenden firma yollanmış biri erkek biri kız iki çocuk kucaklarında sıcak ekmekler aralarında itişerek öyle bir mutlulukla gülüşüyorlardı ki Ka da onlara gülümsedi. Yoksulluk ya da çaresizlik değildi içine bu kadar işleyen; şehrin her yerinde, fotoğrafçı dükkânlarının boş vitrinlerinde, kâğıt oynayan işsizlerle tıkış tıkış kalabalık çayhanelerin buzlu camlarında, karla kaplı boş meydanlarda daha sonra hep göreceği tuhaf ve güçlü bir yalnızlık duygusuydu. Sanki burası herkesin unuttuğu bir yerdi ve kar sessizce dünyanın sonuna yağıyordu. Sabah Ka'nın talihi yaver gitti ve herkesin merak edip elini sıkmak isteyeceği istanbullu ünlü bir gazeteci gibi karşılandı; vali muavininden en yoksuluna kadar herkes ona kapısını açıp konuştu. Ka'yı Karslılara üç yüz yirmi satışlı Serhat Şehir Gazetesi'rd çıkaran, bir zamanlar Cumhuriyet gazetesine yerel haberler yollayan (çoğu yayımlanmazdı) Serdar Bey tanıttı. Ka sabah otelinden çıkar çıkmaz ilk iş "yerel muhabirimiz" diye İstanbul'dan adı verilen bu eski gazeteciyi gazetesinin kapısında bulmuş, bütün Kars'ı tanıdığını hemen anlamıştı. Kars'ta geçireceği üç gün boyunca Ka'ya yüzlerce kere sorulacak soruyu Serdar Bey sordu ilk. "Serhat şehrimize hoşgeldiniz üstat. Ama burada ne işiniz var?" Ka seçimleri izlemeye ve intiharcı kızlar hakkında belki bir yazı yazmaya geldiğini söyledi. "intiharcı kızlar Batman'daki gibi abartılıyor," dedi gazeteci. "Emniyet Müdür Yardımcısı Kasım Bey'e çıkalım. Ne olur ne olmaz, geldiğinizi bilsinler." Kasabaya gelen yabancıların gazeteci de olsalar polise bir görünmeleri ta 1940'lardan gelen bir taşra alışkanlığıydı. Yıllar sonra ülkesine geri dönen bir siyasal sürgün olduğu ve -hiç konuşulmasa da- PKK'lı gerillaların varlığı bir şekilde hissedildiği için Ka karşı çıkmadı. Ağır ağır yağan karın altında sebze halinden, sıra sıra nalburların ve yedek parçacıların dizildiği Kâzım Karabekir Caddesi'nden, 16 ¦ uzaK manaııeıerhüzünlü işsizlerin televizyona ve yağan kara baktığı çayhanelerin, kocaman kaşar peyniri tekerlerinin sergilendiği mandıra dükkânlarının önünden yürüyüp bütün şehri çaprazlamasına on beş dakikada geçtiler. Serdar Bey yolda durup Ka'ya eski belediye başkanının vurulduğu köşeyi gösterdi bir ara. Bir söylentiye göre basit bir belediye sorunu, kaçak bir balkonun yıkılması yüzünden vurulmuştu başkan. Katil, cinayetten sonra kaçtığı köyündeki evinin samanlığında silahıyla birlikte olaydan üç gün sonra yakalanmıştı. Bu üç gün boyunca o kadar çok dedikodu yapılmıştı ki suçu onun işlediğine önce kimse inanmamış, cinayet nedeninin bu kadar basit olması hayal kırıklığı yaratmıştı. Kars Emniyet Müdürlüğü Ruslardan ve Ermeni zenginlerinden kalan ve çoğu devlet binası olarak kullanılan eski taş yapıların sıralandığı Faikbey Caddesi boyunca uzanan üç katlı, uzun bir binaydı. Emniyet müdür yardımcısını beklerlerken Serdar Bey Ka'ya işlemeli yüksek tavanları gösterip binanın 1877-1918 Rus dönemi sırasında zengin bir Ermeni'nin kırk odalı konağı, daha sonra da bir Rus hastanesi olduğunu söyledi. Bira göbekli Emniyet Müdür Yardımcısı Kasım Bey koridora çıkıp onları odasına aldı. Ka onun, Cumhuriyet gazetesini solcu bulduğu için okumadığını, Serdar Bey'in birisini şairliği yüzünden övmesinin onda olumlu bir etki yapmadığını, ama Kars'ın en çok satan yerel gazetesinin sahibi olduğu için ondan çekindiğini de hemen anladı. Serdar Bey'in sözü bitince "Koruma ister misiniz?" dedi Ka'ya. "Nasıl?" "Yanınıza bir sivil adamımızı veririm. Rahat edersiniz." "Buna ihtiyacım var mı?" dedi Ka doktorun artık bastonla yürümesini önerdiği hastanın telaşıyla. "Şehrimiz huzurlu bir yerdir. Bölücü teröristleri kovaladık. Ama ne olur ne olmaz." "Kars huzurlu bir yerse ihtiyacım yok," dedi Ka. İçinden emniyet müdür yardımcısının şehrin huzurlu bir yer olduğunu bir kere daha belirtmesini istedi, ama Kasım Bey bu sözü tekrarlamadı. ilk olarak şehrin kuzeyindeki en yoksul mahallelere, Kaleiçi'ne 17 ¦Uzak Mahalleler - ve Bayrampaşa'ya gittiler. Hiç durmamacasına yağan karın altında Serdar Bey taş, briket ve oluklu kaplama malzemesiyle yapılmış gecekonduların kapılarını vuruyor, açan kadınlara evin erkeğini soruyor, kendisini tanırlarsa güven verici bir edayla bu ünlü gazeteci arkadaşın seçim vesilesiyle İstanbul'dan Kars'a geldiğini, ama yalnız seçimleri değil, Kars'ın sorunlarını, kadınların neden intihar ettiklerini de yazacağını, dertlerini anlatırlarsa Kars için de iyi olacağını söylüyordu. Bazıları onları ayçiçek yağı dolu tenekeler, kutu kutu sabunlar, ya da bisküvi ve makarna kolileriyle gelen başkan adayları sanıp seviniyorlardı. Merak ve misafirperverlikle onları içeri almaya karar verenler önce Ka'ya havlayan köpekten korkmamasını söylüyorlardı. Bazıları da bunu yıllardır süren polis baskınlarının, aramaların bir yenisi sanıp kapıyı korkuyla açıyor, gelenlerin devletten olmadığına hükmedince de sessizliğe bürünüyorlardı. İntihar eden kızların aileleri ise (Ka kısa sürede altı vakayı öğrenebilmişti) kızlannın hiçbir şikâyeti olmadığını, olaya çok şaşırıp çok üzüldüklerini söylüyorlardı hep. Toprakla veya makine halısıyla kaplı, avuç içi kadar, buz gibi odalarda eski divanların, eğri sandalyelerin üzerinde, evden eve geçtikçe sayıları artıyormuş gibi gelen ve hepsi kırık plastik oyuncaklar (arabalar, tek kolu kopmuş bebekler), şişeler ve boş ilaç ve çay kutularıyla itişerek oynayan çocukların arasında, ısınsın diye sürekli karıştırılan odun sobalarının, kaçak cereyanla beslenen elektrik sobalarının ve sessiz ama sürekli açık televizyonların karşısında Kars'ın bitip tükenmeyen dertlerini, yoksulluğunu, işten atılanların ve intiharcı kızların hikâyelerini dinlediler. Oğullarının işsiz olmasına, hapise düşmesine ağlayan analar, günde on iki saat hamamda çalışıp sekiz kişilik ailesini zor doyuran tellaklar, çay masrafı yüzünden çayhaneye gidip gitmemek konusunda takıntılı işsizler, talihlerinden, devletten, belediyeden yakınarak kendi hikâyelerini, memleketin ve devletin derdi gibi anlattılar Ka'ya. Bütün bu hikâyelerin ve öfkenin bir noktasında, pencerelerden içeri vuran beyaz ışığa rağmen, Ka girip çıktığı evlere sanki bir çeşit alacakaranlığın çöktüğünü, eşyaların biçimlerini ayırdetmekte zorlandığını hissediyordu. Dahası gözlerini dışarıda yağan kara çevirmeye zorlayan aynı körlük, sanki bir tül perde, bir çeşit kar 18 -Uzak Mahalleler - sessizliği şeklinde beynine iniyor, aklı ve hafızası artık yoksulluk ve sefalet hikâyelerine direniyordu. Gene de dinlediği intihar hikâyelerinin hiçbirini ölümüne kadar aklından çıkaramadı. Hikayelerdeki yoksulluk, çaresizlik, anlayışsızlık değildi Ka'yı bu kadar sarsan. Kızlarını sürekli döverek ezen, sokağa çıkmasına bile izin vermeyen ana babaların anlayışsızlığı, kıskanç kocaların baskısı ve parasızlık da değildi. Ka'yı asıl korkutan ve şaşırtan şey intiharların sıradan günlük hayatın içine, habersiz, törensiz, birdenbire girivermesiydi. Yaşlı bir çayhane sahibi ile zorla nişanlandırılmak üzere olan bir kız mesela, her akşam yaptığı gibi annesi, babası, üç kardeşi ve babaannesiyle birlikte akşam yemeğini yemiş, kirli tabakları kardeşleriyle her zamanki gibi gülüşüp ve çekişerek topladıktan sonra, tatlı getirmek için gittiği mutfaktan bahçeye çıkmış, pencereden annesiyle babasının odasına girip babasının av tüfeğiyle kendini vurmuştu. Silah sesinden sonra yatak odasında mutfakta sandıkları kızlarının kanlar içinde kıvranan gövdesini bulan anne babası onun neden intihar ettiğini hiç anlayamadıkları gibi, mutfaktan yatak odasına geçmesine de akıl erdirememişlerdi. On altı yaşındaki bir başka kız, her akşamüstü yaptığı gibi, televizyonda hangi kanal izlenecek ve kumanda aletini kim tutacak diye iki kardeşiyle saçsaça başbaşa kavga etmiş, onları ayırmaya gelen babasından iki sert tokat yedikten sonra, odasına girip koca bir şişe tarım ilacı Mortalin'i gazoz içer gibi kafasına dikmişti. Bir başkası on beş yaşında severek evlendiği, altı ay önce bir çocuğunu doğurduğu işsiz ve ezik kocasından yediği dayaklardan öylesine yıl-mıştı ki, olağan bir kavga sonrası mutfağa girip kapısını kilitlemiş, içeride ne yaptığını anladığı için kapıyı kırmaya çalışan kocasının bağırışlarına rağmen daha önceden hazırladığı kanca ve iple bir hamlede kendisini asmıştı. Bütün bu hikâyelerde hayatın sıradan akışı ile ölüm arasındaki geçişin Ka'yı büyüleyen bir hızı ve umutsuzluğu vardı. Tavana çakılan kancalar, kurşunlan önceden yerleştirilen silahlar, yan odadan yatak odasına getirilen ilaç şişeleri intiharcı kızların intihar fikrini uzun zamandır içlerinde taşıdıklannı kanıtlıyordu. Kızların, genç kadınların birdenbire intihar etmeye başlamaları 19 -Uzak Mahalleler - Kars'tan yüzlerce kilometre uzaklıktaki Batman'da ortaya çıkmıştı ilk. Bütün dünyada erkek intiharları kadın intiharlarının üç dört katı olmasına rağmen Batman'da intihar eden kadınların erkeklerden üç kat fazla olması ve intihar oranının dünya ortalamasının dört katma çıkması önce Ankara'da Devlet İstatistik Enstitü-sü'ndeki çalışkan bir genç memurun dikkatini çekmiş, onun bir gazeteci arkadaşının Cumhuriyet gazetesinde yayımladığı küçük haberle ise Türkiye'de kimse ilgilenmemişti. Olayı gazeteden okuyup ilgilenen Alman ve Fransız gazetelerinin Türkiye temsilcileri Batman'a gidip yaptıkları röportajları ülkelerinde yayımlayınca Türk gazeteleri de intiharları önemsemiş, yerli yabancı pek çok gazeteci şehre gelmişti. Olayla ilgilenen devlet görevlilerinin görüşüne göre bu ilgi ve yayınlar kimi kızları intihara daha da çok özendirmişti. Ka'nm konuştuğu vali muavini Kars'taki intiharların istatistiksel olarak Batman düzeyine ulaşmadığını, intiharcı kızların aileleriyle görüşülmesine "şimdilik"
Orhan Pamuk - Kar (Roman)
-
aysyzgije
12 years ago
- ¦ r\atll lie
"Vicdanın sızlıyor mu diye sormuştum imansız." / "Sızlıyor tabii." / "O zaman
niye yapıyorsun, şerefsiz." / "Oğlum ben sizin babanız yaşında bir hocayım.
Kuran-ı Kerirride büyüğünüze tabanca tutup hakaret ediniz diye bir buyruk mu
var?" / "Sen Kuran-ı Kerim'i ağzına hiç alma, tamam mı. Sağına soluna da bakma
öyle yardım dilenir gibi, bağınrsan da acımam vururum. Anladın mı şimdi?" /
"Anladım." / "O zaman şu soruma cevap ver: Başı örtülü kızların başlarını
açmalarının bu memlekete ne faydası olacak; içine, vicdanına sindirdiğin bir
neden söyle, mesela de ki başını açarsa Avrupalılar onu daha bir insan yerine
koyuyor, hiç olmazsa maksadını anlayacağım, seni vurmayacağım, koyuvereceğim." /
"Sayın evladım. Benim de bir kızım var, başı açıktır. Başı örtülü anasına nasıl
hiç karışmıyorsam, ona da hiç karışmadım." / "Kızın niye açtı başını, artist mi
olmak istiyor?" / "Bana hiç öyle bir şey söylemedi. Ankara'da halkla ilişkiler
okuyor. Bu türban meselesinde ne yazık ki boy hedefi olduğum, çok sıkıntı çekip
üzüldüğüm, iftiralara, tehditlere, sizin gibi haklı olarak öfkelenenlerin ve
düşmanlarımın kızgınlıklarına muhatap olduğum zamanlar kızım bana çok destek
olmuştur. Ankara'dan telefon edip..." / "Aman baba dişini sık da ben de artist
olayım mı der?" / "Hayır oğlum, öyle demez. Babacığım, ben bütün kızların
başörtülü olduğu bir sınıfa kendim de örtüsüz girmeye cesaret edemez, istemeden
örtünür-düm, der." / "Ne zararı olur peki istemeden örtünürse?" / "Valla ben
bunları tartışmam. Siz bana bir gerekçe söyle dediniz." / "Yani, şerefsiz,
Allah'ın emrine uyan tesettürlü, imanlı kızları sen kendi kızının keyfi olsun
diye mi kapıda polislere coplatıyor, zulmedip intihar etmelerine yol açıyorsun."
/ "Kızımın gerekçesi, aynı zamanda başka pek çok Türk kadınının da
gerekçesidir." / "Türkiye'deki kadınların yüzde doksanı örtünürken başka hangi
artistin gerekçesi oluyor anlayamadım. Kızının soyunmasıyla gururlanıyorsun,
seni şerefsiz zalim, ama şunu kafana koy, ben profesör değilim, ama bu konuda
senden çok okudum." / "Beyefendi, silahınızı lütfen bana doğru tutmayın,
sinirleniyorsunuz, sonra patlarsa belki üzülürsünüz." / "Niye üzüleceğim, ben
karda kıyamette iki günlük yolu bir kafiri temizlemek için almışım zaten. Kuranı
Kerim inanana zulmedenin, zalimin katli vaciptir der. Ge-
48
Katil ne Maktul Arasında İlk ve Son Konuşma ¦
ne de acıdığım için son bir şans verdim sana: Bana tesettürlü kızların açılıp
saçılmasının vicdanına sığan tek bir gerekçesini söyle, bak o zaman yemin
ediyorum vurmayacağım seni." / "Kadın başörtüsünü çıkarırsa, toplum içinde daha
rahat, daha saygın bir yer edinir." / "Senin artist olmak isteyen kızın için
belki. Ama tesettür, bilakis kadını tacizden, ırza geçme ve aşağılanmadan
korumuş ve daha rahat toplum içine çıkar hale getirmiştir. Aralarında eski göbek
dansözü Melahat Şandra'nın da olduğu, sonradan çarşaflanan pek çok kadının da
belirttiği gibi, tesettür kadını sokakta erkeğin hayvani hislerine hitap eden ve
diğer kadınlarla çekici olma rekabetine giren ve bu yüzden sürekli makyaj yapan
zavallı bir nesne durumundan çıkarmıştır. Amerikalı zenci profesör Marvin
King'in de belirttiği gibi, ünlü artist Elizabeth Taylor son yirmi yılda çarşaf
içine girseydi, şişmanlığından utanıp akıl hastanelerine düşmeyecek, mutlu
olacaktı. Afedersiniz hocam, bir soru sorabilir miyim: Niye gülüyorsun hocam,
lafım çok mu komik? (Bir sessizlik.) Söylesene ulan şerefsiz ateist, niye
gülüyorsun?" / "Sayın evladım, inanın gülmüyorum, güldüysem de sinirden gülmüşümdür!"
/ "Hayır, inanarak güldün!" / "Sayın evladım, içim bu memleketin
senin gibi, türbancı kızlar gibi, davalarına inandığı için acı çeken genç
insanlarına şefkatle dolu." / "Boşuna yaltaklanma. Ben hiç acı çekmiyorum. Ama
intihar eden kızlara güldüğün için sen şimdi çekeceksin. Güldüğüne göre nedamet
getireceğin de yok. O zaman ben hemen sana durumunu bildireyim. İslamcı Mücahit
Adaleti seni çoktan ölüme mahkûm etti, karar beş gün önce Tokat'ta oylama sonucu
ittifakla alındı, beni de infaza yolladılar. Gülmeseydin, pişman olsaydın belki
affederdim. Al şu kâğıdı idam kararını oku bakalım... (Bir sessizlik.) Karı gibi
ağlamadan yüksek sesle oku, hadi şerefsiz, yoksa hemen vururum seni." / "Ben
ateist profesör Nuri Yılmaz, sayın evladım ben ateist değilim..." / "Hadi, oku."
/ "Evladım, okuyunca beni vuracak mısınız?" / "Okumazsan vuracağım. Hadi, oku."
/ "Dinine bağlı, imanlı kızlara, başlarını açmıyorlar, Kuran-ı Kerlm'in sözünden
dışarı çıkmıyorlar diye, laik T.C. Devleti'nin Müslümanları Ba-tı'nın kölesi
haline getirme, onursuzlaşma, dinsizleştirme gizli planına alet olarak öyle
zulmettim ki, en sonunda bir mümin kız
49
Katil ile Maktul Arasında İlk ve Son Konuşma ¦
acıya dayanamayarak intihar etti... Sayın evladım, burada izninizle bir itirazım
var; sizi yollayan heyete de bildirin lütfen. O kızımız okula alınmadığı için ya
da babasının baskıları yüzünden değil, Milli İstihbarat Teşkilatı'nın bizlere
bildirdiği gibi, ne yazık ki aşk acısından kendini asmıştır." / "Ölürken
bıraktığı mektupta öyle demiyor." / "Hatta affınıza sığınarak söylüyorum
evladım; -lütfen indirin o tabancayı- daha evlenmeden önce bu cahil kızımız,
bekâretini kendinden yirmi beş yaş büyük bir polise düşüncesizce verdikten sonra
adamın ne yazık ki evli olduğunu ve kendisiyle evlenmeye hiç niyeti olmadığını
söyleyince..." / "Sus rezil. O işi senin orospu kızın yapar." / "Yapma evladım,
yapma çocuğum. Beni vurursan senin de geleceğin kararır." / "Pişmanım de!" /
"Pişmanım çocuğum, ateş etme." / "Aç ağzını, tabancayı sokacağım... Şimdi benim
parmağımın üzerinden tetiği sen çek. Bir imansız gibi, ama hiç olmazsa şerefinle
geberirsin." (Bir sessizlik) / "Evladım, bak ne hallere düştüm, bu yaşta
ağlıyorum, yalvarıyorum, bana değil kendine acı. Senin de gençliğine yazık,
katil olacaksın." / "O zaman tetiği kendin çek! İntihar nasıl bir acıymış bir de
sen gör." / "Evladım, ben bir Müslümanım, intihara karşıyım!" / "Aç ağzını. (Bir
sessizlik.) Ağlama öyle... Bir gün hesap sorulacağı daha önce hiç mi aklına
gelmedi. Ağlama, yoksa vururum." / (Uzaktan yaşlı garsonun sesi.) "Efendim,
çayınızı bu masaya getireyim ister misiniz?" / "Yok, istemez. Şimdi kalkıyorum."
/ "Garsona bakma, idam kararının devamını oku." / "Oğlum, affedin beni." / "Oku
diyorum." / "Bütün yaptıklarımdan utanıyorum, ölümü hak ettiğimi biliyorum ve
yüce Allah'ın beni affetmesi için..." / "Hadi oku..." / "Saygıdeğer evladım,
bırak ağlasın bu ihtiyar adam biraz. Bırak son kere karımı, kızımı düşüneyim." /
"Zulmettiğin genç kızları düşün. Biri sinir krizi geçirdi, dört tanesi üçüncü
sınıfta okuldan atıldı, biri intihar etti, okul kapısında tir tir titremekten
hepsi ateşlenip yatağa düştü, hepsinin hayatı kaydı." / "Ben çok pişmanım sayın
evladım. Ama sen de benim gibi birini öldürüp katil olmaya değer mi, onu düşün."
/ "Peki." (Bir sessizlik) "Ben düşündüm hocam, bakın aklıma ne geldi." / "Ne?" /
"Ben seni bulmak ve cezanı infaz etmek için iki gün bu sefil Kars şehrinde eli
boş dolaştım. Tam kjsnıet değilmiş diye Tokat'a dö-
50 İL HALK KÜTÜPHANESİ
¦ Katil ile Maktul Arasında ilk ve Son Konuşma
nüş biletimi almış, son bir çay içiyordum ki..." / "Evladım, beni vurup son
otobüsle Kars'tan kaçmayı düşünüyorsan, yollar kardan kapandı, altı otobüsü
kalkmayacak, sonra pişman olma " / "Tam dönüyordum ki, Allah seni şu Yeni Hayat
Pastanesi'ne yolladı. Yani seni Allah affetmiyor, ben mi edeceğim. Son sözünü
söyle, tekbir getir." / "Otur sandalyene oğlum, bu devlet hepinizi yakalar,
hepinizi asar." / "Tekbir getir." / "Sakin ol evladım dur otur, bir daha düşün.
Çekme onu, dur." (Silah sesi, bir sandalyenin gürültüsü.) "Yapma evladım!" (İki
el silah sesi daha. Sessizlik bir inilti, televizyonun sesi. Bir silah sesi
daha. Sessizlik.)
51
6
Aşk, din ve şiir
MUHTAR'IN HAZİN HİKÂYESİ
Halitpaşa Işhanı'nın kapısında İpek onu bırakıp otele dönünce Ka iki kat
merdiveni hemen çıkıp Refah Partisi'nin il merkezine gitmedi de han
koridorlarındaki işsizler, çıraklar, aylaklar arasında oyalandı. Vurulan eğitim
enstitüsü müdürünün hâlâ can çekişmekte olduğu gözünün önünde canlanıyor, bir
pişmanlık ve suçluluk duyuyor, sabah konuştuğu emniyet müdür yardımcısına,
İstanbul'a, Cumhuriyet gazetesine, herhangi bir tanıdığa telefon etmek geliyordu
içinden, ama çayhaneler ve berber dükkânlarıyla kaynaşan handa telefon
edilebilecek herhangi bir köşe bulamıyordu.
Kapısında "Hayvanseverler Derneği" levhası asılı yere böyle girdi. Burada
telefon vardı ama meşguldü. Telefon etmek isteyip istemediğinden o kadar emin de
değildi artık. Derneğin öte yanındaki yarı açık kapıdan geçince duvarlarında
horoz resimleri, ortasında küçük bir dövüş ringi olan bir salona girdi. Ka horoz
dövüşü salonunda Ipek'e âşık olduğunu, hayatının geri kalan kısmını bu aşkın
belirleyeceğini korkuyla hissetti.
Horoz dövüştürmeye meraklı zengin hayvanseverlerden biri o gün o saatlerde
Ka'nın derneğe girip ring kenarındaki boş seyir banklarından birine düşünceler
içinde oturduğunu çok iyi hatırlıyordu. Ka orada bir çay içmiş ve iri harflerle
yazılıp duvara asılmış dövüş kurallarını okumuştu.
52
Ringe gelen horoz sahibinden izinsiz ele alınmaz.
Yatan horoz üç defa peşpeşe yatar, gaga atmazsa tam kayıptır.
Mahmuz kırıldığında 3, tırnak kırıldığında
1 dakika pansuman yapılır. Dövüşte yere düşen horozun rakibi boynuna basarsa,
horoz kaldırılır, dövüş devam eder.
Elektrik kesilmelerinde 15 dakika beklenir,
gelmez ise dövüş iptal edilir.
Saat ikiyi çeyrek geçe Hayvanseverler Derneği'nden çıkarken Ka, Ipek'i kapıp bu
Kars şehrinden nasıl kaçabileceğini düşünüyordu. Refah Partisi'nin il merkezi
aynı katta, Halk Partili eski belediye başkanı Muzaffer Bey'in şimdi lambaları
söndürülmüş avukatlık yazıhanesine iki dükkân uzaktaydı. (Arada Dostlar Çay
Evi'yle Yeşil Terzi vardı.) Sabah avukata yaptığı ziyaret Ka'ya o kadar uzak bir
geçmişte kalmış gibi geliyordu ki aynı binanın aynı koridorunda olduğuna şaşarak
girdi partiye.
Ka Muhtar'ı en son on iki yıl önce görmüştü. Sarılıp öpüştükten sonra
göbeklendiğini, saçlarının kırlaşıp döküldüğünü fark etti, ama bu kadarını
tahmin ediyordu zaten. Üniversite yıllarında olduğu gibi Muhtar'ın hiçbir
özelliği yoktu ve ağzının kenarında o zamanlar da hep içtiği bir sigara vardı.
"Eğitim enstitüsü müdürünü öldürdüler," dedi Ka.
"Ölmemiş, şimdi radyo söyledi," dedi. "Sen nereden biiıyorsuîı?"
"O da bizim gibi İpek'in sana telefon ettiği Yeni Hayat Pastane-si'nde
oturuyordu," dedi Ka. Olayı yaşadıkları gibi anlattı.
"Polisi aradınız mı?" dedi Muhtar. "Sonra ne yaptınız?"
Ka, îpek'in eve döndüğünü, kendisinin de doğrudan buraya geldiğini söyledi.
"Seçime beş gün kaldı, kazanacağımız iyice anlaşıldıkça devlet başımıza bir
çorap örmek için her şeyi deniyor," dedi Muhtar. "Türbanlı kızkardeşlerimize
sahip çıkmak partimizin bütün Tür-, kiye'de siyaseti. Şimdi o kızları eğitim
enstitüsünün kapısından sokmayan sefil vuruluyor ve olay yerinde bulunan tanık
polise bile haber vermeden doğru buraya bizim parti merkezine geliyor." Nazik
bir hava takındı: "Lütfen şimdi buradan polise telefon et ve
53
• Muhtar'ın Hazin Hikayesi
her şeyi anlat," dedi. Telefonun ahizesini ikramıyla gururlanan bir ev sahibi
gibi Ka'ya uzattı. Ka ahizeyi eline alınca Muhtar bir deftere bakıp numaraları
çevirdi.
"Emniyet Müdür Yardımcısı Kasım Bey'i tanıyorum," dedi Ka. "Nereden tanıyorsun?"
dedi Muhtar Ka'yı sinir eden belirgin bir şüphecilikle.
"Gazeteci Serdar Bey beni ilk ona götürdü sabah," diyordu ki Ka, santraldaki kız
Ka'yı bir anda emniyet müdür yardımcısına bağladı. Ka Yeni Hayat Pastanesi'nde
tanık olduğu şeyleri yaşadığı gibi anlattı. Muhtar aceleci ve sakar iki tuhaf
adım attı ve acemice kırıtıp kulağını yaklaştırıp Ka ile birlikte konuşmayı
dinlemek istedi. Ka da o iyi duyabilsin diye ahizeyi kendi kulağından onunkine
yaklaştırdı. Birbirlerinin nefesini yüzlerinde duyuyorlardı şimdi. Ka onu
emniyet müdür yardımcısıyla yaptığı konuşmaya niye ortak ettiğini bilmiyor, ama
böyle yapmasının daha iyi olacağını seziyordu. Saldırganın hiç göremediği yüzünü
değil ama ufak tefek gövdesini emniyet müdür yardımcısına iki kere daha tarif
etti.
"Bir an evvel buraya gelin de ifadenizi alalım," dedi komiserin iyi niyetli
sesi.
"Ben Refah Partisi'ndeyim," dedi Ka. "Çok gecikmeden gelirim." Bir sessizlik
oldu. "Bir saniye," dedi komiser.
Ka ve Muhtar komiserin ağzını telefondan uzaklaştırıp fısıltıyla birileriyle bir
şey konuştuğunu duydular.
"Kusura bakmayın, nöbetçi arabayı sordum," dedi komiser. "Bu kar hiç dinmeyecek.
Biz birazdan araba yollayalım, alsınlar sizi partiden."
"Burada olduğunu söylemen iyi oldu," dedi Muhtar telefon kapanınca. "Nasıl olsa
biliyorlardır. Her yeri dinliyorlar. Demin de seni suçlar gibi konuşmamı yanlış
anlamanı istemiyorum."
Bir zamanlar kendisini Nişantaşlı bir burjuva gibi gören siyaset meraklılarına
duyduğu cinsten bir öfke geçti Ka'nın içinden. Lisede bu adamlar pandikleşerek
sürekli birbirlerini ibne durumuna düşürmeye çalışırlardı. Bu faaliyetin yerini
daha sonraki yıllarda birbirlerini ve daha çok da siyasal düşmanlarını polis
ajanı durumuna düşürme oyunu almıştı. Ka bir polis arabasından, basılacak
54
evi işaret eden muhbir durumuna düşürülme korkusu yüzünden siyasetten hep uzak
kalmıştı. Şimdiyse, Muhtar dinci şeriatçı partiden aday olmak gibi on sene önce
kendisinin de küçümseyeceği bir işi yapmış olmasına rağmen mazeret ve bahane
yetiştirmekle yükümlü taraf gene Ka olmuştu.
Telefon çaldı, Muhtar sorumlu bir pozla açtı ve beyaz eşya dükkânının bu akşamki
canlı yayında yayınlanacak reklamının fiyatı için bir Serhat Kars Televizyonu
yetkisiliyle sıkı bir pazarlık etti.
Telefon kapanıp ne konuşacaklarını hiç bilemeyen küskün çocuklar gibi ikisi de
susunca on iki yıldır aralarında konuşulmayan her şey Ka'nın hayalinde
konuşulmuş oldu.
Önce birbirlerine hayallerinde şöyle dediler: "Şimdi ikimiz de bir çeşit sürgün
hayatı yaşadığımıza ve öyle çok başarılı, muzaffer ve mutlu olamadığımıza göre
zor bir şeymiş hayat! Şair olmak da yetmiyormuş... Siyasetin gölgesi bu yüzden
üzerimize bu kadar vurdu." Bu bir kere dendikten sonra, ikisi de hayallerinde
şunu da demeden edemediler: "Şiirde mutluluk yetmeyince, siyasetin gölgesine
ihtiyaç oldu." Ka şimdi Muhtar'ı biraz daha küçümsüyordu.
Ka Muhtar'ın şimdi bir seçim zaferi öncesinde olduğu için memnun olduğunu,
kendisinin de Türkiye'deki orta karar şair ününden -hiç yoktan iyi olduğu içinazıcık
memnun olduğunu hatırlattı kendine. Ama ikisi de bu memnuniyetlerini asla
itiraf edemeyecekleri gibi, asıl büyük konuyu, yani hayata küskünlüklerini de
hiç açamazlardı birbirlerine. Yani en kötüsü olmuş, hayatta yenilgiyi kabul edip
dünyanın acımasız haksızlığına alışmışlardı. Bu durumdan çıkmak için ikisinin de
lpek'e ihtiyaç duyması Ka'yı korkuttu.
"Bu akşam şehir sinemasında en son şiirini okuyacakmışsın," dedi Muhtar belli
belirsiz gülümseyerek.
Ka bir zamanlar İpek ile evli olan bu adamın içleri hiç gülmeyen güzel ela
gözlerinin içine düşmanca baktı.
"Fahir'i gördün mü İstanbul'da?" dedi Muhtar, bu sefer daha belirgin bir
gülümseyişle.
Ka da onunla birlikte gülümseyebildi bu sefer. Gülümseyişlerinde şefkatli,
saygılı bir yan da vardı. Fahir onların yaşındaydı; yirmi yıldır modernist Batı
şiirinin taviz vermez bir savunucusuy-
55
du. Saint Joseph'de okumuştu, saraydan çıktığı söylenen deli ve zengin
babaannesinden aldığı paralarla her sene bir kere Paris'e gider, Saint
Germain'deki kitapçılardan aldığı şiir kitaplarını bavuluna doldurup İstanbul'a
getirir, kendi çıkardığı dergilerde, kurup kurup batırdığı yayınevlerinin şiir
dizilerinde bu kitapların Türkçe çevirilerini, kendi şiirlerini, diğer modernist
Türk şairlerini yayımlardı. Herkesin saygı duyduğu bu yanına karşılık Fahir'in
yapay öztürkçeye çevirdiği şairlerden etkilerle yazdığı kendi şiirleri ilhamdan
yoksun, kötü ve anlaşılmazdı.
Ka istanbul'da Fahir'i göremediğini söyledi.
"Bir zamanlar şiirlerimi Fahir beğensin çok isterdim," dedi Muhtar. "Ama o benim
gibileri saf şiirle değil, folklorla, 'yerel güzelliklerle' uğraşıyor diye çok
küçümserdi. Yıllar geçti, askerî darbeler oldu, herkes hapse girdi çıktı, ben de
herkes gibi oradan oraya sersem gibi savruldum. Kendime örnek aldığım insanlar
değişmiş, kendimi beğendirmek istediklerim kaybolmuş, hayatta da şiirde de
istediklerimin hiçbiri gerçekleşmemişti. İstanbul'da mutsuz, huzursuz, parasız
yaşamaktansa Kars'a döndüm. Babamın eskiden utandığım dükkânını devraldım.
Bunlar da beni mutlu etmedi. Buradaki insanları küçümsüyor, Fahir'in benim
şiirlerime yaptığı gibi, onları görünce yüzümü buruşturuyordum. Kars'ta şehir de
insanlar da sanki hakiki değildi. Burada herkes ya ölmek ya da çekip gitmek
istiyordu. Ama benim gidecek yerim de kalmamıştı. Sanki tarihin dışına sürülmüş,
uygarlıkların dışına atılmıştım. Uygarlık o kadar uzaktaydı ki, onu taklit bile
edememiştim. Benim yapamadıklarımı yapacağını, bir eziklik taşımadan bir gün
Batılı, modern ve kişilik sahibi olacağını hayal edeceğim bir çocuk da
vermiyordu Allah bana."
Muhtar'ın arada bir sanki içinden gelen bir ışıkla hafifçe gülümseyerek
kendisiyle alay edebilmesi Ka'nın hoşuna gidiyordu.
"Akşamları içiyor, güzelim İpek'im ile kavga etmemek için eve geç geliyordum.
Her şeyin, uçan kuşların bile donduğu Kars gecelerinden biriydi. Geç vakit
Yeşilyurt Meyhanesi'nden en son ben çıkmış, o zamanlar İpek ile oturduğumuz Ordu
Caddesi'ndeki eve yürüyordum. On dakikadan fazla sürmez bu yol ama Kars'a göre
uzun bir mesafedir. Rakıyı fazla kaçırdığım için olacak iki
56
adım yolda kayboldum. Sokaklarda kimsecikler yoktu. Soğuk gecelerde hep olduğu
gibi Kars terk edilmiş bir şehre benziyordu, kapısını vurduğum evler ya içinde
seksen yıldır kimsenin yaşamadığı Ermeni evleriydi, ya da içindekiler kat kat
yorganlar altında, kış uykusuna yatmış hayvanlar gibi gizlendikleri
deliklerinden çıkmıyorlardı."
"Birden bütün şehrin bu terk edilmiş, kimsesiz hali hoşuma gitti. İçkiden ve
soğuktan bütün vücuduma tatlı bir uyku yayılıyordu. Ben de sessizce bu hayatı
terk etmeye karar verdim, üç beş adım yürüdüm yürümedim bir ağacın altına buzlu
kaldırıma uzanıp uykuyu ve ölmeyi beklemeye başladım. O soğukta içkili kafayla
donup ölmek üç beş dakikanın işidir. Yumuşacık bir uyku damarlarıma yayılırken
gözümün önünde bir türlü olmayan çocuğum belirdi. Çok sevindim: Erkekti,
büyümüş, kravat takmıştı; hali bizim kravatlı memurlar gibi değil, Avrupalılar
gibiydi. Tam bana bir şey söyleyecekti, durdu, bir ihtiyarın elini öptü. O
ihtiyar adamdan her yere bir nur yayılıyordu. Derken yattığım yerde bir ışık tam
gözümün içine vurup beni uyandırdı. Bir pişmanlık ve umut ile ayağa kalktım.
Baktım az ötede aydınlık bir kapı açılmış, birileri girip çıkıyor. İçimden gelen
sesi dinleyerek onların peşinden gittim. Beni aralarına aldılar ve aydınlık,
sıcacık bir eve soktular. Burada Karslılar gibi hayattan umudu kesmiş bezgin
insanlar değil, mutlu insanlar vardı, üstelik onlar da Karslı, hatta tanıdıktı.
Bu evin, söylentilerini işittiğim Kürt Şeyhi Saadettin Efendi Haz-retleri'nin
gizli tekkesi olduğunu anlamıştım. Memur arkadaşlardan, şeyhin sayısı her gün
artan zengin müritlerinin daveti üzerine dağdaki köyünden Kars'a inip zavallı
fakir, işsiz ve mutsuz Karslı-ları tekkedeki ayinlere çektiğini işitmiştim ama
polis bu cumhuriyet düşmanlığına izin vermez diye aldırmamıştım. Şimdi
gözlerimden yaşlar akarken ben bu şeyhin merdivenlerini çıkıyordum. Yıllardır
gizli gizli korktuğum, ateistlik yıllarımda bir zayıflık ve gerilik olarak
gördüğüm şey olmuştu: islam'a dönüyordum. Karikatürleri yapılan bu çember
sakallı, cüppeli, gerici şeyhlerden ben aslında korkardım, şimdi merdivenleri
kendi isteğimle çıkarken hıçkırarak ağlamaya başlamıştım. Şeyh iyi bir adamdı.
Bana neden ağladığımı sordu. Elbette ki, 'gerici şeyhlerin, müritlerin arasına
57
düştüm diye ağlıyorum,' diyecek değildim. Üstelik ağzımdan baca gibi tüten rakı
kokusundan da çok utanıyordum. Anahtarımı kaybettiğimi söyledim. Ölmek için
uzandığım yerde anahtarlığımı düşürdüğüm aklıma gelivermişti. Yanındaki dalkavuk
müritler hemen atılıp anahtarın mecazi anlamlarına işaret ederlerken o, sokağa
anahtarlarımı aramaya yolladı onları. Yalnız kaldığımızda bana tatlılıkla
gülümsedi. Onun az önce rüyamda gördüğüm iyi yürekli ihtiyar olduğunu anlayarak
rahatladım."
"İçimden öyle geldiği için bana bir evliya gibi gözüken bu ulu kişinin elini
öptüm. Çok şaşırdığım bir şey yaptı. O da benim elimi öptü. Yıllardır duymadığım
bir huzur yayıldı içime. Onunla her şeyi konuşabileceğimi, bütün hayatımı
anlatacağımı hemen anladım. O da bana ateistlik yıllarımda varlığını zaten için
için bildiğim yüce Allah'ın yolunu gösterecekti. Bu da peşinen beni mutlu
ediyordu. Anahtarımı bulmuşlardı. O gece evime dönüp uyudum. Sabah bütün bu
tecrübeden utandım. Başımdan geçenleri hayal meyal hatırlıyor, hatırlamak da
istemiyordum. Bir daha tekkeye gitmeyeceğime yeminler ettim kendime. O akşam
beni tekkede gören müritlerle bir yerde karşılaşır mıyım acaba diye korkuyor,
bunalıyordum. Ama gene bir gece Yeşilyurt Meyhane-si'nden dönerken ayaklarım
beni kendiliğinden oraya götürdü. Gündüzleri duyduğum bütün pişmanlık
buhranlarına rağmen bu daha sonraki gecelerde de sürdü. Şeyh beni en yakınma
oturtuyor, dertlerimi dinleyip yüreğime Allah sevgisi yerleştiriyordu. Hep
ağlıyor, bundan çok huzur duyuyordum. Gündüzleri sır gibi sakladığım tekke
ayinlerini gizlemek için en laik gazete bildiğim Cumhuriyetti elime alıp
cumhuriyet düşmanı dincilerin her yere yayıldığından şikâyet eder, Atatürkçü
Düşünce Derneği'nde niye toplantılar yapılmıyor diye sağda solda söylenirdim."
"Bu ikili hayat bir gece İpek'in bana 'Başka bir kadın mı var?' diye sormasına
kadar sürdü. Ağlayarak her şeyi itiraf ettim. O da 'Dinci mi oldun, başımı mı
bağlatacaksın?' diye ağladı. Böyle bir talebim olmayacağına yeminler ettim.
Başımıza gelenlerin bir çeşit fakir düşme gibi bir şey olduğunu hissettiğim için
dükkânda her şeyin iyi gittiğini, elektrik kesilmelerine rağmen yeni Arçelik
elektrik sobalarının çok iyi sattığını anlattım ki rahatlasın. Aslın-
58
da evde namaz kılabileceğim için mutluydum. Kitapçıdan bir namaz hocası aldım
kendime. Önümde yeni bir hayat başlıyordu."
"Biraz kendime gelir gelmez bir gece ani bir ilhamla büyük bir şiir yazdım.
Bütün bu buhranımı, utancımı, içimde yükselen Allah sevgisini, huzuru, şeyhimin
mübarek merdivenlerini ilk çıkışımı, ve anahtarın gerçek ve mecazi anlamlarını
anlattım. Hiçbir kusuru yoktu. Fahir'in çevirdiği en son ve en moda Batılı
şairin şiirinden yemin ederim aşağı değildi. Ona bir mektupla beraber hemen
postaladım. Altı ay bekledim, o sırada çıkarmakta olduğu Akhilleus'un Mürekkebi
dergisinde yayımlanmadı. Bu bekleyiş sırasında üç şiir daha yazmıştım. Onları da
ikişer ay arayla postaladım. Bir yıl sabırsızlıkla bekledim, gene hiçbiri
yayımlanmadı."
"O dönem hayatımdaki mutsuzluk ne hâlâ çocuğumun olmaması, ne İpek'in İslam'ın
gereklerine direnmesi, ne de laik ve solcu eski arkadaşlarımın dinci oldum diye
beni küçümsemeleriydi. Benim gibi heyecanla İslam'a dönen zaten pek çok örnek
olduğu için fazla da aldırmıyorlardı bana. Beni en çok İstanbul'a yolladığım bu
şiirlerin yayımlanmaması sarstı. Her ay başı yeni sayının çıkmasına doğru günler
saatler geçmek bilmiyordu, her seferinde en sonunda bir şiirimin bu ay
yayımlanacağını düşünerek kendimi yatıştırıyordum. Bu şiirlerde anlattıklarımın
hakikiliği bir tek Batı şiirlerinin hakikiliğiyle karşılaştırılabilirdi. Bunu da
Türkiye'de bir tek Fahir yapabilir diye düşünüyordum."
"Uğradığım haksızlığın ve öfkemin boyutları İslam'ın bana verdiği mutluluğu
zehirlemeye başlamıştı. Artık gitmeye başladığım camide namaz kılarken Fahir'i
düşünüyordum; gene mutsuzdum. Sıkıntımı bir gece şeyhime açmaya karar verdim ama
modernist şiirin ne olduğunu, Rene Char'ı, ortadan kınlan cümleyi, Mallar-me'yi,
Joubert'i, boş mısranın sessizliğini anlamadı."
"Bu şeyhime olan güvenimi sarstı. Zaten uzun zamandır bana 'Kalbini temiz tut,'
'Allah'ın sevgisiyle bu cendereden çıkarsın inşallah,' gibisinden sekiz on
cümleyi tekrarlamaktan öte bir şey yapmıyordu. Hakkını yemek istemem, basit bir
adam değildi; bilgisi basit bir adamdı yalnızca. Ateistlik yıllarımdan kalma,
içimdeki yan akılcı, yan faydacı şeytan gene beni dürtmeye başlamıştı. Benim
gibiler ancak bir siyasi partide kendi benzerleriyle bir dava
59
uğruna didişerek huzur bulurlar. Böylece buraya partiye gidip gelmenin bana
tekkedekinden daha derin ve anlamlı bir manevi hayat vereceğini anladım.
Marksist yıllarımdan edindiğim parti tecrübesi dine, maneviyata önem veren
partimde çok işime yaradı."
"Ne gibi?" diye sordu Ka.
Elektrikler kesildi. Uzun bir sessizlik oldu.
"Elektrikler kesildi," dedi sonra Muhtar esrarengiz bir havayla.
Ka ona cevap vermeden karanlıkta kıpırdamadan oturdu.
60
Siyasal islamcı, bizlere Batılı ve laiklerin verdiği addır
PARTİ MERKEZİNDE, EMNİYETTE VE GENE SOKAKLARDA
Hiçbir şey konuşmadan karanlıkta oturmalarında irkiltici bir yan vardı ama Ka bu
tedirginliği aydınlıkta Muhtar ile iki eski dost gibi konuşmanın yapaylığına
tercih ediyordu. Şimdi kendisini Muhtar'a bağlayan tek şey İpek'ti ve Ka hem bir
şekilde ondan söz etmeyi çok istiyor, hem de ona âşık olduğunu belli etmekten
korkuyordu. Korktuğu bir başka şey Muhtar'ın başka hikâyeler de anlatması,
böylece onu şimdi bulduğundan daha da aptal bulması ve İpek'e duymak istediği
hayranlığın böyle biriyle yıllarca evli kaldığı için baştan zedelenmesiydi.
Bu yüzden Muhtar, bir konu sık ntısı içerisinde, sözü solcu eski arkadaşlara,
Almanya'ya kaçan siyasal sürgünlere getirince Ka rahatladı. Muhtar'ın bir sorusu
üzerine, bir zamanlar "dergide üçüncü dünya üzerine yazılar yazan" kıvırcık
saçlı, Malatyalı Tu-fan'ın delirdiğini işittiğini gülümseyerek söyledi. Onu en
son Stuttgart merkez istasyonunda elinde upuzun bir sopa, sopanın ucunda ıslak
bir bez ıslık çalıp koşarak yerleri silerken gördüğünü anlattı. Sözünü
sakınmadığı için sürekli azarlanan Mahmut'u sordu daha sonra Muhtar. Ka onun
şeriatçı Hayrullah Efendi'nin cemaatine katıldığını, bir zamanlar sol için
girdiği kavgalardaki hırsla, şimdi Almanya'da hangi camiye hangi cemaat hakim
olacak kavgalarına karıştığını söyledi. Bir başkası, Ka'nın gene gü-
61
- Parti Merkezinde, Emniyette ve Gene Sokaklarda -
lümseyerek hatırladığı sevimli Süleyman ise Bavyera'da üçüncü dünyalı siyasal
sürgünlere kucak açan bir kilise vakfının parasıyla yaşadığı küçük Traunstein
kentinde o kadar sıkılmıştı ki hapise tıkılacağım bile bile Türkiye'ye geri
dönmüştü. Berlin'de şoförlük yaparken esrarengiz bir şekilde öldürülen Hikmet'i,
bir Nazi subayından dul kalmış yaşlı bir Alman kadınıyla evlenip onunla beraber
bir pansiyon' işleten Fadıl'ı ve Hamburg'taki Türk mafyasıyla çalışıp zengin
olan teorik Tarık'ı hatırladılar. Bir zamanlar Muhtar, Ka, Taner ve İpek ile
birlikte matbaadan yeni çıkmış dergileri katlayan Sadık şimdi Alpler'den
Almanya'ya kaçak işçi sokan bir çeteye elebaşılık ediyordu. Hemen küsüveren
Muhar-rem'in Berlin'deki metro sisteminin soğuk savaş ve duvar yüzünden hiç
kullanılmayan hayalet istasyonlarından birinde ailesiyle birlikte mutlu bir
yeraltı hayatı yaşadığı söyleniyordu. Tren Kre-uzberg ile Alexanderplatz
istasyonları arasında hızla ilerlerken vagondaki emekli Türk sosyalistleri bir
an Amavutköy'den her geçişlerinde akıntıya bakıp arabasıyla kaybolmuş efsanevi
gangsteri selamlayan eski İstanbul haydutları gibi saygı duruşunda bulunurlardı.
Selam ânında vagonda bulunan siyasal sürgünler birbirlerini tanımasalar da,
kayıp bir davanın efsanevi kahramanını selamlayan yoldaşlarına göz ucuyla bir
bakış atarlardı. Ka solcu arkadaşlarını psikolojiyle ilgilenmiyorlar diye
sürekli eleştiren Ruhi'ye Berlin'de işte böyle bir vagonda rastlamış, en alt
gelir dilimindeki göçmen işçilere pazarlanması düşünülen pastırmalı yeni bir
pizza çeşidinin reklamlarının etkisini ölçmede denek olduğunu öğrenmişti. Ka'nın
Almanya'da tanıdığı siyasal sürgünler içinde en mutlusu Ferhat, PKK'ya katılmış,
milliyetçi bir heyecanla Türk Hava Yolları bürolarına saldırıyor, Türk
konsolosluklarına molotof kokteyli atarken CNN'de gözüküyor ve bir gün yazacağı
şiirleri hayal ederek Kürtçe öğreniyordu. Muhtar'ın tuhaf bir merakla sorduğu
başka bazı isimleri ise Ka ya çoktan unutmuştu, ya da küçük çetelere katılan,
gizli servisler için çalışan, karanlık işlere giren pek çokları gibi yok
olduklarını, kaybolduklarını ve büyük ihtimal sessizce öldürülüp bir kanala
atıldıklarını işitmişti. Eski arkadaşının yaktığı kibritin alevinde, parti il
merkezindeki
62
------------------ram ınerKezınae, tmnıyeue ve üene iokakiarfla-----------------
-
hayaletimsi eşyaların, eski bir sehpanın, gaz sobasının yerini görünce kalkıp
pencereye gitti, yağan karı hayranlıkla seyretti.
Kar büyük, göz doyuran tanelerle ağır ağır yağıyordu. Yavaşlığında, doluluğunda
ve şehrin neresinden geldiği belli olmayan mavimsi bir ışıkta iyice
belirginleşen beyazlığında insana huzur ve güven veren güçlü bir yan, Ka'yı
hayran bırakan bir zarafet vardı. Çocukluğunun karlı akşamlarını hatırladı Ka,
İstanbul'da da bir zamanlar kar ve fırtınadan elektrikler kesilir, evde Ka'nın
çocuk yüreğini hızlandıran korkulu fısıldaşmalar, "Allah korusun! "lu temenniler
duyulur, Ka bir ailesi olduğu için mutluluk duyardı. Karın altında zorlukla
ilerleyen bir at arabasının atlarını hüzünle seyretti: Karanlıkta ancak
hayvanların başlarını gergin bir şekilde sağa sola sallayışlarını seçebiliyordu.
"Muhtar, şeyh efendine hâlâ gidiyor musun?"
"Saadettin Efendi Hazretleri'ne mi?" dedi Muhtar. "Bazan! Niye?"
"Sana ne veriyor?"
"Biraz dostluk, çok kalıcı olmasa da biraz şefkat. Bilgilidir."
Ama Muhtar'ın sesinde bir sevinç değil bir hayal kırıklığı hissetti Ka.
"Almanya'da çok yalnız bir hayat sürüyorum," dedi inatla konuşarak. "Gece
yarıları Frankfurt'un damlarına bakarken bütün bu dünyanın, hayatımın boşuna
olmadığını hissediyorum. Birtakım sesler duyuyorum içimde."
"Ne gibi sesler?"
"Belki de yaşlandığım, ölmekten korktuğum içindir," dedi Ka utanarak. "Yazar
olsaydım, 'Kar Ka'ya Allah'ı hatırlatıyordu!' diye yazardım kendi hakkımda. Ama
bu doğru olur muydu onu da bilmiyorum. Karın sessizliği beni Allah'a
yaklaştırıyor."
"Dindarlar, sağcılar, bu ülkenin Müslüman muhafazakârları..." dedi Muhtar
aceleyle yanlış bir umuda kapılarak, "ateist solculuk yıllarımdan sonra bana çok
iyi geldiler. Onları bulursun. Sana da çok iyi geleceklerdir eminim."
"Öyle mi?"
"Bir defa bütün bu dindar adamlar alçakgönüllüdürler, yumuşaktırlar,
anlayışlıdırlar. Batılılaşmışlar gibi halkı hemen küçüm-semezler; şefkatli ve
yaralıdırlar. Seni tanırlarsa severler, hiç sivrilik etmezler."
63
• Parti Merkezinde, Emniyette ve Gene Sokaklarda ¦
Ka, Türkiye'de Allah'a inanmanın, insanın tek başına en yüce düşünce, en büyük
yaratıcıyla karşılaşması değil, her şeyden önce bir cemaate, bir çevreye girmek
demek olduğunu baştan biliyordu, ama gene de Muhtar'ın Allah'tan ve tek bireyin
inancından hiç söz etmeden cemaatlerin yararından söz etmesi bir hayal kırıklığı
yarattı onda. Muhtar'ı bu yüzden küçümsediğini hissetti. Ama alnını dayadığı
pencereden bakarken bir içgüdüyle Muhtar'a bambaşka bir şey söyledi.
"Muhtar, Allah'a inanmaya başlarsam hayal kırıklığına uğrar, hatta beni
küçümsermişsin gibi geliyor bana."
"Niye?"
"Batılılaşmış, yalnızlaşmış ve Allah'a tek başına inanan birey seni korkutur.
İnanmayan bir cemaat adamını, inanan bir bireyden daha güvenilir bulursun. Senin
için yalnız bir adam, inanmayan adamdan daha sefil ve kötüdür."
"Ben çok yalnızım," dedi Muhtar.
Bu sözü bu kadar içtenlikle ve inandırıcı söyleyebildiği için Ka ona bir hınç ve
acıma duydu. Odadaki karanlığın hem kendisinde, hem de Muhtar'da bir çeşit
sarhoşluk sırdaşlığı yarattığını hissediyordu şimdi. "Olacağım yok ama benim beş
vakit namaz kılan bir dindar olmam seni asıl neden korkutur biliyor musun? Sen
dine ve cemaate ancak benim gibi laik allahsızlar devlet ve ticaret işlerini
üzerlerine alırlarsa sarılabilirsin. Din dışı işleri, Batı ile ticaret ve
siyaseti hakkıyla götürecek bir dinsizin çalışkanlığına güveneme-den insan bu
ülkede gönül rahatlığıyla ibadet edemez."
"Ama sen o din dışı devlet ve ticaret adamı değilsin. İstediğin zaman da seni
Şeyh Efendi Hazretleri'ne götürürüm."
"Polislerimiz geldi galiba!" dedi Ka.
ikisi yer yer buz tutmuş camın aralıklarından, aşağıda han kapısına park etmiş
polis aracından kar altında ağır ağır inen iki sivile sessizce baktılar.
"Ben senden bir şey isteyeceğim şimdi," dedi Muhtar. "Birazdan bu adamlar yukarı
gelir, bizi merkeze götürürler. Seni gözaltına almazlar, ifadeni alır
bırakırlar. Oteline dönersin, akşam da otel sahibi Turgut Bey seni yemeğe
çağırır, gidersin. Orada tabii meraklı kızları da olur. O zaman İpek'e şunları
söylemeni istiyo-
64
rum. Dinliyor musun beni? ipek'e onunla yeniden evlenmek istediğimi söyle! Ondan
örtünmesini, Islami kurallara uygun giyinmesini istemem bir hataydı. Ona artık
dar görüşlü, kıskanç taşralı bir koca gibi dayranmayacağımı, evliliğimiz
sırasında ona yaptığım baskılardan pişman olduğumu ve utandığımı söyle!"
"Sen bunları ipek'e daha önceden söylemedin mi?"
"Söyledim, ama faydası olmadı. Refah Partisi il başkanı olduğum için bana
inanmıyor belki de. Sen İstanbul'dan, hatta Almanya'dan gelen başka türlü bir
adamsın. Sen söylersen inanır."
"Refah Partisi il başkanı olarak, karının örtüsüz olması seni siyasette zorlamaz
mı?"
"Dört gün sonra Allah'ın izniyle seçimi kazanıp belediye başkanı olacağım," dedi
Muhtar. "Ama ondan da önemlisi pişmanlığımı İpek'e senin anlatman. O sırada ben
belki hâlâ gözaltında olurum. Bunu benim için yapar mısın kardeşim?"
Ka bir an bir kararsızlık geçirdi. "Yaparım," dedi sonra.
Muhtar Ka'ya sarılıp yanaklarından öptü. Muhtar'a acımayla tiksinti arası
birşeyler duydu Ka ve Muhtar kadar saf ve açık yürekli olamadığı için küçümsedi
kendini.
"Şu şiirimi de İstanbul'da Fahir'e kendi elinle vermeni çok rica ediyorum," dedi
Muhtar. "Demin sözünü ettiğim şiir, adı 'Merdi-ven'dir."
Ka karanlıkta şiiri cebine sokarken han odasına üç sivil adam girdi; ikisinin
ellerinde iri el fenerleri vardı. Hazırlıklı ve meraklıydılar ve Ka ile
Muhtar'ın burada ne yaptıklarını çok iyi bildikleri hallerinden anlaşılıyordu.
Ka onların MiT'ten olduğunu anladı. Gene de Ka'nın kimliğine bakarlarken burada
ne işi olduğunu sordular. Ka belediye seçimleri ve intihar eden kadınlar üzerine
Cumhuriyet gazetesine yazı yazmak için istanbul'dan geldiğini söyledi.
"Siz İstanbul gazetelerine yazın diye intihar ediyorlar zaten!" dedi memurlardan
biri.
"Hayır, o yüzden değil," dedi Ka dikbaşlıhkla.
"Ne yüzden?"
"Mutsuzluktan intihar ediyorlar."
"Biz de mutsusuz ama intihar etmiyoruz."
65
-fanı MeTKezınae, cmnıyeııe '
Bir yandan da ellerindeki lambaların ışığında parti il merkezinin dolaplarını
açıyor, çekmecelerini çekip içindekileri masanın üzerine boşaltıyor, dosyaların
içinde birşeyler arıyorlardı. Altına bakıp silah aramak için Muhtar'm masasını
devirdiler, dolaplardan birini öne çekip arkasına baktılar. Ka'ya Muhtar'a
davrandıklarından çok daha iyi davranıyorlardı.
"Müdürün vurulduğunu gördükten sonra niye polise değil de buraya geldiniz?"
"Burada randevum vardı."
"Ne için?"
"Biz üniversiteden eski arkadaşız," dedi Muhtar özür dileyen bir sesle. "Kaldığı
Karpalas Oteli'nin sahibesi de kanmdır. Saldırıdan az önce bana, buraya, parti
merkezine telefon edip randevu aldılar. İstihbaratçılar partimizin telefonlarını
dinlediği için bunu kontrol edebilirsiniz."
"Bizim sizin telefonlarınızı dinlediğimizi ne biliyorsun?"
"Özür dilerim," dedi Muhtar hiç telaşlanmadan. "Bilmiyorum, tahmin ettim. Belki
yanılmışımdır."
Muhtar'da, polis tarafından hırpalanınca aşağıdan almaya, hakaretleri ve itilip
kakılmayı onur sorunu yapmamaya, polisin ve devletin acımasızlığını
elektriklerin kesilmesi, yolların hep çamurlu olması gibi doğal bir şey olarak
kabul etmeye alışmış birinin soğukkanlılığını ve ezikliğini hissediyordu Ka ve
bu yararlı esneklik ve yetenekler kendisinde olmadığı için ona bir saygı da
duyuyordu.
Parti il merkezi uzun uzun arandıktan ve dolapları ve dosyaları altüst edilip
bir kısmı iplerle bağlanıp torbalara doldurulduktan ve bir de arama tutanağı
tutulduktan sonra bindirildikleri polis aracının arkasında yanyana suçlu
çocuklar gibi sessizce otururlarken Ka aynı ezikliği Muhtar'm dizlerinin
üzerinde şişman ve ihtiyar köpekler gibi uslu uslu duran iri ve beyaz ellerinde
gördü. Polis aracı Kars'ın karlı ve karanlık sokaklarında ağır ağır ilerlerken,
eski Ermeni konaklarının perdeleri yarı açık pencerelerinden dışarı sızan soluk
turuncumsu ışıkları, ellerinde plastik torbalar buzlu kaldırımlarda ağır ağır
yürüyen ihtiyarları, hayaletler kadar yalnız, boş ve eski evlerin cephelerini
hüzünle seyrettiler. Millet
66
Tiyatrosu'nun ilan tahtasına akşamki gösterinin afişleri asılmıştı. Canlı yayın
için sokaklardan yayın kablosu geçiren işçiler hâlâ çalışıyorlardı. Yollar
kesildiği için otobüs garajlarında sinirli bir bekleyiş havası vardı.
Taneleri Ka'nın gözüne küçük çocukların "kar fırtınası" adını verdikleri içi su
dolu oyuncakların içlerindeki kar taneleri kadar iri gözüken masalımsı karın
altında polis aracı ağır ağır ilerledi. Şoför dikkatle ve çok yavaş sürdüğü için
bu kısacık yolda bile ye-di-sekiz dakika süren yolculuk boyunca Ka'nın gözleri,
yanında oturan Muhtar'm gözleriyle bir kere karşılaştı ve eski dostunun hüzünlü
ve teskin edici bakışlarından Emniyet Müdürlüğü'nde Muhtar'ı döveceklerini,
kendisine ise dokunmayacaklarını utançla ve içi rahatlayarak anladı.
Arkadaşının yıllar sonra bile unutmayacağı bakışlarından Ka ayrıca Muhtar'm az
sonra yiyeceği dayağı hak ettiğini düşündüğünü de hissetti. Dört gün sonra
yapılacak belediye başkanlığı seçimlerini kazanacağına kesinlikle inanmasına
rağmen gözlerinde öyle bir tevekkül ve olacaklar için peşinen özür dileyen öyle
bir bakış vardı ki Muhtar'm şöyle düşündüğünü de anladı Ka: "Dünyanın bu
köşesinde yaşamakta hâlâ ısrar ettiğim, hatta burada iktidar hırsına kapıldığım
için az sonra yiyeceğim ve gururumu kırmadan geçiştirmeye çalışacağım dayağı hak
ettiğimi biliyorum ve bu yüzden de kendimi senden aşağı görüyorum. Sen de lütfen
bakışlarını gözlerimin içine dikerek utancımı yüzüme vurma."
Polis minibüsü müdürlüğün karla kaplı iç avlusunda durduktan sonra Ka ile
Muhtar'ı birbirlerinden ayırmadılar, ama çok farklı davrandılar onlara. Ka'ya
İstanbul'dan gelen ünlü bir gazeteci, aleyhlerine bir şey yazarsa başları derde
girecek etkili biri ve işbirliği yapmaya hazır bir tanık muamelesi yaptılar.
Muhtar'a davranışlarında ise aşağılayıcı bir "gene mi sen!" havası vardı; hatta
Ka'ya dönerek "böyle biriyle sizin gibi birisinin ne işi olabilir" havasına da
girdiler. Muhtar'ı aşağılayışlarında onu kafasız (sana bu devleti teslim ederler
mi sanıyorsun!) ve şaşkın (sen önce bir kendi hayatına sahip olsan!)
bulmalarının da payı olduğunu düşünmüştü Ka saflıkla. Ama ima edilen şeyin çok
daha başka olduğunu daha sonra acıyla anlayacaktı.
67
- Parti Merkezinde, Emniyette ve uene iokaKiaraa -
Eğitim enstitüsü müdürünü vuran ufak tefek saldırganı teşhis etsin diye bir aça
Ka'yı yan odaya götürüp arşivlerden derlenmiş yüze yakın siyah beyaz fotoğraf
gösterdiler. Kars ve civarındaki siyasal İslamcılardan emniyet güçlerince bir
kere olsun gözaltına alınmış herkesin fotoğrafı vardı burada. Çoğu gençti,
Kürt'tü, köylü ya da işsizdi ama aralarında işportacılar, imam hatip hatta
üniversite öğrencileri, öğretmenler ve sünni Türkler de vardı. Emniyetin
kamerasına öfke ve kederle bakmış gençlerin fotoğraflarından Ka Kars
sokaklarında geçirdiği bir günde rastladığı iki delikanlının yüzünü çıkardı, ama
daha yaşlı ve ufak tefek olduğunu düşündüğü saldırganı siyah beyaz
fotoğraflardan çıkarmasına imkân yoktu.
Diğer odaya geri döndüğünde hâlâ aynı taburede kamburu çıkmış olarak oturan
Muhtar'ın burnunun kanadığını ve tek gözüne kan oturmuş olduğunu gördü. Muhtar
utançla bir iki hareket yaptıktan sonra mendiliyle yüzünü iyice gizledi.
Sessizlikte Ka bir an Muhtar'ın ülkesinin yoksulluğu ve budalalığı yüzünden
çektiği suçluluk duygusu ve ruhsal eziyetten yediği bu dayak sayesinde
arındığını hayal etti. iki gün sonra kendisini hayatta en mutsuz eden haberi
acıyla öğrenmeden hemen önce -bu sefer kendisi Muhtar'ın durumuna düşmüşken-
Ka,- artık aptalca da bulsa bu hayali hatırlayacaktı.
Muhtarla gözgöze geldikten bir dakika sonra ifadesini almak için Ka'yı yeniden
yan odaya aldılar. Çocukluğunda Ka'nın avukat babasının eve iş getirdiği
akşamlar tıkırdattığı Remington marka eski daktilonun bir kardeşini kullanan
genç bir polise eğitim enstitüsü müdürünün nasıl vurulduğunu anlatırken Ka,
Muhtar'ı kendisine korkutmak için gösterdiklerini düşünüyordu.
Az sonra serbest bırakılınca da içeride kalan Muhtar'ın kanlı yüzü uzun bir süre
gözünün önünden gitmedi. Eskiden, taşra şehirlerinde, muhafazakârlar polis
tarafından böyle kolay hırpalan-mazdı. Ama Muhtar ANAP gibi merkez sağ partiden
değildi; radikal İslamcı olmaya çalışan bir görüştendi. Gene de durumunun
Muhtar'ın kişiliğiyle ilgili bir yanı olduğunu da sezdi. Kar altında uzun uzun
yürüdü, Ordu Caddesi'nin aşağılarında bir duvara oturdu, sokak lambalarının
ışığında karlı yokuşta kızak kayan çocukları seyredip sigara içti. Gün boyunca
tanık olduğu yoksulluk
68
----------------------rai m mciKCiiııuc, Lmıııycuc ve ucı ıc jukclkicu ua ¦
ve şiddetten yorgundu ama İpek'in sevgisiyle yepyeni bir hayata başlayabilme
umudu kıpırdanıyordu içinde.
Daha sonra kar altında yeniden yürürken Yeni Hayat Pastane-si'nin karşı
kaldırımında buldu kendini. Camı kırılmış pastanenin önündeki polis aracının
lacivert ışığı yanıp sönüyor, pastanedeki memurları çoluk çocuk seyreden bir
kalabalığı ve bütün Kars'ın üzerine tanrısal bir sabırla yağan karı hoş bir
ışıkla aydınlatıyordu. Ka da kalabalığın arasına girdi ve pastanede polislerin
ihtiyar garsona hâlâ birşeyler sorduklarını gördü.
Birisi ürkek bir hareketle Ka'nın omuzunu dürttü. "Siz şair Ka'sınız değil mi?"
İri yeşil gözlü, iyi çocuksu yüzlü bir delikanlıydı. "Benim adım Necip. Kars'a
seçimler ve intihar eden kızlar hakkında Cumhuriyet gazetesine yazı yazmak için
geldiğinizi, pek çok cemaatle görüştüğünüzü biliyorum. Ama görmeniz gereken
önemli bir kişi daha var Kars'ta."
"Kim?"
"Biraz kenara çekilelim mi?"
Delikanlının takındığı esrarengiz havayı sevdi Ka. 'Şerbetleri ve Salebiyle
Dünyaca Meşhur' Modern Büfe'nin önüne çekildiler.
"Bu görmeniz gereken kişinin kim olduğunu, size ancak onu görmeyi kabul
ederseniz söylemeye yetkiliyim."
"Kim olduğunu bilmeden onu görmeyi nasıl kabul edeyim?" . "Orası öyle," dedi
Necip. "Ama o kişi saklanıyor. Kimden ve neden saklandığını siz onu görmeyi
kabul etmeden söyleyemem."
"Peki, onu görmeyi kabul ediyorum," dedi Ka. Resimli romanlardan çıkma bir
havayla ekledi. "Umarım bu bir tuzak değildir."
"İnsanlara güvenmezsen hayatta hiçbir şey yapamazsın," dedi Necip, gene bir
resimli roman havasıyla.
"Size güveniyorum," dedi Ka. "Görmem gereken kişi kim?"
"Adını öğrendikten sonra onu göreceksin. Ama saklandığı yeri de bir sır olarak
saklayacaksın. Bir daha düşün şimdi. Söyleyeyim mi kim olduğunu?"
"Evet," dedi Ka. "Siz de bana güvenin."
Necip bir efsane kahramanının adını anar gibi heyecanla, "O kişinin adı
Lacivert'tir," dedi. Ka'dan hiçbir tepki alamayınca ha-
69
- Parti Merkezinde, Emniyette ve Gene Sokaklarda -
yal kırıklığına uğradı. "Yoksa Almanya'dayken hiç duymadınız mı onu? Türkiye'de
ünlüdür."
"Biliyorum," dedi Ka yatıştırıcı bir havayla. "Onu görmeye hazırım."
"Ama ben nerede olduğunu bilmiyorum," dedi Necip. "Hatta hayatım boyunca onu hiç
görmedim."
Bir an birbirlerini kuşkuyla gülümseyerek süzdüler.
"Seni Lacivert'e bir başkası götürecek," dedi Necip. "Bana verilen görev seni
ona götürecek kişiyle buluşturmak."
Birlikte Küçük Kâzımbey Caddesi'nden aşağı doğru küçük seçim bayraklarının
altından ve afişler arasından yürüdüler. Ka delikanlının sinirli ve çocuksu
hareketlerinde, ince gövdesinde kendi gençliğini hatırlatan birşeyler sezerek
ona yakınlık duydu. Bir an dünyayı onun gözleriyle görmeye çalışırken yakaladı
kendini.
"Lacivert hakkında Almanya'da ne duydunuz?" diye sordu Necip.
"Türk gazetelerinden onun siyasal İslamcı bir militan olduğunu okumuştum," dedi
Ka. "Başka kötü şeyler de okudum onun hakkında."
Necip aceleyle sözünü kesti. "Siyasal İslamcı dini için savaşmaya hazır biz
Müslümanlara Batılı ve laik basının verdiği bir ad," dedi. "Siz bir laiksiniz,
ama onun hakkında laik basının yazdığı yalanlara kanmayın lütfen. O kimseyi
öldürmemiştir. Müslüman kardeşlerini savunmak için gittiği Bosna'da ve bir Rus
bombasıyla sakat kaldığı Grozni'de bile." Ka'yı bir köşede durdurdu. "Şu karşıki
dükkân var ya, Tebliğ Kitabevi... Vahdetcilerindir ama Kars'ın bütün
İslamcıları orada buluşur. Herkes gibi polis de bilir bunu. Tezgâhtarlar
arasında casuslan vardır. Ben imam hatip lisesi öğrencisiyim. Bizim oraya
girmemiz yasak, disiplin cezası verirler, ama içeri haber vereceğim. Üç dakika
sonra içeriden kızıl takkeli, uzun boylu, sakallı bir genç çıkacak. Onun peşine
takıl. İki sokak sonra, arkanızda sivil polis yoksa o sana sokulur ve seni
götürmesi gereken yere götürür. Anladın mı? Allah yardımcın olsun."
Yoğun karın içinde Necip bir anda kayboldu. Ka içinde ona karşı bir sevgi
hissetti.
70
8
İntihar eden günahkârdır
LACİVERT'İN VE RÜSTEM'İN HİKÂYESİ
Ka, Tebliğ Kitabevi'nin karşısında beklerken kar daha da hızlandı. Üstünde
başında biriken karları silkelemekten ve beklemekten sıkılan Ka oteline
dönecekti ki, uzun boylu, sakallı gencin karşı kaldırımda sokak lambasının soluk
ışığı altında yürümekte olduğunu fark etti. Kafasındaki kırmızı takkenin kardan
bembeyaz kesildiğini görünce yüreği hızlanarak onu izledi.
Anavatan Partisi belediye başkan adayının İstanbul'u taklitle yalnızca yayalara
ayırmaya söz verdiği Kâzımpaşa Caddesi'ni boydan boya yürüdüler, Faikbey
Caddesi'ne sapıp iki sokak aşağıdan sağa döndüler ve İstasyon Meydanı'na
vardılar. Meydanın ortasındaki Kâzım Karabekir heykeli kardan kaybolmuş ve
karanlıkta bir büyük dondurma şekline girmişti. Ka sakallı gencin istasyon
binasına girdiğini görünce peşinden koştu. Bekleme salonlarında kimse yoktu.
Gencin perona çıktığını hissederek yürüdü. Peronun bittiği yere gelince
karanlığın içinde delikanlıyı ilerde görür gibi olup demiryolu boyunca korkuyla
yürüdü. Burada bir anda vurulup öldürülse cesedini bahara kadar kimsenin
bulamayacağı gelmişti ki aklına, sakallı, takkeli gençle burun buruna geldi.
"Peşimizde kimse yok," dedi genç. "Ama istersen hâlâ vazgeçebilirsin. Yok
benimle geleceksen, bundan sonra çeneni tutacaksın.
71
Lacivert'in ve Rüstem'in Hikâyesi
Buraya nasıl geldiğini ağzından asla kaçırmayacaksın. Hainlerin sonu ölümdür."
Ama son sözü bile Ka'yı korkutmadı, çünkü gülünç denecek kadar ince bir sesi
vardı. Demiryolu boyunca yürüyüp, silonun yanından geçip, askerî lojmanların
hemen yanındaki Yahniler So-kağı'na girdikten sonra ince sesli genç Ka'ya
gireceği apartmanı gösterdi, hangi zili çalacağını açıkladı. "Usta'ya
saygısızlık etme!" dedi. "Sözünü kesme, işin bitince de oyalanmadan çık git."
Hayranları arasında Lacivert'in bir başka takma adının "Usta" olduğunu Ka böyle
öğrendi. Zaten Lacivert hakkında siyasal İslamcı ve meşhur olduğundan başka pek
az şey biliyordu Ka. Almanya'da eline geçen Türk gazetelerinden yıllar önce onun
bir cinayete bulaştığını okumuştu. Adam öldüren pek çok siyasal İslamcı vardı;
hiçbiri ünlü değildi bunların. Lacivert'i ünlü yapan şey küçük bir televizyon
kanalında yapılan para ödüllü bir bilgi yarışmasının cicili bicili renkli
elbiseler giyip, açık saçık ve sıradan şakalar yapıp "cahilleri" de sürekli
aşağılayan kadınsı ve züppe sunucusunu öldürdüğü iddiasıydı. Güner Bener adlı
yüzü benlerle kaplı bu alaycı sunucu canlı yayınlanan bir yarışma sırasında
yoksul ve alık bir yarışmacıyla alay ederken dil sürçmesiyle Hazreti Peygamber
hakkında yakışıksız bir söz söylemiş, programı uyuk-layarak seyreden birkaç
dindar seyircinin öfkesini çeken bu şaka unutulacakken Lacivert İstanbul'daki
bütün gazetelere mektuplar yollayıp sunucu aynı programda tövbe deyip özür
dilemezse onu öldüreceği tehdidini savurmuştu. Bu tür tehditlere alışık İstanbul
basını bu mektuba hiç yer vermeyecekti belki; ama kışkırtıcı bir laik siyaset
izleyen küçük bir televizyon kanalı kamuoyuna eli silahlı siyasal İslamcıların
ne kadar azıttığı mesajını verebilmek için Lacivert'i programına çıkarmış, o da
tehditlerini abartarak tekrarlamış, bu programın başarısı üzerine başka
televizyon kanallarında da "gözü dönmüş, eli satirli İslamcı" rolüne razı olup
görünmüştü. Savcılığın "ölümle tehdit" suçundan kendisini aradığı ve ilk ününü
yaptığı bu sıralarda Lacivert gizlenmeye başlamış, olayın kamuoyunda ilgi
uyandırdığını gören Güner Bener de her günkü canlı yayında beklenmedik bir
çıkışla "Atatürk ve cumhuriyet düşmanı gerici sapıklardan korkmadığını"
söyleyerek meydan okumuş, bir
72
Lacıverrın ve Hustem'in Hikayesi
gün sonra programı için gittiği izmir'deki lüks otel odasında programda giydiği
deniz topu desenli rengârenk kravatıyla boğularak öldürülmüştü. Lacivert aynı
gün ve saatlerde Manisa'da türbancı kızları destekleyen bir konferans verdiğini
kanıtlamasına rağmen, olayı ve kendi ününü bütün ülkeye yayan basından kaçıp
gizlenmeye devam etmişti. O günlerin İslamcı basınının bir kısmı da siyasal
islam'ı eli kanlı gösterdiği, laik basının oyuncağı olduğu, bir islamcıya
yakışmayacak kadar ünden ve medyadan hoşlandığı, CIA ajanı olduğu gibi
gerekçelerle laik basın kadar kendisine saldırdığı için Lacivert uzun bir süre
ortadan kaybolmuştu. Bu sırada Sırplara karşı Bosna'da, Ruslara karşı Grozni'de
kahramanca vuruştuğu söylentileri islamcı çevrelerde yayılmıştı, ama bunların
yalan olduğunu söyleyenler de vardı.
Lacivert'in bu konularda ne düşündüğünü merak edenler kitabımızın "BEN KİMSENİN
AJANI DEĞİLİM" başlıklı "Ka ile Lacivert Hücrede" alt başlıklı otuz beşinci
bölümünün beşinci sayfasında "idamımın" kelimesiyle başlayan kendi kısa hayat
hikâyesine de bakabilirler, ama kahramanımızın orada söylediklerinin de hepsinin
doğru olduğundan emin değilim. Hakkında pek çok yalan söylenmesi, kimi
söylentilerin bir çeşit efsane düzeyine ulaşması Lacivert'in kendi esrarengiz
havasından besleniyordu. Sonradan bürünmek istediği sessizlik ise, ilk ünleniş
yolunun bazı islamcı çevrelerde çok eleştirilmesi, bir Müslümanın laik Siyonist
burjuva medyada o kadar çok görülmemesi gibi eleştirilere Lacivert'in hak
verdiği şeklinde de yorumlanabilir, ama hikâyemizde göreceğiniz gibi, Lacivert
aslında medyaya konuşmaktan hoşlanıyordu da.
Kars'a geldiği konusunda çıkan söylentilerin ise -küçük yerlerde bir anda
yayılan söylentilerde olduğu gibi- çoğu birbirini tutmuyordu. Bazıları
Lacivert'in devletin Diyarbakır'daki yönetici kadrosunu baskınlarla çökerttiği
bir islamcı Kürt örgütünün Kars'taki tabanını ve kimi sırlarını koTumak için
geldiğini söylüyordu, ama söz konusu örgütün aslında Kars'ta bir-iki meczuptan
başka taraftan yoktu. Son zamanlarda Marksist Kürt milliyetçile-riyle, İslamcı
Kürtler arasında Doğu şehirlerinde başlayıp büyüyen çatışmayı yatıştırmak için
geldiği her iki tarafın banşçı ve iyi
73
Lacıvert'ın ve Hustem'ın Hikayesi
niyetli militanlarınca söyleniyordu. İslamcı Kürtler ile Marksist milliyetçi
Kürtler arasında önceleri ağız dalaşları, küfürleşme, adam dövme, sokak
kavgaları şeklinde başlayan sürtüşme, pek çok şehirde bıçaklamalara,
satırlamalara dönüşmüş, son aylarda ise taraflar birbirlerini kurşunlayarak
öldürmeye, birbirlerini kaçırıp işkenceli sorgudan geçirip (her iki taraf da
naylon eritip deriye damlatma, taşak sıkma gibi yöntemleri kullanıyordu) boğmaya
başlamışlardı. Pek çoklarının "devlete yarıyor!" dediği bu savaşı sona erdirecek
gizli bir arabulucu heyet için Lacivert'in kasaba kasaba gezerek zemin yokladığı
da söyleniyordu, ama düşmanlarının dediği gibi, geçmişindeki karanlık noktalar
ve genç yaşı bu itibarlı ve zor görev için uygun değildi. Genç İslamcılar onun
Kars'taki yerel televizyon istasyonu Serhat Kars Televizyonu'nun edepsiz şakalar
yapan ve İslam'la üstü çok örtülü olarak da olsa alay eden, parlak elbiseli
"parlak" sunucusu ve diskjokeyini temizlemeye geldiği söylentisini de yaymışlar,
bu yüzden Hakan Özge adlı Azeri kökenli sunucu da son programlarında ikide bir
Allah'tan, namaz vakitlerinden söz etmeye başlamıştı. Lacivert'in uluslararası
bir islamcı terörist şebekesinin Türkiye bağlantısı olarak hareket ettiğini
hayal edenler de vardı. Eski Sovyet ülkelerinden Türkiye'ye fuhuş yapmak için
gelen binlerce kadını yıldırmak için bazılarını öldürmeyi Suudi destekli bu
şebekenin planladığı Kars'taki istihbarat ve güvenlik birimlerine bile
duyurulmuştu. Lacivert bu iddialar gibi, intihar eden kadınlar, türbancı kızlar
ya da belediye seçimleri için geldiği yolundaki söylentileri de yalanlamaya
kalkışmamıştı. Etrafta hiç görünmemesi hakkında söylenenlere hiç cevap vermemesi
ona, imam hatipli öğrencilerin, gençlerin hoşuna giden esrarengiz bir hava
veriyordu. Yalnız polisten saklanmak için değil, bu efsane havasını bozmamak
için de Kars sokaklarında hiç görünmüyor, bu da şehirde olup olmadığı konusunda
kuşkular yaratıyordu.
Ka kırmızı takkeli gencin kendisine gösterdiği zili çaldı ve apartman dairesinin
kapısını açıp kendisini içeri buyur eden kısa boylu adamın bir buçuk saat önce
Yeni Hayat Pastanesi'nde eğitim enstitüsü müdürünü kurşunlayan adam olduğunu
anladı hemen. Adamı görür görmez yüreği atmaya başlamıştı.
74
Lacıverrın ve Rüstem'in Hikâyesi
"Kusura bakmayın," dedi kısa boylu adam, ellerini havaya kaldırıp, avuçlarının
içini göstererek. "Son iki yılda Usta'mızı üç kere öldürmeye teşebbüs ettiler,
üzerinizi arayacağım."
Üniversite yıllarından kalma bir alışkanlıkla Ka aranmak için kollarını iki yana
açtı. Küçük adamın küçük elleri gömleğinin üzerinde, sırtında bir silah arayarak
dikkatle gezinirken Ka kalbinin ne kadar hızla attığının fark edilmesinden
korktu. Hemen sonra kalbinin atışı düzene girdi ve Ka yanıldığını hissetti.
Hayır, gördüğü bu adam eğitim enstitüsü müdürünü vuran adam değildi hiç. Edward
G. Robinson'u hatırlatan bu sevimli ve orta yaşlı adam ne herhangi birini
vurabilecek kadar kararlı ne de sağlam gözüküyordu.
Ağlamaya başlayan bebeğin hıçkırıklarını ve onunla şefkatle konuşan bir annenin
tatlı sesini işitti Ka.
"Ayakkabılarımı çıkarayım mı?" dedi ve cevabı beklemeden ayakkabılarını
çıkarmaya başladı.
"Biz burada misafiriz," demişti aynı anda bir ses. "Ev sahiplerimize yük olmak
istemiyoruz."
Ka küçük sofada bir başkası olduğunu o zaman fark etti. Bunun Lacivert olduğunu
anlamasına rağmen aklının bir yanı, çok daha etkileyici bir karşılaşma sahnesine
hazırlandığı için şüphede kalmıştı. Lacivert'in peşinden siyah beyaz televizyonu
açık, yoksul bir odaya girdi. Burada küçük bir bebek, elini bileğine kadar
ağzına sokmuş, altını değiştirirken Kürtçe tatlı sözler söyleyen annesini derin
bir ciddiyet ve memnuniyetle izliyordu ki önce La-civert'e, sonra arkasından
gelen Ka'ya takıldı gözü. Eski Rus evlerinde olduğu gibi koridor yoktu: Bir
ikinci odaya geçtiler.
Ka'nın aklı Lacivert'e takılıydı. Asker titizliğiyle yapılmış bir yatak,
dikkatle katlanıp yastığın kenarına konmuş çubuklu mavi bir pijama, üzerinde
Ersin Elektrik yazan bir küllük, duvarda Venedik manzaralı bir takvim, kar
altındaki bütün Kars şehrinin kederli ışıklarına bakan kanatları açık geniş bir
pencere gördü. Lacivert pencereyi kapayıp Ka'ya döndü.
Gözlerinin mavisi bir Türk'te hiç görülmeyecek koyu bir laci-verte yaklaşıyordu.
Kumraldı, sakalsızdı, Ka'nm sandığından çok daha gençti, hayret uyandıracak
kadar soluk bembeyaz bir teni ve
75
Lacivert'in ve Rüstem'in Hikâyesi
kemerli bir burnu vardı. Olağanüstü yakışıklı gözüküyordu. Kendine duyduğu
güvenden kaynaklanan bir çekimi vardı. Halinde, tavrında, görünüşünde laik
basının çizdiği bir eli tespihli, bir eli silahlı, sakallı, taşralı, saldırgan
şeriatçıya benzeyen hiçbir şey yoktu.
"Paltonuzu soba odayı ısıtana kadar çıkarmayın... Güzel palto. Nereden aldınız?"
"Frankfurt'tan."
"Frankfurt... Frankfurt," dedi Lacivert ve gözünü tavana dikip düşüncelere
daldı.
Dine dayalı bir devlet düzeni kurulması fikrini yaydığı için "bir zamanlar" 163.
maddeden mahkûm olduğunu, bu yüzden Almanya'ya kaçtığını söyledi.
Bir sessizlik oldu. Ka dostça davranmak için birşeyler söylemesi gerektiğini
hissediyor, aklına söyleyecek bir şey de gelmediği için telaşlanıyordu.
Lacivert'in kendisini yatıştırmak için konuştuğunu hissetti.
"Almanya'dayken hangi şehirdeki Müslüman derneklerini ziyarete gitmiş olursam
olayım, Frankfurt'ta, Köln'de Dom ile istasyon arasında, ya da Hamburg'un zengin
mahallelerinde, nerede yürürsem yürüyeyim bir süre sonra yolda gördüğüm bir
Alman'ı kafamda kendiliğinden diğerlerinden ayırır ve ona yoğunlaşırdım. Benim
onun hakkında ne düşündüğüm değildi önemli olan -onun benim hakkımda ne
düşündüğünü hayal ederek kendi kılığımı, kıyafetimi, hareketlerimi, yürüyüşümü,
tarihimi, nereden gelip nereye gittiğimi, kim olduğumu onun gözlerinden görmeye
çalışırdım. Berbat bir duyguydu bu, ama alışmıştım; aşağılanmaz-dım:
Kardeşlerimin nasıl aşağılandıklarını anlardım... Çoğu zaman Avrupalı
aşağılamaz. Biz ona bakıp kendimizi aşağılarız. Hicret, yalnız evdeki zalimden
kaçmak için değil, ruhumuzun derinliklerine ulaşmak için de yapılır. Cesaret
edemediği için yurdunu terk edemeyen ve suç ortağı olanları kurtarmak için bir
gün elbette geri gelinir. Sen niye geldin?"
Ka susuyordu. Odanın yalınlığı ve fakirliği, boyasız ve sıvası dökülmüş
duvarlar, tepedeki çıplak ampulün kuvvetli ışığının gözünün içine giriyor olması
onu huzursuz ediyordu.
76
"Ahret sualleriyle seni rahatsız etmek istemem," dedi Lacivert. "Rahmetli Molla
Kasım Ensari Dicle kıyısında aşiretinin konakladığı yere kendisine ziyarete
gelen yabancılara ilk şöyle dermiş: Tanıştığımıza memnun oldum, acaba siz kimin
için casusluk ediyorsunuz?"
"Cumhuriyet gazetesi için..." dedi Ka.
"O kadarını biliyorum. Ama buraya adam yollayacak kadar Kars ile ilgilenmeleri
beni pirelendiriyor."
"Ben gönüllü oldum," dedi Ka. "Eski arkadaşım Muhtar ile karısının burada
olduklarını da duymuştum."
"Artık ayrıldılar, bilmiyor muydun?" diye düzeltti Lacivert 'Ka'nın gözlerinin
içine dikkatle bakarak.
"Biliyordum," dedi Ka. Kıpkırmızı oldu. Aklından o anda geçen her şeyi
Lacivert'in sezdiğini düşünerek bir nefret duydu ona.
"Emniyette Muhtar'ı dövdüler mi?"
"Dövdüler."
"Dayağı hak ediyor muydu?" dedi Lacivert tuhaf bir havayla.
"Hayır, tabii ki etmiyordu," dedi Ka telaşla.
"Seni niye dövmediler? Kendinden memnun musun?"
"Beni neden dövmediklerini bilmiyorum."
"Biliyorsun, İstanbullu bir burjuvasın," dedi Lacivert. "Teninden, bakışlarından
anlaşılıyor hemen. Yukarılarda mutlaka güçlü tanıdıkları vardır, ne olur ne
olmaz demişlerdir. Muhtar'ın ise böyle bir ilişkisi, böyle bir gücü olmadığı her
halinden belli, biliyorlar. Muhtar da zaten onlar karşısında senin gibi güvenli
olabilmek için siyasete girdi. Ama seçimleri kazansa bile, makam koltuğuna
oturabilmesi için, devletten yediği dayaklan sineye çekebilecek biri olduğunu
onlara kanıtlaması gerek. Bu yüzden yediği dayaktan memnun bile kalmıştır."
Lacivert hiç gülmüyordu, hatta yüzünde kederli bir ifade vardı.
"Kimse yediği daya
-
aysyzgije
12 years ago
- "Kimse yediği dayaktan memnun kalmaz," dedi Ka ve Lacivert'in karşısında sıradan
ve yüzeysel hissetti kendini.
Lacivert'in yüzünde şimdi asıl işimizi konuşalım diyen bir ifade belirdi.
"İntihar eden kızların aileleriyle görüşmüşsün," dedi. "Niye görüştün onlarla?"
"Bu konuda belki bir yazı yazarım diye."
77
Lacivert in ve Husiem in nmaycsı
"Batı gazetelerinde mi?"
"Batı gazetelerinde," dedi Ka birden bir üstünlük zevkiyle. Oysa herhangi bir
Alman gazetesinde yazısını yayımlayacak bir tanıdığı yoktu. "Türkiye'de de
Cumhuriyet için," diye ekledi pişmanlıkla.
"Türk gazeteleri Batılılar ilgilenmedikçe kendi milletinin sefale-tiyle ve
açılarıyla ilgilenmez," dedi Lacivert. "Yoksulluktan, intiharlardan söz etmek
ayıp, çağdışı bir şeymiş gibi davranırlar. O zaman sen de yazını Avrupa'da
yayımlamak zorunda kalırsın. Ben de seninle bunun için görüşmek istedim: Ne
içeride, ne dışarıda intihar eden kızları sakın yazma! İntihar büyük günahtır!
İlgi gösterildikçe de yayılıyor bu hastalık! Hele en son intihar eden kızın
'türban direnişi' yapan Müslüman bir kız olduğu söylentisi zehirden de öldürücü
olur."
"Ama bu doğru," dedi Ka. "Kız intihar etmeden abdest alıp namaz kılmış. Türban
direnişi yapan kızlar da şimdi çok saygı du-yuyorlarmış ona."
"İntihar eden bir kız Müslüman bile değildir!" dedi Lacivert. "Onun başörtüsü
için mücadele ettiği de doğru olamaz. Bu yalan haberi yayarsan, başörtüleri için
direnen Müslüman kızların aralarındaki döneklerden, peruk takan zavallılardan,
polisin, analarının babalarının baskısından yıldığı söylentisi yayılır. Buraya
bunun için mi geldin? Kimseyi intihara özendirme. Allah sevgileriy-le, aileleri,
okulları arasında kalan bu kızlar öyle mutsuz ve yalnızlar ki, hepsi hemen bu
intiharcı azizeyi taklide başlarlar."
"Vali muavini de Kars'taki intiharları abartmamamı söyledi."
"Vali muaviniyle niye görüştün?"
"Gün boyunca beni huzursuz etmesinler diye polisle de görüştüm."
"Onlar 'okuldan atılan tesettürlü kızlar intihar ediyor' haberini memnunlukla
karşılarlar!" dedi Lacivert.
"Ben bildiğim gibi yazarım," dedi Ka.
"Bu sözündeki ima yalnız devletin laik valisine değil, bana da yönelik. Üstelik
bana 'laik vali de, siyasal İslamcı da kızların intihar ettiğinin yazılmasını
istemiyor!' diye laf dokunduruyorsun."
"Evet."
"O kız okula alınmadığı için değil, bir aşk meselesi yüzünden
78
intihar etti. Sıradan bir aşk intiharını tesettürlü kızın çözülüşü ve işlediği
günah diye yazarsan imam hatipli genç İslamcılar çok kızar sana. Kars küçük
yer."
"Bunları bir de o kızlara sormak istiyorum."
"Çok iyi edersin!" dedi Lacivert. "Allah rızası için tesettür direnişi yaparken
başlarına gelenlerden yüıp intihar edip bir günahkâr olarak öldüklerinin Alman
gazetelerinde yazılmasını isterler mi sor bakalım kızlara."
"Sorarım!" dedi Ka dikbaşlılıkla, ama korkmuştu da.
"Bir başka şeyi daha söylemek için çağırdım seni," dedi Lacivert. "Eğitim
enstitüsü müdürü az önce gözlerinin önünde vuruldu... Bu devletin tesettürlü
kızlara baskısının Müslümanlarda yarattığı öfkenin sonucudur. Ama olay da tabii
devletin yaptığı bir kışkırtmadır. Zavallı müdürü önce zulümlerinde kullandılar,
sonra da bir meczuba vurdurttular ki Müslümanları suçlasmlar."
"Olayı benimsiyor musunuz, kınıyor musunuz?" diye sordu Ka bir gazeteci
dikkatiyle.
"Ben Kars'a siyaset için gelmedim," dedi Lacivert. "Ben Kars'a intiharların
yayılmasını durdurmak için geldim." Birden Ka'yı omuzlarından yakaladı, kendine
çekti ve iki yanağından öptü: "Sen yıllarını şiirin çilesine vermiş bir
dervişsin. Müslümanlara, mazluma kötülük etmek isteyenlerin aleti olmazsın.
Benim sana güvendiğim gibi, sen de bana güvendin, bu karda buraya geldin. Sana
teşekkür etmek için hisseli bir hikâye anlatacağım." Yan oyuncu, yan ciddi bir
havayla gözlerini Ka'nın gözlerinin içine dikti.
"Anlatayım mı?"
"Anlatın."
"Çok eski zamanlarda, İran'da eşsiz bir kahraman, yorulmaz bir savaşçı varmış.
Herkes tanır severmiş. Onu sevenler gibi bugün biz de Rüstem diyelim ona. Bir
gün Rüstem avlanırken önce yolunu ve sonra da gece uyurken atını kaybetmiş. Atı
Rakş'ı bulacağım derken düşman topraklarına, Turan'a girmiş. Ama namı kendinden
de önce gittiği için tanıyıp iyi davranmışlar ona. Turan Şahı misafir edip bir
şölen vermiş. Yemekten sonra odasına çekilince şahın kızı içeri girip Rüstem'e
aşkını anlatmış. Ondan çocuğu olmasını istediğini söylemiş. Güzelliği ve diliyle
onu kan-
79
dırmış; sevişmişler. Sabah Rüstem doğacak çocuğa kendinden bir işaret, bir
bileklik bırakıp ülkesine gçri dönmüş. Doğan çocuk -Suhrab demişler ona, biz de
öyle diyelim- yıllar sonra anasından babasının efsanevi Rüstem olduğunu
öğrenince demiş ki: 'İran'a gideceğim, zalim İran Şahı Keykavus'u tahttan
indirip yerine babamı geçireceğim... Sonra buraya Turan'a döneceğim ve Keyka-vus
gibi zalim Turan Şahı Efrasiyab'ı indirip yerine kendim geçeceğim! O zaman babam
Rüstem ve ben İran'ı ve Turan'ı yani bütün cihanı adilane yöneteceğiz!' Böyle
demiş saf ve iyi kalpli Suhrab, ama düşmanlarının kendinden daha sinsi ve kurnaz
olduğunu anlayamamış. İran ile savaşacak diye Turan Şahı Efrasiyab niyetini
bilmesine rağmen onu desteklemiş, ama babasını tanımasın diye casuslar da katmış
ordusuna. Hilelerden, desiselerden, kötü kaderin oyunu ve yüce Allah'ın gizli
rastlantılarından sonra, efsane Rüstem ile oğlu Suhrab arkalarında askerleri,
savaş alanında zırhlar içinde oldukları için birbirlerini tanıyamadan karşı
karşıya gelmişler. Zırhlar içindeki Rüstem, karşısındaki cengaver bütün gücünü
toplamasın diye kim olduğunu zaten hep saklarmış. Gözü babasını İran tahtına
oturtmaktan başka bir şey görmeyen çocuk kalpli Suhrab da zaten kiminle
savaşacağına dikkat bile etmiyormuş. Böylece bu iki iyi ruhlu, büyük savaşçı
baba-oğul, askerleri arkada onları seyrederken öne atılıp kılıçlarını
çekmişler."
Lacivert sustu. Ka'nm gözlerinin içine bakamadan şöyle dedi bir çocuk gibi:
"Yüzlerce kere okumama rağmen bu hikâyenin burasına gelince bir ürpertiyle
kalbim atmaya başlar. Neden bilmiyorum, önce babasını öldürmek üzere olan Suhrab
ile özdeş-leştiririm kendimi. Kim ister babasını öldürmeyi? Hangi ruh bu suçun
acısına, bu günahın yüküne dayanabilir! Hele kendimle bir tuttuğum çocuk yürekli
Suhrab! O zaman babayı öldürmenin en iyi yolu onu farkında olmadan öldürmektir."
"Ben böyle düşünürken zırhlar içindeki iki cengaver döğüşe tutuşur ve saatlerce
boğuştuktan sonra, birbirlerini yenemeden kan-ter içinde geri çekilirler. Bu
birinci günün gecesinde aklım Suhrab kadar babasına da takılır artık ve
hikâyenin devamını okurken, sanki ilk defa okuyormuşum gibi heyecanlanıp
yenişemeyen ba-
80
bayla oğulun bir şekilde bu işin içinden çıkacaklarını iyimserlikle hayal
ederim."
"İkinci gün gene ordular karşılıklı sıralanır, gene zırhlar içindeki baba oğul
öne atılıp birbirlerine acımasızca girişirler. Uzun dövüşten sonra o gün talih -
ya da talih bu mudur?- Suhrab'a güler ve Rüstem'i atından düşürüp altına alır.
Hançerini çekmiş, öldürücü darbeyi yakından babasına vurmak üzeredir ki yetişip
şöyle derler: 'İran'da, düşman cengaverin kellesini ilk seferde almak gelenek
değildir. Öldürme onu, çiğlik olur.' Suhrab da babasını öldürmez."
"Burayı okurken aklım karışır hep. Suhrab'a sevgi dolar içim. Allah'ın baba oğul
için uygun gördüğü kaderin anlamı nedir? Üçüncü gün ise kavga merakla
beklediğimin aksine, bir anda biter. Rüstem Suhrab'ı atından düşürür ve kılıcını
bir hamlede göğsüne daldırıp öldürür onu. Olayın hızı, dehşeti kadar
şaşırtıcıdır. Bilekliğinden öldürdüğünün oğlu olduğunu anlayınca Rüstem yere diz
çöker, oğlunun kanlı cesedini kucağına alır ve ağlar."
"Hikâyenin bu noktasında her defasında ben de ağlarım: Rüs-tem'in acısını
paylaşmaktan çok zavallı Suhrab'ın ölümünün anlamını anladığım için ağlarım ben.
Baba sevgisiyle harekete geçen Suhrab'ı babası öldürür. O noktada iyi kalpli
çocuksu Suhrab'ın baba sevgisine hayranlığımın yerini daha derin ve olgun bir
duygu, kurallara ve geleneğe bağlı Rüstem'in vakur acısı alır. Hikâye boyunca
sevgim ve hayranlığım isyankâr ve kişisel Suhrab'dan, güçlü kuvvetli ve
sorumluluk sahibi Rüstem'e geçmiştir."
Lacivert bir an susunca, bir hikâyeyi, herhangi bir hikâyeyi böylesine inançla
anlatabildiği için Ka onu kıskandı.
"Ama ben sana bu güzel hikâyeyi onunla hayatımı nasıl anlamlandırdığımı
göstermek için değil, onun unutulduğunu söylemek için anlattım," dedi Lacivert.
"En azından bin yıllık bu hikâye Firdevsi'nin Şehname'sindendir. Bir zamanlar
Tebriz'den İstanbul'a, Bosna'dan Trabzon'a milyonlarca insan bu hikâyeyi bilir
ve onu hatırlayıp hayatlarının anlamını anlarlardı. Bugün Batı'da Oedipus'daki
baba katilliğini, Macbeth'in taht ve ölüm saplantısını düşünenler gibi. Ama
şimdi Batı hayranlığı yüzünden herkes unuttu bu hikâyeyi. Eski hikâyeler ders
kitaplarından çıkarıldı.
81
Bugün Şehname'yi İstanbul'da satın alacağın bir kitapçı bile yok!
Neden?"
Biraz sustular.
"Şöyle düşünüyorsundur," dedi Lacivert. "İnsan bu hikâyenin güzelliği için adam
öldürür mü? Öyle değil mi?"
"Bilmiyorum," dedi Ka.
"Düşün o zaman," dedi Lacivert ve odadan çıktı.
82
9
Afedersiniz, siz ateist misiniz?
KENDİNİ ÖLDÜRMEK İSTEMEYEN BİR İNANÇSIZ
Lacivert odadan bir anda çıkınca Ka bir süre kararsızlık geçirdi. Önce,
Lacivert'in hemen geri döneceğini düşündü; "düşün!" dediği konuyu Ka'ya sormak
için geri gelecekti. Ama hemen sonra durumun böyle olmadığını anladı: Gösterişli
ve biraz tuhaf bir şekilde de olsa kendisine bir mesaj verilmişti. Bu bir tehdit
miydi?
Ama Ka tehdit edilen birinden çok, bu evde yabancı gibi hissediyordu kendini.
Bitişikteki odada anne ile bebeğim göremedi, kapıdan kimseye görünmeden dışarı
çıktı. Merdivenleri koşar adım inmek geliyordu içinden.
Kar öylesine yavaş yağıyordu ki, Ka'ya kar taneleri havada asılı kalmış gibi
geldi. Zamanın durmuş olduğu izlenimini veren bu yavaşlık duygusu Ka'ya nedense
çok şeyin değiştiğini, çok vakit geçtiğini hissettiriyordu; oysa Lacivert ile
görüşmesi yalnızca yirmi dakika tutmuştu.
Demiryolu boyunca, karlar altında dev ve beyaz bir gölgeye benzeyen silonun
yanından geçip geldiği yoldan istasyona girdi. Kirli ve boş istasyon binasının
içinden geçerken ucu kıvrık kuyruğunu dostça sallayan bir köpeğin kendisine
yaklaştığını gördü. Kara bir köpekti bu, alnında yusyuvarlak beyaz bir de leke
vardı. Ka kirli bekleme salonunda köpeğe simit veren üç delikanlı gördü. Biri
Necip'ti, arkadaşlarından önce koşup Ka'nın yanına geldi.
83
• Kendini Öldürmek istemeyen Bir inançsız
"Okul arkadaşlarıma buradan geçeceğinizi nereden bildiğimi sakın çaktırmayın,"
dedi. "En yakın arkadaşımın bir konuda size soracağı çok önemli bir sorusu var.
Vaktiniz varsa ve Fazıl'a bir dakika ayırırsanız çok mutlu olacak."
"Peki," dedi Ka, iki delikanlının oturduğu banka doğru yürüdü. Arkalarındaki
posterlerde Atatürk demiryollarının önemini hatırlatır, devlet de intihar etmek
isteyen kızları korkuturken gençler ayağa kalkıp Ka'nın elini sıktılar. Ama bir
tutukluğa kapılmışlardı şimdi.
"Fazıl sorusunu sormadan Mesut kendi işittiği bir hikâyeyi anlatacak," dedi
Necip.
"Hayır anlatamayacağım," dedi Mesut heyecanla. "Lütfen benim yerime sen anlatır
mısın?"
Necip'in anlattığı hikâyeyi dinlerken Ka boş, pis ve yarı karanlık istasyon
binasında neşeyle koşturan kara köpeği seyrediyordu. "Hikâye İstanbul'daki bir
imam hatip lisesinde geçiyor, ben de öyle duydum zaten," diye başladı Necip.
"Kenar mahallelerden birindeki derme çatma bir imam hatip lisesinin müdürü,
memuri-yetiyle ilgili bir iş için İstanbul'da yeni yapılan ve televizyonda
gördüğümüz o yüksek gökdelenlerden birine gitmiş. Büyük bir asansöre binmiş,
yukarı çıkıyormuş. Asansörde uzun boylu, ondan genç bir adam varmış,
yanma'yaklaşmış, elindeki bir kitabı göstermiş müdüre, sayfalarını açmak için
cebinden sedef saplı bir bıçak çıkarıp birşeyler söylemiş. On dokuzuncu kata
gelince müdür inmiş. Ama sonraki günlerde kendini bir tuhaf hissetmeye başlamış.
Ölümden korkuyor, canı hiçbir şey yapmak istemiyor, hep asansördeki adamı
düşünüyormuş. Dinibütün bir adammış, derdine çare olur diye bir Cerrahi
tekkesine gitmiş. Namlı bir şeyh onun kalbinden geçenleri sabaha kadar
dinledikten sonra teşhisi koymuş: 'Allah'a inancını kaybetmişsin' demiş,
'üstelik farkında değilsin ama bununla da gurur duyuyorsun! Bu illet sana
asansördeki adamdan geçmiş. Sen bir ateist olmuşsun.' Müdür gözyaşlarıyla
durumunu inkâr etmeye kalkışmışsa da, yüreğinin hâlâ dürüst olabilen bir yanıyla
şeyh efendinin dediklerinin doğru olduğunu çok iyi anlamış. Lisedeki güzel küçük
öğrencileri sıkıştırırken, öğrencilerin anneleriyle yalnız kalmaya çalışırken,
kıs-
84
kandığı bir öğretmenin parasını çalarken yakalıyormuş kendini. Üstelik bu
günahları işlerken övünüyormuş da müdür: Bütün okulu toplayıp insanların kör
inançlar ve saçma töreler yüzünden kendisi gibi özgür olamadıklarını, her şeyin
serbest olduğunu söylüyor, sözlerinin arasına bol bol Frenkçe kelime
sıkıştırıyor, çaldığı paralarla en moda Avrupa elbiselerinden alıp giyiyormuş.
Bunları herkesi küçümseyen ve 'geri' bulan bir tavırla yapıyormuş. Böylece
okulda öğrenciler güzel bir sınıf arkadaşlarının ırzına geçmişler, yaşlı Kuran
hocası dövülmüş, isyanlar başlamış. Müdür bir yandan da evinde ağlar, intihar
etmek istermiş, ama bunu yapabilecek kadar cesur olmadığı için başkalarının
kendisini öldürmesini bekliyormuş. Bu amaçla okulun en dindar öğrencilerinin
yanında Peygamberimiz Hazretleri'ne -hâşâ- küfür etmiş. Ama aklını kaçırdığını
anlayıp dokunmamışlar. Sokaklara çıkmış, -hâşâ- Allah'ın olmadığını, camilerin
diskoteğe çevrilmesi gerektiğini, hepimizin ancak Hıristiyan olursak Batılılar
gibi zengin olacağımızı söylemeye başlamış. Genç islamcılar onu vurmak
istemişler ama saklanmış. Umutsuzluk ve intihar isteğine bir çare bulamayınca
aynı gökdelene dönmüş, asansörde aynı uzun boylu adamla karşılaşmış. Adam ona
başına gelen her şeyi bildiğini gösteren bir bakışla gülümsemiş ve elindeki
kitabın kapağını göstermiş, ateizmin çaresi de oradaymış, müdür titreyen ellerle
kitaba uzanmış ama uzun boylu adam asansör durmadan önce sedef saplı kitap
açacağını müdürün kalbine saplamış."
Hikâye biterken Ka bir benzerinin Almanya'daki İslamcı Türkler arasında
anlatıldığını hatırladı. Hikâyenin sonundaki esrarengiz kitap Necip'in
hikâyesinde muğlak bırakılmıştı, ama Mesut insanı ateizme sürükleyecek yazarlar
olarak Ka'nın hiç duymadığı Yahudi bir iki yazarla birlikte, siyasal İslam'ın
baş düşmanlarından -biri üç yıl sonra vurulup öldürülecek- birkaç köşe yazarının
adını da andı. "Şeytan tarafından kandırılmış ateistler bu hikâyedeki mutsuz
müdür gibi, mutluluk ve huzur arayarak aramızda gezerler," dedi Mesut. "Siz de
bu görüşe katılıyor musunuz?"
"Bilmiyorum."
"Nasıl bilmiyorsunuz," dedi Mesut biraz öfkelenerek. "Siz bir ateist değil
misiniz?"
85
Kendini Öldürmek İstemeyen Bir İnançsız ¦
"Bilmiyorum," dedi Ka.
"Şunu söyleyin o zaman bana: Bütün bu âlemi, her şeyi, dışarıda lapa lapa yağan
bu karı Allahı Teala'nın yarattığına inanıyor musunuz, inanmıyor musunuz?"
"Kar bana Allah'ı hatırlatıyor," dedi Ka.
"Evet, ama karı Allah'ın yarattığına inanıyor musunuz?" diye üsteledi Mesut.
Bir sessizlik oldu. Ka kara köpeğin perona açılan kapıdan fırlayıp dışarıda neon
lambalarının soluk ışığında yağan karın altında neşeyle koşturduğunu gördü.
"Cevap veremiyorsun," dedi Mesut. "İnsan Allah'ı tanır ve severse onun
varlığından hiç şüphelenmez. Bu da aslında senin bir ateist olduğun, ama
çekindiğin için bunu söylemediğin anlamına geliyor. Bunu zaten biliyorduk. Bu
yüzden de sana Fazıl adına şunu sormak istiyorum. O hikâyedeki zavallı ateist
gibi acılar çekiyor musun? Kendini öldürmek istiyor musun?"
"Ne kadar huzursuz olursam olayım intihar etmekten korkarım," dedi Ka.
"Hangi nedenden?" dedi Fazıl. "İnsan eşref-i mahlukat diye devlet yasakladığı
için mi? Onu da insan şaheserdir diye yanlış yorumluyorlar. Neden intihar
etmekten korktuğunuzu söyleyin lütfen."
"Arkadaşlarımın ısrarını hoşgörün," dedi Necip. "Bu sorunun Fazıl için çok özel
bir anlamı var."
"Huzursuzluk ve mutsuzluğa dayanamadığm için intihar etmek istemiyor musun
yani?" dedi Fazıl.
"Hayır," dedi Ka hafifçe öfkelenerek.
"Bizden bir şey saklamayın lütfen," dedi Mesut. "Ateistsiniz diye size bir
kötülük etmeyiz biz."
Gerilimli bir sessizlik oldu. Ka ayağa kalktı. Bir korkuya kapılmakta olduğunu
göstermek istemiyordu hiç. Yürüdü.
"Gidiyor musunuz, durun gitmeyin lütfen," dedi Fazıl. Ka durunca bir şey
söyleyemeden tutulup kaldı.
"Onun yerine ben anlatacağım," dedi Necip. "Bizler üçümüz de imanları için bütün
hayatlarını ortaya koyan 'türbancı kızlara' âşığız. Türbana kızlar' lafını laik
basın kullanıyor onlar için. Bizler
86
------------------------Kendini Ulaurmek İstemeyen Bir inançsız-----------------
--------
için onlar Müslüman kızlardır ve bütün Müslüman kızlar da imanları için
hayatlarını ortaya koymalıdırlar."
"Erkekler de öyle," dedi Fazıl.
"Tabii," dedi Necip. "Ben Hicran'a âşığım, Mesut Hande'yi seviyor, Fazıl ise
Teslime'ye âşıktı ama Teslime öldü. Ya da intihar etti. Ama bizler imanı için
bütün hayatını feda etmeye hazır bir Müslüman kızın intihar edebileceğine
inanmayız."
"Belki çektiği acılar ona dayanılmaz gelmiştir," dedi Ka. "Ailesi de ona başını
açsın diye baskı yapıyormuş, okuldan atılmış."
"Hiçbir baskı gerçekten inanan bir kişinin günah işlemesi için yeterli
değildir," dedi Necip heyecanla. "Bizler sabah namazını kaçırırız da günaha
gireriz diye geceleri heyecandan uyuyamıyo-ruz. Her seferinde daha erkenden
camiye koşuyoruz. Böylesine bir heyecanla inanan biri günah işlememek için her
şeyi yapar, gerekirse diri diri derisinin yüzülmesine bile razı olur."
"Biliyoruz, siz Teslime'nin ailesiyle de görüştünüz," diye atıldı Fazıl. "Onlar
intihar ettiğine inanıyorlar mı?"
"inanıyorlar. Önce annesi ve babasıyla Marianna'yı seyretmiş, sonra abdest
almış, namaz kılmış."
"Teslime dizi seyretmez hiç," dedi Fazıl sessizce.
"Siz onu tanıyor muydunuz?" dedi Ka.
"Kişisel olarak hiç tanışmadık, konuşmadık," dedi Fazıl utanarak. "Bir kere
uzaktan gördüm, zaten iyice örtülüydü. Ama bir ruh olarak tabii ki tanıyorum
onu: İnsan en çok âşık olduğu kişiyi tanır. Kendim gibi içeriden hissediyordum
onu. Benim tanıdığım Teslime intihar etmez."
"Belki de onu yeterince tanımıyordunuz."
"Belki de seni buraya Teslime'nin katlini örtbas et diye Batılılar yolladı,"
dedi Mesut kabadayıca.
"Hayır, hayır," dedi Necip. "Biz size güveniyoruz. Büyüklerimiz sizin bir
derviş, bir şair olduğunuzu söylemişler. Size güvendiğimiz için de bizi çok
mutsuz eden bir konuda size soru sormak istedik. Fazıl sizden Mesut adına özür
diliyor."
"Özür diliyorum," dedi Fazıl. Suratı kıpkırmızıydı. Gözleri bir anda
nemlenmişti.
Mesut barışma ânını sessizce geçiştirdi.
87
¦ Kendini Öldürmek istemeyen Bir İnançsız ¦
"Biz Fazıl ile kan kardeşiyizdir," dedi Necip. "Pek çok zaman aynı anda aynı
şeyi düşünür, birbirimizin ne düşündüğünü de biliriz. Benim aksime, Fazıl
siyasetle ilgilenmez hiç. Şimdi onun da benim de sizden bir ricamız var. Aslında
ikimiz de annesinin, babasının, devletin baskıları sonucu Teslime'nin bir günah
işleyip intihar ettiğini kabul edebiliyoruz. Çok acı ama, Fazıl bazan, 'âşık
olduğum kız günah işledi ve kendini öldürdü' diye düşünüyor. Ama Teslime aslında
gizli bir ateistse, hikâyedeki gibi, ateist olduğunu bilmeyen bahtsız bir
ateistse ve ateist olduğu için intihar etmişse, işte bu Fazıl için bir yıkım
olur. Çünkü o zaman bir ateiste âşık olmuş oluyor. İçimizdeki bu büyük kuşkunun
cevabını da ancak siz verebilir, Fazıl'ı siz rahatlatabilirsiniz. Anladınız mı
ne düşündüğümüzü? "
"Siz bir ateist misiniz?" diye sordu Fazıl yakaran gözlerle. "Ate-istseniz
kendinizi öldürmek istiyor musunuz?"
"Ateist olduğumdan en emin olduğum günlerde bile intihar dürtüsü duymuyorum
hiç," dedi Ka.
"Bize dürüst cevap verdiğiniz için çok teşekkür ediyorum," dedi Fazıl,
rahatlayarak. "Kalbiniz iyilik dolu, ama Allah'a inanmaktan korkuyorsunuz."
Ka, Mesut'un düşmanca baktığını görüyor, uzaklaşmak istiyordu. Aklı sanki
uzaklarda bir yere takılmıştı. İçinde derin bir isteğin ve ona bağlı bir hayalin
kıpırdandığını hissediyor, ama etrafındaki hareket yüzünden bu hayale
yoğunlaşamıyordu. Daha sonra bu dakikalar üzerinde çok düşünecek, aklındaki
hayalin ölmek ve Allah'a inanamamak kadar İpek'in özlemiyle de beslendiğini
anlayacaktı. Bunlara son anda Mesut bir başkasını ekledi.
"Lütfen yanlış anlamayın bizi," demişti Necip. "Bizim bir insanın ateist
olmasına hiçbir itirazımız yok. İslam toplumunda ateistlerin yeri hep vardı."
"Yalnızca mezarlıklar ayrı olmalıdır," dedi Mesut. "Bir Allahsızla aynı
mezarlıkta yatmak müminlerin ruhunu taciz eder. Allah'a inanamadığı halde
durumunu bütün hayatı boyunca başarıyla saklayan bazı ateistler yalnız bu
dünyada değil, inananları mezarlarında bile huzursuz etmeyi kendilerine iş
edinmişlerdir. Kıyamete kadar aynı mezarlıkta yatmanın azabı yetmiyormuş gibi,
kıyamet gü-
88
—---------------------ı\enaını uıaurmeK istemeyen bir inançsız------------------
-------
nü mezarlarımızdan kalktığımızda karşımızda uğursuz bir ateist görmenin
dehşetiyle başedeceğiz... Şair Ka Bey, siz bir zamanlar ateist olduğunuzu artık
saklamıyorsunuz. Belki hâlâ öylesiniz. Söyleyin o zaman bu kan yağdıran kim, bu
karın sun ne?"
Hep birlikte bir an boş istasyon binasından dışarıya, neon lambalarının ışığında
boş raylara yağan kara baktılar.
Bu dünyada ne yapıyorum? diye düşündü Ka. Kar taneleri uzaktan ne kadar zavallı
gözüküyor, ne kadar zavallı benim hayatım. İnsan yaşıyor, yıpranıyor, yok
oluyor. Bir yandan yok olduğunu, bir yandan var olduğunu düşündü: Kendisini
seviyordu, bir kar tanesi gibi hayatının aldığı yolu sevgi ve kederle izliyordu.
Babasının bir tıraş kokusu vardı, onu hatırladı. O kokuyu koklarken mutfakta
kahvaltı hazırlayan annesinin terliklerinin içindeki soğuk ayaklarını, bir saç
fırçasını, gece öksüre öksüre uyandıktan sonra kendisine içirilen pembe renkli
şekerli öksürük şurubunu, ağzındaki kaşığı, hayatı yapan bütün o küçük şeyleri,
hepsinin birliğini, kar tanesini...
Böylece Ka hayatta ancak ilham anlarında mutlu olabilen gerçek şairlerin duyduğu
o derin çağrıyı duydu. Dört yıldan sonra ilk defa aklına bir şiir gelmişti:
Şiirin varlığından, havasından, edasından ve gücünden o kadar emindi ki içi
mutlulukla doldu. Üç gence acelesi olduğunu söyleyerek boş ve yarı karanlık
istasyon binasından çıktı. Yağan kar altında yazacağı şiiri düşünerek hızlı
hızlı oteline döndü.
89
10
Bu şiir neden güzel?
KAR VE MUTLULUK
Otel odasına girer girmez Ka paltosunu çıkardı. Frankfurt'tan aldığı yeşil kaplı
kareli bir defteri açtı ve aklına kelime kelime gelmekte olan şiiri yazmaya
başladı. Bir başkasının kulağına fısıldadığı bir şiiri yazar gibi rahat
hissediyordu kendini ama yazdığı şeye kendini bütün dikkatiyle vermişti de. Daha
önce böylesine bir ilhamla ve hiç duraklamadan şiir yazmadığı için yazdığı şeyin
değerinden aklının bir köşesiyle kuşku duyuyordu. Ama mısraları yazdıkça şiirin
her şeyiyle mükemmel olduğunu mantığıyla da görüyor, bu da içindeki heyecanı ve
mutluluğu arttırıyordu. Böylece pek az duraklayarak, birkaç yerde sanki iyi
işitemediği bazı kelimeler için boşluklar bırakarak Ka otuz dört dize yazdı.
Şiir az önce aklından aynı anda geçen pek çok şeyle yapılmıştı: Yağan kar,
mezarlıklar, istasyon binasında neşeyle koşturan kara köpek, pek çok çocukluk
anısı ve otele dönüş yolunda adımları hızlandıkça mutluluk ve telaş arası bir
duyguyla gözünün önünde canlanan İpek. Şiirin adını "Kar" koydu. Çok sonraları
bu şiiri nasıl yazdığım düşündüğünde aklına bir kar tanesi gelecek, o kar tanesi
kendi hayatını bir şekilde gösteriyorsa bu şiirin de onun merkezine yakın bir
yerde ve hayatın mantığını açıklayan bir noktada yer alması gerektiğine karar
verecekti. Tıpkı bu şiir gibi bu kararların da ne kadarını o anda aldığını, ne
kadarının onun -
90
• Kar ve Mutluluk -
bu kitabın sırlarını çözmeye çalıştığı- hayatının gizli simetrisi sonucu
olduğunu söylemek zor.
Ka şiiri bitirmek üzereyken pencereye gitti, dışarıda iri tanelerle ve zarafetle
yağan karı sessizce seyretmeye başladı. Karı seyrederse şiiri tam gerektiği gibi
bitireceği duygusu vardı içinde. Kapı vuruldu, Ka açtı ve şiirin aklına gelmek
üzere son iki dizesini Kars'ta bir daha hiç hatırlamamak üzere unuttu.
Kapıdaki Ipek'ti. "Sana bir mektup var," deyip uzattı.
Ka mektubu alıp hiç bakmadan bir kenara attı. "Çok mutluyum," dedi.
Ancak bayağı insanların "çok mutluyum!" diyebileceklerine inanırdı ama şimdi hiç
utanmamıştı. "İçeri gir," dedi İpek'e. "Çok güzelsin."
İpek otelin odalarını evi gibi bilen birinin rahatlığıyla içeri girdi. Arada
geçen zaman onları birbirlerine daha da yakınlaştırmış gibi geldi Ka'ya.
"Nasıl oldu bilmiyorum," dedi Ka. "Belki de senin yüzünden geldi bu şiir bana."
"Eğitim enstitüsü müdürünün durumu ağırmış," dedi İpek.
"Öldü sandığın birinin yaşaması iyi haberdir."
"Polis baskınlar düzenliyor. Üniversite yatakhanelerine, otellere. Bize de gelip
defterlere baktılar, otelde kalanları tek tek sordular."
"Benim hakkımda ne dedin? Evleneceğimizi söyledin mi?"
"Çok sevimlisin. Ama aklım orada değil. Muhtar'ı gözaltına almışlar, dövmüşler.
Sonra da bırakılmış."
"Sana bir mesaj yolladı benimle: Seninle yeniden evlenmek için her şeyi yapmaya
hazır. Örtün diye sana baskı yaptığı için bin pişman."
"Muhtar bunları bana zaten her gün söylüyor," dedi ipek. "Polis seni bıraktıktan
sonra ne yaptın?"
"Sokaklarda gezindim..." dedi Ka. Bir an bir kararsızlık geçirdi.
"Evet, söyle."
"Lacivert'e götürdüler beni. Bunu kimseye söylememeliymişim."
"Söylememelisin," dedi İpek. "Ona da bizlerden, babamdan hiç bahsetmemelisin."
91
- Kar ve mutıuıuk -
"Onu tanıdın mı hiç?"
"Bir zamanlar Muhtar ona hayrandı, bizim eve girip çıkmışlığı vardır. Ama Muhtar
daha ılımlı ve demokratik bir İslamcılıkta karar kılınca ondan uzaklaştı."
"Buraya intihar eden kızlar için gelmiş."
"Ondan kork ve hiç söz etme," dedi İpek. "Büyük bir ihtimalle kaldığı yerde de
polisin mikrofonu vardır."
"Niye yakalamıyorlar o zaman?"
"İşlerine gelince yakalarlar."
"Biz seninle bu Kars şehrinden kaçalım," dedi Ka.
Çocukluk ve gençliğinde olağanüstü mutlu olduğu zamanlarda hissettiği şey,
mutsuzluğun ve umutsuzluğun da çok yakın bir yerde olduğu korkusu yükseliyordu
içinde.
Ka, daha sonra gelecek mutsuzluk büyük olmasın diye, mutluluk anlarına telaşla
son vermek isterdi. Bu yüzden, tam o sıra aşktan çok bu telaşla sarıldığı
İpek'in kendisini iteceğini, aralarındaki yakınlık ihtimalinin bir anda tuzla
buz olacağını ve hak etmediği mutluluğun hak ettiği bir reddedilme ve
aşağılanmayla sonuçlanıp rahatlayacağını sanıyordu.
Tam tersi oldu. İpek de ona sarıldı. Birbirlerini tutmaktan, kucaklamaktan zevk
alarak merakla öpüştüler ve yatağın üzerine yanyana devrildiler. Kısa bir sürede
Ka o kadar sarsıcı bir cinsel heyecan duymaya başladı ki, az önceki
kötümserliğinin tam tersi sınır tanımaz bir istek ve iyimserlikle birbirlerinin
elbiselerini çıkarıp uzun uzun sevişeceklerini hayal etmeye başladı.
Ama İpek ayağa kalktı. "Çok hoşsun, seninle sevişmeyi ben de istiyorum ama üç
yıldır kimseyle birlikte olmadım, hazır değilim," dedi.
Ben de dört yıldır kimseyle sevişmedim, dedi Ka içinden. İpek'in bunu yüzünden
okuduğunu hissetti.
"Hazır olsam bile," dedi İpek, "babam bu kadar yakındayken, aynı evdeyken
sevişemem ben."
"Benimle çıplak yatağa girmen için babanın otelden çıkıp gitmesi mi lazım?" dedi
Ka.
"Evet. Otelden de pek az çıkar. Kars'ın buzlu sokaklarını sevmez çünkü."
92
¦ ı\ar ve muiıuıuk-
"Peki, şimdi sevişmeyelim, ama birkaç kere daha öpüşelim," dedi Ka.
"Peki."
İpek yatağın kenarında oturan Ka'ya eğildi ve yaklaşmasına izin vermeden uzun
uzun ve ciddiyetle öptü onu.
"Sana şiirimi okuyayım," dedi Ka sonra bir daha öpüşmeyeceklerini sezince.
"Merak ediyor musun?"
"Şu mektubu oku önce, kapıya genç bir adam getirmiş."
Ka mektubu açtı ve yüksek sesle okudu:
"Ka efendi bey oğlum. Size oğlum demem uygun değil ise affediniz. Ben dün gece
sizi rüyamda gördüm. Rüyamda kar yağıyordu ve her bir tanesi âleme bir nur
olarak iniyordu. Hayırdır, derken öğleden sonra, rüyamda gördüğüm bu kar
penceremin önünde yağmaya başladı. Baytarhane Sokak 18 numaradaki fakirhanemizin
kapısının önünden geçtiniz. Cenabı Allah'ın bir imtihandan geçirdiği Muhtar
Beyefendi sizin bu kara ne mana verdiğinizi bana nakletti. Yolumuz aynı yoldur.
Bekliyorum efendim. İmza: Saadettin Cevher."
"Şeyh Saadettin," dedi İpek. "Hemen git ona. Akşam da babamla bize yemeğe
gelirsin."
"Kars'taki bütün çatlaklarla niye görüşmem lazım?"
"Lacivert'ten kork dedim, ama hemen çatlak deme ona. Şeyh de kurnazdır, aptal
değildir."
"Hepsini unutmak istiyorum. Şiirimi okuyayım mı sana şimdi?"
"Oku."
Ka sehpanın başına oturup yeni yazdığı şiirini heyecanla ve güvenle okumaya
başladı ve hemen durdu. "Şuraya geç," dedi İpek'e. "Okurken yüzünü görmek
istiyorum." Göz ucuyla İpek'e bakarak yeniden okumaya başladı. "Güzel mi?" diye
sordu az sonra Ka. "Evet, güzel!" dedi İpek. Ka daha okudu, gene "Güzel mi?"
diye sordu. İpek "Güzel," dedi. Okuması bitince: "Nesini güzel buldun?" diye
sordu Ka. "Bilmiyorum," dedi İpek. "Ama çok güzel buldum." "Muhtar sana böyle
şiir okumaz mıydı?" "Okumazdı." Ka şiiri yeniden heyecanla okudu ve gene "Güzel
93
- r\aı ve muııuıuK"
mi?" diye aynı yerlerde sordu. Birkaç kere de "Çok güzel değil mi?" dedi. "Evet,
çok güzel!" dedi İpek.
Ka öylesine mutluydu ki erken dönem bir şiirinde bir çocuk için yazdığı gibi
sanki "çevresine hoş ve tuhaf bir ışık" yayıyor, bu ışığın bir kısmının da
İpek'te yansıdığını görerek mutlu oluyordu. Bu "yerçekimsiz zamanın" kurallarına
uyarak İpek'i yeniden kucakladı, ama kadın zarifçe uzaklaştı.
"Dinle şimdi: Derhal Şeyh Efendi'ye git. Burada çok önemli bir kişidir o, senin
sandığından önemli: Şehirde pek çok kişi gider ona, laikler de. Tümen
komutanının, valinin karısının da ona gittiği söyleniyor, zenginlerden,
askerlerden gidenler de var. Devlet yanlısıdır. Üniversiteli ve tesettürlü
kızların derslerde başlarını açmaları gerektiğini söyleyince Refah Partililer
ona ses çıkaramadılar. Kars gibi bir yerde, böyle güçlü bir adam seni çağırınca
onu reddedemezsin."
"Zavallı Muhtar'ı da ona sen mi yolladın?"
"İçindeki Allah korkusunu keşfedip seni korkuta korkuta dindar yapmasından mı
endişeleniyorsun?"
"Çok mutluyum şimdi, dine hiç ihtiyacım yok," dedi Ka. "Bunun için de gelmedim
Türkiye'ye. Beni tek bir şey götürebilir oraya: Senin aşkın... Evlenecek miyiz
biz?"
İpek yatağın kenarına oturdu. "Git o zaman oraya," dedi. Sihirli ve hoş bir
bakışla Ka'ya baktı. "Ama dikkat de et. Ruhunda kırılgan, zayıf bir nokta bulup
hemen cin gibi insanın içine girmekte onun üstüne yoktur."
"Ne yapacak bana?"
"Seninle konuşacak ve birden kendini yere atacak. Söylediğin sıradan bir sözde
ne kadar büyük bir bilgelik olduğunu, senin bir ermiş olduğunu iddia edecek.
Bazıları önce kendileriyle alay edildiğini bile sanır! Ama Şeyh Efendi
Hazretleri'nin kudreti de buradadır. Bunu öyle bir yapar ki senin bilgeliğine
gerçekten inandığına inanırsın, gerçekten de bütün kalbiyle inanır da. Senin
içinde senden çok yüksek bir başka biri varmış gibi davranır. Bir süre sonra
içindeki bu güzelliği sen de görmeye başlarsın: Senin içindeki güzelliğin, sen
onu önceden fark edemediğine göre Allah'ın güzelliği olduğunu sezer, mutlu
olursun. Dünya da güzeldir aslm-
94
da onun yanındayken. Seni bu mutluluğa yaklaştıran Şeyh Efen-di'ni seversin.
Bütün bu süre boyunca, aklının bir başka yanı da bütün bunların Şeyh Efendi'nin
oyunu, senin de aslında sefil, zavallı bir budala olduğunu sana fısıldar. Ama
Muhtar'dan anladığım kadarıyla, artık o kötü ve sefil yanına inanacak gücün
kalmamıştır. O kadar zavallı ve mutsuzsundur ki seni ancak Allah'ın
kurtaracağını düşünürsün. Bu arada ruhunun isteklerini hiç tanımayan aklın önce
biraz direnir. Böylece şeyhinin sana gösterdiği yola bu dünyada bir tek öyle
ayakta kalabileceğin için girersin. Karşısındaki sefile kendisini olduğundan çok
daha yüce biriymiş gibi hissettirebilmek Şeyh Efendi Hazretleri'nin en büyük
hüneridir, çünkü bu Kars şehrinin erkeklerinin çoğu Türkiye'de kendilerinden
daha sefil, daha fakir, daha başarısız kimse olamayacağını çok iyi bilirler.
Böylece sonunda önce şeyhine inanırsın, sonra sana unutturulan İslam'a
inanırsın. Bu da Almanya'dan gözüktüğü ve entellektüel laiklerin iddia ettikleri
gibi kötü bir şey değildir. Herkes gibi olursun, halkına benzersin, mutsuzluktan
biraz olsun kurtulursun."
"Ben mutsuz değilim," dedi Ka.
"Bu kadar mutsuz olan kimse mutsuz değildir aslında. Çünkü sıkı sıkıya
sarıldıkları bir tesellileri, bir umutları vardır buradaki insanların. Burada
İstanbul'daki alaycı inançsızlar yok. Burada işler daha basit."
"Sen istediğin için şimdi gidiyorum. Baytarhane Sokağı hangisiydi. Orada ne
kadar kalayım?"
"İçin rahat edene kadar kal!" dedi İpek. "İnanmaktan da korkma." Paltosunu giyen
Ka'ya yardım etti. "Islamî bilgilerin hafızanda taze mi?" diye sordu. "İlkokulda
öğrendiğin duaları hatırlıyor musun? Sonra mahcup olma."
"Çocukluğumda hizmetçi kadın beni Teşvikiye Gamii'ne götürürdü," dedi Ka.
"İbadet etmekten çok diğer hizmetçi kadınlarla buluşup görüşmek için. Onlar
namaz saatini bekleyip uzun uzun dedikodu ederlerken ben çocuklarla halıların
üzerinde yuvarlanıp oynardım. Okulda, bizi tokatlayarak, perçemimizden tutup
kafamızı tahta sıranın üzerinde açık duran 'din' kitabına vurarak fatihayı
ezberleten hocanın gözüne girmek için bütün duaları çok iyi
95
ve muuuıuK -
ezberledim. İslam hakkında okullarda öğretilen her şeyi öğrenmiştim, ama hepsini
unutmuşum. Bugün sanki İslam hakkında tek bildiğim şey, Anthony Quinn'in
başrolünü oynadığı Çağrı adlı film," dedi Ka.gülümseyerek. "Geçenlerde
Almanya'da Türk kanalında nedense Almanca olarak gösterdiler. Akşam buradasın
değil mi?"
"Evet."
"Sana bir kere daha şiirimi okumak istiyorum çünkü," dedi Ka defteri paltosunun
cebine koyarken. "Güzel mi sence?"
"Çok güzel gerçekten."
"Nesi güzel?"
"Bilmiyorum, çok güzel," dedi İpek, kapıyı açmış çıkıyordu.
Ka ona hızla sarıldı, ağzından öptü.
96
11
Avrupa'da başka bir Allah mı var?
Ka ŞEYH EFENDİ'YLE
Otelden çıktıktan sonra Ka'mn karın ve seçim propaganda bayraklarının altında
Baytarhane Sokağı'na doğru koşarak gittiğini görenler var. O kadar mutluydu ki
çocukluğundaki aşırı mutluluk anlarında olduğu gibi hayal gücünün sineması
heyecandan aynı anda iki film göstermeye başlamıştı. Birincisinde, Almanya'da
bir yerde -Frankfurt'taki evinde değil- ipek ile sevişiyorlardı. Bu hayali
sürekli görüyordu ve bazan seviştikleri yer Kars'taki otel odası oluyordu.
Aklının diğer sinemasında "Kar" şiirinin son iki dizesine ilişkin kelimeler ve
hayaller oynuyordu.
Yeşilyurt Lokantası'na önce adres sormak için girdi. Sonra duvardaki Atatürk
resminin ve karlı İsviçre manzaralarının hemen yanındaki raflarda duran şişeler
ilham verdiği için bir masaya oturup çok acelesi olan birinin kararlılığıyla bir
duble rakıyla beyaz peynir ve leblebi istedi. Televizyondaki sunucu yoğun kar
yağışına rağmen bu akşam gerçekleşecek olan Kars tarihinin stüdyo dışında
yapılacak ilk canlı yayını için bütün hazırlıkların tamamlanmak üzere olduğunu
söylüyor, bazı yerel ve ulusal haberleri özetliyordu. Vali muavini iş büyümesin,
düşmanlıklar daha da kışkırtılmasın diye, vurulan eğitim enstitüsü müdüründen
haberlerde söz edilmesini .telefon edip yasaklatmıştı. Ka bütün bunlara dikkat
edene kadar iki duble rakıyı su içer gibi hızla içti.
97
Üçüncü bardak rakıyı içtikten sonra dört dakikada yürüdüğü tekkenin kapısı
yukarıdan otomatikle açıldı. Ka dik merdivenleri çıkarken Muhtar'ın hâlâ
ceketinin cebinde taşıdığı "Merdiven" adlı şiirini hatırladı. Her şeyin iyi
geçeceğinden emindi, ama kendini iğne yapılmayacağına emin olmasına rağmen
doktorun muayenehanesine girerken ürperen bir çocuk gibi hissetti. Yukarı çıkar
çıkmaz geldiğine pişman oldu: Rakıya rağmen derin bir korku sarmıştı içini.
Şeyh Efendi Ka'yı görür görmez yüreğindeki bu korkuyu hemen hissetti. Ka da
korkusunu Şeyh'in gördüğünü anladı. Ama Şeyh'te öyle bir şey vardı ki Ka
korkusundan utanmadı. Merdivenlerin çıktığı sahanlıkta duvarda cevizden
çerçevesi oymalı bir ayna vardı. Şeyh Efendi'yi ilk o aynanın içinde gördü. Evin
içi balık istifi kalabalıktı. Oda nefesten, insan sıcaklığından ısınmıştı. Ka
bir anda kendisini Şeyh Efendi'nin elini öperken buldu. Bütün bunlar kaşla göz
arasında olmuş, Ka ne çevresine ne odadaki kalabalığa dikkat etmişti.
Odada salı akşamlan yapılan basit bir ayine katılmak, Şeyh'in sohbetini dinlemek
ve dertlerini açmak için toplanmış yirmi küsur kişilik bir kalabalık vardı. Her
fırsatta şeyh efendilerinin yanında olmayı mutluluk bilen mandıra sahipleri,
esnaftan, çayhane işletenlerden beş altı kişi, yarı felçli bir genç, bir otobüs
şirketinin şaşı yöneticisiyle ihtiyar arkadaşı, elektrik kurumunun gece bekçisi,
Kars Hastanesi'nin kırk yıllık kapıcısı ve birkaç başka kişi...
Şeyh, Ka'nın bütün kararsızlıklarını yüzünden bir bir okuduktan sonra gösterişli
bir hareketle onun elini öptü. Bir saygı ifadesi kadar küçük bir çocuğun sevimli
elini öpen biri gibi de yapmıştı bunu. Şeyh'in böyle yapacağını çok iyi tahmin
etmesine rağmen hayret etti Ka. Herkesin bakışları altında ve herkesin dikkatle
dinlediğini bilerek konuştular.
"Davetime icabet ettiğin için nurol," dedi şeyh. "Seni rüyamda gördüm. Kar
yağıyordu."
"Ben de sizi rüyamda gördüm Efendi Hazretleri," dedi Ka. "Buraya mutlu olmak
için geldim."
"Mutluluğun burada olduğunun içine doğması bizleri mutlu etti," dedi Şeyh.
98
"Burada bu şehirde bu evde korkuyorum," dedi Ka. "Çünkü sizler bana çok
yabancısınız. Çünkü böyle şeylerden hep ürktüm. Kimsenin elini öpmek istemezdim
ve kimse de benim elimi öpsün istemezdim."
"Muhtar kardeşimize içindeki güzelliği açmışsın," dedi Şeyh. "Yağmakta olan bu
mübarek kar sana neyi hatırlatıyor?"
Şeyh'in oturduğu sedirin sağ ucunda, pencerenin hemen kenarında oturan adamın
Muhtar olduğunu fark etti Ka. Alnında ve burnunda birer yara bandı vardı.
Gözlerinin çevresindeki morlukları gizlemek için, çiçek hastalığından kör olmuş
ihtiyarlar gibi geniş camlı kara gözlükler takmıştı. Ka'ya gülümsüyordu ama hiç
de dostane gözükmüyordu.
"Kar bana Allah'ı hatırlatmıştı," dedi Ka. "Bu âlemin ne kadar esrarengiz ve
güzel olduğunu, yaşamanın aslında bir mutluluk olduğunu hatırlatmıştı kar."
Bir an susunca odadaki kalabalığın gözlerinin üzerlerinde olduğunu gördü.
Şeyh'in de durumdan çok memnun olması sinirlendirdi onu. "Beni buraya niye
çağırdınız?" diye sordu.
"Estağfurullah," dedi Şeyh. "Muhtar Bey'in anlattıklarından gönlünüzü açıp
sohbet etmek isteyeceğiniz bir dost aradığınızı düşündük."
"Peki, sohbet edelim," dedi Ka. "Ben buraya gelmeden önce korkumdan üç kadeh
rakı içtim."
"Bizden niye korkuyorsunuz?" dedi Şeyh, çok şaşırmış gibi yaparak gözlerini
kocaman kocaman açtı. Şişman ve sevimli bir adamdı, etrafındakilerin de
içtenlikle gülümsediklerini gördü Ka. "Bizden niye korktuğunuzu söylemeyecek
misiniz?"
"Söylerim, ama alınmanızı da istemem," dedi Ka.
"Alınmayacağız," dedi Şeyh. "Buyrun yanıma oturun. Sizin korkunuzu öğrenmek çok
önemli bizim için."
Şeyh'in, müritlerini her an güldürmeye hazır yarı ciddi yarı oyuncu bir havası
vardı. Ka hoşuna giden bu havayı oturur oturmaz taklit etmek istediğini
hissetti.
"Ben ülkemin kalkınmasını, insanlarının özgürleşmesini, modernleşmesini bir
çocuk gibi iyi niyetlerle istedim hep," dedi. "Ama dinimiz bana hep bunlara
karşıymış gibi gözüktü. Belki ya-
99
----------------------------------------Ka Şeyh Efendi'yle----------------------
-------------------
nılıyordum. Afedersiniz. Belki şimdi çok içkiliyim de o yüzden bunları itiraf
edebiliyorum."
"Estağfurullah."
"İstanbul'da, Nişantaşı'nda sosyetik bir çevrede büyüdüm. Avrupalılar gibi olmak
istiyordum. Kadınları çarşafın içine sokup, yüzlerini örttüren bir Allah ile
Avrupalı olmaya aynı anda inanamayacağımı anladığım için dinden uzak geçti
hayatım. Avrupa'ya gidince sakallı, irticai, taşralı tiplerin anlattığından
bambaşka bir Allah olabileceğini hissettim."
"Avrupa'da başka bir Allah mı var?" dedi Şeyh şakacı bir havayla, Ka'nın sırtını
okşayarak.
"Huzuruna çıkmam için ayakkabılarımı çıkarmam, birilerinin elini öpüp dizlerimin
üzerine çökmem gerekmeyen bir Allah istiyorum ben. Benim yalnızlığımı anlayacak
bir Allah."
"Allah tektir," dedi Şeyh. "Her şeyi görüyor, herkesi anlıyor. Senin
yalnızlığını da. Ona inansaydın ve yalnızlığını gördüğünü buseydin, yalnız
hissetmezdin kendini."
"Çok doğru Şeyh Efendi Hazretleri," dedi Ka, bütün odadakile-re konuştuğunu da
hissederek. "Yalnız olduğum için Allah'a inanamıyorum, Allah'a inanamadığım için
de yalnızlıktan kurtulamıyorum. Ne yapayım?"
Sarhoş olmasına ve içinden geçenleri gerçek bir şeyhe cesaretle söylemekten hiç
beklemediği kadar derin bir haz almasına rağmen aklının bir başka yanıyla
tehlikeli bölgelerde dolaştığını çok iyi hissettiği için Şeyh'in sessizliğinden
korktu.
"Benden gerçekten akıl istiyor musun?" dedi Şeyh. "Bizler sizin sakallı,
irticai, taşralı dediğiniz kişileriz. Sakalımızı kessek bile taşralılığımızın
çaresi yok."
"Ben de taşralıyım, daha da çok taşralı olmak, dünyanın en bilinmeyen köşesinde
üzerine kar yağarken unutulmak istiyorum;" dedi Ka. Şeyh'in elini öptü yeniden.
Bunu yaparken kendini hiç zorlamadığını fark etmek hoşuna gitti. Ama aklının bir
yanının hâlâ Batılı, bambaşka biri olarak işlediğini, durumundan dolayı
kendisini küçümsediğini hissetti.
"Kusura bakmayın, buraya gelmeden önce içtim," dedi yeniden. "Bütün hayatım
boyunca eğitimsizlerin, başı örtülü teyzeler-
QKHAN KEi,U 100 İL HALK KÜTÜPHANESİ
ı\a jcyıı lıcııuı yıc -
le eli tespihli amcaların inandığı yoksulların Allah'ına inanmadığım için
suçluluk duydum. İnançsızlığımın mağrur bir yanı vardı. Ama şimdi dışarıdaki şu
güzel karı yağdıran Allah'a inanmak istiyorum. Dünyanın gizli simetrisine dikkat
kesilmiş, insanı daha uygar, daha ince kılacak bir Allah var."
"Var tabii evladım," dedi Şeyh.
"Ama burada sizin aranızda değil o Allah. Dışarıda, boş gecenin, karanlığın,
garibanların kalbine yağan karın içinde."
"Allah'ı tek başına bulacaksan git, gecenin içinde kar yüreğini Allah sevgisiyle
doldursun. Biz senin yolunu kesmiş olmayalım. Ama unutma ki ancak kendini
beğenmiş mağrurlar tek başına kalır. Allah mağrurları hiç sevmez. Şeytan mağrur
olduğu için Cen-net'ten kovuldu."
Daha sonraları utanacağı aynı korkuya kapıldı Ka. Buradan çıkarsa arkasından
konuşulacaklardan da hoşlanmıyordu hiç. "Ne yapayım Şeyh Efendi Hazretleri?"
dedi. Yeniden elini öpecekti, caydı. Kararsızlığının ve sarhoşluğunun iyice fark
edildiğini, kü-çümsendiğini hissetti. "Sizlerin inandığı Allah'a inanıp sizler
gibi basit bir vatandaş olmak istiyorum, ama içimdeki Batılı yüzünden kafam
karışıyor."
"Bu kadar iyiniyetli olman da iyi bir başlangıç," dedi Şeyh. "Sen önce
alçakgönüllü olmayı öğren."
"Onun için ne yapayım?" dedi Ka. Gene de alaycı bir şeytan vardı içinde.
"Akşamları sohbet etmek isteyen herkes sedirin seni oturttuğum şu köşesine
oturur," dedi Şeyh. "Herkes herkesin kardeşidir."
Ka sandalyelerde, minderlerde oturan kalabalığın aslında sedirin köşesine
oturmak için sıraya girmiş olduğunu sezdi. Şeyh'in kendisinden çok, bu hayali
sıraya saygı duyduğu, bir Avrupalı gibi bu sıranın en arkasına girip sabırla
beklerse en doğru şeyi yapmış olacağını hissettiği için kalktı, Şeyh'in bir kere
daha elini öpüp en kenardaki mindere oturdu.
Yanında İnönü Caddesi'nde bir çayhane işleten kısacık boylu, yan dişleri altın
kaplama şirin bir adam vardı. Adam o kadar küçük, Ka'nm kafası da o kadar
kanşıktı ki onun Şeyh'e kendi ufak-
101
-Ka Şeyh Efendi'ylelığına
bir çare bulsun diye geldiğini düşündü Ka. Çocukluğunda Nişantaşı'nda çok
kibar bir cüce vardı, her akşamüstü Nişantaşı meydanındaki çingenelerden bir
demet menekşe ya da tek bir karanfil alırdı. Yanındaki ufak tefek adam onu bugün
çayhanesinin önünden geçerken gördüğünü, ama Ka'nın ne yazık ki içeri
girmediğini, yarın beklediğini söyledi. Derken otobüs şirketinin şaşı yöneticisi
de sohbete katıldı; o da fısıldayarak kendisinin de bir kız meselesi yüzünden
bir zamanlar çok mutsuz olduğunu, kendini içkiye verdiğini, Allah'ı tanımamak
derecesinde isyankâr olduğunu, ama sonra hepsinin geçip gidip unutulduğunu
söyledi. Ka "Kızla evlendiniz mi?" diye sormadan, şaşı yönetici "Kızın bize göre
olmadığını anladık," dedi.
Şeyh intihar aleyhine konuştu sonra: Hepsi sessizce, bazıları başlarını
sallayarak dinlediler ve üçü aralarında gene fısıldaşarak konuştular: "Başka
bazı intiharlar daha var," diye anlattı küçük adam, "ama devlet tıpkı
meteorolojinin havanın daha soğuk olduğunu moral bozmasın diye saklaması gibi
saklıyor: Kızları para için yaşlı memurlara, sevmedikleri adamlara veriyorlar."
Otobüs şirketinin yöneticisi "Karım da beni tanıyınca başta hiç sevme-mişti,"
dedi. İşsizlik, pahalılık, ahlaksızlık, imansızlık intihar nedenleri olarak
sayıldı. Ka her söylenene hak verdiği için kendini ikiyüzlü buluyordu. İhtiyar
arkadaşı uyuklamaya başlayınca şaşı yönetici onu uyandırdı. Uzun bir sessizlik
oldu, Ka içinde bir huzurun yükseldiğini hissetti: Dünyanın merkezinden o kadar
uzaktılar ki kimse oraya gitmeyi sanki aklından bile geçiremiyor, bu da dışarıda
havada asılı durur gibi yağan kar tanelerinin de etkisiyle, insanda yerçekimi
dışında yaşadığı izlenimini uyandırıyordu.
Kimse kendisiyle ilgili değilken Ka'ya yeni bir şiir daha geldi. Defteri
yanındaydı, birinci şiirden edindiği deneyimle bütün dikkatini içinde yükselen
sese verdi ve bu sefer şiirin otuz altı dizesini hiç kaçırmadan bir hamlede
yazdı. Kafası rakıdan dumanlı olduğu için şiire fazla güveni yoktu. Ama yeni bir
ilhamla ayağa kalkıp, Şeyh'in iznini isteyip, kendisini dışarı atıp tekkenin
yüksek basamaklı merdivenlerine oturup defterini okumaya başlayınca birincisi
kadar kusursuz olduğunu gördü.
102
•Ka Şeyh Etendi yleŞiir
Ka'nın az önce yaşadığı, tanık olduğu malzemeyle yazılmıştı: Dört dizede
bir şeyh ile Allah'ın varlığı hakkında karşılıklı konuşma vardı, Ka'nın
"yoksulların Allahı"na suçluluk dolu bakışı, yalnızlık ve dünyanın gizli anlamı
ve hayatın yapısı üzerine akıl yürütmeler, altın dişli bir adam, şaşı bir adam
ve eli karanfilli beyefendi bir cüce ile birlikte ona bütün hayatını
hatırlatarak şiirde yerini almıştı. "Bütün bunların anlamı ne?" diye düşündü
kendi yazdığı şeyin güzelliğine şaşarken. Şiiri başkasının yazdığı bir şiir gibi
okuyabildiği için onu güzel buluyordu. Güzel bulduğu için de, malzemesini, kendi
hayatını şaşırtıcı buluyordu. Şiirde güzelliğin anlamı neydi?
Merdivenlerin otomatiği tak etti ve her yer kapkaranlık oldu. Düğmeyi bulup
lambaları yakıp elindeki deftere bir daha bakınca şiirin adı geldi aklına.
"Gizli Simetri" diye tepesine yazdı. Daha sonra bu adı bu kadar erken bulmasını
bütün bu şiirlerin -tıpkı âlem gibi- kendi tasarımı olmadığının kanıtı olarak
gösterecek, şiiri de Mantık dalının üzerine ilk şiir gibi yerleştirecekti.
103
12
Allah yoksa yoksulların çektiği onca acının anlamı nedir?
NECİP'İN HİCRANU HİKÂYESİ
Şeyh Hazretleri'nin tekkesinden oteline kar altında dönerken biraz sonra İpek'i
yeniden göreceğini düşünüyordu. Halitpaşa Cad-desi'ndeyken önce Halk Partisi'nin
seçim kalabalığına, sonra da üniversite sınavına hazırlık kursundan çıkan
öğrencilerin arasına düştü: Akşam televizyon seyretmekten, kimyacının
kerizliğinden söz ediyor, tıpkı o yaşta Ka ve benim yaptığımız gibi birbirlerini
gaddarca iğneliyorlardı. Bir apartmanın kapısında, yukarıdaki dişçi
muayenehanesinden gözyaşlarıyla çıkan küçük bir kızla onu ellerinden tutan anne
babasını gördü. Kıyafetlerinden kıt kanaat geçindiklerini ama üzerine
titredikleri kızlarını devlet dispanserine değil, canını daha az yakacağına
inandıkları özel doktora götürdüklerini hemen anladı. Açık bir kapıdan, kadın
çorapları, makaralar, boya kalemleri, pil ve kaset satan bir dükkânın içinden
çocukluğunda kış sabahları amcasının arabasıyla Boğaz'a gezmeye gittikleri vakit
radyodan dinlediği Peppino di Capri'nin bir şarkısını, "Roberta"yı işitti ve
içinde yükselen duygusallığı yeni gelen bir şiir zannederek önüne çıkan ilk
çayhaneye girdi, ilk boş masaya oturup kalemini defterini çıkardı.
Boş sayfaya elinde kalem nemli gözlerle bir süre baktıktan sonra bir şiir
gelmeyeceğini anladı Ka, ama iyimserliğini hiç bozmadı. İşsizler ve öğrencilerle
tıkış tıkış dolu çayhanenin duvarlarında Is-
104
¦ Necıp'ın Mıcranlı Hikayesi ¦
viçre manzaralarından başka tiyatro afişleri, gazetelerden kesilmiş karikatür ve
haberler, memur almak için yapılacak bir sınava katılma şartlarının duyurusu ve
Karsspor'un bu sene yapacağı karşılaşmaların cetvelini gördü. Oynanmış maçların
çoğu yenilgiyle bitmiş sonuçları değişik kalemlerle işaretlenmiş, 6-1 yenilgiyle
biten Erzurumspor maçının yanına, birisi ertesi gün Talihli Kardeşler
Çayhanesi'nde otururken Ka'mn yazacağı "Bütün İnsanlık ve Yıldızlar" adlı
şiirine olduğu gibi girecek şu mısraları yazmıştı:
Anamız çıkıp gelse Cennet'ten bizi kollarıyla sarsa, İmansız babamız onu bir
akşamcık dayaksız bıraksa, Gene de para etmez, bokun donar, ruhun kurur, umut
yok! Çek sifonu gitsin kişi düştüyse şehri Kars'a.
Şakacı bir iyimserlikle bu dörtlüğü defterine yazarken arka masaların birinden
Necip, yüzünde Ka'nm onda görebileceğini hiç sanmadığı bir sevinç ifadesi, gelip
masasına oturdu.
"Seni gördüğüme çok sevindim," dedi Necip. "Şiir mi yazıyorsun? Sana ateist
diyen arkadaşlarım için özür dilerim. Hayatlarında ilk defa bir ateist
görüyorlar. Ama aslında sen ateist de olamazsın, çünkü çok iyi bir insansın."
Ka'nın ilk başta birbirleriyle iliş-kilendiremediği başka şeyler de söyledi:
Akşamki tiyatroyu seyretmek için arkadaşlarıyla okuldan kaçmışlardı, ama arka
sıralarda oturacaklardı, çünkü televizyonda canlı yayın yapılırken müdürlerinin
kendilerini "tespit etme"sini tabii ki istemezlerdi. Okuldan kaçtığı için çok
mutluydu. Arkadaşlarıyla Millet Tiyatro-su'nda buluşacaklardı. Ka'nın orada şiir
okuyacağını biliyorlardı. Kars şehrinde herkes şiir yazıyordu ama Ka hayatında
tanıdığı şiirleri yayımlanmış ilk şairdi. Ona çay ikram edebilir miydi? Ka
acelesi olduğunu söyledi.
"O zaman bir tek soru, son bir soru soracağım sana," dedi Necip. "Arkadaşlarım
gibi amacım sana saygısızlık etmek değil. Çok merak ediyorum."
"Evet."
Sinirli ellerle bir sigara yaktı önce:
"Allah yoksa Cennet de yok demektir. O zaman hayatı yokluk-
105
¦ Necip'in Hicranlı Hikâyesi ¦
-Necip'in Hicranlı Hikâyesi ¦
lar, fakirlik ve ezilerek geçen milyonlarca kişi Cennet'e bile gidemeyecek. O
zaman yoksulların çektiği onca acının anlamı nedir? Ne için yaşıyoruz ve bunca
acıyı boşu boşuna neden çekiyoruz?"
"Allah var. Cennet de var."
"Hayır, bunu beni teselli etmek için söylüyorsun, bize acıdığın için. Almanya'ya
geri dönünce gene eskisi gibi Allah'ın olmadığını düşünmeye başlayacaksın."
"Yıllardan beri ilk defa çok mutluyum," dedi Ka. "Senin inandığına ben niye
inanmayayım?"
"Çünkü sen İstanbullu bir sosyetiksin," dedi Necip. "Onlar hiçbir zaman Allah'a
inanmazlar. Avrupalıların inandığı şeylere inandıkları için kendilerini
milletten üstün görürler."
"İstanbul'da bir sosyetiktim belki," dedi Ka. "Ama Almanya'da kimsenin metelik
vermediği bir garibandım. Eziliyordum orada."
Necip'in güzel gözleri içe dönük bakışlarla bakınca, Ka delikanlının kafasında
kendi özel durumunun bir an gözden geçirilip irdelendiğini hissetti. "O zaman
niye devleti kızdırıp Almanya'ya kaçtın?" dedi. Ka'nm mahzun olduğunu görünce,
"Her neyse!" dedi. "Zaten ben zengin olsaydım, halimden utanır, Allah'a daha da
çok inanırdım."
"Bir gün hepimiz zengin olacağız inşallah," dedi Ka.
"Senin benim düşündüğümü sandığın kadar basit değil hiçbir şey. Ben de o kadar
basit değilim ve zengin de olmak istemiyorum. Şair, yazar olmak istiyorum. Bir
bilimkurgu romanı yazıyorum. Kars'taki gazetelerden birinde, Mızrak'ta belki
yayımlanacak, ama ben romanımın yetmiş beş satan bir gazetede değil, binlerce
satan İstanbul gazetelerinde yayımlanmasını istiyorum. Romanımın özeti yanımda.
Sana okusam, İstanbul'da yayımlanabilir mi, bana söyleyebilir misin?"
Ka saatine baktı.
"Çok kısa!" dedi Necip.
Tam o anda elektrikler kesildi ve bütün Kars karanlığa gömüldü. Necip ocağın
ışığında koşarak tezgâhtan mum aldı, yakıp bir tabağa damlatıp mumu yapıştırdı
ve masaya koydu. Cebinden çıkardığı buruşuk kâğıtları titreyen bir sesle ve
arada bir heyecanla yutkunarak okudu.
3579 yılında, bugün daha bilinmeyen Gazzali gezegeninde insanlar çok zengin,
hayat da bugün bizim yaşadığımızdan çok daha rahattı, ama materyalistlerin
sandığının aksine "artık zenginiz" diye insanlar maneviyatlarına
boşvermemişlerdi. Tam tersi varlık ve yokluk, insan ve âlem, Allah ve kullan
konusunda herkes çok meraklıydı. Bu yüzden, bu kızıl gezegenin en ücra köşesinde
en zeki ve çalışkan öğrencilerin alındığı bir tslamî İlimler ve Hitabet Lisesi
açılmıştı. Bu lisede iki candan arkadaş vardı: 1600 yıl önce yazılmış, ama aynı
Doğu-Batı meselesiyle hâlâ taptaze kitaplarını hayranlıkla okudukları Necip
Fazıl'dan ilhamla kendilerine Necip ve Fazıl takma adlarını veren bu iki sırdaş,
büyük üstadın en büyük eseri Büyük Doğu'yu defalarca okur, geceleri yatakhanede
Fazıl'ın en üst ranzasında herkesten gizli buluşur, yorganın içine girip yanyana
uzanıp üstlerindeki kristal dama yağdıkça yok olan mavi kar tanelerinin her
birini yok olan bir gezegene benzeterek seyreder ve birbirlerinin kulaklarına
hayatın anlamını ve ileride yapacaklan şeyleri fısıldarlardı.
-
aysyzgije
12 years ago
- Kötü yüreklilerin kıskanç şakalarla lekelemeye çalıştıkları bu saf dostluk bir
gün gölgelendi. Ücra kente ışınlanan Hicran adlı bir bakireye aynı anda âşık
oldular. Hicran'ın babasının ateist olduğunu öğrenmeleri de bu çaresiz aşktan
kurtarmadı onları, tam aksine tutkulannı daha da şiddetlendirdi. Böylece kızıl
gezegenin ikisinden birine fazla olduğunu, birisinin ölmesi gerektiğini bütün
kalpleriyle hemen anladılar ve önce birbirlerine şu sözü verdiler: Kim ölürse
ölsün, öbür dünyaya gittikten bir süre sonra kaç ışık yılı uzakta olursa olsun
geri gelecek ve en çok merak ettikleri şeyi, ölümden sonraki hayatı, bu dünyada
kalana anlatacaktı.
Kimin nasıl öleceğine ise hiç karar veremediler, çünkü ikisi de ötekinin
mutluluğu için kendini feda etmenin asıl mutluluk olduğunu biliyordu. Birisi,
mesela Fazıl, çıplak elle aynı anda elektrik akımına sarılalım diyorsa Necip,
bunun Fazıl'ın kendisini feda ederek ölmek için bulduğu kurnaz bir hile
olduğunu, çünkü kendi tarafındaki fişin az elektrik çektiğini hemen çıkarıyordu.
Aylar süren ve her ikisine de büyük acı veren bu türden kararsızlıklar bir gece
bir anda sona erdi: Gece dersinden dönen Necip, sevgili arkadaşının acımasızca
kurşunlanmış cesedini ranzasında buldu.
106
107
-Necip'in Hicranlı Hikâyesi •
Ertesi yıl Necip, Hicran ile evlendi ve düğün gecesi ona arkadaşı ile yaptıkları
anlaşmayı, bir gün Fazıl'ın hayaletinin geri geleceğini anlattı. Hicran da ona,
kendisinin aslında Fazıl'a âşık olduğunu, onun ölümü üzerine gözleri kan
çanağına dönene kadar günlerce ağladığını, kendisiyle de sırf onun arkadaşı
olduğu ve Fazıl'a benzediği için evlendiğini söyledi. Böylece birbirleriyle
sevişmediler ve Fazıl öbür dünyadan geri gelene kadar kendilerine aşkı
yasakladılar.
Ama yıllar geçince önce ruhları, sonra da gövdeleri şiddetle birbirlerini
arzulamaya başladı. Dünya'daki küçük Kars şehrine bir denetim için
ışınlandıkları bir akşam kendilerini tutamadılar ve deliler gibi seviştiler.
Vicdanlarını diş ağrısı gibi sızlatan Fazıl'ı unutmuşlardı sanki. Yalnız
yüreklerinde gittikçe büyüyen bir suçluluk duygusu vardı ve bu onları korkuttu.
Bir an ikisi de korkuyla karışık tuhaf bir duygudan boğulacaklarını sanıp
yatakta doğruldular. O anda karşılarındaki televizyon ekranı kendiliğinden
aydınlandı ve orada Fazıl'ın pırıl pırıl ve berrak görüntüsü bir hayalet gibi
belirdi. Alnında ve alt dudağının altında öldürüldüğü gün yediği kurşunların
hâlâ taze, kanlı yaraları vardı.
"Acılar içindeyim," dedi Fazıl. "Öbür dünyada gitmediğim yer, görmediğim köşe
kalmadı. (Bu yolculukları Gazzali'den ve Ibni Arabi'den ilhamla bütün
ayrıntılarıyla yazacağım, dedi Necip.) Allah'ın meleklerinin en büyük
iltifatlarına mazhar oldum ve arşın en erişilmez sanılan yerlerine çıktım ve
kravatlı ateistlerin ve halklarının inançlarıyla alay eden mağrur ve kolonyalist
pozitivistlerin Cehennem'de çarptırıldıkları korkunç cezalan gördüm, ama gene de
mutlu olamadım, çünkü aklım burada si-zinleydi."
Karı koca hayret ve korkuyla dinliyorlardı mutsuz hayaleti.
"Yıllarca beni mutsuz eden şey, bir gün ikinizin bu gece gördüğüm gibi mutlu
olması değildi. Bilakis Necip'in mutlu olmasını, kendi mutluluğumdan daha çok
istiyordum. Birbirimizi, iki arkadaş olarak bu kadar çok sevdiğimiz için de bir
türlü ne kendimizi ne de birbirimizi öldürebiliyorduk. Sanki birbirimizin
hayatına, kendi hayatlarımızdan daha çok değer verdiğimiz için ikimiz de bir
ölümsüzlük zırhına bürünmüştük. Ne mutlu bir duyguydu
108
l nıuıCMiıı
bu. Ama ölümüm bu duyguya inanmakla hata ettiğimi bana hemen kanıtladı."
"Hayır!" diye bağırdı Necip. "Hiçbir zaman kendi hayatıma se-ninkinden fazla
değer vermedim."
"Bu doğru olsaydı hiç ölmezdim ben," dedi Fazıl'ın hayaleti. "Sen de güzel
Hicran ile evlenemezdin hiç. Benim ölümümü, gizliden gizliye, hatta kendinden
bile saklayarak istediğin için öldüm ben."
Necip gene şiddetle karşı çıktıysa da hayalet dinlemedi onu.
"Yalnız ölümümü istediğin kuşkusu değil, gece karanlığında ranzamda uyurken
alnımdan ve buramdan kalleşçe vurulmamda da parmağın olduğu düşüncesi, şeriat
düşmanlarıyla işbirliği yaptığın korkusu öte dünyada bana hiç huzur vermedi,"
dedi hayalet. Necip susmuş itiraz etmiyordu artık.
"Benim bu huzursuzluktan kurtulup Cennet'e girebilmem, senin de bu korkunç suçun
şüphesinden kurtulabilmen için tek bir yol var!" dedi hayalet. "Katilim kimse
bul onu. Yedi yıl yedi aydır tek şüpheli bulamadılar. Ölümümde parmağı hatta
niyeti olana kısas istiyorum. O alçak cezalandırılmadıkça bana bu dünyada,
sizlere de asıl dünya sandığınız şu geçici dünyada huzur yok artık."
Hayretler ve gözyaşları içindeki kan koca itiraz edemeden hayalet bir anda
ekrandan yok olup gitti.
"E sonra ne olmuş?" diye sordu Ka.
"Devamına karar veremedim daha," dedi Necip. "Bu hikâyeyi yazsam sence satar
mı?" Ka'nın sustuğunu görünce hemen ekledi: "Ama ben zaten her satırına bütün
kalbimle inandığım şeyleri yazıyorum. Sence bu hikâye ne anlatıyor? Ben okurken
ne hissettin?"
"Bu hayatın öbür hayata yalnızca bir hazırlık olduğuna bütün kalbinle inandığını
ürpererek anladım."
"Evet, inanıyorum," dedi Necip heyecanla. "Ama bu yetmez. Allah bizim bu dünyada
da mutlu olmamızı istiyor. Bu ise ne kadar zor!"
Bu zorluğu düşünerek sustular.
Aynı anda elektrikler geldi, ama çayhanedekiler sanki karanlık
109
sürüyormuş gibi hiç ses çıkarmadılar. Çayhane sahibi çalışmayan televizyonunu
yumruklamaya başladı.
"Yirmi dakikadır oturuyoruz," dedi Necip. "Bizimkiler meraktan patlıyordun"
"Bizimkiler kim?" dedi Ka. "Fazıl da aralarında mı? Bunlar sizin hakiki
isimleriniz mi?"
"Elbette hikâyedeki Necip gibi benim adım da takma. Polis gibi sorular sorma!
Fazıl ise böyle yerlere hiç gitmez," dedi Necip esrarengiz bir havayla. "En
Müslümanımız Fazıl'dır, hayatta en güveneceğim kişi de. Ama siyasete bulaşırsa
siciline geçeceğinden, okuldan atılacağından korkuyor. Almanya'da amcası var,
onu aldıracak, biz de hikâyedeki gibi birbirimizi çok severiz ve biri beni
öldürse öcümü alacağından eminim. Biz aslında hikâyede anlattığımdan da
yakınızdır birbirimize ve birbirimizden ne kadar uzak olursak olalım o anda
diğerinin ne yaptığını söyleyebiliriz!"
"Ne yapıyor şimdi Fazıl?"
"Hmmm," dedi Necip. Tuhaf bir poz yaptı. "Yatakhanede okuyor."
"Hicran kim?"
"Bizler gibi onun da hakiki adı başkadır. Ama Hicran onun kendine verdiği bir ad
değil, bizim ona verdiğimiz bir ad. Bazıları sürekli aşk mektupları, şiirler
yazarlar ona, ama korkudan yolla-yamazlar. Bir kızım olsaydı onun gibi güzel,
akıllı ve cesur olsun isterdim. Türbancı kızların lideridir o, hiçbir şeyden
korkmaz, çok kişiliklidir. Aslında başlangıçta, ateist babasının etkisiyle o da
dinsizmiş, İstanbul'da mankenlik yapıyormuş, televizyona çıkıp kıçını
bacaklarını gösteriyormuş. Buraya televizyonda gösterilecek bir şampuan reklamı
için gelmiş. Kars'ın en fakir ve pis ama en güzel caddesi olan Gazi Ahmet Muhtar
Paşa Caddesi'nde yürürken birden kameranın karşısında duruyor, başının bir
hamlesiyle beline kadar uzanan harika kumral saçlarını bayrak gibi sallayıp
açıyor ve 'Güzel Kars şehrinin pisliğine rağmen saçlarım Blendax sayesinde her
an pırıl pırıl,' diyormuş. Reklam bütün dünyada gösterilecek, bütün dünya da
bize gülecekmiş. O sırada başörtüsü mücadelelerinin henüz başında olan eğitim
enstitülü iki kız onu televizyondan ve İstanbullu zengin çocuklarıyla yaşa-
110
dığı rezaletleri yazan dedikodu gazetelerindeki resimlerinden tanıyor, gizliden
gizliye hayranlık duyuyorlarmış; bir çay içmeye davet etmişler. Hicran alay
olsun diye gitmiş. Orada da kızlardan hemen sıkılmış ve şöyle demiş: 'Madem
dininiz -evet, dinimiz değil, sizin dininiz diyormuş- saçların gözükmesini,
devlet ise örtmeyi yasaklıyor, siz de öyleyse filanca gibi -yabancı bir rock
yıldızının adını söylemiş burada- saçlarınızı kökünden kazıyın ve burnunuza da
demirden bir halka takın! O zaman bütün dünya sizinle ilgilenir!' Kızlarımız o
kadar zavallı bir haldeymişler ki onun bu alaylarına onunla birlikte gülmüşler!
Bundan cesaretlenen Hicran 'Sizi ortaçağın karanlığına götüren bu bez parçasını
güzel başlarınızdan çıkarın!' diyerek kızların en şaşkınının başörtüsüne elini
atıp çekmeye yeltenmiş ve o el o anda hareketsiz kalmış. Hemen kendini yere atıp
kızdan -akılsızın akılsızı kardeşi bizim sınıftadır- özür dilemiş. Ertesi gün,
gene gelmiş, daha ertesi gün gene ve onlara katılıp bir daha İstanbul'a
dönmemiş. Türbanı ezilen Müslüman Anadolu kadınının siyasal bayrağı haline
getiren bir azizedir o, inan bana!"
"O zaman hikâyende niye bakire olmasından başka ondan hiç söz etmedin?" diye
sordu Ka. "Necip ile Fazıl niye onun uğruna kendilerini öldürmeden önce Hicran'a
bir fikrini sormayı akıl edemediler?"
Necip'in iki saat üç dakika sonra biri kurşunla parçalanacak güzel gözlerini
yukarıya, sokak hizasına kaldırıp karanlığın içinden yavaşça akan bir şiir gibi
yağan kara dalgın dalgın baktığı gergin bir sessizlik oldu. "İşte o. O işte!"
diye fısıldadı sonra Necip.
"Kim?"
"Hicran! Sokakta!"
111
13
Dinimi bir ateistle tartışmam
KAR ALTINDA KADİFE İLE BİR YÜRÜYÜŞ
Sokaktan içeri giriyordu. Üzerinde mor bir pardesü, yüzünde onu bir bilimkurgu
kahramanına benzeten kara gözlükler, başında da siyasal İslam'ın simgesi
türbandan çok Ka'nın çocukluğundan beri binlerce kadının taktığını gördüğü
özelliksiz bir başörtüsü vardı. Genç kadının kendisine doğru geldiğini fark
edince Ka sınıfa öğretmen girince ayağa kalkan öğrenci gibi ayağa kalktı.
"Ben İpek'in kardeşi Kadife'yim," dedi kadın, hafifçe gülümseyerek. "Akşam
yemeği için sizi bekliyor herkes. Babam sizi getirmemi istedi."
"Burada olduğumu nereden biliyordunuz?" dedi Ka.
"Kars'ta herkes, her an, her şeyden haberdardır," dedi Kadife hiç gülmeden.
"Yeter ki bu şey Kars'ta olsun."
Yüzünde bir acı ifadesi belirmişti: Ka hiç anlayamadı bunu. "Şair ve romancı
arkadaşım!" diyerek Necip'i tanıştırdı Ka. Birbirlerini bir süzdüler, ama el
sıkışmadılar. Ka bunu gerginliğe yordu. Çok sonra olup bitenleri yeniden
kurarken "tesettür" yüzünden iki İslamcının el sıkışmadıkları sonucunu
çıkaracaktı. Necip bembeyaz olmuş bir yüzle uzaydan gelmiş Hicran'a bakar gibi
bakıyordu ona, ama Kadife'nin hali tavrı o kadar aleladeydi ki, kahvedeki
erkekler kalabalığından kimse dönüp ona bakmamıştı bile. Ablası gibi güzel de
değildi.
112
Ama onunla kar altında Atatürk Caddesi'nde yürürken kendini çok mutlu hissetti
Ka. Başörtüsünün çerçevelediği, ablası kadar güzel olmayan sade ve temiz yüzüne,
ablası gibi ela gözlerinin ta içine bakarak rahat rahat konuşabildiği için de
onu çekici buluyor, şimdiden ablasına ihanet ettiğini düşünüyordu.
Önce, Ka'nın hiç beklemediği bir şekilde meteorolojiden bahsettiler. Günlerini
ancak radyodan haberleri dinleyerek bölüp doldurabilen ihtiyarların bilebileceği
ayrıntılardan bile haberdardı Kadife. Sibirya'dan gelen alçak basınçlı soğuk
hava dalgasının iki gün daha süreceğini, bu yağış devam ederse yolların iki gün
daha acıtmayabileceğim, Sarıkamış'ta kar yüksekliğinin 160 santimetreye
ulaştığını, Karslıların meteorolojiye inanmadığını, devletin halkın morali
bozulmasın diye hava sıcaklığını hep 5-6 derece yüksek gösterdiğinin burada en
çok konuşulan dedikodu olduğunu (ama Ka'ya kimse açmayacaktı bu konuyu) anlattı.
Çocukluklarında, İstanbul'da ipek ile kar hep daha çok yağsın isterlerdi: Kar
onda hayatın güzelliği ve kısalığı duygusunu uyandırıyor, bütün düşmanlıklara
rağmen aslında insanların birbirlerine benzediğini, âlemin ve zamanın geniş,
insanın dünyasının dar olduğunu hissettiriyordu. Bu yüzden kar yağınca insanlar
birbirlerine sokuluyorlardı. Kar sanki düşmanlıkların, hırsların, öfkelerin
üstüne yağarak onları birbirlerine yaklaştırıyordu.
Biraz sustular. Bütün dükkânları kapanmış Şehit Cengiz Topel Caddesi'nde
sessizce yürürlerken kimseciklere rastlamadılar. Kadife ile kar altında
yürümekten hoşlandığı kadar telaşlandığını da hissetti Ka. Sokağın ucundaki bir
vitrinin ışıklarına dikti gözlerini: Dönüp Kadife'nin yüzüne daha çok bakarsa
ona da âşık olmaktan korkuyordu sanki. Ablasına âşık mıydı? Delice âşık olmak
için akıllıca bir istek vardı içinde, bunu biliyordu. Sokağın sonuna
vardıklarında, üzerindeki defter kâğıdında "Akşamki tiyatro münasebetiyle
Hüryurt Partisi başkan adayı sayın Zihni Se-vük'ün toplantısı ertelenmiştir"
yazan ışıklı vitrinin arkasındaki küçük ve dar Neşe Birahanesi'nde, başta Sunay
Zaim olmak üzere bütün tiyatro takımının oyunun başlamasından yirmi dakika önce,
hayatlarının son içkisini içer gibi hararetle içtiğini gördüler.
Birahanenin vitrinine asılmış seçim ilanları arasında sarı kâğıda
113
¦ Kar Altında Kadife ile Bir Yürüyüş
basılmış "insan Allah'ın Bir Şaheseridir ve intihar Bir Küfürdür" duyurusunu
görünce Ka Kadife'ye Teslime'nin intiharı hakkında ne düşündüğünü sordu.
"Teslime'yi İstanbul gazetelerinde, Almanya'da ilginç bir hikâye olarak
anlatırsın artık," dedi Kadife hafif bir öfkeyle.
"Kars'ı yeni tanıyorum," dedi Ka. "Tanıdıkça da burada olup bitenleri dışarıda
kimseye anlatamayacağımı hissediyorum. İnsan hayatının kırılganlığı ve çekilen
acıların boşunalığından gözlerim doluyor."
"Acıların boşuboşuna çekildiğini hiç acı çekmemiş ateistler düşünür yalnızca,"
dedi Kadife. "Birazcık acı çeken ateistler bile inançsızlığa uzun bir süre
dayanamayıp iman eder çünkü sonunda."
"Ama Teslime acının son noktasında intihar ederek inançsızca öldü," dedi Ka
içkinin verdiği bir inatçılıkla.
"Evet, Teslime intihar ederek ölmüşse bu onun günah işleyerek öldüğü anlamına
gelir. Çünkü Nisa suresinin yirmi dokuzuncu ayet-i kerimesi intiharı çok açık
bir dille yasaklar. Ama arkadaşımızın intihar etmiş ve günah işlemiş olması ona
kalbimizde duyduğumuz neredeyse aşka denk derin sevginin eksildiği anlamına
gelmez."
"Dinin lanetlediği bir işi yapan bahtsızı gene de kalbimizle sevebiliriz mi?
diyorsun," dedi Ka Kadife'yi etkilemeye çalışarak. "Allah'a artık ona ihtiyacı
olmayan Batılılar gibi kalbimizle değil, mantığımızla inanıyoruz mu demek
istiyorsun?"
"Kuran-ı Kerim Allah'ın buyruğudur, kesin ve açık buyruklar biz kulların
tartışabileceği şeyler değildir," dedi Kadife kendine güvenle. "Bu dinimizin
tartışılacak bir yeri yoktur anlamına gelmez elbette. Ama ben dinimi değil bir
ateistle, bir laikle bile tartışmak istemem, lütfen kusuruma bakmayın."
"Haklısınız."
"Laiklere islam'ın laik bir din olduğunu anlatmaya çalışan yalaka İslamcılardan
da değilim," diye ekledi Kadife.
"Haklısınız," dedi Ka.
"İkidir haklı olduğumu söylüyorsunuz, ama buna gerçekten inandığınızı
sanmıyorum," dedi Kadife gülümseyerek.
114
¦ r\ar e\mnaa ı\aaıie ne Bir ruruyuş
"Gene haklısınız," dedi Ka gülümsemeden.
Bir süre sessiz yürüdüler. Ablası yerine ona âşık olabilir miydi? Ka başörtüsü
takan bir kadına cinsel çekim duyamayacağını çok iyi biliyordu, ama gene de bu
gizli düşünceyle bir an oyalanmaktan alamadı kendini.
Karadağ Caddesi'nin kalabalığına çıktıklarında sözü önce şiire getirdi, acemice
bir geçişle Necip'in de şair olduğunu ekledi ve imam hatip lisesinde ona Hicran
adıyla tapınan pek çok hayranı olduğundan haberi olup olmadığını sordu.
"Ne adıyla?"
Hicran hakkında anlatılan diğer hikâyeleri de özetledi Ka.
"Bunların hiçbiri doğru değil," dedi Kadife. "İmam hatipten ta-inıdığım
öğrencilerden de hiç işitmedim." Birkaç adım sonra "Ama şampuan hikâyesini daha
önceden işittim," dedi gülümseyerek. Türbancı kızlara, Batı medyasının dikkatini
çekmek için saçlarını kazıtmayı ilk olarak İstanbul'da nefret edilen zengin bir
gazetecinin önerdiğini hatırlattı, kendisine yakıştırılan şeyin kay-lağını
göstermek için. "Tek bir şey doğru bu hikâyelerde: Evet, [türbana denilen
arkadaşlarımı ilk ziyaretimde alay etmek için gitmiştim oraya! Merak da vardı
içimde. Peki: Alaycı bir merakla gitmiştim."
"Sonra ne oldu?"
"Buraya, puanım eğitim enstitüsüne tuttuğu ve ablam zaten Kars'ta olduğu için
gelmiştim. Sonuçta o kızlar benim sınıf arka-daşlarımdı ve inanmasan bile seni
evlerine çağırdıklarında gidersin. O zamanki bakışımla bile haklı olduklarını
hissettim. Anaları babaları öyle yetiştirmiş onları. Hatta din eğitimi veren
devlet de onları desteklemiş. Yıllarca 'örtün başınızı' dedikleri kızlara 'açın
başınızı, devlet böyle istiyor' diyorlardı. Ben de sırf siyasal bir dayanışma
olsun diye bir gün başımı örttüm. Yaptığım şeyden korkuyor, bir yandan da
gülümsüyordum. Belki de devlete ezeli muhalif ateist babamın kızı olduğumu
hatırladığım için. Oraya giderken bu işi bir günlüğüne yaptığımdan çok emindim:
Yıllar sonra bir şaka gibi hatırlanacak tatlı bir siyasal hatıra, bir 'özgürlük
jesti'. Ama devlet, polis, buranın gazeteleri öyle bir üzerime geldiler ki, işin
alaycı, 'hafif yanını öne çıkarıp bu işten sıyrılamadım.
115
• Kar Altında Kadife ile Bir Yürüyüş •
İzinsiz gösteri yaptığımız bahanesiyle içeri aldılar bizi. Bir gün sonra
hapisten çıkınca 'Vazgeçtim, zaten ben baştan beri inanmıyordum!' deseydim bütün
Kars yüzüme tükürürdü. Şimdiyse bütün o baskıları Allah'ın bana doğru yolu
bulayım diye yolladığını biliyorum. Bir zamanlar ben de senin gibi ateisttim,
bakma bana öyle, bana acıdığını hissediyorum."
"Sana öyle bakmıyorum."
"Bakıyorsun. Kendimi senden gülünç hissetmiyorum. Senden üstün de hissetmiyorum,
bunu da bil."
"Bütün bunlara baban ne diyor?"
"Durumu idare ediyoruz. Ama durum da idare edilemez bir yere doğru sürükleniyor
ve çok korkuyoruz, çünkü biz birbirimizi çok seviyoruz. Babam başta benimle
iftihar etti, başımı örtüp okula gittiğim gün bu çok özel bir başkaldırı
usulüymüş gibi davrandı. Benimle birlikte annemden kalma pirinç çerçeveli aynaya
bakarak başörtümün başımın üzerinde duruşunu seyretti ve biz aynanın
karşısındayken öptü beni. Aramızda çok az konuşulmasına rağmen şurası kesindi:
Benim yaptığım İslamcı bir hareket olduğu için değil, devlete karşı bir hareket
olduğu için saygıdeğerdi. Babamda 'benim kızıma böylesi yakışır' havası vardı,
ama gizliden gizliye o da benim gibi korkuyordu. Bizi içeri aldıklarında
korktuğunu, pişman olduğunu biliyorum. Siyasi polisin benimle değil hâlâ
kendisiyle uğraştığını ileri sürdü. Bir zamanlar buralarda harıl harıl
solcuları, demokratları fişleyen MİT elemanları, şimdi dincilerin çetelesini
tutuyordu; işe eski tüfeğin kızından başlamaları anlaşılır bir şeydi filan.
Bütün bunlar benim geri adım atmamı zorlaştırıyor, babam da benim her adımıma
destek vermek zorunda kalıyordu, ama gittikçe zorlaşıyordu bu. Hani bazı
ihtiyarlar vardır, evin içindeki kimi sesleri, sobanın patırtısını, karısının
kimi konulardaki hiç bitmeyen dırdırını, kapının gıcırdayan menteşesini
kulakları duyar duymasına da akılları hiç fark etmez ya: Benim türbancı kızlarla
mücadeleme de böyle yapıyor artık babam. İntikamını o kızlardan biri bazan eve
gelirse ona hınzırca ateistlik ederek alıyor, ama işler sonunda o kızlarla bir
çeşit devlet karşıtı cilveleşmeye dönüşüyor. Kızların da altta kalmadan babama
laf yetiştirebilmelerini bir olgunluk olarak gördüğüm için evde top-
116
lantılar yapıyorum. Bu akşam da o kızlardan biri, Hande gelecek. Hande,
Teslime'nin intiharından sonra ailesinin baskıları sonucu başını açmaya karar
verdi, ama kararını uygulayamıyor. Babam bütün bunların kendisine eski
komünistlik günlerini hatırlattığını söylüyor bazan. iki türlü komünist vardır:
Halkı adam etmek, ülkeyi kalkındırmak için bu işe giren mağrurlar; bir adalet ve
eşitlik duygusuyla bu işe giren masumlar. Mağrurlar iktidar düşkünüdür, herkese
akıl verirler, yalnızca kötülük gelir onlardan. Masumlar ise yalnızca
kendilerine kötülük ederler: Ama tek istedikleri de budur zaten. Yoksullarının
acısını suçluluk duygularıyla paylaşmak isterken daha da kötüsünü yaşarlar.
Babam öğretmendi, memurluktan attılar, işkence yapıp bir tırnağım çektiler,
hapislerde yatırdılar. Yıllarca annemle bir kırtasiyeci dükkânı işletti,
fotokopi yaptılar, Fransızca'dan romanlar çevirdiği de oldu, kapı kapı dolaşıp
taksitle ansiklopedi pazarladığı zamanlar da. Çok mutsuz olduğumuz, yokluk
çektiğimiz günlerde ya da bazan durup dururken bize sarılır ağlar. Bizim
başımıza kötü bir şey gelecek diye çok korkar. Eğitim enstitüsü müdürü
vurulduktan sonra otele polisler gelince korkmaya başladı. Onlara da söylendi.
Lacivert'i gördüğünüz kulağıma geldi. Babama söylemeyin bunu."
"Söylemem," dedi Ka. Durup üstündeki başındaki karları sildi. "Bu tarafa, otele
doğru yürümüyor muyduk?"
"Buradan da gidilir. Ne kar diniyor, ne de konuşacak şeyler bitiyor. Size
Kasaplar mevkiini de gösteririm. Lacivert ne istiyormuş sizden?"
"Hiç."
"Bizden, babamdan, ablamdan söz etti mi hiç?"
Kadife'nin yüzünde endişeli bir ifade gördü Ka. "Hatırlamıyorum," dedi.
"Herkes korkar ondan. Biz de korkuyoruz. Bu dükkânların hepsi buranın namlı
kasaplarıdır."
"Babanız gününü nasıl geçirir?" diye sordu Ka. "Otel-evinizden hiç çıkmaz mı?"
"Oteli o yönetir. Herkese, kâhyaya, temizlikçiye, çamaşırcı kadına, komilere
emir verir. Biz de bakıyoruz ablamla. Babam çok az çıkar dışarı. Siz hangi
burçtansınız?"
117
¦ Kar Altında Kadife île Bîr Yürüyüş
"İkizler," dedi Ka. "İkizler çok yalan söylermiş, ama ben bilmiyorum."
"Çok yalan söylediklerini mi bilmiyorsunuz, yoksa hiç yalan söylediğinizi mi
bilmiyorsunuz?"
"Yıldızlara inanıyorsanız benim için bugünün çok özel bir gün olduğunu bir
yerden çıkarabilmeniz gerekir."
"Evet, ablam söyledi, bugün şiir yazmışsınız."
"Ablanız her şeyi söylüyor mu size?"
"Bizim burada iki eğlencemiz vardır. Her şeyi konuşmak ve televizyon seyretmek.
Televizyon seyrederken de konuşuruz. Konuşurken de televizyon seyrederiz. Ablam
çok güzel değil mi?"
"Evet, çok güzel," dedi Ka saygıyla. "Ama siz de güzelsiniz," diye terbiyeyle
ekledi. "Şimdi bunu da ona söyleyecek misiniz?"
"Söylemeyeceğim," dedi Kadife. "Aramızda kalan bir sır olsun. İyi bir arkadaşlık
için sırdaşlık en iyi başlangıçtır."
Mor ve uzun yağmurluğunun üzerinde biriken karları sildi.
118
14
Nasıl şiir yazıyorsunuz?
AKŞAM YEMEĞİNDE AŞK, ÖRTÜNMEK VE İNTİHAR ÜZERİNE
Millet Tiyatrosu'nun önünde az sonra başlayacak olan "gösteri" için kapıda
bekleyen bir kalabalık gördüler. Hiç durmamacasına yağan kara rağmen bir şey
olsun da eğlenelim diye toplanan işsiz güçsüzler, yatakhanelerinden, evlerinden
çıkıp gelmiş gömlekli, ceketli gençler, evden kaçmış çocuklar yüz on yıllık
binanın kapısında, kaldırımlarında toplanmışlardı. Çoluk çocuk gelen aileler de
vardı. Ka, açılmış siyah bir şemsiye gördü Kars'ta ilk defa. Kadife programda
Ka'nın da bir şiiri olduğunu biliyordu ama Ka oraya gitmeyeceğini, zaten vakit
olmadığını söyleyerek konuyu kapattı.
Yeni bir şiirin gelmekte olduğunu hissetmişti. Otele kadar hiç konuşmamaya
çalışarak hızlı hızlı yürüdü. Yemekten önce üstüne başına çekidüzen verme
bahanesiyle hemen odasına çıktı, paltosunu çıkardı ve küçük masaya oturup hızlı
hızlı yazdı. Şiirin ana teması arkadaşlık ve sırdaşlıktı. Kar, yıldızlar ve özel
mutlu gün motifleri ve Kadife'nin ağzından çıkan bazı ifadeler şiire olduğu gibi
giriyordu ve Ka mısraların alt alta dizilişini bir resmi seyreder gibi zevkle,
heyecanla seyrediyordu. Kadife ile konuştukları şeyleri aklı gizli bir mantıkla
geliştirmiş, "Yıldızların Arkadaşlığı" adlı şiirde her insanın bir yıldızı, her
yıldızın bir arkadaşı ve her insanın da yıldızı kendisininkine benzeyen bir
benzeri olduğunu, bu benzeri de bir sırdaş gibi içinde taşıdığını işliyordu.
Şiirin müziği-
119
"-----------------Akşam Yemeğinde Aşk, Örtünmek ve İntihar Üzerine--------------
---
ni ve mükemmeliyetini bütünüyle içinde duymasına rağmen yer yer bazı mısra ve
kelimelerin eksik kalmasını, daha sonra aklının İpek'te ve geç kaldığı yemekte
olmasıyla ve bir de aşırı mutlulukla açıklayacaktı.
Şiir bitince aceleyle lobiden otel sahiplerinin küçük dairesine geçti. Burada
yüksek tavanlı geniş bir odanın ortasına kurulmuş sofranın başında, iki yanında
kızları Kadife ve İpek, Turgut Bey oturuyordu. Masanın bir kenannda başındaki
şık, mor örtüden Ka-dife'nin arkadaşı Hande olduğunu Ka'nın hemen anladığı bir
üçüncü kız vardı. Onun karşısında gazeteci Serdar Bey'i gördü. Birlikte olmaktan
çok mutlu gözüken bu küçük kalabalığın önündeki sofranın dağınıklığı ve tuhaf
güzelliğinden, hızla arkadaki bir mutfağa gidip gelen Kürt hizmetçi Zahide'nin
mutlu ve becerikli hareketlerinden Turgut Bey ve kızlarının akşamlan bu sofrada
uzun uzun oturmayı alışkanlık haline getirdiklerini hemen hissetti.
"Bütün gün sizi düşündüm, bütün gün sizi merak ettim, nerede kaldınız?" dedi
Turgut Bey ayağa kalkarak. Birden Ka'ya öylesine yakınlaşarak sarılmıştı ki Ka
onu ağlayacak sandı. "Her an çok kötü şeyler olabilir," dedi trajik bir edayla.
Turgut Bey'in kendisine gösterdiği yere, masanın onun tam karşısındaki öteki
ucuna oturduktan, önüne konan sıcak mercimek çorbasını heyecanla kaşıkladıktan
ve sofradaki diğer iki erkek rakı içmeye başladıktan sonra kalabalığın ilgisi
bir an kendisinden hemen arkasındaki televizyon ekranına kayınca Ka uzun
zamandan beri yapmak istediğini yaptı ve lpek'in güzel yüzüne doya doya baktı.
O anda hissettiği geniş, sınır tanımaz mutluluğu daha sonra defterine
ayrıntılarıyla yazdığı için ne hissettiğini tamı tamına biliyorum: Kollan
bacakları mutlu çocuklar gibi durmadan oynuyor, az sonra İpek ile onu
Frankfurt'a götürecek trene yetişmek zorundaymışlar gibi sabırsızlıkla
kıpırdanıyordu. Turgut Bey'in kitaplar, gazeteler, otel defterleri ve
faturalarla karmakarışık çalışma masasının üzerindeki abajurdan vuran ışığın bir
benzerinin, çok yakın gelecekte îpek'in yüzüne Frankfurt'ta birlikte mutlulukla
oturacakları küçük dairedeki kendi çalışma masasının üzerindeki abajurdan
vuracağını hayal etti.
120
- Akşam Yemeğinde Aşk, urtunmek ve ıntınar Üzerine ¦
Hemen sonra Kadife'nin kendisine baktığını gördü. Ka ile göz-göze gelince ablası
kadar güzel olmayan yüzünde bir an bir kıskançlık ifadesi belirir gibi oldu, ama
Kadife sırdaşça bir gülümseyişle bunu bir anda saklamayı başardı.
Sofradakiler, ara ara açık televizyona göz ucuyla bakıyorlardı. Millet
Tiyatrosu'ndaki gecenin naklen yayınma yeni başlanmış, Ka'nın ilk gece otobüsten
inerken gördüğü tiyatro kumpanyasından upuzun boylu, değnek gibi bir oyuncu, bir
sağa bir sola eğilerek geceyi sunmaya başlamıştı ki birden Turgut Bey elindeki
kumanda aletiyle görüntüyü değiştirdi. Ne olduğu anlaşılamayan, beyaz benekli,
bulanık, siyah beyaz bir görüntüye uzun uzun baktılar.
"Baba," dedi İpek. "Niye şimdi bunu seyrediyorsunuz?"
"Kar yağıyor burada..." dedi babası. "Hiç olmazsa doğru bir görüntü, gerçek bir
haber. Herhangi bir kanala uzun uzun bakmanın gururumu kırdığını da biliyorsun."
"Kapatın o zaman televizyonu lütfen baba," dedi Kadife. "Burada hepimizin
gururunu kıran bir başka şey yaşanıyor."
"Misafirimize anlatın," dedi babası mahcubiyetle. "Onun bilmemesi beni huzursuz
ediyor."
"Beni de," dedi Hande. Öfkeli, olağanüstü güzel, kocaman kara gözleri vardı.
Hepsi bir an sustular.
"Sen anlat Hande," dedi Kadife. "Bunda utanılacak bir şey yok."
"Tam tersi, utanılacak çok şey var ve bu yüzden anlatmak istiyorum," dedi Hande.
Bir an yüzü tuhaf bir neşeyle ışıdı. Hoş bir hatırayı anar gibi gülümseyerek,
"Bugün arkadaşımız Teslime'nin intiharının kırkıncı günü," dedi. "Teslime
aramızda dini için, Allah'ın sözü için mücadele eden en imanlı kızdı. Onun için
başörtüsü yalnız Allah sevgisi değil, kendi imanı ve onuru da demekti. Kimsenin
aklına gelmezdi onun intihar edeceği. Okulda hocaları, evde babası ona başını
açsın diye acımasızca baskı yapıyorlardı ama Teslime direniyordu. Üç yıldır
okuduğu ve bitirmek üzere olduğu okuldan atılmak üzereydi. Bir gün emniyetten
adamlar bakkal babasını sıkıştırmışlar ve 'Kızın başını açıp okula gelmezse
dükkânını kapattırır, seni de Kars'tan kovarız' demişler. Bunun üzerine babası
Teslime'yi evden atmakla tehdit etti önce, bu para
121
---------------— Akşam Yemeğinde aşk, ununmeK ve ımınar uzenne-----------------
etmeyince kırk beş yaşındaki dul bir polisle evlendirmeyi planladı. Hatta polis
elinde çiçeklerle bakkal dükkânına gidip gelmeye başlamıştı. Teslime 'Maden
gözlü ihtiyar' dediği bu adamdan öyle tiksindi ki bizlere onunla evlenmemek için
başını açmaya karar verdiğini söyledi, ama bu kararını da bir türlü
uygulayamıyordu. Bazımız maden gözlüyle evlenmesin diye kararını onayladık,
bazılarımız da 'Babanı intihar ile tehdit et!' dedik. Bu aklı da en çok ben
verdim. Çünkü Teslime'nin başını açmasını hiç istemiyordum. Kaç kere ona,
'Teslime, intihar etmek, insanın başını açmasından iyidir,' dedim. Laf olsun
diye söylüyordum bunu. Gazetelerde okuduğumuz kadın intiharlarının
imansızlıktan, maddi hayata bağlılıktan ve aşk umutsuzluğundan olduğunu düşünüp
intihar sözü babasını korkutur sanıyorduk. İmanlı bir kız olduğu için
Teslime'nin intihar edeceğine hiç ihtimal vermiyordum. Ama onun kendini astığını
işitince herkesten önce ben inandım. Teslime'nin yerinde olsaydım benim de
intihar edebileceğimi hemen hissettim çünkü."
Hande ağlamaya başladı. Herkes sustu. İpek Hande'nin yanma gitti, onu öpüp
okşadı. Kadife de katıldı ona: Kızlar birbirlerine sarıldılar, elinde uzaktan
kumanda aletini tutan Turgut Bey de tatlı sözler söyledi, ağlamaması için hep
birlikte şakalar yaptılar. Turgut Bey küçük bir çocuğu oyalar gibi ekranda
beliren zürafala-ra dikkat çekti, dahası, oyalanmaya hazır bir çocuk gibi Hande
de yaşlı gözlerle baktı ekrana: Çok uzaklarda bir yerde, belki de Afrika'nın
göbeğinde, gölgeler içinde ağaçlı bir arazide ağır çekim bir filmdeki gibi
memnun mesut ilerleyen bir zürafa çiftini hepsi uzun bir süre, kendi hayatlarını
neredeyse bütünüyle unutarak seyrettiler.
"Teslime'nin intiharından sonra, Hande annesini-babasını daha fazla mutsuz
etmemek için başını açmaya, okula girmeye karar verdi," dedi daha sonra Kadife
Ka'ya. "Onu ne zorluklarla, yokluklar içinde tek erkek çocuğu yetiştirir gibi
yetiştirdiler. Annesi babası ileride kızlarının kendilerine bakacağını düşlerler
hep, çok akıllıdır Hande." Tatlı bir sesle, fısıldar gibi, ama Hande'nin
işiteceği bir sesle konuşuyor, gözü yaşlı kız da herkesle birlikte ekrana
bakarken onu dinliyordu. "Biz örtülü kızlar mücadelemizi bı-
122
ıcıııcıj ıııuc
K, UIIUnilICK TC IIIIIIICM U£CMIIC '
rakmasın diye önce onu ikna etmeye çalıştık, ama başını açmasının intihardan
daha iyi olduğunu anlayınca Hande'ye yardım etmeye karar verdik. Başörtüsünü
Allah'ın emri bilmiş ve bir bayrak gibi benimsemiş bir kızın, daha sonra onu
başından çıkarıp insan içine çıkabilmesi çok zordur. Hande günlerdir evine
kapanmış bu kararma konsantre olmaya çalışıyordu."
Ka da ötekiler gibi bir suçluluk duygusuyla büzülmüştü, ama kolu İpek'in koluna
değince içine bir mutluluk yayıldı. Turgut Bey hızlı hızlı kanal değiştirirken
Ka aynı mutluluğu arayarak kolunu Ipek'inkine dayadı. İpek de aynı şeyi yapınca
sofradaki hüznü unuttu. Televizyon ekranında Millet Tiyatrosu'ndaki gece
belirdi. Uzun boylu değnek gibi adam Kars tarihindeki ilk canlı yayının parçası
olmanın gururunu anlattı. Gecenin programı okunurken hisseli hikâyeler, milli
kalecinin itirafları, siyasal tarihimizin utanç verici sırları, Shakespeare'den,
Victor Hugo'dan sahneler, beklenmedik itiraflar, rezaletler, Türk tiyatro ve
sinema tarihinin unutulmaz ve emektar isimleri, şakalar, şarkılar ve korkunç
sürprizler arasında Ka, "yıllardan sonra sessizce ülkemize dönen en büyük
şairimiz," olarak kendi adının okunduğunu işitti. Masanın altından İpek Ka'nın
elini tuttu.
"Akşam oraya gitmek istemiyormuşsunuz," dedi Turgut Bey.
"Burada çok memnunum, çok mutluyum efendim ben," dedi Ka kolunu İpek'e daha da
dayayarak.
"Aslında ben mutluluğunuzu hiç bozmak istemem," dedi Hande. Hepsi bir an
neredeyse korktular ondan. "Ama bu akşam buraya sizin için geldim. Hiçbir
kitabınızı okumadım ama Almanya'lara kadar gitmiş, dünyayı görmüş bir şair
olmanız bana yeter. Söyleyin lütfen, son zamanlarda şiir yazdınız mı?"
"Kars'ta pek çok şiir geldi bana," dedi Ka.
"Bir konuya nasıl konsantre olacağımı bana siz anlatabilirsiniz diye düşündüm.
Bana şunu söyleyin lütfen: nasıl şiir yazıyorsunuz? Konsantre olarak değil mi?"
Almanya'daki Türk okurlarla yapılan şiir gecelerinde kadınların şairlere en çok
sorduğu soruydu bu ama Ka her seferinde olduğu gibi çok özel bir soru sorulmuş
gibi irkildi. "Şiirin nasıl yazıldığını bilmiyorum," dedi. "İyi şiir sanki
dışarıdan uzak bir yer-
123
- Akçam Yemeğinde Aşk, Örtünmek ve intihar Üzerine ¦
den geliyor." Hande'nin şüpheyle baktığını gördü. "Konsantre olmaktan ne
anlıyorsunuz, söyleyin lütfen."
"Bütün gün çabalıyorum, ama gözümün önünde canlanmasını istediğim şey,
başörtüsüz halim canlanmıyor. Onun yerine unutmak istediğim şeyler geliyor
gözümün önüne."
"Mesela ne?"
"Örtülü kızların sayısı artınca bizi başımızı açmaya ikna etsin diye Ankara'dan
bir kadın yollamışlardı. Bu 'iknacı kadın' bir odada hepimizle tek tek saatlerce
görüşmüştü. Bize 'Baban anneni döver miydi? Kaç kardeşsiniz? Baban ayda kaç lira
kazanıyor? Türbandan önce başka ne giydin? Atatürk'ü seviyor musun? Evinin
duvarlarında ne resimler asılı? Ayda kaç kere sinemaya gidiyorsun? Sence kadınla
erkek eşit midir? Allah mı büyüktür, devlet mi? Kaç çocuğun olsun istersin? Aile
içi tacize uğradın mı?' gibi yüzlerce soru sormuş, cevaplarımızı kâğıtlara
yazmış, hakkımızda formlar doldurmuştu. Dudakları, saçları boyalı, başı açık,
moda dergilerindeki gibi çok şık, ama nasıl söylesem, aslında çok da sadeydi.
Soruları bazılarımızı ağlatmasına rağmen aslında onu sevmiştik de... Kars'ın
pisliği çamuru ona bulaşmamıştır inşallah diye düşünenlerimiz vardı. Daha sonra
ben onu rüyalarımda görmeye başladım, ama önemsemedim önce. Şimdiyse ne zaman
başımı açıp saçlarımı ortaya döküp insanlar arasında gezineceğimi hayal etmeye
çalışsam, kendimi bu 'iknacı kadın' olarak görüyorum. Ben de onun gibi şık
olmuşum, ince topuklu ayakkabılar, onunkilerden de açık elbiseler giyiyorum.
Erkekler bana ilgi gösteriyor. Bu hem hoşuma gidiyor, hem de çok utanıyorum."
"Hande utancını anlatma istersen," dedi Kadife.
"Hayır anlatacağım. Çünkü hayallerimde utanıyorum, ama hayallerimden
utanmıyorum. Başımı açarsam erkekleri kışkırtmak isteyen, şehvet düşkünü bir
kadın olacağıma aslında hiç inanmıyorum. Çünkü yaptığım şeye hiç inanmadan
açacağım başımı. Ama insanın inanmadığı halde, hatta hiç istemediğini sandığı
anda şehevi hislere kapılabildiğini de biliyorum. Kadın erkek hepimiz geceleri
rüyalarımızda günlük hayatımızda hiç istemediğimizi sandığımız canlarla günah
işliyoruz. Doğru değil mi bu?"
"Yeter Hande," dedi Kadife.
124
"Doğru değil mi?"
"Değil," dedi Kadife. Ka'ya döndü. "Bundan iki yıl önce Hande çok yakışıklı bir
Kürt delikanlısıyla evlenecekti. Ama çocuk siyasete bulaştı, öldürdüler onu..."
"Başımı açamamamın bununla hiç ilgisi yok," dedi Hande öfkelenerek. "Başımı
açamamamın nedeni, konsantre olup başı açık halimi gözümün önüne getiremememdir.
Her konsantrasyon denememde hayalimde ya 'iknacı kadın' gibi kötü bir yabancıya
dönüşüyorum, ya da şehvet düşkünü bir kadına. Başım açık olarak okulun
kapısından içeri girdiğimi, koridorlarda yürüdüğümü ve dersaneye girdiğimi bir
kerecik gözümün önüne getirebilirsem, bu işi yapabilecek gücü kendimde bulacağım
inşallah ve özgür olacağım o zaman. Çünkü başımı kendi iradem ve isteğimle açmış
olacağım, polis zoruyla değil. Ama o âna konsantre olamıyorum."
"O ânı önemseme o kadar," dedi Kadife. "O an yıkılsan bile sen bizim her zamanki
canımız Hande'mizsin."
"Değilim," dedi Hande. "Sizlerden ayrıldığım ve başımı açmaya karar verdiğim
için beni içten içe suçluyor, küçümsüyorsunuz-dur." Ka'ya döndü. "Bazan gözümün
önünde canlanan bir kız, başı açık olarak okula giriyor, koridorlarda ilerliyor,
çok özlediğim bizim sınıfa giriyor, hatta o an koridorların kokusunu, dersanenin
ağır havasını hatırlıyorum. Tam o anda sınıfı koridordan ayıran camda o kızı
görüyorum ve gördüğümün ben değil bir başkası olduğunu anlayarak ağlamaya
başlıyorum."
Herkes Hande gene ağlayacak sandı.
"Bir başkası olmaktan o kadar fazla korkmuyorum," dedi Hande. "Şimdiki halime
hiç dönememek, hatta onu unutmak korkutuyor beni. insan asıl bu yüzden intihar
edebilir." Ka'ya döndü. "Hiç intihar etmek istediniz mi?" dedi kırıştıran bir
havayla.
"Hayır, ama insan Kars'taki kadınlardan sonra bu konuyu düşünmeye başlıyor."
"Bizim durumumuzdaki pek çok kız için intihar isteği, kendi vücudumuza sahip
olmak anlamına gelir. Aldatılıp bekâretini kaybeden kızlar, istemediği adamla
evlendirilecek bakireler hep bu yüzden intihar eder. İntiharı bir masumiyet ve
saflık isteği olarak görürler. İntihar üzerine hiç şiir yazdınız mı?" Bir
içgüdüyle
125
-----------------Akşam Yemeğinde Aşk, Örtünmek ve İntihar Üzerine---------------
---
Ipek'e döndü. "Misafirinizi çok mu sıktım? Peki, Kars'ta 'gelen' şiirlerin
nereden geldiğini söylesin, onu rahat bırakacağım."
"Şiirin gelmekte olduğunu hissettiğim zaman onu gönderene şükranla doluyor içim,
çünkü çok mutlu oluyorum."
"Sizi şiire yoğunlaştıran da o mu? Kim o?"
"Şiiri inanmadığım halde bana onun gönderdiğini hissediyorum."
"Allah'a mı inanmıyorsunuz, yoksa şiiri size onun yolladığına mı?"
"Şiiri bana Allah yolluyor," dedi Ka bir ilhamla.
"Burada dinci hareketin nasıl yükseldiğini gördü," dedi Turgut Bey. "Belki
tehdit de ettiler onu... Korkup Allah'a inanmaya başladı."
"Hayır, içimden geliyor," dedi Ka. "Burada herkes gibi olmak istiyorum."
"Korktunuz, sizi kınıyorum."
"Evet, korkuyorum," diye bağırdı aynı anda Ka. "Çok korkuyorum hem de."
Kendisine yöneltilmiş bir tabanca varmış gibi ayağa kalktı. Sof-radakileri de
bir telaşa sürükledi bu. "Nerede?" diye bağırdı Turgut Bey sanki kendilerine
yöneltilen bir silahı sezmiş gibi. "Korkmuyorum, hiçbir şeye aldırmıyorum," dedi
Hande kendi kendine.
Ama o da ötekiler gibi tehlikenin yönünü kestirebilmek için Ka'nın yüzüne
bakıyordu. Yıllar sonra gazeteci Serdar Bey bana, o an Ka'nın yüzünün kireç gibi
olduğunu, ama korkudan ya da baş-dönmesinden fenalık geçiren birinin ifadesi
yerine yüzünde derin bir mutluluk belirdiğini söyleyecekti. Hizmetçi kadın daha
da ileri giderek odaya bir ışık doğduğunu, her şeyin nura battığını bana ısrarla
anlattı. Ka onun gözünde, daha o günden bir aziz mertebe-sindeydi. Odadakilerden
birisi o anda, "Şiir geldi," demiş, herkes bunu kendilerine yöneltilmiş bir
silahtan daha da heyecan ve korkuyla karşılamıştı.
Daha sonra tuttuğu bir defterde olup bitenleri değerlendirirken Ka, odadaki
bekleyiş gerginliğini çocukluğumuzda tanık olduğumuz ruh çağırma seanslarında
görülen o korkulu bekleyiş anlarına benzetecekti. Yirmi beş yıl önce,
Nişantaşı'nın bir arka sokağındaki evinde bir arkadaşımızın genç yaşta dul
kalmış iyice şişman annesinin düzenlediği bu gecelere diğer mutsuz ev kadınları,
par-
126
VtJlIHl ICIV VC IIIIIIICM U£CIIIIC *
inakları felç olmuş bir piyanist, bizim, "o da geliyor mu?" diye sorduğumuz orta
yaşlı ve asabi bir film yıldızı ve onun ikide bir bayılan kızkardeşi, geçkin
film yıldızına "kur yapan" emekli bir paşa ve bizi arka odadan sessizce salona
alan arkadaşımızla birlikte Ka ile ben de katılırdık. Gerilimli bekleyiş
anlarında, "ey ruh geldiysen ses ver!" derdi birisi ve uzun bir sessizlik olur,
sonra belli belirsiz bir tıkırtı, sandalye gıcırtısı, bir inilti ya da bazan
masanın bacağına atılan kaba bir tekme duyulur ve birisi "ruh geldi" derdi
korkuyla. Ama Ka ruhla karşılaşan biri gibi değildi, mutfak kapısına doğru
yürüyordu. Yüzünde mutlu bir ifade vardı.
"Çok içti," dedi Turgut Bey. "Evet, yardım edin ona."
Ka'nın yanına koşan lpek'i sanki kendi yolluyormuş gibi yapmak için söylemişti
bunu. Ka mutfak kapısının yanındaki bir sandalyeye çöktü. Cebinden defterini,
kalemini çıkardı.
"Böyle, hepiniz ayağa kalkmış beni seyrederken yazamıyorum," dedi.
"İçeride bir odaya götüreyim seni," dedi ipek.
İpek önde Ka arkada Zahide'nin ekmek kadayıfına şurup döktüğü hoş kokulu
mutfaktan ve soğuk bir odadan geçip, arkada yarı karanlık bir odaya girdiler.
"Burada yazabilir misin?" dedi İpek, lambayı yaktı.
Temiz bir oda, düzenli yapılmış iki yatak gördü Ka. Kızkardeş-lerin komodin ve
masa niyetine kullandığı bir sehpanın üzerindeki krem tüplerini, dudak
boyalarını, küçük kolonya, bademyağı ve içki şişelerinden oluşan iddiasız bir
kolleksiyonu, kitapları, fermuarlı bir çantayla içi fırçalar, kalemler, nazar
boncukları, kolye ve bileziklerle dolu bir İsviçre çikolatası kutusunu gördü;
buz tutmuş camın kenarındaki yatağa oturdu.
"Burada yazabilirim," dedi. "Ama beni bırakıp gitme."
"Niye?"
"Bilmiyorum," dedi önce Ka. "Korkuyorum," dedi sonra.
Çocukluğunda amcasının isviçre'den getirdiği bir çikolata kutusunun tasviriyle
başlayan şiirini bu sırada yazmaya başladı. Kutunun üzerinde Kars çayhanelerinin
duvarlarında olduğu gibi İsviçre manzaraları vardı. Daha sonra Ka'nın Kars'ta
kendisine "gelen" şiirleri anlamak, sınıflandırmak ve bir düzene sokmak için
127
¦ Akşam Yemeğinde aşk, ununmeK ve ınıınar uzeime ¦
tuttuğu notlara göre, şiirdeki kutunun içinden lpek'in çocukluğundan kaldığını
iki gün sonra öğreneceği bir oyuncak saat çıkmıştı ilk. Ka bu saatten yola
çıkarak çocukluğun zamanı ve hayatın zamanı üzerine birşeyler söylediğini
düşünecekti...
"Yanımdan ayrılmanı hiç istemiyorum," dedi Ka İpek'e, "çünkü sana çok fena âşık
oldum."
"Beni tanımıyorsun bile," dedi îpek.
"İki türlü erkek vardır," dedi Ka eğitici bir havayla. "Birincisi, âşık olmadan
önce kızın nasıl sandviç yediğini, saçlarını nasıl taradığını, hangi
saçmalıkları dert edindiğini, babasına neden kızdığını, onun hakkında anlatılan
diğer hikâye ve efsaneleri bilmelidir. İkincisi ise, ki ben onlardanım, kız
hakkında pek az şey bilmelidir ki âşık olsun."
"Yani bana hiç tanımadığın için mi âşıksın? Gerçekten aşk mıdır sence bu?"
"İnsanın her şeyini vereceği aşk böyle olur," dedi Ka.
"Nasıl sandviç yediğimi ve kafayı nelere taktığımı gördükten sonra aşkın sona
erecek."
"Ama o zaman aramızdaki yakınlık derinleşerek vücutlarımızı saran bir istek,
bizi birbirimize bağlayan mutluluk ve anılara dönüşecek."
"Kalkma otur yatağın kenarına," dedi İpek. "Babamla aynı çatı altında kimseyle
öpüşemem ben." Ka'nın öpüşlerine ilk başta karşı koymadı ama "Babam evdeyken
hoşuma gitmiyor," dedi Ka'yı iterek.
Ka bir kere daha zorlayarak ağzından öptü onu ve yatağın kenarına oturdu. "Bir
an önce evlenmemiz ve birlikte buradan kaçıp gitmemiz lazım. Frankfurt'ta ne
kadar mutlu oluruz biliyor musun?"
Bir sessizlik oldu.
"Hiç tanımadığın halde bana nasıl âşık oldun?"
"Güzel olduğun için... Seninle mutlu olacağımızı hayal ettiğim için... Sana her
şeyi utanmadan söyleyebildiğim için. Durmadan seviştiğimizi hayal ediyorum."
"Almanya'da ne yapardın?"
"Yazamadığım şiirlerle meşgul olurdum ve otuz bir çekerdim hep... Yalnızlık bir
gurur sorunudur; kendi kokusunun içine
128
- Akşam remegınae aşk, urtunmek ve İntihar Üzerine ¦
mağrur bir şekilde gömülür insan. Gerçek şairin sorusu hep aynıdır. Uzun bir
süre mutlu olursa bayağı olur. Uzun bir süre mutsuz olursa da şiirini diri
tutacak gücü kendinde bulamaz... Mutlulukla gerçek şiir çok kısa bir süre
birlikte olur. Bir süre sonra ya mutluluk şiiri ve şairi bayağılaştırır ya da
gerçek şiir mutluluğu bozar. Frankfurt'a dönüp mutsuz olmaktan artık çok
korkuyorum."
"İstanbul'da kalırsın," dedi İpek.
Ka dikkatle baktı. "İstanbul'da mı yaşamak istiyorsun?" diye fısıldadı, lpek'in
kendisinden bir şey istemesini çok istiyordu şimdi.
Kadın da sezdi bunu: "Hiçbir şey istemiyorum," dedi.
Ka acele ettiğini hissediyordu. Kars'ta pek az kalabileceğini, kısa bir süre
sonra burada nefes alamayacağını, acele etmekten başka çaresi olmadığını da
hissediyordu. İçeriden belli belirsiz gelen konuşma seslerine ve karı ezerek
pencerenin önünden geçen bir faytona kulak verdiler. İpek kapı eşiğinde ayakta
duruyor, dalgın dalgın elindeki saç fırçasına takılmış saçları ayıklıyordu.
"Burada her şey o kadar yoksul ve umutsuz ki insan senin gibi bir şey istemeyi
bile unutabilir," dedi Ka. İnsan burada, yaşamayı değil, ölmeyi düşleyebilir
yalnızca... Benimle gelecek misin?.." ipek cevap vermedi. "Kötü bir cevap
vereceksen söyleme hiçbir şey," dedi Ka.
"Bilmiyorum," dedi İpek gözü fırçada. "İçeride bizi bekliyorlar."
"İçeride bir dolaplar dönüyor, seziyorum ama ne olup bittiğini anlayamıyorum,"
dedi Ka. "Sen anlat bana."
Elektrikler kesildi. İpek hiç kıpırdamayınca Ka ona sarılmak istedi, ama
Almanya'ya yapayalnız döneceği korkusu her yerini sarmıştı; kıpırdayamadı.
"Şiir yazamazsın bu karanlıkta," dedi İpek. "Gidelim."
"Beni sevmek için en çok ne yapmamı istersin?"
"Kendin ol," dedi İpek. Kalkıp odadan çıktı.
Ka orada oturmaktan öylesine mutluydu ki güçlükle kalktı. Mutfaktan önceki soğuk
odada bir anda oturdu ve oradaki titrek mumun ışığında aklındaki "Çikolata
Kutusu" adlı şiiri yeşil defterine yazdı.
Ayağa kalktığında lpek'in arkasındaydı, ona sarılmak, başını
129
-----------------Akşam Yemeğinde Aşk, urtunmeK ve ıntınar uzenne ¦
saçlarına gömmek için bir hamle yapınca birden kafasının içinde her şey
karanlıkta olduğu gibi birbirine girdi.
Mutfaktaki mumun ışığında Ka, ipek ile Kadife'nin birbirlerine sarıldıklarını
görüyordu. Kollarını birbirlerinin boyunlarına dolamış, birbirlerine sevgililer
gibi sarılmışlardı. "Babam size bakmamı istemişti," dedi Kadife. "Peki canım."
"Şiir yazmadı mı?"
"Yazdım," dedi Ka karanlıktan çıkarak. "Ama şimdi size yardım etmek isterdim."
Titreyen mumun ışığında girdiği mutfakta kimseyi göremedi. Kaşla göz arasında
bir bardağa rakı doldurup su koymadan içti. Gözlerinden yaşlar akınca aceleyle
bir bardak su doldurdu kendine. Mutfaktan çıkınca bir an tekinsiz bir zifiri
karanlıkta buldu kendini. Bir mumla aydınlanan yemek masasını görüp yürüdü.
Sofra-dakilerle birlikte, duvarlardaki iri gölgeler de Ka'ya döndüler.
"Şiiri yazabildiniz mi?" dedi Turgut Bey. Önce birkaç saniye sessiz kalıp Ka'yı
önemsemiyormuş gibi yapmak istemişti. "Evet."
"Tebrik ederim." Ka'nın eline bir rakı bardağı tutuşturdu, doldurdu. "Ne
hakkında?"
"Burada kiminle görüşür konuşursam ona hak veriyorum. Almanya'dayken dışarıda
sokaklarda gezen korku, şimdi içime girdi." "Sizi çok iyi anlıyorum," dedi Hande
bilmiş bir havayla. Ka minnetle gülümsedi ona. "Başını açma güzelim" demek geldi
içinden.
"Kiminle görüşürseniz ona inandığınız için Şeyh Efendi'nin yanında da Allah'a
inandığınızı söylediyseniz bunu düzeltmek isterim. Kars'ta Allah'ı Şeyh Efendi
temsil etmiyor!" dedi Turgut Bey. "Kim temsil ediyor Allah'ı burada?" diye
diklendi Hande. Ama Turgut Bey öfkelenmedi ona. İnatçı ve kavgacıydı, ama taviz
vermez bir ateist olamayacak kadar yumuşak kalpliydi. Ka Turgut Bey'in
kızlarının mutsuzluğundan endişelendiği kadar, kendi dünyasının
alışkanlıklarının yıkılıp gitmesinden korktuğunu da hissetti. Bu siyasal bir
telaş değil, hayatının tek eğlencesi her akşam kızları ve misafirleriyle
birlikte saatlerce siyasetten ve
130
Allah'ın varlığından ve yokluğundan söz ederek didişmek olan bir adamın masanın
merkezindeki yerini kaybetme telaşıydı.
Elektrikler geldi, oda birden aydınlandı. Şehirde elektriğin gidip gelmesine o
kadar alışılmıştı ki, Ka'nın çocukluğunda İstanbul'da olduğu gibi elektrik
gelince neşeli çığlıklar atılmıyor, aman çamaşır makinesine bak bozulmasın, ya
da mumları ben üfleyece-ğim gibilerinden mutlu bir telaş da olmuyor, insanlar
hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Turgut Bey televizyonu çalıştırıp kumanda
aletiyle kanalları değiştirmeye başladı. Ka Kars'ın olağanüstü sessiz bir yer
olduğunu kızlara fısıldayarak söyledi.
"Çünkü biz burada kendi sesimizden bile korkuyoruz," dedi Hande.
"Bu, karın sessizliği," dedi İpek.
Bir yenilgi duygusuyla hepsi ağır ağır kanal değiştiren televizyona baktılar
uzun süre. Masanın altında İpek ile elele tutuşunca Ka burada gündüzleri küçük
bir işte pinekleyip, akşamlan bu kadın ile elele tutuşarak çanak antene
bağladığı televizyonu seyredip bütün hayatını mutlulukla geçirebileceğini
düşündü.
131
15
Hepimizin hayatta istediği asıl bir seyyardır
MİLLET TİYATROSU'NDA
İpek ile bütün hayatını Kars'ta geçirip mutlu olabileceğini düşünmesinden tam
yedi dakika sonra Ka kar altında, tek başına bir savaşa gider gibi Millet
Tiyatrosu'ndaki geceye katılmaya koşarken yüreği küt küt atıyordu. Bu yedi
dakikada her şey aslında çok anlaşılabilir bir hızla gelişmişti.
Önce Turgut Bey ekrana Millet Tiyatrosu'ndaki canlı yayını getirmiş, duydukları
büyük gürültüden hepsi orada olağanüstü bir-şeyler olduğunu sezmişlerdi. Bu
onlarda hem bir gecelik olsun taşra hayatının dışına çıkma isteği uyandırıyor,
hem de kötü bir şey olabileceği ihtimaliyle onları korkutuyordu. Orada sabırsız
bir kalabalığın alkış ve çığlıklarından şehrin ön sıralarda oturan ileri
gelenleriyle, arka sıralardaki gençler arasında bir gerginlik olduğunu hepsi
sezmişlerdi. Kamera salonun bütününü göstermediği için hepsi orada ne olduğunu
çok merak ediyordu.
Sahnede bir zamanlar bütün Türkiye'nin tanıdığı bir milli kaleci vardı. On beş
yıl önceki trajik bir milli maçta İngilizlerden yediği on bir golün daha ancak
birincisini hikâye edebilmişti ki, geceyi sunan değnek gibi ince adam ekranda
belirdi ve milli kaleci tıpkı ulusal televizyondaki gibi bir reklam arası
verildiğini anlayıp sustu. Mikrofonu eline alan sunucu birkaç saniyelik süreye
elindeki kâğıttan okuduğu iki reklam sığdırmış (Fevzi Paşa Caddesi'ndeki
132
-_____-—-----------------------Millet fıyatrosu'nda-----------------------------
----------
Tadal Bakkaliye'ye Kayseri'den pastırma gelmiş ve Bilim Dersanesi üniversiteye
hazırlık gece kursları için kayıtlara başlamıştı), gecenin zengin programını
tekrarlayıp şiir okuyacak diye Ka'nın adını saymış ve kameraya kederli bir
ifadeyle bakıp eklemişti.
"Fakat ta Almanya'lardan serhat şehrimize gelen büyük şairimizi hâlâ aramızda
görememek Karslıları gerçekten çok üzüyor."
"Artık bundan sonra gitmemeniz çok ayıp!" demişti Turgut Bey hemen.
"Ama geceye katılır mıyım diye bir sormadılar," dedi Ka.
"Burada âdet böyledir," dedi Turgut Bey. "Sizi çağırsalar gitmezdiniz. Şimdi
onları küçümser duruma düşmemek için gitmelisiniz."
"Buradan sizi seyrederiz," dedi Hande hiç beklenmedik bir hevesle.
Aynı anda kapı açılmış ve geceleri resepsiyona bakan çocuk "Eğitim enstitüsü
müdürü hastanede ölmüş," demişti.
"Zavallı budala..." demişti Turgut Bey. Sonra Ka'ya dikmişti gözlerini.
"Dinciler hepimizi teker teker temizlemeye başladılar. Canınızı kurtarmak
istiyorsanız bir an önce Allah'a daha da çok inansanız iyi edersiniz. Çünkü
Kars'ta kısa bir süre sonra korkarım ılımlı bir dindarlık eski bir ateistin
paçasını kurtarmasına hiç yetmeyecek."
"Haklısınız," demişti Ka. "Ben de bütün hayatımı yüreğimde derinden hissetmeye
başladığım Allah sevgisine sonuna kadar açmaya karar vermiştim zaten."
Bunu alaycı bir şekilde söylediğini hepsi anlamışlardı anlamasına ama iyice
sarhoş olduğundan emin oldukları Ka'nın bu hazırcevaplığı masadakileri onun
bunları daha önceden de düşünmüş olabileceğinden şüphelendirmişti.
O sırada Zahide bir elinde hünerle tuttuğu iri bir tencere, öbüründe sapı
lambanın ışığını yansıtan alüminyum bir kepçe masaya şefkatli bir anne gibi
gülümseyerek sokulurken demişti ki:
"Dibinde bir kişilik çorbam var, yazıktır atılmasın; hangi kız ister?"
Ka'ya Millet Tiyatrosu'na gitmemesini, korktuğunu söyleyen İpek de Hande ve
Kadife'yle birlikte Kürt hizmetçinin gülümsemesine bir an dönüp katılmıştı.
133
• Millet Ttyatrosu'nda ¦
"İpek 'Ben!' derse, benimle Frankfurt'a gelecek ve evleneceğiz," diye düşünmüştü
Ka o an. "O zaman Millet Tiyatrosu'na gidip 'Kar' adlı şiirimi de okuyacağım."
"Ben!" demişti hemen sonra İpek ve hiç de neşelenmeden kâsesini uzatmıştı.
Dışarıda iri tanelerle yağan karın altında Ka bir ara Kars'ın yabancısı
olduğunu, ayrılır ayrılmaz şehri unutabileceğini hissetti, ama çok sürmedi bu.
Bir kader duygusuna kapıldı; hayatın mantığını çözemediği gizli bir geometrisi
olduğunu kuvvetle seziyor, bu mantığı çözüp mutlu olmak için derin bir özlem
duyuyor, ama bu mutluluk isteğine yetecek kadar güçlü hissetmiyordu kendini o
anda.
Önünde Millet Tiyatrosu'na kadar uzanan ve üzerinde seçim propaganda bayrakları
dalgalanan karla kaplı geniş sokak bomboştu. Ka bir zamanlar burada birilerinin
(Tiflis'te ticaret yapan Ermeniler?, mandıralardan vergi toplayan Osmanlı
paşaları?) mutlu, huzurlu, hatta renkli bir hayat yaşadığını eski binaların buz
tutmuş saçaklarının genişliğinden, kapıların, duvar kabartmalarının
güzelliğinden, binaların ağırbaşlı ama güngörmüş cephelerinden hissediyordu.
Şehri alçakgönüllü bir uygarlık merkezine çeviren bütün o Ermeniler, Ruslar,
Osmanlılar, erken Cumhuriyet dönemi Türkleri, herkes çekip gitmişti ve sanki
yerlerine kimse gelmediği için de sokaklar bomboştu, ama terk edilmiş bir şehrin
aksine bu kimsesiz sokaklar insanda korku uyandırmıyordu. Hafif turun-cumsu ve
solgun sokak lambalarından, buz tutmuş vitrinlerin arkasındaki soluk neonlardan
vuran ışığın iğde ve çınar ağaçlarının dallarındaki kar yığınlarına,
kenarlarından iri buz parçaları sarkan elektrik direklerine yansıyışına Ka
hayranlıkla baktı. Kar sihirli, neredeyse kutsal bir sessizlik içerisinde
yağıyor, kendi belirsiz ayak seslerinden ve hızla soluk alıp vermesinden başka
hiçbir şey duymuyordu. Hiçbir köpek havlamıyordu. Sanki dünyanın sonuna
gelinmiş, şu anda gördüğü her şey, bütün âlem karın yağışına dikkat kesilmişti.
Ka soluk bir sokak lambasının çevresindeki kar tanelerini, bazıları ağır ağır
aşağıya inerken birkaç tanenin kararlı bir şekilde yukarıya karanlığa doğru
yükselişini izledi.
Aydın Foto Sarayı'nın saçağının altına girdi ve kenarları buz
134
--------------------------------------Miııet ııyatrosu naa----------------------
-----------------
tutmuş ilan levhasının içinden gelen kırmızımsı bir ışıkta paltosunun koluna
konan bir kar tanesini bir an pürdikkat seyretti.
Bir rüzgâr esti, bir hareket oldu ve Aydın Foto Sarayı'nın ilan levhasının
kırmızı ışığı birden sönünce karşısındaki iğde ağacı da sanki karardı. Millet
Tiyatrosu'nun kapısındaki kalabalığı, az ötede bekleyen polis minibüsünü,
karşıdaki kahvehanenin yarı açık kapısıyla eşik arasına sığınıp kalabalığı
seyredenleri gördü.
Tiyatro salonuna girer girmez, içerideki gürültü ve hareketten başı döndü. Yoğun
bir alkol, nefes ve sigara kokusu vardı havada. Kenarlarda pek çok kişi
ayaktaydı; bir köşede bir çay tezgâhında gazoz ve simit satılıyordu. Ka leş
kokulu helanın kapısında fısıl-daşarak konuşan gençleri gördü, bir kenarda
bekleyen mavi üniformalı polislerin ve daha ötede ellerinde telsizle dikilen
sivillerin yanından geçti. Bir çocuk, babasının elinden tutmuş, şişedeki gazozun
içine attığı leblebilerin hareketlerini gürültüye hiç aldırmadan bütün
dikkatiyle seyrediyordu.
Ka kenarda dikilenler arasında birisinin telaşla el salladığını gördü, ama
kendisine mi emin değildi.
"Ta uzaktan, paltonuzdan sizi tanıdım."
Ka Necip'in yüzünü yakından görünce içinden derin bir sevgi geçti. Şiddetle
kucaklaştılar.
"Biliyordum geleceğinizi," dedi Necip. "Çok sevindim. Hemen bir şey sorabilir
miyim size? Çok önemli iki şey var aklımda."
"Bir şey mi, iki şey mi?"
-
aysyzgije
12 years ago
- "Çok akıllısınız, üstelik aklın her şey olmadığını da anlayacak kadar," dedi
Necip. Ka'yı daha rahat konuşabilecekleri sakin bir köşeye çekti. "Hicran ya da
Kadife'ye ona âşık olduğumu, hayatımın tek anlamının o olduğunu söylediniz mi?"
"Hayır."
"Onunla çayhaneden birlikte çıkıp gittiniz. Benden hiç mi bahsetmediniz?"
"Senin imam hatipli olduğunu söyledim."
"Başka? O hiçbir şey söylemedi mi?"
"Söylemedi."
Bir suskunluk oldu.
"Benim hakkımda gerçekten başka bir şey konuşmamanızı an-
135
Millet ııyatrosunaa ¦
lıyorum," dedi Necip büyük bir gayretle. Yutkundu. "Çünkü Kadife benden dört yaş
büyük, beni fark etmemiştir bile. Belki de onunla mahrem şeyler
konuşmuşsunuzdur. Hatta gizli siyasal konular da açılmış olabilir. Bunları
sormuyorum. Tek bir şeyi merak ediyorum ve bu benim için şimdi çok önemlidir.
Hayatımın geri kalanı buna bağlı. Kadife beni hiç fark etmese bile -ki büyük
ihtimal beni fark etmesi yıllar alır ve o zamana kadar da evlenir- vereceğiniz
cevap yüzünden ona hayatım boyunca âşık olabilirim ya da şu anda onu
unutabilirim. Lütfen hemen ve hiç duraksamadan doğruyu söyleyin."
"Sorunuzu bekliyorum," dedi Ka resmî bir havayla.
"Yüzeysel şeylerden bahsettiniz mi hiç? Televizyondaki saçmalıklardan, küçük,
önemsiz dedikodulardan, parayla alabileceğiniz küçük şeylerden. Anlıyor musunuz?
Göründüğü gibi yüzeysel küçüklüklere metelik vermeyen derin bir insan mı Kadife,
yoksa ben ona boşuna mı âşık oldum?"
"Hayır, yüzeysel bir şey konuşmadık," dedi Ka.
Verdiği cevapların Necip'te yıkıcı bir etki yaptığını görüyor, delikanlının
insanüstü bir gayretle gücünü hemen toparlamaya çalıştığım da yüzünden okuyordu.
"Ama onun olağanüstü bir insan olduğunu gördünüz."
"Evet."
"Sen de ona âşık olabilir misin? Çok güzel çünkü. Hem çok güzel, hem de hiçbir
Türk kadınında görmediğim kadar başına buyruk."
"Ablası daha güzel," dedi Ka. "Eğer mesele güzellikse."
"Nedir peki mesele?" dedi Necip. "Ulu Allah'ın bana sürekli Kadife'yi
düşündürtmesindeki hikmet nedir?"
Biri elli bir dakika sonra parçalanacak iri yeşil gözlerini Ka'da hayretler
uyandıran bir çocuksulukla sonuna kadar açmıştı.
"Bilmiyorum," dedi Ka.
"Hayır biliyorsun, ama söylemiyorsun."
"Bilmiyorum."
"Önemli olan her şeyi söyleyebilmek," dedi Necip yardım eder gibi. "Yazar
olabilseydim, söylenmemiş şeyi söyleyebilmek isterdim. Bir kere olsun bana her
şeyi söyleyebilir misin?"
136
"Sor."
"Hepimizin hayatta istediği bir şey, bir asıl şey vardır değil mi?"
"Doğru."
"Nedir seninkisi?"
Ka susup, gülümsedi.
"Benimkisi çok basit," dedi Necip gururla. "Kadife ile evlenmek, İstanbul'da
yaşamak ve dünyadaki ilk İslamcı bilimkurgu yazarı olmak istiyorum. Bunların
imkânsız olduğunu biliyorum, ama gene de istiyorum. Sen seninkisini
söyleyemiyorsun diye de alınmıyorum, çünkü seni anlıyorum. Sen benim
geleceğimsin. Şimdi benim gözlerimin içine bakışından da anlıyorum bunu: Sen de
bende kendi gençliğini görüyorsun ve bu yüzden seviyorsun beni."
Dudağının kenarında mutlu, kurnaz bir gülümseyiş belirdi ve Ka korktu bundan.
"O zaman sen de benim yirmi yıl öncem gibi mi oluyorsun?"
"Evet. Bir gün yazacağım bilimkurgu romanında tamı tamına böyle bir sahne
olacak. Afedersin, elimi alnına koyabilir miyim?" Ka hafifçe başını öne eğdi.
Necip, daha önce bu hareketi yapmış birinin rahatlığıyla avucunun içini Ka'nın
alnına dayadı:
"Şimdi sana yirmi yıl önce ne düşündüğünü söyleyeceğim."
"Fazıl'la yaptığın gibi mi?"
"Onunla aynı anda aynı şeyi düşünürüz. Seninle ise aramızda zaman var. Lütfen
dinle şimdi: Bir kış günü, lisedeydin, kar yağıyordu ve düşünceler içindeydin.
İçinde Allah'ın sesini duyuyordun, ama unutmaya çalışıyordun O'nu. Her şeyin bir
bütün olduğunu hissediyor, ama onu sana hissettirene gözlerini kaparsan daha
mutsuz ve daha zeki olacağını düşünüyordun. Haklıydın. Çünkü ancak zeki ve
mutsuzların iyi şiir yazabileceğini biliyordun, iyi şiir yazabilmek için
inançsızlığın acılarım kahramanca göze almıştın. İçindeki o sesi kaybedince
bütün âlemde yapayalnız kalabileceğin henüz aklına gelmiyordu."
"Peki, haklısın, böyle düşünüyordum," dedi Ka. "Şimdi sen de mi öyle
düşünüyorsun?"
"Hemen bunu soracağını biliyordum," dedi Necip telaşla. "Sen de Allah'a inanmak
istemiyor musun? İstiyorsun değil mi?" Ka'yı ürperten soğuk elini alnından çekti
birden. "Sana bu konuda çok
137
¦ Millet Tiyatrosu'nda ¦
¦ Millet Tiyatrosu nda ¦
şey söyleyebilirim. İçimde 'Allah'a inanma' diyen bir ses de duyuyorum. Çünkü
bir şeyin varlığına bu kadar aşkla inanmak ancak onun yokluğu konusunda bir
şüphe, bir merak duymakla olur anlıyor musun? Güzel Allah'ımın varlığına inançla
hayatta kalabildiğimi anladığım zamanlar -tıpkı çocukluğumda annem babam ölseydi
ne olurdu diye düşündüğüm gibi- bazan acaba Allah olmasaydı ne olurdu diye
düşünüyorum. O zaman gözümün önünde bir şey canlanıyor: Bir manzara. Bu
manzaranın Allah sevgisinden kuvvet aldığını bildiğim için korkmuyor, onu
merakla seyrediyorum."
"Anlat bana o manzarayı."
"Şiirine mi koyacaksın? Şiirinde benim adımı vermene de gerek yok. Karşılığında
tek bir şey istiyorum senden."
"Evet!"
"Son altı ayda Kadife'ye üç tane mektup yazdım. Hiçbirini pos-talayamadım.
Utandığım için değil; postanedekiler açıp okuyacakları için. Kars'ın yarısı
sivil polistir çünkü. Buradaki kalabalığın yarısı da öyledir. Hepsi bizi
izliyorlardır. Dahası bizimkiler de bizi izliyorlardır."
"Bizimkiler kim?"
"Kars'ın bütün genç İslamcıları. Seninle ne konuşacağımı çok merak ediyorlar.
Buraya olay çıkarmaya geldiler. Çünkü bu gecenin laiklerin ve askerlerin bir
gövde gösterisine dönüşeceğini biliyorlar. O malum Çarşaf adlı eski oyunu
oynayacaklar, türbancı kızları aşağılayacaklarmış. Ben aslında siyasetten nefret
ediyorum, ama arkadaşlarım isyanda haklı. Onlar kadar ateşli olamadığım için
şüpheleniyorlar benden. Mektupları sana veremem. Yani, bu ara, herkes bakarken.
Onları Kadife'ye vermeni istiyorum."
"Şimdi kimse bakmıyor. Hemen ver bana, sonra manzarayı anlat."
"Mektuplar burada, ama üzerimde değil. Kapıdaki aramadan korktum. Arkadaşlarım
da üzerimi arayabilir. Tam yirmi dakika sonra sahnenin kenarındaki kapıdan
girilen koridorun ucundaki helada gene buluşalım."
"Manzarayı o zaman mı anlatacaksın?"
"Onlardan biri buraya geliyor," dedi Necip. Gözünü kaçırdı. "Tanıyorum onu. Hiç
bakma o yana, fazla samimileşmeden normal konuşuyormuş gibi yap."
138
"Peki."
"Bütün Kars senin buraya neden geldiğini çok merak ediyor. Buraya gizli bir
görevle devletimiz tarafından, hatta Batılı güçler tarafından gönderildiğini
düşünüyorlar. Arkadaşlarım beni buraya sana bunları sorayım diye yolladı. Doğru
mu söylentiler?"
"Değil."
"Ne diyeyim onlara? Ne için geldin buraya?"
"Bilmiyorum."
"Biliyorsun, ama utançtan gene söyleyemiyorsun." Bir sessizlik oldu. "Buraya
mutsuz olduğun için geldin," dedi Necip.
"Nereden anlıyorsun bunu?"
"Gözlerinden: Senin kadar mutsuz bakan birini görmedim hiç... Şimdi ben de hiç
mutlu değilim; ama gencim ben. Mutsuzluk bana güç veriyor. Bu yaşta mutsuz
olmayı, mutlu olmaya tercih ederim. Kars'ta ancak aptallar ve kötüler mutlu
olabilir. Ama senin yaşına geldiğimde sarılacak bir mutluluğum olsun isterim."
"Mutsuzluğum beni hayata karşı koruyor," dedi Ka. "Benim için dertlenme."
"Ne güzel. Kızmadın değil mi? Yüzünde öyle iyi bir şey var ki aklıma gelen her
şeyi, en saçma şeyi bile sana söyleyebileceğimi anlıyorum. Böyle şeyleri
arkadaşlarıma söylesem, hemen alay etmeye başlarlar."
"Fazıl bile mi?"
"Fazıl başka. O bana kötülük edenden intikam alır ve benim ne düşündüğümü bilir.
Şimdi biraz da sen konuş. Adam bize bakıyor."
"Hangi adam?" dedi Ka. Oturanların arkasında birikmiş kalabalığa baktı: Armut
kafalı bir adam, sivilceli iki genç, çatık kaşlı, yoksul giyimli delikanlılar,
hepsi sahneye dönüktüler şimdi ve bazıları sarhoş gibi sallanıyordu.
"Bu akşam tek içen ben değilim," diye mırıldandı Ka.
"Onlar mutsuzluktan içiyorlar," dedi Necip. "Şiz içinizde saklı mutluluğunuza
dayanabilmek için içmişsiniz."
Sözünün sonuna doğru birden kalabalığa karıştı. Ka onu doğru işittiğinden emin
olamadı. Ama kafasının içi salondaki bütün gürültü patırtıya rağmen hoş bir
müzik dinliyormuş gibi rahattı. Biri ona el salladı, seyirciler arasında,
"sanatçılar"a ayrılmış birkaç boş
139
Millet Tiyatrosu'nda ¦
yer vardı, tiyatro takımından yarı kibar yarı kabadayı bir set işçisi Ka'yı
oturttu.
O gece Ka'nın sahnede gördüklerini ben yıllar sonra Serhat Kars Televizyonu'nun
arşivlerinden çıkarttığım video bantlarından seyrettim. Bir banka reklamıyla
alay eden küçük bir "vinyet" oynanıyordu sahnede, ama Ka yıllardır Türkiye'de
televizyon seyretmediği için neyin hiciv, neyin taklit olduğunu anlayamıyordu.
Gene de para yatırmak için bankaya giren adamın aşırı Batı taklitçisi bir kibar
züppe olduğunu çıkarabildi. Kars'tan da küçük ve ücra kimi kasabalarda,
kadınların ve devlet erkânının uğramadığı çayhanelerde Sunay Zaim'in Brechtçi ve
Bakhtinci tiyatro kumpanyası bu oyuncuğu daha edepsiz bir vurguyla oynar,
"banka-matik" kartı alan züppenin kibarlığı seyircileri kahkahalara boğan bir
ibneliğe dönüşürdü. Öteki "vinyette" saçlarına Kelidor Şampuanı ve Saç Kremi
döken kadın kılığındaki bıyıklı erkeğin Sunay Zaim olduğunu son anda fark etti
Ka. Kadın kılığındaki Sunay ücra erkek çayhanelerindeki öfkeli ve yoksul
kalabalıkları "anti-kapitalist bir katharsis" ile rahatlatmak istediği
zamanlardaki gibi bir yandan edepsiz küfürler ederken bir yandan da Kelidor Şampuanı'nm
uzun şişesini arka deliğine sokar gibi yaptı. Daha sonra Sunay'ın
karısı Funda Eser sevilen bir sucuk reklamını taklit ederken eline aldığı
kangalı "At mı, eşek mi?" diyerek edepsiz bir neşeyle biraz tarttı, daha ileri
götürmeden sahneden kaçtı.
Arkasından sahneye 1960'larm ünlü kalecisi Vural çıktı ve İstanbul'da bir milli
maçta İngilizlerden nasıl on bir gol yediğini aynı günlerde ünlü artistlerle
yaşadığı aşklarla ve yaptığı şikelerle karıştırarak hikâye etti. Anlattıkları,
tuhaf bir acı çekme zevki ve Türk'ün eğlenceli zavallılığı havasıyla gülüşerek
izlendi.
140
16
Allah'ın olmadığı yer
NECİP'İN GÖRDÜĞÜ MANZARA VE Ka'NIN ŞİİRİ
Yirmi dakika geçip Ka serin koridorun ucundaki helaya girince hemen arkada,
Necip'in de pisuvarlara işeyenlerin yanına gelmiş olduğunu gördü. Bir süre
birbirlerini hiç tanımayan iki kişi gibi, arkadaki bölmelerin kilitli kapıları
önünde beklediler. Ka helanın yüksek tavanına yapılmış kabartma gülü ve
yapraklarını gördü.
Bir hela boşalınca içeri girdiler. Ka yaşlı ve ağzı dişsiz bir ihtiyarın
kendilerini gördüğünü fark etti. İçeride sürgüyü çektikten sonra Necip,
"Görmediler," dedi. Sevinçle Ka'ya sarıldı. Becerikli hareketlerle bölmenin
duvarındaki bir çıkıntıya spor ayakkabısıyla basıp bir anda yükseldi ve elini
uzatıp sifon haznesinin üzerindeki zarflan buldu. Yere indi, zarfların
üzerlerindeki tozu özenle üfleyip temizledi.
"Kadife'ye bu mektupları verirken bir şey söylemeni istiyorum," dedi. "Çok
düşündüm bunu. Onlan okuduğu andan itibaren hayatta Kadife ile ilgili hiçbir
umudum ve beklentim kalmayacaktır. Bunu Kadife'ye çok açık bir şekilde söylemeni
istiyorum."
"Senin aşkından haber aldığı an, hiçbir umut olmadığını da öğ-renecekse, neden
onu bundan haberdar ediyorsun?"
"Senin gibi hayattan ve tutkularımdan korkmuyorum ben," dedi Necip. Ka'nın
kederlenmesinden endişelendi. "Bu mektuplar benim için tek çaredir: Birisini,
bir güzelliği tutkuyla sevmeden yaşayamıyorum. Bir başkasını mutlulukla sevmem
lazım. Ama
141
¦ necip in uu
önce Kadife'yi aklımdan çıkarmalıyım. Kadife'den sonra bütün tutkumu kimi
sevmeye vereceğim biliyor musun?"
Mektupları Ka'ya verdi.
"Kimi?" diye sordu Ka onları paltosunun cebine yerleştirirken.
"Allah'ı."
"Bana gördüğün o manzarayı anlat."
"Önce şu pencereyi aç! Çok kötü kokuyor burası."
Ka paslı mandalım zorlayarak küçük hela penceresini açtı. Karanlığın içinde ağır
ağır ve sessizce yağan kar tanelerini bir mucizeye tanık olur gibi hayranlıkla
seyrettiler.
"Âlem ne kadar güzel!" diye fısıldadı Necip.
"Sence hayatın en güzel yanı neresi?" dedi Ka.
Bir sessizlik oldu. "Hepsi!" dedi Necip sır verir gibi.
"Ama hayat bizi mutsuz etmiyor mu?"
"Ediyor, ama o bizim kabahatimiz. Âlemin ya da onu yaratanın değil."
"Bana o manzarayı anlat."
"Önce elini alnıma koy ve benim geleceğimi söyle," dedi Necip. Yirmi altı dakika
sonra birisi beyniyle birlikte parçalanacak gözlerini iyice açtı. "Çok uzun ve
çok dolu yaşamak istiyorum ve biliyorum başımdan pek çok güzel şey de geçecek.
Ama yirmi yıl sonra ne düşüneceğim, bilemiyorum ve bunu çok merak ediyorum."
Ka sağ elinin avucunu Necip'in alnının narin derisine dayadı. "Ahh, aman
Allahım!" Çok sıcak bir şeye dokunmuş gibi elini şakacıktan çekti. "Çok hareket
var burada."
"Söyle."
"Yirmi yıl sonra yani otuz yedi yaşma bastığın o günlerde dünyadaki bütün
kötülüklerin, yani yoksulların bu kadar yoksul ve akılsız olmalarının ve
zenginlerin bu kadar zengin ve akıllı olmalarının, kabalığın, şiddetin ve
ruhsuzluğun, yani sende ölme isteği ve suçluluk duyguları uyandıran her şeyin
nedeninin herkesin herkes gibi düşünmesi olduğunu en sonunda anlamış olacaksın,"
dedi. "Bu yüzden herkesin ahlaklı gözükerek aptallaştığı ve öldüğü bu yerde, sen
ancak kötü ve ahlaksız olarak iyi olunabileceğini seziyorsun. Ama bunun da
korkunç bir sonucu olacağını anlıyorsun. Titreyen elimin altında hissediyorum
çünkü bu sonucu da..."
142
"Nedir o?"
"Sen çok akıllısın ve bunun ne olduğunu bugün de biliyorsun. Ve bu yüzden senin
söylemeni istiyorum ilk."
"Nedir?"
"Yoksulların sefaleti ve mutsuzluğu için çektiğini söylediğin suçluluk duygusunu
aslında bu yüzden çektiğini de biliyorum."
"Hâşâ Allah'a inanmayacak mıyım?" dedi Necip. "O zaman ben ölürüm."
"Asansörde ateist olan zavallı müdür gibi bir gecede olmayacak bu! Öyle yavaş
olacak ki sen bile fark etmeyeceksin. Yavaş yavaş öldüğü için, yıllardır öteki
dünyada olduğunu bir sabah rakıyı fazla kaçırınca fark eden adam gibi olacak."
"Sen misin o?"
Ka elini onun alnından çekti: "Tam tersi. Ben yıllardır yavaş yavaş Allah'a
inanmaya başlamışım. Bu o kadar yavaş olmuş ki, ancak Kars'a gelince anladım.
Burada bu yüzden mutluyum ve şiir yazabiliyorum."
"Şimdi bana o kadar mutlu ve akıllı gözüküyorsun ki," dedi Necip, "sana şunu
soracağım. Gerçekten geleceği bilebilir mi insan? Bilmese -bile, gene de
bildiğine inanıp huzur duyabilir mi? Bunu ilk bilimkurgu romanıma koyacağım."
"Bazı insanlar biliyor..." dedi Ka. "Serhat Şehir Gazetesinin sahibi Serdar Bey;
bak bu akşam ne olacağını yazıp gazetesini çoktan yayımlamış." Ka'nın cebinden
çıkardığı gazeteye birlikte baktılar: "...müsamereler yer yer coşkulu tezahürat
ve alkışlarla kesildi."
"Mutluluk denen şey bu olmalı," dedi Necip. "Başımıza neler geleceğini
gazetelere önce biz yazsaydık ve sonra yazdığımız güzel şeyleri hayretle
yaşasaydık, kendi hayatımızın şairleri olurduk. Gazete son şiirini okuduğunu
yazıyor. Hangisi o?"
Bölmenin kapısı vuruldu. Ka Necip'ten "o manzarayı" hemen anlatmasını istedi.
"Anlatacağım şimdi," dedi Necip. "Ama benden işittiğini kimseye söylemeyeceksin.
Seninle fazla samimi olmam hoşlarına gitmiyor."
"Kimseye söylemeyeceğim," dedi Ka. "Anlat hemen."
"Allah'ı çok seviyorum," dedi Necip heyecanla. "Bazan -hâşâ-
143
Necip'in Gördüğü Manzara ve Ka'ntn jıın
Allah olmazsa ne olurdu diye kendime hiç istemeden soruyorum ve gözümün önüne
beni korkutan bir manzara geliyor."
"Evet."
"Bu manzaraya bir gece, karanlıkta, bir pencereden bakıyorum. Dışarıda kale
duvarları gibi yüksek ve kör iki beyaz duvar var. Sanki iki kale karşı karşıya!
Ben aralarındaki dar dehlize, bu dehlizin bir sokak gibi önümde uzanışına
korkuyla bakıyorum. Allah'ın olmadığı yerde sokak Kars'taki gibi karlı ve
çamurlu ama rengi mor! Sokağın ortasında bana 'dur' diyen bir şey var ama ben
sokağın ucuna, bu dünyanın sonuna bakıyorum. Bir ağaç var orada, yapraksız,
çıplak bir son ağaç. Birden ben baktığım için kıpkırmızı kesiliyor ve yanmaya
başlıyor. O zaman Allah'ın olmadığı yeri merak ettiğim için suçluluk duyuyorum.
Bunun üzerine kızıl ağaç birden eski karanlık rengine dönüyor. Bir daha
bakmayayım derken gene kendimi tutamayıp bakıyorum ve dünyanın sonundaki yalnız
ağaç yeniden kıpkızıl kesilip yanmaya başlıyor. Sabaha kadar sürüyor bu."
"Niye seni bu kadar korkutuyor bu manzara?" diye sordu Ka.
"Çünkü bazan şeytanın dürtmesiyle bu manzaranın bu dünyaya ait olabileceği de
geliyor aklıma. Ama gözümün önünde canlanan şey benim hayal ettiğim bir şey
olmalı. Çünkü anlattığım gibi bir yer bu âlemde olsaydı, o zaman -hâşâ- Allah'ın
olmadığı anlamına gelecekti. Bu doğru olamayacağına göre, geriye kalan tek
ihtimal artık benim Allah'a inanmadığımdır. Bu ise ölümden de beter."
"Anlıyorum," dedi Ka.
"Bir ansiklopedide baktım, ateist kelimesinin kaynağı Yunanca athos imiş. O
kelime de Tanrı'ya inanmayan kişiyi değil, tanrılar tarafından terk edilen
yalnız kişiyi anlatıyormuş. Bu da insanın burada hiçbir zaman ateist
olamayacağını gösterir. Çünkü Allah bizi burada istesek bile terk etmez. Ateist
olması için kişinin önce Batılı olması gerekir."
"Ben hem Batılı olup, hem de inanabilmek isterdim," dedi Ka.
"Allah'ın terk ettiği kişi her akşam kahveye gidip arkadaşlarıyla gülüşüp kâğıt
oynasa, her gün sınıfta arkadaşlarıyla kahkahalarla gülüp eğlense, bütün
günlerini dostlarıyla sohbet ederek de geçirse yapayalnızdır."
"Gene de gerçek bir sevgili, bir teselli olabilir," dedi Ka.
144
ııcı,ııj ııı uuıuuyu manzara ve r\a nın jıırı ---------------------------------
"Onun da seni, senin onu sevdiğin gibi sevmesi gerekir."
Kapı gene vurulunca Necip Ka'ya sarıldı, onu yanaklarından bir çocuk gibi öpüp
çıktı. Ka bekleyen birisi olduğunu gördü ama tam o sıra öteki helaya koştu. Ka
helanın kapısını yeniden sürgü-ledi ve dışarıda yağan harika kara bakarak bir
sigara içti. Necip'in anlattığı manzarayı, bir şiiri hatırlar gibi kelime kelime
hatırladığını, Porlock'tan kimse gelmezse, Necip'in gördüğü manzarayı bir şiir
gibi defterine yazabileceğini hissediyordu.
Porlock'tan gelen adam! Lisenin son yıllarında Ka ile gece yarılarına kadar
edebiyattan konuştuğumuz günlerde çok sevdiğimiz bir konuydu bu. İngiliz şiirini
biraz tanıyan herkes Coleridge'in "Kubla Khan" (Kubilay Han) adlı şiirin başına
yazdığı notu bilir. Alt başlığı "Rüya'da Görülen Bir Hayal, Bir Şiir Parçası"
olan bu şiirin başında Coleridge, hastalığı yüzünden aldığı bir ilacın (aslında
keyif için afyon çekmiştir) etkisiyle uyuyakaldığını, uykuya dalmadan önce
okumakta olduğu bu kitabın cümlelerinin derin uykuda gördüğü bir harika rüyada
sanki birer nesneye ve bir şiire dönüştüğünü anlatır. Hiçbir zihnî çaba
harcanmadan sanki kendiliğinden oluşan harika bir şiir! Dahası, uyanır uyanmaz
Coleridge bu harika şiirin bütününü kelime kelime hatırlamaktadır. Kâğıt, kalem,
mürekkep çıkanr ve merakla mısra mısra şiiri hızla yazmaya girişir. Ünlü şiirin
bildiğimiz mısralarını yazmıştır ki kapı vurulur, kalkıp açar: Yakındaki Porlock
şehrinden bir borç para işi için gelen biridir bu. Adamı savdıktan sonra
Coleridge masasına hızla geri döndüğünde şiirin geri kalanını unuttuğunu,
yalnızca havasının ve tek tük bazı kelimelerin aklında kaldığını anlar.
Porlock'tan gelen hiç kimse dikkatini dağıtmadığı için Ka sahneye çağırıldığında
şiiri hâlâ aklında tutabiliyordu. Sahnede boyu herkesten uzundu. Üzerindeki kül
rengi Alman paltosu onu oradaki herkesten ayırıyordu.
Salondaki uğultu bir anda kesildi. Bazıları, azgın öğrenciler, işsiz güçsüzler,
protestocu siyasal İslamcılar, neye güleceklerini, neye tepki göstereceklerini
bilemedikleri için susuyorlardı. Ön sıralarda oturan memurlar, bütün gün Ka'yı
izleyen polisler, vali muavini, emniyet müdür yardımcısı ve öğretmenler onun
şair olduğunu biliyorlardı. Uzun boylu sunucu sessizlikten ürkmüştü. Te-
145
Necip'in Gördüğü Manzara ve Ka'nın Şiiri
levizyonlardaki "kültür programlan"ndan çıkma bir soru sordu Ka'ya. "Şairsiniz,
şiir yazıyorsunuz. Şiir yazmak zor mu?" Video kasedi her seyredişimde unutmak
istediğim bu kısa, zoraki konuşmanın sonunda salondakiler şiir yazmanın zor olup
olmadığını değil, Ka'nın Almanya'dan geldiğini anlamışlardı.
"Güzel Kars'ımızı nasıl buldunuz?" diye sordu daha sonra sunucu.
Bir kararsızlıktan sonra "Çok güzel, çok fakir, çok kederli," dedi Ka.
Arkalardan iki imam hatip öğrencisi buna güldüler. "Fakir senin ruhun," diye
bağırdı bir başkası. Bundan cesaretlenen altı yedi kişi ayağa kalkıp bağırdı.
Yarısı alay ediyordu, yarısının ne dediğini kimse anlayamadı. Daha sonra Kars'a
gittiğimde Turgut Bey bana otelde televizyon başında Hande'nin bu söz üzerine
ağlamaya başladığını anlattı. "Almanya'da Türk edebiyatını temsil ediyordunuz,"
dedi sunucu.
"Buraya neden geldiğini söylesin," diye bağırdı biri.
"Geldim, çünkü çok mutsuzdum," dedi Ka. "Burada daha mutluyum. Lütfen dinleyin,
şimdi şiirimi okuyacağım."
Bir an bir şaşkınlık ve bağırışmadan sonra Ka şiirini okumaya başladı. Yıllar
sonra o gecenin video kaydını elime geçirince arkadaşımı hayranlık ve sevgiyle
izledim. Onu ilk defa bir kalabalık önünde şiir okurken görüyordum. Dikkatle ve
sakin sakin yürüyen biri gibi, kafası meşgul ilerliyordu. Yapmacıklıktan ne
kadar uzaktı! İki kere bir şey hatırlar gibi duraklamasının dışında, şiirini hiç
kesintisiz ve zorlanmadan okudu.
Şiirin az önce kendi anlattığı "manzara"dan kaynaklandığını "Allah'ın olmadığı
yer"e ilişkin söylediklerinin kelime kelime şiire girdiğini fark edince Necip
oturduğu yerden büyülenmiş gibi ayağa kalktı ama Ka karın yağışını hatırlatan
hızını kesmedi. Bir iki alkış işitildi. Arka sıralardan birisi ayağa kalkıp
bağırdı, başkaları da katıldı ona. Şiirin mısralarına mı cevap veriyorlardı,
canları mı sıkılmıştı anlaşılmıyordu. Az sonra yeşil bir fon üzerine düşecek
silueti sayılmazsa bu benim yirmi yedi yıllık arkadaşımın tanık olabildiğim son
görüntüleri olacaktı.
146
17
"Vatan yahut Türban"
ÇARŞAFINI YAKAN KIZ HAKKINDA BİR OYUN
Ka'nın şiirinden sonra sunucu oynanacak oyunu abartılı hareketlerle ve gecenin
en büyük gösterisi olarak kelimeleri yaya yaya sundu: Vatan yahut Türban.
İmam hatipli öğrencilerin oturduğu orta ve arka sıralardan birkaç itiraz, biriki
ıslık, yuh çeken birkaç kişinin uğultusu ve ön sıralardaki memurlar
arasından onaylayıcı bir-iki alkış duyuldu. Salonu tıklım tıklım dolduran
kalabalık ise ne olacak beklentisiyle, yarı merak, yan saygıyla seyrediyordu.
Tiyatro topluluğunun önceki "hafiflikleri", Funda Eser'in edepsiz reklam
taklitleri, lüzumlu lüzumsuz göbek dansı yapması, Sunay Zaim'le birlikte eski
bir kadın başbakanla rüşvetçi kocasını canlandırmaları, onları ön sıradaki bazı
memurlar gibi geceden soğutmamış, aksine eğlendirmişti.
Vatan yahut Türban da kalabalığı eğlendirdi, ama intern hatipli öğrencilerin
sataşmaları, sürekli seslerini yükseltmeleri can sıkıyordu. O zaman sahnedeki
diyaloglar da hiç anlaşılmıyordu. Ama bu yirmi dakikalık ilkel ve "demode"
oyunun öyle sağlam bir dramatik yapısı vardı ki sağır ve dilsizler bile her şeyi
anlardı.
1. Kapkara bir çarşaf içinde bir kadın sokaklarda yürüyor, kendi kendine
konuşuyor, düşünüyordu. Bir nedenden mutsuzdu.
2. Kadın çarşafını çıkararak özgürlüğünü ilan ediyordu. Şimdi çarşafsız ve
mutluydu.
147
Çarşafını Yakan Kız Hakkında Bir Oyun
3. Ailesi, nişanlısı, yakınları, sakallı ve Müslüman erkekler bu özgürlüğe
çeşitli nedenlerle karşı çıkıp kadına yeniden çarşaf giydirmek istiyorlardı.
Bunun üzerine kadın bir öfke ânında çarşafını yakıyordu.
4. Bu diklenmeye eli tesbihli çember sakallı yobazlar şiddetle karşılık veriyor,
saçlarından sürüdükleri kadını tam öldüreceklerken...
5. Onu Cumhuriyet'in genç askerleri kurtarıyordu.
Bu kısa oyun 1930'ların ortasıyla İkinci Dünya Savaşı arasında kadınları
çarşaftan, dinî baskılardan uzak tutmak isteyen Batılılaşmacı devletin
teşvikiyle Anadolu'da liselerde ve Halkevleri'nde pek çok kere oynanmış,
1950'den sonra demokrasiyle Kemalist devrimin şiddeti zayıflayınca unutulmuştu.
Çarşaflı kadını oynayan Funda Eser, yıllar sonra İstanbul'da onu bulduğum bir
seslendirme stüdyosunda bana annesinin de aynı rolü 1948 yılında Kütahya
Lisesi'nde oynamasından gurur duyduğunu, daha sonra çıkan olaylar yüzünden
kendisinin aynı haklı mutluluğu Kars'ta ne yazık ki yeniden yaşayamadığını
anlattı bana. Uyuşturucularla yıpranmış, yorgun ve yılgın sahne sanatçılarında
görülen o her şeyi unutmuş haline rağmen, o geceyi bana olduğu gibi anlatsın
diye onu çok zorladım. Geceye tanık olan başka pek çok kişiyle de konuştuğum
için ayrıntılara giriyorum:
Birinci tabloda Millet Tiyatrosu'nu dolduran Karslı seyirci şaşkınlık içindeydi.
Vatan yahut Türban adı onları güncel ve siyasal bir oyuna hazırlamıştı, ama bu
eski kısa oyunu hatırlayan bir-iki ihtiyar dışında kimse çarşaflı bir kadın
beklemiyordu. Siyasal İslamcıların simgesi türbandı akıllarındaki. Çarşaf
içindeki esrarengiz kadın bir aşağı bir yukarı kararlılıkla yürürken pek çok
kişi onun yürüyüşündeki o gururlu hatta mağrur havaya takıldı. Dinî kıyafetleri
küçümseyen "radikal" memurlar bile saygı duydu ona. Çarşafın içinde kim olduğunu
tahmin eden imam hatipli uyanık bir genç ise ön sıraları öfkelendirecek bir
kahkaha attı.
İkinci tabloda çarşaflı kadın bir aydınlanma ve özgürlük hamlesiyle kara
örtüsünü açmaya başlayınca ilk anda herkes korktu bundan! Bunu Batılılaşmacı
laiklerin bile kendi fikirlerinin sonuçlarından korkmalarıyla açıklayabiliriz.
Aslında, siyasal İslamcılardan korktukları için Kars'ta her şeyin eskisi gibi
sürüp gitme-
148
sine çoktan razıydı onlar. Cumhuriyet'in ilk yıllarında olduğu gibi çarşaflıları
devlet zoruyla çarşafsızlaştırmayı şimdi akıllarından bile geçirmiyor, yalnızca
"çarşafsızlar İslamcıların zoru ve korkusuyla İran'daki gibi çarşaflanmasın
yeter" diye düşünüyorlardı.
"Aslında ön sıradaki bütün o Atatürkçüler, Atatürkçü değil, korkak!" demişti
Turgut Bey daha sonra Ka'ya. Çarşaflı bir kadının sahnede göstere göstere
soyunmasının yalnız dincileri değil, salondaki işsizleri ve ayak takımını da
galeyana getirmesinden herkes korkuyordu. Gene de tam o sırada önlerde oturan
bir öğretmen ayağa kalkmış, çarşafını zarif ve kararlı hareketlerle çıkarmakta
olan Funda Eser'i alkışlamaya başlamıştı. Ama bazılarına göre modernleşmeci bir
siyasal eylem değildi bu; kadının çıplak ve tombul kolları, güzel gerdanı
içkiden zaten dumanlı olan başını döndürdüğü için yapmıştı bunu. Bu kimsesiz ve
yoksul öğretmeni arka sıralardaki bir avuç genç öfkeyle cevapladı.
Durumdan ön sıralardaki cumhuriyetçiler de hoşlanmamışlar-dı. Çarşafın içinden
gözlüklü, aydınlık yüzlü, okumaya azimli saf bir köylü kızı yerine Funda
Eser'in, kıvrak bir göbek dansözünün çıkması onların da aklını karıştırmıştı.
Ancak orospular, ahlaksızlar çarşafını çıkarır anlamına mı geliyordu bu? Bu
İslamcıların mesajıydı o zaman. Vali muavininin "Yanlış iş bu, yanlış" diye
bağırdığı işitildi ön sıralarda. Başkalarının belki de dalkavukluktan ona
katılması da Funda Eser'i ikna etmedi. Ön sıralar kendi özgürlüğünü savunan
aydınlanmış Cumhuriyet kızını takdir ve endişeyle izlerken imam hatipli gençler
kalabalığından bir iki tehdit sesi duyuldu, ama kimsenin gözünü korkutmadı bu.
Ön sıralardaki vali muavini, zamanında PKK'lılara kök söktürmüş çalışkan ve
cesur Emniyet Müdür Yardımcısı Kasım Bey, diğer yüksek memurlar, tapu kadastro
il müdürü, işi Kürtçe müzik kasetlerini toplatıp Ankara'ya yollamak olan kültür
müdürü (karısı, iki kızı, kravat taktırdığı dört oğlu ve üç erkek yeğeniyle
gelmişti), sivil giyinmiş bazı subaylarla karıları olay çıkarmaya niyetli imam
hatipli birkaç kendini bilmez gencin gürültüsünden hiç korkmuyor-lardı. Salonun
her yerine dağıtılmış sivil polislere, kenardaki üniformalı polislere, sahne
arkasında bekledikleri söylenen erlere güvendikleri de söylenebilir. Ama daha
önemlisi gecenin televizyon-
149
dan naklen yayınlanıyor olması, bu bir yerel yayın olmasına rağmen, onlarda
bütün Türkiye'nin ve Ankara'nın kendilerini seyrediyor olduğu duygusunu
uyandırmıştı. Ön sıradaki devlet erkânı da salondaki bütün kalabalık gibi,
akıllarının bir köşesiyle sahnede olup biten olayları televizyonun verdiğini
düşünerek seyrediyor, sırf bu yüzden sahnedeki bayağılıklar, siyasal sataşmalar
ve saçmalıklar onlara olduğundan daha zarif ve büyülü gözüküyordu. Televizyon
kamerasının hâlâ çalışıp çalışmadığını denetlemek için ikide bir dönüp kameraya
bakanlar, arka sıralardan el sallayanlar olduğu gibi, "aman bizi seyrediyorlar!"
korkusuyla salonun en ücra köşesindeki yerlerinde bile hiç kıpırdamadan duranlar
da vardı. Gecenin yerel televizyondan "veriliyor" olması Kars-lılarm çoğunda
evlerinde oturup sahnede olanları televizyondan izleme isteğinden çok, tiyatroya
gidip "çekim" yapan televizyoncuları seyretme isteği uyandırmıştı.
Funda Eser az önce çıkardığı çarşafını sahnedeki bakır leğenin içine çamaşır
gibi yerleştirmiş, üzerine benzini çamaşır suyu döker gibi titizlikle döküp
çitilemeye başlamıştı. Benzin, bir rastlantıyla Karslı ev hanımlarının o sırada
çok kullandığı Akif Çamaşır Suyu şişesine konduğu için yalnız bütün salon değil
bütün Kars isyancı özgür kızm fikir değiştirip uslu uslu çarşafını çitilediğini
düşünüp tuhaf bir şekilde rahatladı.
"Yıka kızım, iyice çitile!" diye bağırdı biri arka sıralardan. Gülüşmeler oldu,
öndeki memurlar alındı bundan, ama bütün salonun görüşüydü bu. "Hani bunun
Omo'su," diye bağırdı bir başkası.
Bunlar imam hatipli gençlerdi, salonu huzursuz ettikleri kadar güldürdükleri
için onlara fazla kızılmadı. Ön sıralardaki devlet memurları kadar salonun çoğu
da bu demode, Jakoben ve kışkırtıcı siyasal oyunun bir tatsızlığa varmadan
geçiştirilmesini istiyordu. Yıllar sonra konuştuğum pek çok kişi de aynı
duyguları taşıdığım söyledi bana: memurundan yoksul Kürt öğrencisine, o gece
Millet Tiyatrosu'ndaki Karslılann çoğu bir tiyatroda yapılacağı gibi değişik bir
deney yaşamak, biraz da eğlenmek istiyordu. İmam hatipli öfkeli bazı öğrenciler
gecenin tadını kaçırmaya niyetliydiler belki, ama o âna kadar çok da
korkulmuyordu onlardan.
Funda Eser de reklamlarda sık gördüğümüz çamaşırı eğlence
150
«L HALK KÜTÜPHANESİ
haline getirmiş ev kadını gibi işi uzattı. Vakti gelince ıslak kara çarşafı
leğenden çıkardı, çamaşır ipine asacak gibi seyircilere gösterip bayrak gibi
açtı. Ne olacak diye anlamaya çalışan kalabalığın şaşkın bakışları arasında
cebinden çıkardığı çakmakla kara çarşafı ucundan tutuşturdu. Bir an bir
sessizlik oldu. Çarşafı patlar gibi saran alevlerin soluğu işitildi. Bütün salon
tuhaf ve korkutucu bir ışıkla aydınlandı.
Pek çok kişi dehşetle ayağa kalktı.
Hiç kimse beklemiyordu bunu. En ödün vermez laikler bile korkmuşlardı. Kadın
alevler içindeki çarşafı yere atınca bazıları sahnenin yüz on yıllık
döşemelerinin, Kars'ın en zengin yıllarından kalma kirler içindeki yamalı kadife
perdelerinin alev almasından korktular. Ama salonun çoğunluğu okun yaydan
çıktığını doğru olarak sezdiği için dehşete kapılmıştı. Her şey olabilirdi
artık.
İmam hatipli öğrencilerin arasından bir uğultu, bir gürültü patlaması geldi.
Yuhalamalar, bağırışmalar, öfkeli çığlıklar işitildi.
"Allahsız din düşmanları!" diye bağırdı biri. "İmansız ateistler."
Ön sıralar hâlâ şaşkınlık içindeydi. Gene aynı yalnız ve cesur öğretmen ayağa
kalkıp "Susun seyredin!" dediyse de kimse dinlemedi. Yuhalamaların,
bağırışların, sloganların dinmeyeceği, olayların büyüyeceği anlaşılınca bir
telaş rüzgârı esti. 11 sağlık müdürü Dr. Nevzat, kravat ceketli oğullarını,
örgülü saçlı kızını ve en iyi kıyafeti olan tavuskuşu rengi krep robunu giymiş
karısını bir anda kaldırıp çıkış kapısına doğru sürükledi. Şehirdeki işlerini
görmek için Ankara'dan gelen eski Karslı zenginlerden deri tüccarı Sadık Bey ile
ilkokuldan sınıf arkadaşı Halk Partili avukat Sabit Bey birlikte kalktılar. Ön
sıraların bir korkuya kapıldığını gördü Ka, oturduğu yerde kararsız kaldı:
Çıkacak olaylardan çok gürültü patırtı yüzünden hâlâ yeşil deftere yazmadığı
aklındaki şiiri unutmaktan korktuğu için kalkmayı geçirdi aklından. Ayrıca
tiyatrodan çıkıp İpek'in yanına dönmek istiyordu. Aynı anda bütün Kars'ın
bilgisine, efendiliğine saygı duyduğu telefon idaresi müdürü Recai Bey dumanlar
içindeki sahneye yanaştı.
"Kızım," diye seslendi. "Atatürkçü piyesinizi çok beğendik. Ama yetişir artık.
Bakın herkes huzursuz, halk da galeyana gelecek."
Yere atılan çarşaf kısa sürede sönmüştü ve dumanlar içindeki
— ' " * 151
yakan ı\ız naKKinaa Bir uyun
Funda Eser tam metnini 1936'da çıkan Halkevleri yayımları içerisinde bulacağım
Vatan yahut Çarşafın yazarının en çok gurur duyduğu monologu okuyordu şimdi.
Olaylardan dört yıl sonra İstanbul'da doksan iki yaşında ve hâlâ zinde bulduğum
Vatan yahut Çarşafın yazarı bir yandan üzerine sıçrayan yaramaz torunlarını
(aslında torunlarının oğullarını) azarlarken bir yandan da bana, bütün eserleri
(Atatürk Geliyor, Liseler îçin Atatürk Piyesleri, O'ndan Hatıralar vs.)
içerisinde ne yazık ki şimdi unutulmuş olan (Kars'taki sahnelemeden ve
olaylardan haberi yoktu hiç) bu oyunun bu noktasına gelindiğinde 1930'larda
liseli kızların ve memurların ayağa kalkıp gözyaşlarıyla alkışladıklarını
anlattı bana.
Şimdiyse imam hatipli öğrencilerin yuhalamalarından, tehdit ve öfkeli
çığlıklarından başka bir şey duyulmuyordu. Salonun önündeki suçlu ve korkulu
sessizliğe rağmen pek az kişi Funda Eser'in sözlerini işitebildi. Öfkeli kızın
neden çarşafını attığını, yalnız insanların değil, milletlerin de cevherlerinin
kıyafetlerinde değil, ruhlarında olduğunu, şimdi, ruhumuzu karartan ve geriliğin
simgesi çarşaf, türban, fes ve sarıktan kurtulup uygar ve modern milletlerin
yanına Avrupa'ya koşmanın gerektiğini anlatışı pek işitilmedi belki, ama gene de
arka sıralardan duruma uygun öfkeli bir cevap bütün salondan duyuldu.
"Sen de çıplak koş Avrupa'na, çırılçıplak koş!"
Salonun önlerinden bile kahkahalar, onaylayıcı alkışlar işitildi. Bu, ön
sıraları her şeyden çok hayal kırıklığına uğratarak korkuttu. Pek çok kişiyle
birlikte Ka da bu sırada yerinden kalktı. Her kafadan bir ses çıkıyor, arka
sıralar öfkeyle bağırıyor; bazıları kapıya doğru ilerlerken arkalara bakmaya
çalışıyor; Funda Eser pek az kişinin dinlediği şiirini hâlâ okuyordu.
152
18
Ateş etmeyin, tüfekler dolu!
SAHNEDEKİ İHTİLAL
Ondan sonra her şey çok çabuk oldu. Sahnede çember sakallı, takkeli iki yobaz
belirdi. Ellerinde boğma ipi ve bıçaklar vardı ve örtüsünü çıkarıp yakarak
Allah'ın buyruğuna meydan okuyan Funda Eser'i cezalandırmak istedikleri her
hallerinden anlaşılıyordu.
Funda Eser onların eline düşünce kurtulmak için iç gıcıklayıcı, yarı cinsel
hareketlerle kıvrandı.
Aslında bir aydınlanma kahramanı gibi değil, gezgin taşra tiyatrolarında çok sık
canlandırdığı "ırzına geçilecek kadın" gibi davranıyordu. Alışkanlıkla bir
kurban gibi boynunu büküp yalvaran bakışlarıyla erkek seyircinin cinselliğine
seslenişi beklediği kadar bir heyecan uyandırmadı. Çember sakallı yobazlardan
biri (az önceki baba acemice makyaj yapmıştı) saçlarından sürükleyerek onu yere
sermiş, diğeri Hazreti İbrahim'in oğlunu kurban edişini gösterir Rönesans
resimlerini de hatırlatan bir pozla hançeri gırtlağına dayamıştı. Bütün bu
tabloda Cumhuriyet'in ilk yıllarında Batılılaşmış aydınlar ve memurlar arasında
yayılan "gerici ve dincilerin isyanının" korkulu hayallerinden çok şey vardı. Ön
sıralardaki yaşlı memurlarla arkalardaki muhafazakâr ihtiyarlar korkmuşlardı
ilk.
Funda Eser ile "iki şeriatçı" aldıkları önemli pozu hiç bozmadan tam on sekiz
saniye kıpırtısız durdular. Salondaki kalabalık bu sü-
153
• sanneaeKi ımııaı
rede çileden çıktığı için, daha sonra konuştuğum pek çok Karslı bana o üçünün
çok daha uzun bir süre öyle kıpırdamadan kaldıklarını söyledi. İmam hatipli
öğrencileri öfkelendiren şey, sahneye çıkan "dinci yobazların" çirkinliği,
kötülüğü, birer karikatür olmaları ya da türban takan kızların yerine çarşafım
çıkaranın derdinin resmedilmesi değildi yalnızca. Bütün bu oyunun cesurca
sahnelenmiş bir kışkırtma olduğunu da sezmişlerdi. Bunun üzerine bağırıp
çağırarak, sahneye birşeyler fırlatarak -yarım bir portakal, bir minderöfkelerini
dışa vurduklarında kendilerine yönelmiş bu tuzağın içine daha da
düştüklerini anlıyor, çaresizlikle daha çok öfkeleniyorlardı. Bu yüzden
aralarında siyasi deneyimi en yüksek olan kısa boylu, geniş omuzlu bir son sınıf
öğrencisi Abdurrahman Öz (üç gün sonra Sivas'tan oğlunun cesedim almaya gelen
babası asıl adını başka yazdırmıştı) arkadaşlarını yatıştırmaya, susturup
yerlerine oturtmaya çalıştı, ama hiç başarılı olamadı. Salonun diğer
köşelerinden, sıradan meraklılar arasından gelen alkışlar, yuhalamalar öfkeli
öğrencileri iyice cesaretlendirmişti artık. Daha önemlisi: Kars'ın çevre illere
kıyasla hâlâ "etkisiz" olan genç İslamcıları, o gece ilk defa hep bir ağızdan ve
cesaretle seslerini duyurabilmiş, ön sıralardaki devlet erkânı ve askerler
arasında bir korku yarata-bildiklerini hayret ve mutlulukla görmüşlerdi. Simdi
televizyon olayı bütün şehre gösterirken bu gövde gösterisini tadını çıkarmadan
bırakamazlardı artık. Böylece hızla artan bu gürültü patırtının arkasında bir
eğlence isteğinin de yattığı sonraları unutuldu. Video bandını defalarca
seyrettiğim için, kimi öğrencilerin sloganlar, küfürler atarken bile
güldüklerini, onları cesaretlendiren alkışların, yuhalamaların da anlaşılmaz bir
"tiyatro" gecesinin sonunda biraz eğlenmek, biraz da sıkıldıklarını duyurmak
isteyen sıradan vatandaşlardan geldiğini gördüm. "Ön sıralar bu kuru gürültü ve
patırtıyı fazla ciddiye alıp telaşlanmasaydı daha sonra olanların hiçbiri
olmazdı," diyenleri de işittim, "o on sekiz saniyede telaşlanarak kalkan yüksek
memurların ve zenginlerin zaten olacakları bildiğini, bu yüzden ailelerini
toplayıp kalktıklarını, her şeyin önceden Ankara'da planlandığını" söyleyenleri
de.
Gürültü patırtıdan aklındaki şiiri unutmakta olduğunu korkuyla anlayan Ka bu
sırada salondan çıkmıştı. Aynı anda Funda Eser'i
154
çember sakallı "gerici" saldırganların elinden alacak beklenen kurtarıcı sahnede
belirdi: Sunay Zaim'di bu; başında Atatürk'ün ve Kurtuluş Savaşı kahramanlarının
giydiği cinsten bir kalpak, üzerinde 1930'lardan kalma askerî bir üniforma
vardı. Sahneye emin adımlarla (hafif aksadığım hiç belli etmeden) çıkar çıkmaz,
çember sakallı iki dinci gerici korkup kendilerini yere attılar. Ay-( nı yalnız
ve yaşlı öğretmen ayağa kalkıp Sunay'ı bütün gücüyle alkışladı. "Yaşa, varol!"
diye bağırdı bir-iki kişi. Üzerine kuvvetli bir ışık düşünce Sunay Zaim bütün
Karslılara bambaşka âlemlerden gelmiş bir harika gibi gözüktü.
Herkes onun güzelliğini, aydınlığını fark etti. 1970'li yıllarda Che Guevera,
Robespierre, ihtilalci Enver Paşa rolleriyle onu solcu öğrenciler arasında
çekici yapan o sert, kararlı ve trajik havayla, kırılgan, hatta hafif kadınsı
güzelliği ayağını sakat bırakan kahredici Anadolu turnelerinde büsbütün yıpranıp
tükenmemişti. Beyaz eldivenli sağ elinin işaret parmağını dudaklarına değil, ama
çenesinin altına zarif bir hareketle yaklaştırıp, "Susun," dedi.
Buna gerek yoktu, çünkü hem metinde yoktu bu söz, hem bütün salon zaten
susmuştu. Ayaktakiler de hemen oturdular ve başka bir söz işittiler.
"Acılar içinde!"
Galiba yarım söylenmişti bu söz, çünkü kimin acılar içinde olduğunu kimse
anlayamadı. Eskiden bu sözle halk, millet akla gelirdi; şimdiyse Karslılar bütün
gece seyrettikleri şeylerin mi, kendilerinin mi, Funda Eser'in mi, yoksa
Cumhuriyet'in mi acılar içinde olduğunu anlamadılar. Gene de sözün ima ettiği
duygu doğruydu. Bütün salon korkuyla karışık içli bir sessizliğe gömülmüştü.
"Şerefli ve aziz Türk milleti," dedi Sunay Zaim. "Aydınlanma yolunda çıktığın o
büyük ve soylu yolculuktan kimse seni döndü-remez. Merak etme. Tarihin tekerine
gericiler, pislikler, örümcek kafalılar asla çomak sokamaz. Cumhuriyet'e,
özgürlüğe, aydınlığa uzanan eller kırılır."
Necip'in iki koltuk yanında oturan cesur ve heyecanlı bir arkadaşının verdiği
alaycı bir cevap ancak işitildi. Oysa salonda derin bir sessizlik, hayranlıkla
karışık bir korku vardı. Herkes hiç kıpırdamadan mum gibi oturuyor, sıkıcı
geceyi anlamlandıran kurtarı-
155
¦ Sahnedeki ıntılal
cinin tatlı sert bir-iki söz, akşam evlerinde konuşacakları bilgece bir-iki
hikâye anlatmasını bekliyordu ki sustu o. Aynı anda perdenin iki yanından birer
asker belirdi. Derken arka kapıdan girip koltuklar boyunca yürüyüp sahneye çıkan
üç tanesi daha katıldı onlara. Modern oyunlarda olduğu gibi aktörlerin
seyirciler arasında yürümesi Karslıları önce korkuttu, sonra eğlendirdi. Aynı
anda, koşarak sahneye çıkan gözlüklü bir haberci çocuğu seyirciler hemen tanıyıp
gülüştüler. Millet Tiyatrosu'nun karşısındaki gazete genel bayünin, her gün
dükkânda durduğu için bütün Kars'ın tanıdığı cingöz ve sevimli yeğeni Gözlük'tü
bu. Sunay Zaim'e yaklaştı, o eğilince, kulağına birşeyler fısıldadı.
İşittiklerinden Sunay Zaim'in çok üzüldüğünü bütün Kars gördü.
"Eğitim enstitüsü müdürünün hastanede vefat ettiğini öğrendik," dedi Sunay Zaim.
"Bu alçak cinayet Cumhuriyet'e, laikliğe, Türkiye'nin geleceğine son saldırı
olacaktır!"
Salon bu kötü haberi daha hazmedemeden sahnedeki erler tüfeklerini omuzlarından
indirdiler, kurdular ve kalabalığa doğru tuttular. Hemen büyük bir gürültüyle
birer el ateş ettiler.
Bunun tatlı bir korkutmaca olduğu da düşünülebilirdi, oyunun içindeki hayali
âlemden hayattaki acı habere yollanan bir işaret olduğu da. Tiyatro deneyimi
kısıtlı Karslılar bunun Batı'dan gelen moda bir sahneleme yeniliği olduğunu
hissettiler.
Gene de, sıralar arasından kuvvetli bir hareket, bir sarsıntı geldi. Silahların
gürültüsünden korkanlar bu sarsıntıyı başkalarının da korkmasına yordular. Biriki
kişi yerinden kalkar gibi oldu, sahnedeki "çember sakallı gericiler" daha da
sindiler.
"Kimse kıpırdamasın!" dedi Sunay Zaim.
Aynı anda erler tüfeklerini yeniden kurup kalabalığa doğru bir kere daha nişan
aldılar. Necip'in iki koltuk yanındaki kısa boylu cesur öğrenci tam bu sırada
ayağa kalkıp slogan attı:
"Kahrolsun Allahsız laikler, kahrolsun imansız faşistler!"
Erler tüfeklerini yeniden ateşlediler.
Patlamalarla birlikte salonda yeniden bir sarsıntının ve korkunun rüzgârı
hissedildi.
Hemen sonra, arka sıralarda oturanlar az önce slogan atan öğrencinin koltuğuna
çöktüğünü ve aynı hızla ayağa kalkıp, denge-
156
• Sahnedeki İhtilal •
siz el kol hareketleri yaptığını gördüler. Gece boyunca imam hatipli
öğrencilerin muzırlık ve tuhaflıklarına gülen birkaç kişi hem buna, hem daha da
tuhaf bir hareketle öğrencinin sıralar arasına gerçek bir ölü gibi düşüşüne
güldüler.
Salonun bazı yerlerinde gerçekten üzerlerine ateş edildiği duygusu üçüncü yaylım
ateşinde uyandı. Kurusıkı atışlarda olduğunun aksine insan yalnız kulağıyla
değil, askerlerin sokaklarda terörist kovaladığı gecelerde olduğu gibi midesiyle
de işitiyordu çünkü. Kırk dört yıldır salonu ısıtan Alman malı iri bohem sobadan
tuhaf bir ses çıkmış, teneke borusu delindiği için dumanlar öfkeli bir
çaydanlığın ağzından çıkar gibi tütmeye başlamıştı. Orta sıralarda ayağa kalkıp
sahneye doğru yürüyen birinin kanlar içindeki kafası da fark edilmişti artık,
barut kokusu da. Bir telaşın başlangıcı hissediliyordu, ama salondakilerin çoğu
hâlâ put gibi sessiz ve hareketsizdi. Salona insanın korkulu bir rüya görürken
hissettiği yalnızlık duygusu sinmişti. Gene de Ankara'ya her gidişinde Devlet
Tiyatrosu'nun bütün oyunlarını görmeyi alışkanlık edinmiş edebiyat öğretmeni
Nuriye Hanım tiyatro efektlerinin hakikiliğine hayran olduğu için ön sıradaki
yerinden ilk defa ayağa kalktı ve sahnedekileri alkışlamaya başladı. Necip de
tam bu sırada, söz isteyen telaşlı bir öğrenci gibi ayağa kalkmıştı.
Hemen sonra erler dördüncü defa tüfeklerini ateşlediler. Daha sonraları olayları
araştırması için Ankara'dan yollanan müfettiş binbaşının üzerinde titizlik ve
gizlilikle haftalarca çalıştığı rapora göre bu ateş sırasında sıkılan
kurşunlarla iki kişi ölmüştü. Bunlardan biri alnına ve gözüne saplanan
kurşunlarla düşen Necip'ti ama bu konuda başka söylentiler de işittiğim için
onun tam o anda öldüğünü söyleyemeyeceğim. Orta ve ön sıralarda oturan herkesin
birleştiği bir nokta varsa o da Necip'in de üçüncü atıştan sonra havada uçan
kurşunları fark etmesi ve bunu bambaşka yo-rumlamasıydı. Vurulmadan iki saniye
önce ayağa kalkmış ve pek çok kişinin işiteceği (ama video kaydına geçmeyen) bir
sesle şöyle demişti:
"Durun, ateş etmeyin, silahlar dolu!"
Salondaki herkesin artık yüreğiyle bildiği ve aklıyla kabul etmek istemediği şey
de işte böylece dile dökülmüş oldu. Silahların ilk
157
• Sahnedeki ihtilal
¦ ianneaeKi ımııaı ¦
ateşlenişinde harekete geçen beş kurşundan biri çeyrek yüzyıl önce Kars'ın son
Sovyet başkonsolosunun köpeğiyle birlikte film seyrettiği locanın üzerindeki
alçıdan defne yapraklarına isabet etmişti. Silahı ateşleyen Siirtli Kürt kimseyi
öldürmek istememişti çünkü. Bir başka kurşun gene benzeri bir endişeyle ve bu
sefer biraz da acemilikle tiyatronun tavanına isabet etmiş ve oradan döktüğü yüz
yirmi yıllık kireç ve boya parçalan aşağıdaki telaşlı kalabalığın üzerine kar
gibi yağmıştı. Bir başka kurşun en arkada, naklen yayın kamerasının kurulduğu
yükseltinin altına, bir zamanlar yoksul ve hülyalı Ermeni kızlarının Moskova'dan
gelen tiyatro gruplarını, cambazları ve oda orkestralarını ucuz biletle ayakta
seyrederken tutundukları ahşap korkuluğa saplanmıştı. Dördüncü kurşun çekim
kamerasından uzakta bir köşede bir koltuğun arkalığını delip geçmiş, arkada
karısı ve dul baldızıyla oturan traktör ve tarım aletleri yedek parçacısı
Muhittin Bey'in omuzuna saplanmış, ilk anda o da az önceki kireç parçalarının
etkisiyle tavandan üzerine bir şey düştüğünü sanarak yukarı bakmıştı. Beşinci
kurşun, İslamcı öğrencilerin biraz arkasında oturan ve Trabzon'dan Kars'ta
askerlik yapan torununu görmeye gelen bir dedenin sol gözlük camını parçalamış,
beynine girmiş, zaten uyuklamakta olan ihtiyarı öldüğünü bile fark ettirmeden
sessizce öldürüp ensesinden çıkmış, koltuğun arkalığını geçip lavaş ve yumurta
satarken sıra arasına bozuk para uzatan on iki yaşındaki Kürt çocuğun
torbasındaki lop yumurtalardan birinin içinde kalmıştı.
Bu ayrıntıları üzerlerine ateş edilmesine rağmen Millet Tiyatro-su'ndaki
kalabalığın çoğunun niye hiç kıpırdamadığını açıklayabilmek için yazıyorum.
Askerlerin ikinci atışında şakağına, boynuna ve yüreğinin az üstüne isabet alan
öğrenci daha önceden de fazla cesaret gösterdiği için korkutucu oyunun eğlenceli
bir parçası olarak görülmüştü. Öbür iki kurşundan biri arkada oturan ve fazla
ses çıkarmayan (teyzesinin kızı şehrin ilk "intiharcı kızı"ydı) başka bir imam
hatip öğrencisinin göğsüne, diğeri de projeksiyon makinesinin iki metre
üzerinde, duvarda altmış yıldır hiç çalışmadan duran saatin toz ve örümcek
ağlarıyla kaplı kadranına isabet etmişti. Aynı yere üçüncü atışlarda saplanan
bir kurşunun varlığı akşam üstü seçilen keskin nişancı erlerden birinin Kuran
üzerine et-
158
tiği yemine bağlı kalmadığını, birini öldürmekten kaçındığını müfettiş binbaşıya
kanıtlamıştı. Binbaşı raporunda benzer bir mesele olarak da, üçüncü atışlarda
öldürülen ateşli islamcı bir başka öğrencinin, aynı zamanda MİT Kars şubesine
bağlı çalışkan ve görev-sever bir ajan olmasını ele almış, devleti dava eden
ailesine tazminat verilmesinin ise hukuki bir gerekçesi olmadığını bir parantez
içinde belirtmişti. Son iki kurşunun, Kars'ın bütün muhafazakâr ve dindarlarınca
sevilen ve Kaleiçi Mahallesi'ndeki çeşmeyi yaptırmış Rıza Bey ile artık zor
yürüyen ihtiyara bir çeşit bastonluk eden uşağını aynı anda öldürmesine ve bu
iki can yoldaşının salonun ortasında can çekişerek inlemesine rağmen kalabalığın
çoğunun tüfeklerini yeniden kuran askerlere hiç kıpırdamadan bakmasını açıklamak
zor. "Biz arka sıralarda oturanlar, korkunç bir şey olduğunu anlamıştık," dedi
yıllar sonra adının açıklanmasına hâlâ izin vermeyen bir mandıra sahibi.
"Yerimizden kıpırdar, dikkati çekersek, kötülüğün bizi de bulacağından
korktuğumuz için olup bitenleri hiç ses çıkarmadan seyrediyorduk!"
Dördüncü atışlarda sıkılan kurşunlardan birinin nereye isabet ettiğini müfettiş
binbaşı da saptayamamıştı. Bir kurşun taksitle ansiklopediler ve salon oyunları
pazarlamak için Ankara'dan Kars'a gelen genç bir satıcıyı yaralamıştı (iki saat
sonra kan kaybından ölecekti). Bir başka kurşun 1900'lerin başında deri tüccarı
Ermeni zenginlerinden Kirkor Çizmeciyan'ın tiyatroya geldiği gecelerde kürkler
içindeki ailesiyle yerleştiği özel locanın aşağı bakan duvarında kocaman bir
delik açmıştı. Necip'in yeşil gözlerinden birine ve geniş ve temiz alnının
ortasına giren diğer iki kurşun abartılı bir iddiaya göre onu hemen öldürmemiş,
sonradan anlatılanlara göre delikanlı bir an sahneye bakarak "Görüyorum!"
demişti.
Kapılara koşanlar, çığlıklar atanlar, bağırıp çağıranlar bu son atışlardan sonra
iyice sinmişlerdi. Canlı yayını yöneten kameraman da kendini bir duvarın dibine
atmış olmalıydı; sürekli sağa sola kıpırdayan kamerası hareketsizdi artık. Kars
seyircisi ekranda sahnedeki kalabalıkla, ön sıralardaki sessiz ve saygılı
seyircileri görebiliyordu yalnızca. Gene de şehrin büyük çoğunluğu ekrandan
işitilen silah seslerinden, çığlıklardan, gürültü patırtıdan, Millet
Tiyatrosu'nda tuhaf birşeyler olduğunu anladı. Gece yarısı-
159
¦ Sahnedeki İhtilal
na doğru sahnedeki oyunu sıkıcı bulup uyuklamaya başlayanlar bile son on sekiz
saniyedir patlayan silahların sesinden sonra gözlerini ekranlarına dikmişlerdi.
Sunay Zaim bu ilgi ânını sezecek kadar tecrübeliydi. "Kahraman askerler,
görevinizi yaptınız," dedi. Zarif bir hareketle hâlâ yerde yatmakta olan Funda
Eser'e döndü, abartılı bir şekilde eğilerek ona elini uzattı. Kadın da
kurtarıcısının elini tutup ayağa kalktı.
Ön sıradaki emekli memur ayağa kalkıp alkışladı onları. Önlerden birkaç kişi
daha katıldı ona. Korkudan ya da her alkışa yetişme alışkanlığından arkalardan
da birkaç alkış sesi geldi. Salonun gerisi buz gibi sessizdi. Herkes bir
sarhoşluktan ayılıyor gibiydi; bazıları can çekişmekte olan gövdeleri
görmelerine rağmen her şeyin sahnedeki dünyanın bir parçası olduğuna karar
vermenin rahatlığıyla belli belirsiz gülümsemeye başlamışlar, bazıları da
kendilerini attıkları köşelerden başlarını çıkarmışlardı ki Sunay'ın sesi
korkuttu onları.
"Bu bir oyun değil, başlayan bir ihtilaldir," dedi azarlayıcı bir sesle. "Her
şeyi vatanımız için yapacağız. Şerefli Türk ordusuna güvenin! Askerler götürün
bunları."
İki asker sahnedeki iki çember sakallı "gericiyi" götürdü. Diğer erler
tüfeklerini yeniden kurup seyirciler arasına inerken arkadan tuhaf biri fırladı
sahneye. Tuhaftı, çünkü asker olmadığı gibi oyuncu da olmadığı sahneye hiç
yakışmayan aceleci ve güzellikten yoksun hareketlerinden hemen anlaşılıyordu.
Pek çok Karslı her şeyin bir şaka olduğunu söylesin diye umutla baktı ona.
"Yaşasın Cumhuriyet!" diye bağırdı o. "Yaşasın ordu! Yaşasın Türk milleti!
Yaşasın Atatürk!" Perde ağır ağır kapanmaya başlamıştı. O da Sunay Zaim'le
birlikte iki adım öne çıkıp perdenin salon tarafında kaldı. Elinde Kırıkkale
yapısı bir tabanca, üzerinde sivil kıyafetlerle asker çizmeleri vardı.
"Kahrolsun yobazlar!" dedi ve merdivenlerden seyirciler arasına indi. Arkasında
eli tüfekli iki kişi daha belirdi. Askerler imam hatipli öğrencileri gözaltına
alırken silahlı bu üç kişi korkulu gözlerle kendilerine bakan seyircilere hiç
ilişmeden çıkış kapısına doğru sloganlar atarak kararlılıkla koştular.
Çok mutlu, çok heyecanlıydılar. Kars'ın küçük ihtilaline, bu
160
oyuna katılmalarına, uzun tartışmalardan, pazarlıklardan sonra son anda karar
verilmişti çünkü. Kars'a geldiği ilk gece onlarla tanıştırılan Sunay Zaim,
sahnelemek istediği "sanat eserini" böyle karanlık işlere karışmış eli silahlı
maceracıların kirleteceğini düşündüğü için bütün bir gün direnmiş, ama sanattan
anlamayacak ayak takımına karşı silah kullanabilen adam gerekebileceği yolundaki
haklı karşı çıkmalara son anda karşı koyamamıştı. Daha sonraki saatlerde bu
kararından çok pişman olduğu, bu serseri kılıklı adamların kan dökmesinden
vicdan azabı duyduğu söylenecekti, ama pek çok şey gibi bunlar da söylentiydi
yalnızca.
Yıllar sonra Kars'a gittiğimde, yarısı yıkılan yarısı da Arçelik bayiinin
deposuna dönüştürülen Millet Tiyatrosu'nu bana gezdiren dükkân sahibi Muhtar
Bey, o gece ve sonraki günlerin dehşeti hakkındaki sorularımı geçiştirmek için,
ta Ermeniler zamanından bugüne Kars'ta pek çok cinayetler işlendiğini,
kötülükler ve kıyımlar yapıldığını söyledi. Ama ben burada yaşayan yoksul
insanları biraz mutlu etmek istiyorsam, İstanbul'a döndüğümde Kars'ın geçmişteki
günahlarını değil temiz havasının güzelliğini, insanlarının iyi yürekliliğini
yazmalıydım. Karanlık ve küflü bir depo binasına dönüşmüş tiyatro salonunda
buzdolabı, çamaşır makinesi ve soba hayaletleri arasından bana, o geceden kalan
tek izi gösterdi: Kirkor Çizmeciyan'm tiyatro seyrettiği locanın duvarına isabet
etmiş kurşunun açtığı kocaman delikti bu.
161
19
Ne kadar da güzel yağıyordu kar
İHTİLAL GECESİ
Tiyatronun perdesi kapandığı sırada ellerinde tabancalar ve tüfeklerle
kalabalığın korkulu bakışları arasından bağıra çağıra dışarı koşan üç mutlu
adamdan en önde gideni takma adı Z. Demirkol olan eski bir komünist gazeteciydi.
1970'lerde Sovyet yanlısı komünist örgütlerde yazar, şair ve en çok da "koruma"
olarak görünmüştü. İri kıyımdı. 1980'deki askerî darbeden sonra Almanya'ya
kaçmış, Berlin Duvarı'nm yıkılmasından sonra özel bir izinle modern devleti ve
Cumhuriyet'i Kürt gerillalara ve "şeriatçılara" karşı savunmak için Türkiye'ye
dönmüştü. Yanındaki iki kişi Z. Demir-kol'un 1979-80 yıllarında geceleri
İstanbul sokaklarında silahlı çatışmaya girdiği Türk milliyetçisi
takımındandılar, ama devleti savunma fikriyle maceracılık ruhu şimdi onları
birleştirmişti. Bazılarına göre hepsi baştan beri devlet ajanıydı. Millet
Tiyatrosu'nu bir an önce terk etmek için merdivenlerden korkuyla hızlı hızlı
inenler ise kim olduklarından hiç haberleri olmadığı için yukarıda hâlâ süren
oyunun bir parçası gibi davrandılar onlara.
Z. Demirkol sokağa çıkıp karın ne kadar çok tuttuğunu görünce bir çocuk gibi
tepinerek sevindi, havaya iki el ateş etti, "Yaşasın Türk milleti, yaşasın
Cumhuriyet!" diye bağırdı. Kapı önünde dağılmakta olan kalabalık kenarlara
çekildi. Bazıları korkuyla gülümseyerek baktılar onlara. Bazıları erkenden
evlerine döndükleri
162
için özür diler gibi durdular. Z. Demirkol ve arkadaşları Atatürk Caddesi'nden
yukarı doğru koştular. Sloganlar atıyor, sarhoş gibi neşeyle bağıra bağıra
konuşuyorlardı. Karda bata çıka birbirlerine yaslanarak ilerleyen ihtiyarlar ve
birbirlerine iyice sokulmuş çocuklu ailelerin babaları bir kararsızlık içinde
onlara alkış tuttular.
Neşeli üçlü Küçük Kâzımbey Caddesi'nin köşesinde Ka'ya arkadan yetişti.
Kendilerini fark ettiği için Ka'nm bir arabaya yol verir gibi kaldırıma, iğde
ağaçlarının altına çekildiğini görmüşlerdi.
"Şair bey," diye seslendi Z. Demirkol. "Onlar seni öldürmeden sen onları
öldüreceksin. Anladın mı?"
Hâlâ yazamadığı ve daha sonra "Allah'ın Olmadığı Yer" adını vereceği şiiri Ka bu
sırada unuttu.
Z. Demirkol ve arkadaşları Atatürk Caddesi'nden yukarı doğru yürüyorlardı. Ka
peşlerinden gitmek istemediği için sağa, Karadağ Caddesi'ne saptı, aklında artık
şiirden hiçbir şey kalmadığını fark etti.
Gençliğinde siyasal toplantılardan çıkarken hissettiği utanç ve suçluluk duygusu
vardı içinde. O siyasi toplantılarda, yalnızca Nişantaşı'nda yaşayan zengince
bir burjuva çocuğu olduğu için değil, konuşmaların çoğu aşırı çocuksu
abartmalarla dolu olduğu için de utanırdı Ka. Unuttuğu şiir aklına gelir
umuduyla doğrudan otele dönmeyip, yolunu uzatmaya karar verdi.
Televizyonda seyrettiklerinden telaşlanarak pencerelere çıkmış birkaç meraklı
gördü. Tiyatroda olup biten korkunç şeylerden Ka'nm ne kadar haberdar olduğunu
söylemek güç. Tiyatro binasından çıkmadan önce silah atışları başlamıştı, ama bu
atışları da, Z. Demirkol ve arkadaşlarını da oyunun bir parçası sanması
mümkündü.
Bütün dikkati unuttuğu şiirdeydi. Onun yerine bir başka şiirin geldiğim
hissedince gelişip olgunlaşsın diye onu aklının bir köşesinde bekletti.
Uzaklardan iki el silah sesi geldi. Karın içinde yankılanmadan kayboldu.
Ne kadar da güzel yağıyordu kar! Ne kadar iri tanelerle, ne kadar kararlı, hiç
durmayacakmış gibi ve sessiz! Geniş Karadağ Caddesi dizboyu kar altında karanlık
gecenin içine doğru kaybo-
163
- IIU I ICM UCLCİI
larak giden bir yokuştu. Beyaz ve esrarlı! Ermenilerden kalma üç katlı güzel
belediye binasında kimsecikler yoktu. Bir iğde ağacından sarkan buzlar,
altındaki görünmez bir arabanın üzerinde yükselen bir kar yığınıyla birleşmiş,
yarı buzdan, yarı kardan tül bir perde yapmıştı. Tek katlı, boş bir Ermeni
evinin tahtalar çakılmış kör pencerelerinin önünden geçti Ka. Kendi soluk
alışverişlerini ve ayak seslerini dinlerken hayatın ve mutluluğun ilk defa
işitir gibi olduğu çağrısına kararlılıkla sırt çevirebileceği bir güç
hissediyordu içinde.
Vali konağının karşısındaki Atatürk heykelli küçücük parkta kimsecikler yoktu.
Ruslar zamanından kalan ve Kars'ın en şatafatlı binası olan defterdarlık
binasının önünde de hiç hareket göremedi Ka. Yetmiş yıl önce Birinci Dünya
Savaşı'ndan sonra çarın ve padişahın askerleri bölgeden çekildiği zaman Kars'ta
Türklerin kurduğu bağımsız devletin merkezi ve meclisiydi burası. Karşıda aynı
batık devletin başkanlık sarayı olduğu için İngiliz askerlerince basılan eski
Ermeni binası vardı. Bugün vali konağı olduğundan çok sıkı korunan binaya hiç
sokulmadan sağa, parka doğru kıvrılıp ilerledi Ka. Ötekiler kadar güzel ve
hüzünlü bir başka eski Ermeni binasının önünden biraz aşağı inmişti ki, yandaki
boş arsanın kenarında bir rüyadaki gibi sessizce ve ağır ağır uzaklaşan bir tank
gördü. Daha ilerde imam hatip okulunun yakınında bir askerî kamyon vardı.
Üzerindeki karın azlığından kamyonun oraya yeni geldiğini anladı Ka. Bir el
silah atıldı. Ka geri döndü. Vali konağının önündeki camları buz tutmuş
kulübenin içinde ısınmaya çalışan polislere hiç gözükmeden Ordu Caddesi'nden
aşağıya indi. Kafasındaki yeni şiiri ve ona bağlı bir hatırayı ancak bu kar
sessizliğinden hiç çıkmadan otel odasına dönerse koruyabileceğini anlamıştı.
Yokuşun ortasındaydı, karşı kaldırımdan bir gürültü geldi, Ka yavaşladı, iki
kişi telefon idaresinin kapısını tekmeliyordu.
Karın içinde bir arabanın lambaları belirdi, sonra zincirli tekerleklerinin hoş
sesini duydu Ka. Telefon idaresine yanaşan siyah sivil arabadan Ka'nın az önce
tiyatroda kalkmayı düşünürken gördüğü oturaklı biri ile silahlı, yün bereli bir
adam çıktı.
Hepsi kapının önünde biriktiler. Bir tartışma başladı. Ka sesle-
164
• İhtilal Gecesi ¦
rinden ve sokak lambasının ışığından kapıdakilerin Z. Demirkol ve arkadaşları
olduğunu anladı.
"Nasıl anahtarın yok!" dedi biri. "Sen telefon başmüdürü değil misin? Seni
buraya telefonları kes diye getirmediler mi? Anahtarını nasıl unutursun?"
"Şehrin telefonları buradan değil, İstasyon Caddesi'ndeki yeni santralden
kesilir," dedi başmüdür.
"Bu bir ihtilaldir ve biz buraya girmek istiyoruz," dedi Z. Demirkol. "Öteki
yere de biz istersek gidilir. Tamam mı? Anahtar nerede?"
"Evladım, bu kar iki gün sonra diner, yollar açılır, sonra devlet hepimizden
hesap sorar."
"O korktuğun devlet biziz," dedi Z. Demirkol sesin
-
aysyzgije
12 years ago
- "O korktuğun devlet biziz," dedi Z. Demirkol sesini yükselterek. "Açıyor musun
hemen?"
"Yazılı bir emir olmadan kapıyı açmam!"
"Görürüz şimdi," dedi Z. Demirkol. Tabancasını çıkardı, havaya iki el ateş etti.
"Alın bunu dayayın duvara, ısrar ederse kurşuna dizeceğiz," dedi.
Kimse inanmadı sözüne, ama gene de Z. Demirkol'un eli tüfekli adamları Recai
Bey'i telefon idaresinin duvarına sürüklediler. Kurşunlar arkadaki pencerelere
zarar vermesin diye biraz sağa iteklediler onu. Kar o köşede çok yumuşak olduğu
için müdür bey yere düştü. Özür dilediler, elinden tutup ayağa kaldırdılar.
Kravatını çözüp ellerini arkadan bağladılar. Bu arada, aralarında konuşuyor,
sabaha kadar Kars'taki bütün vatan hainlerinin temizleneceğini söylüyorlardı.
Z. Demirkol'un emir vermesi üzerine tüfeklerini kurdular ve bir idam mangası
gibi Recai Bey'in karşısına dizildiler. Tam o sıra uzaktan silah sesleri geldi.
(İmam hatip lisesi yatakhanesinin bahçesindeki erlerin açtığı korkutma ateşiydi
bu.) Hepsi susup beklediler. Bütün gün yağan kar sonunda neredeyse dinmişti.
Olağanüstü güzel, sihirli bir sessizlik vardı. Bir süre sonra biri, son bir
sigara içmesinin ihtiyarın (ihtiyar değildi hiç) hakkı olduğunu söyledi. Recai
Bey'in ağzına bir sigara koydular, çakmakla yaktılar, müdür içerken de canları
sıkıldığı için tüfeklerinin dipçikleri ve postallarıyla telefon idaresinin
kapısını kırmaya başladılar.
165
¦ ihtilal Gecesi ¦
• İhtilal Gecesi •
"Devlet malına yazık," dedi müdür kenardan. "Çözün beni açacağım."
Onlar içeri girerken Ka yoluna devam etti. Arada tek tük silah sesleri
işitiyordu ama bunlara köpek ulumalarından daha fazla aldırmıyordu. Kıpırtısız
gecenin güzelliğine bütün gücüyle dikkat kesilmişti. Eski ve boş bir Ermeni
evinin önünde durdu bir süre. Sonra bir kilise yıkıntısıyla, bahçesindeki ağaç
hayaletlerinin dallarından sarkan buzları saygıyla seyretti. Şehrin soluk sarı
sokak lambalarının ölü ışığında her şey öylesine kederli bir rüyadan çıkmış gibi
görünüyordu ki Ka bir suçluluk duydu. Öte yandan içini şiirle dolduran bu sessiz
ve unutulmuş ülkeye şükranla doluydu içi.
Az ötede, kaldırımda "Ne oluyor gidip bakacağım," diyen bir oğulla, pencereden
onu azarlayarak eve çağıran öfkeli bir anne vardı. Ka aralarından geçti. Faikbey
Caddesi'nin köşesinde bir ayakkabıcı dükkânından telaşla çıkan kendi yaşlarında,
biri irice, öteki çocuk gibi ince iki adam gördü. On iki yıldır, haftada iki
kere karılarına "çayhaneye gidiyorum," diyerek bu zamk kokulu dükkânda gizlice
buluşan iki sevgili, sokağa çıkma yasağı konduğunu üst kat komşusunun hep açık
televizyonundan öğrenerek telaşa kapılmışlardı. Faikbey Caddesi'ne sapıp, iki
sokak aşağı yürüdükten sonra Ka, sabah kapısının önündeki alabalık tezgâhına
baktığı bir dükkânın karşısında bir tank olduğunu fark etti. Sokak gibi tank da
sihirli bir sessizlik içinde o kadar hareketsiz ve ölü gibiydi ki boş olduğunu
sandı onun. Ama kapağı açıldı, içinden bir kafa çıkıp ona hemen evine dönmesini
söyledi. Ka Karpa-las Oteli'nin yolunu sordu ona. Ama daha asker söylemeden,
karşıda Serhat Şehir Gazetesi'nin karanlık yazıhanesini görüp dönüş yönünü
çıkardı.
Otelin sıcaklığı, giriş lobisinin aydınlığı yüreğini sevinçle doldurdu.
Ellerinde sigaralarla televizyon seyreden pijamalı müşterilerin yüzlerinden
olağanüstü birşeyler olduğunu anlıyordu, ama sevmediği bir konuyu atlayan bir
çocuk gibi aklı her şeyin üzerinden özgürce ve hafifçe kayıyordu. Turgut Bey'in
dairesine bu hafiflik duygusuyla girdi. Bütün takım, hepsi hâlâ masadaydılar ve
televizyona bakıyorlardı. Turgut Bey Ka'yı görünce ayağa kalktı,
166
azarlayıcı bir sesle geç kaldığı için çok merak ettiklerini söyledi. Başka bir
şey daha söylüyordu ki Ka ipek ile gözgöze geldi.
"Şiirini çok güzel okudun," dedi İpek. "Seninle iftihar ettim."
Ka bu ânı hayatının sonuna kadar unutmayacağını anladı hemen. O kadar mutluydu
ki, öteki kızların sorulan, Turgut Bey'in meraktan ıstırap çeken hali olmasaydı
gözlerinden yaşlar akabilirdi.
"Askerler galiba birşeyler yapıyor," dedi Turgut Bey, umutlansın mı, dertlensin
mi karar verememenin sıkıntısı içinde.
Sofra darmadağınıktı. Birisi mandalina kabuklarının içine sigarasının külünü
serpmişti, galiba İpek'ti bu işi yapan. Aynı şeyi, Ka'nın çocukluğunda babasının
uzak ve genç bir halası, Münire Hala yapardı ve Ka'nın annesi onunla konuşurken
ağzından "efendim" kelimesini hiç eksik etmemesine rağmen onu çok küçümserdi.
"Sokağa çıkma yasağı ilan ettiler," dedi Turgut Bey. "Tiyatroda ne oldu bize
anlatın."
"Siyaset beni hiç ilgilendirmiyor," dedi Ka.
Bunu içinden gelen bir sese uyarak söylediğini başta İpek, herkes anlamıştı, ama
gene de bir suçluluk duydu.
Şimdi uzun bir süre burada hiçbir şey konuşmadan İpek'e bakarak oturmak istiyor,
ama evdeki "ihtilal gecesi havası" onu huzursuz ediyordu. Çocukluğunun askerî
darbe gecelerini kötü hatırladığı için değil, herkes ona bir şey sorduğu için.
Hande bir köşede uyuyakalmıştı. Kadife Ka'nın seyretmek istemediği televizyona
bakıyor, Turgut Bey ilginç birşeyler olduğu için memnun ama telaşlı gözüküyordu.
Ka bir süre yanına oturup İpek'in elini tuttu, ona yukarıya odasına gelmesini
söyledi. Onunla daha fazla yakınlaşamamak kendisine acı vermeye başlayınca
odasına çıktı. Tanıdık bir ahşap kokusu vardı buranın. Paltosunu kapının
arkasındaki çengele özenle astı. Yatağının başındaki küçük lambayı yaktı:
Yorgunluk, yeraltından gelen bir uğultu gibi yalnız bütün gövdesini, gözkapaklarını
değil, odayı ve oteli de sarmıştı. Bu yüzden aklına gelen yeni şiiri
çabuk çabuk defterine hızla geçirirken yazdığı dizelerin, şimdi kenarına
oturduğu yatağın, otel binasının, karlı Kars şehrinin, bütün dünyanın bir devamı
olduğunu hissediyordu.
167
• İhtilal Gecesi
Şiire "İhtilal Gecesi" adını verdi. Çocukluğunun askerî darbe gecelerinde, bütün
ailenin uyanıp pijamalarla radyoyu ve marşları dinleyişleriyle açılıyordu şiir,
ama sonra hep birlikte yenilen bayram yemeklerine dönülüyordu. Bu yüzden daha
sonra şiirin yaşanan bir ihtilalden değil, hafızadan kaynaklandığını düşünüp kar
yıldızına öyle yerleştirecekti. Şiirde önemli bir sorun, dünyada bir felaket
hüküm sürerken şairin aklının bir kısmını buna kapaya-bilmesiyle ilgiliydi.
Ancak bunu yapabilen şair şimdiyi hayal gibi yaşayabilirdi: Buydu şairin
başarması zor işi! Ka şiiri bitirdikten sonra bir sigara yaktı ve pencereden
dışarı baktı.
20
Memlekete, millete hayırlı olsun?
GECE Ka UYURKEN VE SABAH
168
Ka tam on saat yirmi dakika deliksiz uyudu. Bir ara rüyasında kar yağdığını
gördü. Bundan pek az önce dışarıda yarı açık perdenin aralığından görülen beyaz
sokakta kar yeniden başlamıştı ve üzerinde Karpalas Oteli yazan pembe levhayı
aydınlatan soluk lambanın ışığında kar olağanüstü yumuşak gözüküyordu: Kars
sokaklarında atılan silahların seslerini bu tuhaf, sihirli karın yumuşaklığı
emdiği için Ka bütün gece belki de o kadar huzurla uyuyabildi.
Oysa bir tank ve iki askerî kamyon eşliğinde basılan imanı hatip lisesi
yatakhanesi iki sokak yukarıdaydı. Ermeni demir zanaatkârlarının ince ustalığını
hâlâ gösteren ana kapıda değil, ama son sınıf yatakhanelerine ve toplantı
salonuna açılan ahşap kapıda bir çatışma olmuş, askerler önce korkutma amacıyla
karlı bahçeden yukarıya karanlığa doğru kurşun sıkmışlardı. Siyasal İslamcı
öğrencilerin en militanları Millet Tiyatrosu'ndaki geceye katıldığı ve orada
gözaltına alındığı için yatakhanede kalanlar ya acemiler, ya da ilgisizlerdi,
ama televizyonda gördükleri sahnelerden coşup kapı arkasına masalardan,
sıralardan bir barikat yapmış, sloganlar atıp "Allahü ekber!" diye bağırarak
beklemeye başlamışlardı. Bir-iki deli öğrenci yemekhaneden çaldıkları çatal ve
bıçakları hela penceresinden erlerin üzerine atmaya, ellerindeki tek tabancayla
oyun oynamaya kalkıştıkları için buradaki çatışmanın sonunda yeniden silahlar
atıldı ve alnına kurşun yiyen güzel vü-
169
- Gece Ka UyuTken ve Sabah ¦
cutlu, güzel yüzlü incecik bir öğrenci düşüp öldü. Çoğu ağlayan, pijamah
ortaokul öğrencileri, sırf bir şey yapmış olmak için bu direnişe katılıp pişman
olmuş kararsızlar ve yüzü gözü şimdiden kan içinde kalmış mücadeleciler, hep
birlikte otobüslere bindirilip dövüle dövüle emniyet müdürlüğüne götürülürken
yoğun kar yüzünden şehirde pek az kişi olup biteni fark etmişti.
Şehrin çoğunluğu ayaktaydı, ama dikkatler pencerelere ve sokağa değil,
televizyona dönüktü hâlâ. Millet Tiyatrosu'ndaki canlı yayında Sunay Zaim'in
bunun bir oyun değil ihtilal olduğunu söylemesinden sonra, askerler salondaki
gürültücüleri toparlar, cesetler ve yaralılar sedyelerle taşınırken, bütün
Kars'ın yakından tanıdığı vali muavini Umman Bey sahneye çıkmış, her zamanki
resmî, asabi ama güven verici sesi ve biraz da ilk defa çıktığı "canlı yayın"
sıkıntısıyla ertesi gün saat on ikiye kadar Kars'ta sokağa çıkma yasağı
konduğunu duyurmuştu. Onun boşalttığı sahneye kimse çıkmadığı için sonraki yirmi
dakikada Karslı seyirciler ekranlarında Millet Tiyatrosu'nun perdesini
görmüşler, sonra yayında bir kesinti olmuş, derken aynı eski perde sahnede
yeniden belirmişti. Bir süre sonra perde ağır ağır açılmaya ve bütün "gece"
yeniden televizyonda gösterilmeye başlanmıştı.
Şehirde ne olup bittiğini anlamaya çalışan televizyonlarının başındaki Karslı
seyircilerin çoğunda bir korku yaratmıştı bu durum. Uykulu ve yarı sarhoş
olanlar içinden çıkılmaz bir zaman kargaşası duygusuna kapılmışlar, bazıları da
gecenin ve ölümlerin tekrarlanacağını hissetmişlerdi. Olayların siyasi yanına
ilgisiz seyircilerden bazıları bu yeniden gösterimi, tıpkı benim yıllar sonra
yapacağım gibi, Kars'ta o gece olup bitenleri anlamalarına yarayacak yeni bir
fırsat olarak görüp dikkatle seyretmeye koyulmuşlardı.
Böylece Karslı seyirci Funda Eser'in eski bir kadın başbakanı taklit ederken
ağlayarak Amerikan müşterileri kabul edişini, ya da bir reklam filmiyle alay
ettikten sonra içten bir neşeyle göbek atışını yeniden seyrederken Halkların
Eşitliği Partisi'nin Halitpaşa Işham'ndaki il merkezi bu işte uzman bir emniyet
ekibi tarafından sessizce basılmış, oradaki tek kişi olan Kürt hademe gözaltına
alınmış, dolaplarda ve çekmecelerde ne kadar kâğıt defter varsa toplanmıştı.
Aynı zırhlı araçlı polisler, daha önceki gece baskınla-
170
- Gece Ka Uyurken ve Sabah ¦
rından tek tek tanıyıp evlerinin yolunu da bildikleri parti il yönetim kurulu
üyelerini sırayla toplamış, bölücülük ve Kürt milliyetçiliği suçlamalarıyla
gözaltına almışlardı.
Kars'ın Kürt milliyetçileri yalnızca onlar değildi. Sabah erkenden Digor yolunun
başında üzeri karla örtülmeden önce bulunan Murat marka yanık bir taksiden çıkan
üç ceset -emniyet güçlerinin bildirdiğine göre- PKK yanlısı militanlara aitti.
Şehre sızmak için aylar önce girişimde bulunan bu üç genç, akşamki gelişmelerden
telaşa kapılarak bir taksiyle dağlara kaçmaya karar vermiş, yolun kardan
kapandığını görünce maneviyatları bozulmuş, aralarında kavga çıkınca birinin
patlattığı bombayla hepsi intihar etmişti. Ölenlerden birisinin sağlık evinde
temizlikçilik yapan annesinin, oğlunun aslında kapıyı çalan eli silahlı
bilinmeyen kişilerce götürüldüğü yolundaki dilekçesiyle ve taksi şoförünün
ağabeyinin, kardeşinin değil Kürt milliyetçisi olmak, Kürt bile olmadığı
yolundaki dilekçesi işleme konulmamıştı.
Bir ihtilal olduğunu, sokaklarında iki tankın ağır ve karanlık hayaletler gibi
gezindiği şehirde en azından tuhaf birşeylerin döndüğünü aslında bütün Kars bu
saatte anlamıştı, ama her şey televizyonda gösterilen bir oyunun ve pencerelerin
önünde eski masallardaki gibi hiç durmamacasına yağan karın eşliğinde
gerçekleştiği için bir korku duygusu yoktu. Siyasetle uğraşanlar biraz
endişeleniyordu yalnızca.
Mesela, Kars'taki bütün Kürtlerin saygı duyduğu gazeteci ve folklor
araştırmacısı Sadullah Bey hayatı boyunca pek çok askeri darbe gördüğü için
televizyondan sokağa çıkma yasağını işitir işitmez, yaklaştığını anladığı
hapisane günleri için hazırlanmıştı. Bavuluna, onlarsız uyuyamadığı mavi kareli
pijamalarını, prostat ilacını ve uyku haplarını, yün takkesini ve çoraplarını,
İstanbul'daki kızının kucağında torunuyla gülümsediği fotoğrafını, ağır ağır
topladığı Kürt ağıtları üzerine yazdığı kitabın hazırlıklarını koyduktan sonra
karısıyla bir çay içip televizyonda Funda Eser'in ikinci göbek atışını izleyerek
beklemişti. Gece yarısını epey geçe kapı çalınınca karısıyla vedalaşmış,
bavulunu alıp kapıyı açmış, kimseyi göremeyince karlı sokağa çıkmış ve kükürt
renkli sokak lambalarının sihirli ışığında, çocukluğunda Kars de-
171
¦ Gece Ka Uyurken ve Sabah •
resinde paten kayışını karla kaplı sessiz sokağın güzelliğinde hayretle
hatırlarken, bilinmeyen kişilerce başına ve göğsüne sıkılan kurşunlarla
öldürülmüştü.
Aylar sonra karlar iyice eridiğinde bulunan diğer cesetlerden o gece başka bazı
cinayetlerin de işlendiği anlaşılıyordu, ama ihtiyatlı Kars basınının yaptığı
gibi, ben de okuyucularımı daha fazla üzmemek için bu olaylardan hiç
bahsetmemeye çalışacağım. Bu "faili meçhul"leri Z. Demirkol ve arkadaşlarının
işlediği yolundaki söylentiler ise, en azından gecenin ilk saatleri için, doğru
değildi. Onlar biraz geç de olsa telefonları kesmeyi başarmışlar, Kars
Televizyonu'-• nu basıp yayının ihtilali desteklediğine emin olmuşlar ve gecenin
sonuna doğru, bütün gayretlerini saplantılı bir şekilde kafalarına taktıkları
"gür sesli bir kahramanlık ve serhat türkücüsü" bulmaya vermişlerdi. Bir
ihtilalin gerçek bir ihtilal olması için radyo ve televizyonlarda kahramanlık ve
serhat türküleri okunmalıydı çünkü.
Kışlalara, hastanelere, fen lisesine ve sabahçı çayhanelerine sorulduktan sonra
en sonunda nöbetçi itfaiyeciler arasında bulunan, önce tutuklanacağını hatta
kurşuna dizileceğini sanan ama doğru stüdyoya götürülen bu türkücünün lobideki
televizyondan duvarlar, alçı kaplamalar, perdeler arasından süzülüp gelen şiirli
sesini sabah uyanır uyanmaz işitti Ka. Yarı açık perdelerinden içeriye, yüksek
tavanlı, sessiz odasına olağanüstü bir güçle vuran tuhaf bir kar aydınlığı
vardı. Çok iyi uyumuş, dinlenmişti, ama daha yataktan kalkmadan önce bile,
içinde gücünü ve kararlılığını kıran bir suçluluk duygusu olduğunu biliyordu.
Sıradan bir otel müşterisi gibi başka bir yerde, başka banyoda olmanın tadını
çıkararak yüzünü yıkadı, tıraş oldu, soyundu, giyindi, pirinç bir ağırlığa bağlı
anahtarını alıp otelin lobisine indi.
Televizyondaki türkücüyü görüp otelin ve şehrin içine gömüldüğü sessizliğin
derinliğini (lobide fısıltıyla konuşuyorlardı) fark edince dün akşam neler
olduğunu ve aklının kendisinden sakladığı her şeyi bir bir anladı.
Resepsiyondaki çocuğa soğukça gülümsedi, şiddet ve siyasi saplantılarla kendini
tahrip eden bu şehirde vakit kaybetmeye hiç niyeti olmayan aceleci bir yolcu
gibi hemen bitişikteki yemek salonuna geçip kahvaltısını etmek istedi. Bir
köşede tüten bir semaverin üstünde tombul bir çaydanlık var-
172
di, bir tabakta ince ince kesilmiş Kars kaşarı, bir kâsede parlaklığını
kaybetmiş ölü zeytinler gördü.
Ka pencere kenarındaki bir masaya oturdu. Tülün aralığından bütün güzelliğiyle
gözüken karla kaplı sokağa bakakaldı. Boş sokakta öyle hüzünlü bir şey vardı ki,
Ka çocukluk ve gençliğindeki sokağa çıkmanın yasaklandığı nüfus ve seçmen
sayımlarını, genel aramaları ve herkesi radyoların, televizyonların başında
birleştiren askerî darbeleri tek tek hatırladı. Radyoda marşlar okunur,
sıkıyönetim bildirileri ve yasakları duyurulurken Ka hep boş sokaklarda olmak
isterdi. Herkesin tek bir konu etrafında toplandığı, bütün teyzelerin,
amcaların, komşuların birbirine yaklaştığı askerî darbe günlerini çocukluğunda
Ka, bazılarının Ramazan eğlencelerini sevmesi gibi severdi. Ka'nın çocukluğunu
aralarında geçirdiği İstanbullu orta ve yüksek burjuva aileler, hayatı kendileri
için çok daha güvenli kılan askerî darbelerden memnuniyetlerini biraz olsun
gizlemek ihtiyacıyla, her darbeden sonra ortaya çıkan saçma uygulamaları (bütün
istanbul'un kaldırım taşlarının kışla gibi kireçlenmesi, uzun saçlılann ve
sakallıların polis-asker zoruyla sokakta çevrilip kabaca tıraş edilmesi gibi)
sessizce, gülümseyerek iğnelerlerdi, istanbullu yüksek Türk burjuvaları
askerlerden hem çok korkarlar, hem de geçim sıkıntısı ve disiplinle yaşayan bu
memurları gizlice küçümserlerdi.
Yüzlerce yıl önce terk edilmiş bir şehri hatırlatan sokağa aşağıdan bir askerî
kamyon girince Ka çocukluğunda yaptığı gibi bir an dikkat kesildi. Odaya yeni
giren celep kılıklı bir adam birden Ka'ya sarıldı, yanaklanndan öptü.
"Gözümüz aydın, beyefendi! Memlekete, millete hayırlı olsun!" Tıpkı eski dini
bayramlarda yapıldığı gibi, askerî darbelerden sonra da hali vakti yerinde
yetişkinlerin birbirini böyle tebrik ettiklerini hatırladı Ka. Adama "hayırlı
olsun!" gibisinden o da bir-şeyler mırıldanmıştı, utandı bundan.
Mutfağa bakan kapı açıldı ve Ka bir anda yüzünden bütün kanın çekildiğini
hissetti. Kapıdan İpek çıkmıştı. Gözgöze geldiler ve Ka bir an ne yapacağını
bilemedi. İçinden ayağa kalkmak gelmişti o an, ama ipek ona gülümsemiş ve az
önce oturan adama yönelmişti. Elinde bir tepsi vardı, üzerinde bir fincan, bir
tabak.
173
İpek fincanla tabağı adamın masasına koyuyordu şimdi. Bir garson gibi.
Ka'yı bir karamsarlık, pişmanlık ve suçluluk duygusu sardı: İpek'e gerektiği
gibi selam veremediği için kendini suçluyordu, ama başka bir şeydi bu, kendinden
de saklayamayacağını anladı hemen. Her şey yanlıştı, dün bütün yaptıkları; ona,
yabancı bir kadına durup dururken evlenme teklif etmesi, onunla öpüşmeleri
(peki, bu güzeldi), başının bu derecede dönmüş olması, hep birlikte yemek
yerlerken onun elini tutmuş olması, dahası ona duyduğu başdöndürücü çekimi
sıradan Türk erkekleri gibi sarhoş olup çevresindeki herkese utanmadan göstermiş
olması. Şimdi ona ne diyeceğini çıkaramadığı için İpek sonsuza kadar yan masada
"garsonluk" yapsın istiyordu.
Celep kılıklı adam kabaca "Çay!" diye seslendi. Elindeki tepsi boşalan İpek
alışkanlıkla semavere yöneldi. Adamın çayını veren İpek hızla masasına
sokulurken Ka kalbinin atışlarını burnunun içinde hissetti.
"Ne oldu?" dedi İpek gülümseyerek. "İyi uyuyabildin mi?"
Dün geceye, dünkü mutluluklarına yapılan bu atıftan korktu Ka. "Kar hiç
dinmeyecek sanki," dedi zorlukla konuşarak.
Sessizce birbirlerini süzdüler. Ka hiçbir şey diyemeyeceğini, konuşursa bunun
yapay olacağını anladı. Susarak ve tek yapabildiğinin bu olduğunu göstererek
onun hafif şehla iri ela gözlerinin içine baktı. İpek Ka'nın şimdi dünkünden
bambaşka bir ruh halinde olduğunu sezmişti, onun şimdi bambaşka biri olduğunu da
anlamıştı. Ka, İpek'in içindeki karanlığı hissettiğini, hatta onu anlayışla
karşıladığını sezdi. Bu anlayışın kendisini hayatı boyunca bu kadına bağımlı
kılabileceğini de hissetti.
"Bu kar böyle daha sürer," dedi İpek dikkatle.
"Ekmek yok," dedi Ka.
"Ah, özür dilerim." Bir anda semaverin durduğu büfeye gitti. Tepsisini bırakıp
ekmek kesmeye başladı.
Ka duruma dayanamadığı için ekmek istediğini söylemişti. Şimdi "aslında ben de
gidip kesebilirdim" pozuyla kadının arkasından bakıyordu.
İpek'in üzerinde beyaz bir yün kazak, kahverengi uzun bir etek,
174
ta yetmişlerde moda olan ve artık kimsenin takmadığı iyice kalın bir kemer
vardı. Beli inceydi, kalçaları yerindeydi. Boyu Ka'nın boyuna uygundu. Ayak
bileklerini de beğendi Ka ve onunla Kars'tan Frankfurt'a birlikte dönmezse
hayatının sonuna kadar burada onun elini tutarken, yan şaka yarı ciddi öperken,
onunla şakalaşır-ken ne kadar mutlu olduğunu acıyla hatırlayacağını anladı.
İpek'in ekmek kesen kolu durunca, o dönmeden önce Ka başını yana çevirdi.
"Tabağınıza peynir, zeytin koyuyorum," diye seslendi İpek. Bir salonda
başkalarıyla birlikte olduklarını hatırlatmak için "siz" dediğini anladı Ka.
"Evet, lütfen," diye öteki kişilere dönük aynı sesle cevap verdi. Gözgöze
gelince onun az önce arkadan seyredildiğinin fazlasıyla farkında olduğunu
yüzünden anladı. İpek'in kadın-erkek ilişkilerini, kendisinin hiçbir zaman
beceremediği o zor diplomasinin inceliklerini çok iyi bildiğini düşünerek
korktu. Hayattaki tek mutluluk ihtimalinin o olmasından zaten korkuyordu.
"Ekmeği az önce askerî kamyon getirdi," dedi İpek, Ka'nın yüreğini ezen o tatlı
bakışıyla gülümseyerek. "Zahide Hanım sokağa çıkma yasağı yüzünden gelemediği
için ben bakıyorum mutfağa... Askerleri görünce çok korktum."
Çünkü askerler Hande'yi ya da Kadife'yi almak için gelmiş ola-bilirlermiş. Hatta
babası için de...
"Millet Tiyatrosu'ndaki kanları sildirtmek için hastanenin nöbetçi hademelerini
götürmüşler," diye fısıldadı İpek. Masaya oturdu. "Üniversite yurtlarını, imam
hatip okulunu, partileri basmışlar..." Oralarda da ölenler olmuş. Yüzlerce
kişiyi gözaltına almışlar ama bazılarını sabah bırakmışlar. Baskılı siyasal
dönemlere özgü bir havayla fısıldayarak konuşmaya başlaması, Ka'ya yirmi yıl
önceki üniversite kantinlerini, hep fısıltıyla anlatılan bu çeşitten işkence ve
zulüm hikâyelerini, bunlardan hem bir öfke ve keder, hem de tuhaf bir gururla
bahsedilişini hatırlattı. O zamanlar bir suçluluk duygusu ve iç kararmasıyla
Türkiye'de yaşadığını unutmak, evine dönüp kitap okumak isterdi. Şimdiyse
İpek'in sözünü bitirmesine yardım eder diye, "Çok korkunç, çok!" diye bir söz
hazırlamıştı, ağzının içindeydi, ama söylemeye her niyetlenişinde yapmacıklı
olacağını hissederek cayıyor, suçlu suçlu peynir ekmeğini yiyordu.
175
¦ uece ı\a uyurKen ve >ajoan -
Böylece ipek, babaları imam hatipli oğullarının cesedini teşhis etsinler diye
Kürt köylerine yollanan araçların yolda kaldığını, herkese elindeki silahı
devlete teslim etmesi için bir gün tanındığını, Kuran kurslarının ve siyasal
parti faaliyetlerinin yasaklandığını fısıldarken, Ka onun ellerine baktı,
gözlerinin içine, uzun boynunun güzel tenine, kumral saçlarının bu boynun
üzerine düşüşüne. Onu sevebilir miydi? Bir ara Frankfurt'ta Kaiserstrasse'de
yürüdüklerini, akşam sinemaya gittikten sonra evlerine geri döndüklerini gözünün
önüne getirmeye çalıştı. Ama karamsarlık hızla ruhuna yayılıyordu. Kadının
sepetteki ekmeği yoksul evlerinde yapıldığı gibi kalın kalın kesmesine, daha da
kötüsü, bu kalın dilimlerden bolkepçe lokantalarında yapıldığı gibi bir piramit
yapmasına takılıyordu dikkati şimdi.
"Lütfen, başka şeylerden bahset şimdi bana," dedi Ka dikkatle.
İki bina ötede, arka bahçelerden geçerken ihbar üzerine yakalanan birini
anlatıyordu İpek, anlayışla sustu.
Bir korku gördü Ka onun gözlerinde. "Dün çok mutluydum, biliyorsun, yıllardan
beri ilk defa şiir de yazıyordum," diye açıkladı Ka. "Ama şimdi bu hikâyelere
dayanamıyorum."
"Dünkü şiirin çok güzeldi," dedi İpek.
"Mutsuzluk her yerimi sarmadan bugün bana yardım eder misin?"
"Ne yapayım?"
"Şimdi yukarı odama çıkıyorum," dedi Ka. "Biraz sonra gel ve başımı ellerinin
arasında tut. Birazcık, daha fazla değil."
Ka daha söylerken İpek'in korkulu gözlerinden bunu yapamayacağını anlayarak
kalktı. Taşralıydı, buralıydı; Ka'ya yabancıydı ve bir yabancının anlayamayacağı
bir şey istemişti ondan. Kadının yüzündeki anlayışsızlığı görmemek için baştan
bu aptalca teklifi yapmamalıydı. Merdivenleri hızla çıkarken ona âşık olduğuna
kendini inandırdığı için de suçladı kendini. Odasına girdi, yatağa attı kendini
ve önce İstanbul'dan buraya gelmekle ne kadar aptallık ettiğini, sonra da
Frankfurt'tan Türkiye'ye gelmekle yaptığı yanlışı düşündü. Yirmi yıl önce oğlunu
normal bir hayat yaşasın diye şiirden, edebiyattan uzak tutmaya çalışan annesi,
kırk iki yaşma gelince, onun mutluluğunun Kars şehrinde "mutfağa
bakan" ve ekmekleri kalın kalın dilimleyen bir kadına bağlı olduğunu
bilseydi ne derdi? Babası oğlunun Kars'ta köyden gelme bir şeyhin önünde diz
çöküp gözyaşlarıyla Allah'a inancından söz ettiğini işitseydi ne derdi? Dışarıda
yeniden başlayan karın kederli ve iri taneleri penceresinin önünden ağır ağır
geçiyordu.
Kapı vuruldu, fırlayıp umutla açtı. Ipek'ti, ama bambaşka bir ifade vardı
yüzünde: Askerî bir aracın geldiğini, içinden çıkan biri asker iki kişinin Ka'yı
sorduğunu söyledi. Onlara burada olduğunu, haber vereceğini söylemişti.
"Peki," dedi Ka.
"İstiyorsan iki dakika sana o masajı yapayım," dedi İpek.
Ka onu içeriye çekti, kapıyı kapadı, bir kere öptü, sonra yatağın başına oturttu
onu. Kendisi de yatağa uzanıp başını onun kucağına koydu. Böyle bir süre
sessizce durdular ve pencereden dışarıya yüz on yıllık belediye binasının
çatısındaki karda gezinen kargalara baktılar.
"Tamam, yeter, teşekkür ederim," dedi Ka. Kül rengi paltosunu çividen özenle
alıp çıktı. Merdivenlerden inerken kendisine Frankfurt'u hatırlatan paltoyu bir
an kokladı ve Almanya'daki hayatını bütün renkleriyle bir an özledi. Paltoyu
Kaufhof'tan aldığı gün kendisine yardım eden, iki gün sonra paltonun boyu
kısaltıldığında bir kere daha gördüğü sarışın bir tezgâhtar vardı, Hans
Hansen'di adı. Belki de fazla Alman olan bu adı ve sarışınlığı yüzünden Ka onu
gece uykusunun aralığında aklına getirdiğini de hatırladı.
176
177
21
Ama hiçbirini tanımıyorum
Ka SOĞUK KORKUNÇ ODALARDA
Ka'yı aldırmak için o zamanlar bile artık Türkiye'de az kullanılan eski cemse
kamyonlardan birini yollamışlardı. Otelin lobisinde Ka'yı karşılayan gaga
burunlu, beyaz tenli gençten sivil bir adam onu kamyonun önüne, ortaya oturttu.
Kendi de yanına, kapı tarafına geçti. Sanki Ka kapıyı açıp kaçmasın diye. Ama
oldukça kibar davranmıştı Ka'ya, "efendim" demişti ve Ka bundan adamın sivil
polis değil, Milli İstihbarat Teşkilatından bir subay olduğu ve belki de
kendisine kötü davranılmayacağı sonucunu çıkarmıştı.
Şehrin bomboş ve bembeyaz sokaklarından ağır ağır geçtiler. Askerî kamyonun
birkaç çalışmaz ibreyle süslü şoför yeri iyice yüksekte olduğu için Ka tek tük
açık perdelerden bazı evlerin içlerini görüyordu. Televizyonlar her yerde
açıktı, ama bütün Kars perdelerini çekmiş, içine dönmüştü. Bambaşka bir şehrin
sokaklarında ilerliyorlarmış da, kara güçlükle yetişen sileceklerin arkasından
gördükleri rüyalardan çıkma sokakların, Baltık tarzı eski Rus evlerinin, karla
kaplı iğde ağaçlarının güzelliğinden, şoförle gaga burunlu adam da büyülenmiş
gibi geldi Ka'ya.
Emniyet müdürlüğünün önünde durdular ve kamyonda iyice üşüdükleri için çabucak
içeri girdiler. Düne kıyasla, içerisi öylesine kalabalık ve hareketliydi ki,
böyle olacağını bilmesine rağmen bir an korktu Ka. Pek çok Türk'ün birlikte
çalıştığı yerlere özgü o
178
Ka Soğuk Korkunç Odalarda
tuhaf dağınıklık ve hareket vardı burada. Mahkeme koridorlarını, futbol
stadyumlarının kapılarını, otobüs garajlarını hatırladı Ka. Ama tentürdiyot
kokulu hastanelerde hissettiği bir dehşet ve ölüm havası da vardı. Yakında bir
yerde birisine işkence yapıldığı düşüncesi, bir suçluluk duygusu ve korku
şeklinde ruhunu sardı.
Dün akşamüstü Muhtar'la çıktıkları merdivenleri tekrar çıkarken buraya hakim
olan kişilerin tavırlarını, rahatlıklarını bir içgüdüyle benimsemeye çalıştı.
Açık kapılardan hızla çalışan daktiloların tıkırtılarını, bağıra bağıra telsizle
konuşanları, merdivenlerden çaycıya seslenenleri işitti. Kapı önlerine konmuş
banklarda, birbirlerine kelepçelenmiş, üstü başı darmadağınık ve yüzleri
morluklar içerisinde sorgu sırasını bekleyen gençleri gördü, onlarla gözgöze
gelmemeye çalıştı.
Onu dün Muhtar ile birlikte oturduğu odanın bir benzerine aldılar ve katilin
yüzünü görmediğini söylemesine rağmen eğitim enstitüsü müdürünün dün resimlerden
çıkaramadığı katilini belki bu sefer alt katta, gözaltındaki İslamcı öğrenciler
arasında teşhis edebileceğini söylediler. Ka "ihtilal"den sonra polisin
MİT'çilerin denetimine geçtiğini ve bu ikisinin arasında bir çekişme olduğunu
anladı.
Yuvarlak yüzlü bir istihbarat görevlisi Ka'ya dün saat dört civarında nerede
olduğunu sordu.
Bir an Ka'nın yüzü kül gibi oldu. "Şeyh Saadettin Efendi'yi de görmemin iyi
olacağını söylemişlerdi," diyordu ki yuvarlak yüzlü sözünü kesti. "Hayır, ondan
önce!" dedi.
Ka'nın sustuğunu görünce Lacivert ile görüştüğünü hatırlattı. Zaten her şeyi
baştan bildiği ve Ka'yı mahcup ettiği için üzülmüş gibi yapıyordu. Ka bunda da
bir iyi niyet görmeye çalıştı. Sıradan bir polis komiseri olsa Ka'nm bu
görüşmeyi sakladığını iddia eder, polisin her şeyi bildiğini böbürlenerek kabaca
yüzüne vururdu.
Yuvarlak yüzlü istihbarat görevlisi "geçmiş olsun" diyen bir havayla Lacivert'in
ne kadar azılı bir terörist, ne büyük bir komplocu ve İran'ın beslediği yeminli
bir cumhuriyet düşmanı olduğunu anlattı. Bir televizyon sunucusunu öldürdüğü
kesindi ve bu yüzden hakkında tutuklama kararı vardı. Bütün Türkiye'yi geziyor,
şeriatçıları örgütlüyordu. "Kim görüştürdü sizi onunla?"
179
Ka Soğuk Korkunç Odalarda
"Adını bilmediğim bir imam hatip lisesi öğrencisi," dedi Ka.
"Şimdi onu da teşhis etmeye çalışın," dedi yuvarlak yüzlü istihbaratçı. "İyice
bakın, hücre kapılarının üzerindeki gözetleme penceresinden bakacaksınız.
Korkmayın, sizi tanımazlar."
Geniş bir merdivenden Ka'yı aşağı indirdiler. Yüz küsur yıl önce bu ince uzun
yapı bir Ermeni vakfının hastanesiyken burası odunluk ve hademe yatakhanesi
olarak kullanılmıştı. Daha sonra 1940'larda bina devlet lisesine çevrilince,
duvarlar yıkılmış, burası da yemekhane olmuştu. Sonraki yıllarda Batı düşmanı
Marksist olacak pek çok Karslı genç 1960'larda, çocukluklarında UNI-CEF'in
yolladığı süt tozundan yapılmış ayranla hayatlarının ilk balık yağı tabletlerini
pis kokudan mideleri bulanarak burada yutmuşlardı. Bu geniş bodrumun bir kısmı
şimdi bir koridorla, ona açılan on dört küçük hücreye dönüşmüştü.
Hareketlerinden bu işi daha önce yaptığı anlaşılan bir polis Ka'nm kafasına bir
subay şapkasını özenle koydu. Ka'yı otelden alan gaga burunlu MİT görevlisi, çok
bilmiş bir havayla, "Bunlar subay şapkasından çok korkar," dedi.
Sağdaki ilk kapıya yaklaşılınca polis sert bir hareketle demir hücre kapısının
üzerindeki küçük pencereyi açtı, bütün gücüyle "Dikkat, komutan!" diye bağırdı.
Ka el büyüklüğündeki pencereden içeri baktı.
İrice bir yatak büyüklüğünde bir hücrenin içinde beş kişi gördü , Ka. Belki de
daha fazlaydılar: Üstüsteydiler çünkü. Hepsi karşıdaki pis duvara sıkışıp
yaslanmış, askerlik yapmadıkları için acemi- j ce esas duruşa geçmiş, daha
önceden tehditle öğretildiği gibi gözlerini de kapamışlardı. (Bazılarının yarı
kapalı gözkapaklarının arasından kendisine baktığını hissetti Ka.) "İhtilal"
olalı henüz on bir saat geçmesine rağmen hepsinin saçı sıfır numara kesilmişti
ve hepsinin yüzü gözü dayaktan şiş içindeydi, içerisi koridordan daha
aydınlıktı, ama hepsini birbirine benzetti Ka. Sersemlemişti: Bir acıma, korku
ve utanç kapladı içini. Necip'i onlar arasında göremediği için sevindi.
İkinci ve üçüncü pencerede de kimseyi teşhis edemediğini görünce gaga burunlu
Milli İstihbarat görevlisi, "Korkulacak bir şey yok," dedi. "Zaten yollar
açılınca buradan basıp gideceksiniz."
180
"Ama hiçbirini tanıyamıyorum," dedi Ka hafif bir dikbaşlılıkla.
Daha sonra birkaç kişiyi tanıdı: Birini sahnedeki Funda Eser'e İaf atarken
gördüğünü çok iyi hatırlıyordu, sürekli slogan atan bir başkasını da. Bir ara
onları ihbar ederse, polisle işbirliği yapmaya niyetli olduğunu kanıtlayacağını,
böylece karşılaştıklarında Necip'i görmezlikten gelebileceğini düşündü (nasılsa
bu gençlerin suçlan da ciddi değildi çünkü).
Ama kimseyi ihbar etmedi. Bir hücrede yüzü gözü kanlı bir genç, "Komutanım,"
diye yalvardı Ka'ya. "Annemize duyulmasınlar."
Büyük ihtimal ihtilalin ilk heyecanıyla alet kullanmadan yumrukları ve
çizmeleriyle dövmüşlerdi bu gençleri. Son hücrede de Ca, eğitim enstitüsü
müdürünü vuran adama benzer birini göre-ledi. Necip buradaki korkulu gençler
arasında da olmadığı için ie rahatladı.
Yukarıda yuvarlak yüzlü adam ile ona emir verenlerin bir an önce eğitim
enstitüsü müdürünün katilini bulup Karslılara ihtilalin bir başarısı olarak
sunmakta, belki de onu hemen asmakta çok kararlı olduklarını anladı. Odada şimdi
bir de emekli binbaşı vardı. Sokağa çıkma yasağına rağmen bir yolunu bulup
emniyet müdürlüğüne gelen adam, gözaltına alınan yeğeninin salıverilmesini
istiyordu. En azından işkence yapılarak genç akrabasının "topluma
küstürülmemesini" rica ediyor, çocuğun yoksul annesinin, devlet bütün
öğrencilere bedava yün palto ve ceket dağıtıyor yalanına kanarak oğlunu imam
hatip okuluna yazdırdığını, aslında ailece cumhuriyetçi ve Atatürkçü olduklarını
anlatıyordu. Yuvarlak yüzlü adam emekli binbaşının sözünü kesti.
"Binbaşım burada kimseye kötü davranılmıyor," dedi ve Ka'yı bir kenara çekti:
Katil ile Lacivert'in adamları (Ka onun bu ikisinin aynı kişiler olduğunu tahmin
ettiğini sezdi) belki de yukarıda veterinerlik fakültesindeki gözaltında
tutulanlar arasındaydılar.
Böylece Ka'yı otelden alan gaga burunlu adamla gene aynı as-jkerî kamyona
bindiler. Yolculuk boyunca Ka boş sokakların güzelliğiyle, en sonunda emniyet
müdürlüğünden çıkabilmiş olma-Isıyla ve sigaranın keyfiyle mutluydu. Aklının bir
yanı askerî darbe olduğu, memleket dincilere teslim edilmediği için sinsice
sevindiğini de söylüyordu kendine. Böylece vicdanını rahatlatmak için
181
polisle ve askerle işbirliği yapmamaya yemin etti. Hemen sonra aklına yeni bir
şiir öylesine güçle ve tuhaf bir iyimserlikle geldi ki, gaga burunlu MİT
görevlisine "Bir çayhanede durup çay içmek mümkün mü?" diye sordu.
Şehrin her iki adımda bir rastlanan işsiz çayhanelerinin çoğu kapalıydı, ama
kenarda bekleyen bir askerî kamyonun dikkat çekmeyeceği Kanal Sokak'ta ocakçısı
çalışan bir çayhane gördüler. İçeride sokağa çıkma yasağının sona ermesini
bekleyen bir çırak çocuktan başka bir köşede oturan üç genç vardı. Biri subay
şapkalı biri sivil iki kişinin kapıdan girdiklerini görünce gerilmişlerdi.
Gaga burunlu adam hemen paltosunun içinden tabancasını çıkardı ve Ka'da saygı
uyandıran profesyonel bir tavırla gençleri üzerinde koskocaman bir İsviçre
manzarası asılı duran duvara dayadı, üzerlerini aradı, kimliklerini aldı. İşin
ciddiye varmayacağına karar veren Ka yanmayan sobanın hemen yanına bir masaya
oturdu ve aklındaki şiiri rahat rahat yazdı.
Daha sonra "Rüya Sokaklar" adını vereceği şiirin çıkış noktası karlı Kars
sokaklarıydı, ama eski İstanbul sokaklarından, Ermenilerden kalan hayalet şehir
Ani'den, Ka'nın rüyalarında gördüğü boş, korkulu ve harika şehirlerden pek çok
şey vardı bu otuz altı mısrada.
Ka şiirini bitirince siyah beyaz televizyonda sabahki türkücünün yerini Millet
Tiyatrosu'ndaki ihtilalin aldığını gördü. Kaleci Vural aşklarını ve yediği
golleri anlatmaya yeni başladığına göre yirmi dakika sonra kendisini şiir
okurken televizyonda görebilecekti. Unutup defterine yazamadığı şiiri hatırlamak
istiyordu Ka.
Çayhaneye arka kapıdan dört kişi daha girdi, gaga burunlu MİT görevlisi onları
da tabancasını çekip duvara dizdi. Çayhaneyi işleten Kürt "komutanım" dediği MİT
görevlisine bu adamların sokağa çıkma yasağını çiğnemediklerini, avludan bahçeye
geçerek geldiklerini anlatıyordu.
MİT görevlisi sezgisel bir kararla bu lafların doğruluğunu denetlemeye karar
verdi. Adamlardan birinin zaten kimliği yoktu üzerinde, korkudan çok fazla
titriyordu. MİT görevlisi ona aynı yoldan kendisini evine götürmesini söyledi.
Duvara dayalı gençleri çağırdığı şoföre bıraktı. Şiir defterini cebine koymuş
olan Ka da peş-
182
lerine takıldı, çayhanenin arka kapısından karla kaplı buz gibi bir avluya
çıktılar, alçak bir duvan aşıp, buz tutmuş üç basamağı çıkıp, zincirli bir
köpeğin havlayışları arasında, Kars'taki çoğu binalar gibi döküntü, boyasız bir
beton yapının bodrumuna indiler. Pis bir kömür ve uyku kokusu vardı burada. Önde
giden adam uğul-dayan bir kalorifer kazanının yanında boş karton kutular ve
sebze sandıklarıyla yapılmış bir köşeye sokuldu: derme çatma bir yatakta uyuyan
beyaz yüzlü, olağanüstü güzel genç bir kadın gördü Ka, içgüdüyle başını çevirdi.
O sırada kimliksiz adam gaga burunlu MİT görevlisine bir pasaport verdi, Ka
kalorifer kazanından gelen uğultu yüzünden aralarında ne konuştuklarını
işitemiyordu, ama yarı karanlıkta adamın ikinci bir pasaport daha çıkardığını
gördü.
Çalışıp para kazanmaya Türkiye'ye gelmiş bir Gürcü kan kocaydı bunlar. Çayhaneye
döndüklerinde MİT görevlisinin kimliklerini geri verdiği duvara dayalı işsiz
gençler hemen onlardan şikâyet ettiler: Kadın veremliydi, ama orospuluk yapıyor,
şehre inen mandıra sahipleri, deri tüccarlanyla yatıyordu. Kocası da öteki
Gürcüler gibi yarı fiyatına çalışmaya razı olduğu için kırk yılda bir amele
pazarında bir iş çıkarsa Türk vatandaşlarının elinden işini alıyordu. Bunlar o
kadar parasız ve pintiydiler ki otele para vermiyor, su idaresinin hademesinin
eline ayda beş Amerikan dolan toka edip bu kazan dairesinde yaşıyorlardı.
Söylentiye göre memleketlerine dönünce kendilerine bir ev alacaklar,
hayatlarının sonuna kadar iş yapmayacaklardı. Kutularda burada ucuza aldıkları
ve Tiflis'e geri dönünce satacakları deri eşyalar vardı, iki kere smırdışı
edilmiş, gene bir yolunu bulup bu kazan dairesindeki "evlerine" dönmeyi
başarmışlardı. Rüşvet yiyen polislerin bir türlü temizlemediği böyle mikropları
askerî idare Kars'tan temizlemeliydi.
Böylece çayhane sahibinin misafirlerine sunmaktan büyük bir memnuniyet duyduğu
çaylarını içerlerken, gaga burunlu MİT görevlisinin de cesaretlendirmesiyle
çekine çekine masalarına oturan bu işsiz güçsüz gençler askerî darbeden
bekledikleri, temennileri ve çürümüş siyasetçilerden şikayetleriyle birlikte
ihbar niteliğinde pek çok dedikodu da anlattılar: Kaçak hayvan kesimlerini,
Tekel deposunda dönen hileleri, bazı müteahhitlerin daha ucuza çalışıyor diye
Ermenistan üzerinden et kamyonlarıyla kaçak işçi
183
r\d iuguK RorKunç uaaıaraa
getirip barakalarda yatırdığını, bazısının adamı bütün gün çalıştırıp hiç para
ödemediğini... Bu işsiz gençler "askerî darbe"nin belediye seçimini kazanmak
üzere olan "dincilere" ve Kürt milliyetçilerine karşı yapıldığını sanki hiç fark
etmemişlerdi. Dün akşamdan beri Kars'ta olup bitenler şehirdeki işsizliğe,
ahlaksızlığa son vermek ve onlara bir iş bulmak içinmiş gibi davranıyorlardı.
Askerî kamyonda Ka, gaga burunlu MİT görevlisinin Gürcü kadının pasaportunu
çıkarıp resmine baktığını sezdi bir ara. Tuhaf bir heyecan ve utanç duydu
bundan.
Veteriner fakültesinde durumun emniyet müdürlüğünde gördüklerinden çok daha
beter olduğunu Ka binaya girer girmez hissetti. Bu buz gibi binanın
koridorlarında yürürken kimsenin kimseye acımaya vakti olmadığını hemen anladı.
Buraya Kürt milliyetçileri, arada bir sağa sola bomba atıp bildiri bırakan sol
teröristlerden ele geçirilenler ve daha çok da adı MİT kayıtlarında taraftar
diye geçen herkes getirilmişti. Polisler, askerler ve savcılar bu iki takımın
birlikte yaptıkları eylemlere katılanları, Kürt gerillalarının dağlardan şehrin
içine sızma çabalarına yardımcı olanları, çeşit çeşit şüphelileri siyasal
İslamcılara uyguladıklarından çok daha sert ve acımasız yöntemlerle sıkı bir
biçimde sorgudan geçi-riyorlardı.
Uzun boylu, iri yapılı bir polis Ka'nın koluna yürümekte zorlanan bir ihtiyara
şefkatle yardım eder gibi girdi ve onu içinde korkunç işler yapılan üç derslikte
gezdirdi. Arkadaşımın daha sonra tuttuğu defterlerde yaptığı gibi, o odalarda
gördüklerinden çok söz etmemeye çalışacağım.
Birinci dersliğe girip oradaki şüphelilerin halini üç-beş saniye gördükten sonra
Ka insanoğlunun bu dünyadaki yolculuğunun ne kadar kısa olduğunu düşünmüştü ilk.
Sorgudan geçirilmiş şüphelileri gördükçe başka çağlara, uzak uygarlıklara, hiç
gidilmemiş ülkelere ilişkin kimi hayaller ve istekler bir rüyadaki gibi
gözlerinin önünde canlandı. Ka ve odadakiler kendilerine verilen hayatın dibine
ulaşmış bir mum gibi tükenmekte oluşunu derinden hissediyorlardı. Bu odaya
defterinde Ka sarı oda diyecekti.
İkinci dersanede daha az durduğu duygusu uyandı Ka'da. Burada birileriyle
gözgöze gelmiş, onları dün şehri gezerken bir çayha-
184
na iuyuK ı\orKunç uaaıaraa
nede gördüğünü hatırlamış, gözlerini suçluluk duygularıyla ka-. çırmıştı.
Onların çok uzak bir rüya ülkesinde olduklarını hissediyordu şimdi.
Üçüncü dersanede iniltiler, gözyaşları ve ruhunda genişleyen derin bir
sessizlikte Ka her şeyi bilen bir gücün bu bilgiyi bize vermeyerek bu dünyadaki
hayatı bir eziyete dönüştürdüğünü hissetti. Bu odada kimseyle gözgöze gelmemeyi
başarmıştı. Bakıyordu ama gözünün önündekileri değil, kafasının içindeki bir
rengi görüyordu. Bu renk en çok kırmızıya benzediği için bu odaya kırmızı oda
diyecekti. İlk iki dersanede hissettiği, hayatın kısa, insanın suçlu olduğu
duygusu burada birleşmiş, Ka'yı gördüğü manzaranın korkunçluğuna rağmen
rahatlatmıştı.
Veteriner fakültesinde de kimseyi teşhis edememesinin bir kuşku ve güvensizlik
yarattığının farkındaydı. Necip'e rastlamamak onu öylesine rahatlatmıştı ki gaga
burunlu adam bir de son olarak, gene teşhis amacıyla, Sosyal Sigortalar
Hastanesi'nin morgun-daki cesetlere bakmasını istediğini söyleyince Ka oraya bir
an önce gitmek istedi.
Sosyal Sigortalar Hastanesi'nin bodrum katındaki morgda Ka'ya ilk olarak en
şüpheli cesedi gösterdiler. Askerlerin ikinci yaylım ateşi sırasında slogan
atarken üç kurşun yiyip düşen İslamcı militandı bu. Ama Ka onu tanımıyordu hiç.
Cesede ihtiyatla sokulmuş, saygılı ve gergin bir hareketle selamlar gibi
bakmıştı. Mermerin üzerinde üşür gibi yatan ikinci ceset küçücük bir ihtiyar
dedenindi. Sol gözü kurşunla parçalandıktan sonra akan kanla kapkara bir deliğe
dönüşmüştü. Polis askerlik yapan torununu görmek için Trabzon'dan geldiğini
belirleyemediği ve ufak tefekli-ği şüphe çektiği için gösteriyordu onu. Üçüncü
cesede sokulduğunda biraz sonra göreceği İpek'i düşünüyordu iyimserlikle. Bu
cesedin de tek gözü parçalanmıştı. Bir an bunun morgda yatan cesetlerin başına
gelen bir şey olduğunu düşünüverdi. Yaklaşıp ölü gencin beyaz yüzünü daha
yakından görünce içinde birşeyler yıkılıp gitti.
Necip'ti. Aynı çocuksu yüz. Soran bir çocuğun aynı öne uzanmış dudakları. Ka
hastanenin soğukluğunu ve sessizliğini hissetti. Aynı gençlik sivilceleri. Aynı
kemerli burun. Aynı kirli öğrenci ce-
185
keti. Ka bir an ağlayacağını sandı ve telaşa kapıldı. Bu telaş oyaladı onu ve
gözyaşları akmadı. On iki saat önce avucunu bastırdığı alnının ortasında bir
kurşun deliği vardı. Necip'i ölü gibi gösteren şey yüzünün soluk mavimsi
beyazlığı değil, gövdesinin bir tahta gibi uzanmasıydı. Sağ olduğu için bir
şükran duygusu geçti Ka'nın içinden. Bu onu Necip'ten uzaklaştırdı. Öne doğru
eğildi, arkasında kavuşturduğu ellerini çözdü, Necip'i omuzlarından tutup iki
yanağından öptü. Soğuktu yanakları, ama sert değildiler. Yarı açık tek gözünün
yeşili Ka'ya bakıyordu. Ka kendini toparladı ve gaga burunlu adama bu
"arkadaşın" dün yolda kendisini durdurduğunu, bilimkurgu yazarı olduğunu
belirttiğini, sonra da Lacivert'e götürdüğünü söyledi. Onu öpmüştü, çünkü bu
"deli-kanlı"nın çok saf bir yüreği vardı.
22
Tam Atatürk'ü oynayacak adam
SUNAY ZAİM'İN ASKERLİK VE MODERN TİYATRO KARİYERİ
186
Ka'nın Sosyal Sigortalar Hastanesi'nin morgunda gördüğü cesetlerden birini
teşhis ettiği alelacele yazılıp imzalanan bir tutanağa geçirildi. Ka ile gaga
burunlu adam aynı askerî kamyona binerek ürkek köpeklerin kenara çekilip onları
seyrettiği seçim afişleri ve intihar karşıtı posterler asılı bomboş sokaklardan
geçtiler. Yol aldıkça kapalı perdelerin aralandığını, oyuncu çocukların, meraklı
babaların geçen kamyona bir bakış attıklarını görebiliyordu Ka, ama aklı hiç
orada değildi. Necip'in yüzü, kaskatı uzanışı gözünün önünden gitmiyordu. Otele
varınca İpek'in kendisini teselli edeceğini hayal ediyordu ama kamyon boş şehir
meydanını geçtikten sonra Atatürk Caddesi'nin aşağılarına doğru indi ve Millet
Tiyatrosu'ndan iki sokak aşağıda, Rus döneminden kalma doksan yıllık bir binanın
az ötesinde durdu.
Kars'a ilk geldiği akşam da güzelliği ve bakımsızlığı yüzünden Ka'yı
hüzünlendiren tek katlı bir konaktı burası. Şehir Türklerin eline geçtikten
sonra ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında, Sovyetler Birliği'yle odun ve deri
ticareti yapan ünlü tüccarlardan Maruf Bey ve ailesi burada aşçıları, uşakları,
atlı kızakları ve at arabalarıyla yirmi üç yıl debdebeyle yaşamıştı. İkinci
Dünya Savaşı'mn sonunda, soğuk savaşın başladığı zamanlarda Milli Emniyet,
Kars'ın Sovyetler ile ticaret yapan ünlü zenginlerini casusluk suç-
187
-------------------Sunay Zaım'ın AskerıiK ve Moaern ı lyatro Kariyeri-----------
--------
lamasıyla tutuklayıp ezince, onlar da bir daha geri dönmemecesi-ne kaybolmuşlar,
-
aysyzgije
12 years ago
- konak da sahipsizlik ve miras davaları yüzünden yirmi yıla yakın boş kalmıştı.
1970'lerin ortasında eli sopalı bir Marksist fraksiyon burayı işgal edip merkez
olarak kullanmış, bazı siyasi cinayetler burada planlanmış (belediye başkanı
avukat Muzaffer Bey yaralı olarak kurtulmuştu), 1980'deki askerî darbeden sonra
yapı boşalmış, daha sonra yandaki küçük dükkânı alan uyanık bir buzdolabı ve
soba satıcısının deposuna, üç yıl önce de İstanbul ve Arabistan'da terzilik
yapıp biriktirdiği parayla memleketine dönen girişimci ve hayalperest bir
terzinin overlok atölyesine dönüştürülmüştü.
Ka içeriye girer girmez, turuncu güllü duvar kâğıtlarının yumuşacık ışığında
birer tuhaf işkence makinesi gibi gözüken bu düğme makinelerini, eski tarz büyük
dikiş makinelerini, duvarlardaki çivilere asılı iri makaslan gördü.
Sunay Zaim üzerinde Ka'nın onu iki gün önce ilk gördüğünde giydiği yıpranmış
palto ve kazak, ayaklarında asker çizmeleri, parmaklarının arasında filtresiz
bir sigara odada aşağı yukarı yürüyordu. Ka'yı görünce eski ve sevgili bir dostu
görmüş gibi yüzü ışıdı, koşup sarıldı ve öptü onu. Öpüşünde tıpkı oteldeki celep
kılıklı adam gibi "darbe memlekete hayırlı olsun!" diyen bir yan da vardı,
Ka'nın garipsediği fazla arkadaşça bir yan da. Ka daha sonra bu arkadaşlığı iki
İstanbullunun Kars gibi fakir ve ücra bir yerde, zor koşullarda karşılaşmasıyla
açıklayacaktı ama bu koşulların bir kısmını onun yarattığını da biliyordu artık.
"Kasvetin karanlık kartalı benim içimde her gün kanatlanır," dedi Sunay,
esrarengiz bir havayla gururlanarak. "Ama kendimi kaptırmam, sen de tut kendini.
Her şey iyi olacak."
Büyük pencerelerden içeri vuran kar ışığında Ka yüksek tavanlarının
köşelerindeki kabartmaları ve koca sobasıyla bir zamanlar güngördüğünü hiç
saklamayan geniş odadaki eli telsizli adamlardan, sürekli kendisini süzen iri
kıyım iki korumadan, koridora açılan kapının yanında duran masadaki harita,
silah, daktilo ve dosyalardan burasının "ihtilalin" yönetim merkezi, Sunay'ın
elinde de pek çok güç olduğunu anladı hemen.
"Bir zamanlar, ki en kötü zamanlarımızdı onlar," dedi Sunay
188
• Sunay Zaim'in Askerlik ve Modern Tiyatro Kariyeri ¦
odada aşağı yukarı yürürken, "en ücra, en sefil, en rezil taşra kentlerinde,
değil oyunlarımızı sahneleyeceğimiz bir mekân, gece kafamızı sokup
uyuyabileceğimiz bir otel odası bile bulamayacağımı, orada olduğu söylenen eski
dostun da şehri zaten çoktan terk ettiğini öğrendiğimde keder denen kasvet
içimde ağır ağır kıpırdamaya başlardı. Ona yakalanmamak için koşturur, şehirde
modern sanata, modern âlemden gelen biz habercilere ilgi duyabilecek birisi var
mı diye doktorları, avukatları, öğretmenleri kapı kapı dolaşırdım. Elimdeki tek
adreste de kimse olmadığını öğrenince ya da polisin bize gösteri yapmak için
zaten izin vermeyeceğini anladığımda, ya da -son bir umut- izin almak için
huzuruna çıkmak istediğim kaymakam beni kabul bile etmeyince içimdeki karanlığın
artık ayaklanacağını korkuyla anlardım. O zaman göğsümde uyuklamakta olan kartal
ağır ağır kanatlarını açar ve beni boğmak üzere havalanırdı. O zaman dünyanın en
sefil çayhanesinde, o da yoksa otobüs garajlarının girişindeki yükseltide, bazan
bizim oyuncu kızlardan birine göz koyan istasyon müdürü sayesinde istasyonda,
itfaiye garajlarında, boş ilkokulların dersa-nelerinde, salaş lokantalarda, bir
berber salonunun vitrininde, han merdivenlerinde, ahırlarda, kaldırımlarda
oyunumu oynar, kasvete teslim olmazdım."
Koridora açılan kapıdan içeriye Funda Eser girerken Sunay "ben"den "biz"e
geçmişti. Çiftin aralarında öyle bir yakınlık vardı ki, bu geçişte yapay hiçbir
şey hissetmedi Ka. Funda Eser o büyük gövdesini acele ve zarafetle yaklaştırıp
Ka'nın elini sıktı, kocasıyla fısıldaşarak bir şey konuştu ve aynı meşgul
havayla dönüp gitti.
"Onlar bizim en kötü yıllarımızdı," dedi Sunay. "Toplumun, İstanbul ve
Ankara'daki budalaların gözünden düşüşümüzü bütün gazeteler yazmıştı. Hayatımın
-ancak deha sahibi talihlilere gelen-en büyük fırsatını yakaladığım, evet, tam
sanatımla tarihin akışına müdahale edeceğim gün birden her şey ayağımın altından
çekilince bir anda en sefil çamurun içine düştüm. Orada da yılmadım ama,
kasvetle çarpıştım. Bu çamurun içine daha da dalarsam, pisliğin, rezilliğin,
yoksullukla cehaletin içinde, asıl malzemeye, o büyük cevhere ulaşacağıma
inancımı hiç kaybetmedim. Sen niye korkuyorsun?"
189
¦ Sunay Zaim'in Askerlik ve Modern Tiyatro Kariyeri
Koridordan beyaz gömlekli bir doktor elinde çantasıyla belirdi. Tansiyon aletini
yarı sahte bir telaşla çıkarıp takarken Sunay pencereden dökülen beyaz ışığa
öyle bir "trajik" edayla baktı ki Ka onun 1980'lerin başındaki "toplumsal gözden
düşüş"ünü hatırladı. Ama Ka Sunay'ın asıl ününü yaptığı 1970'lerdeki rollerini
daha iyi hatırlıyordu. Siyasal sol tiyatronun altın çağını yaşadığı o yıllarda
pek çok küçük tiyatro topluluğu arasında Sunay'ın adını öne çıkartan şey
oyunculuk yeteneği ve çalışkanlığı kadar başrol oynadığı kimi oyunlarda
seyircinin onda bulduğu, Allah vergisi bir önderlik niteliğiydi. Genç Türk
seyircisi, iktidar sahibi güçlü tarihî kişilikleri, Napoleon, Lenin, Robespierre
ya da Enver Paşa gibi Jakoben devrimcileri, ya da onlara benzetilmiş yerel halk
kahramanlarını canlandırdığı oyunlarda Sunay'ı çok sevmişti. Lise öğrencileri,
üniversiteli "ilericiler" onun acılar içindeki halkı için yüksek ve etkileyici
bir sesle dertlenişini, zalimlerden bir tokat yiyorsa başını mağrurca kaldırıp
"bir gün mutlaka bunun hesabını soracağız" deyişini ve en kötü günde (hapisaneye
mutlaka bir düşmesi gerekirdi) acıyla dişini sıkıp arkadaşlarına umut verişini,
ama gereğinde halkının mutluluğu için içi parçalanarak da olsa acımasızca şiddet
uygulayabilmesini yaşlı gözlerle ve alkışlarla seyrederlerdi. Özellikle,
oyunların sonunda iktidarı ele geçirdikten sonra kötüleri cezalandırırken
gösterdiği kararlılıkta aldığı askerî eğitimin izlerinin olduğu söylenirdi.
Kuleli Askerî Lise-si'nde okumuştu. Sandalla İstanbul'a kaçıp Beyoğlu
tiyatrolarında oyalandığı ve "Buzlar Çözülmeden" adlı oyunu okulda gizlice
sahnelemeye kalkıştığı için son sınıftayken atılmıştı.
1980'deki askerî darbe bütün bu siyasal sol tiyatroyu yasakladı ve devlet
yüzüncü doğum yıldönümü dolayısıyla televizyonda gösterilecek büyük bir Atatürk
filmi çekmeye karar verdi. Eskiden kimse sarı saçlı, mavi gözlü bu büyük
Batılılaşma kahramanını bir Türk'ün canlandırabileceğini düşünemez, hiç
çekilmeyen bu büyük milli filmlerde başrolde hep Laurence Olivier, Curd Jürgens,
Charlton Heston gibi Batılı aktörler düşünülürdü. Bu sefer Hürriyet
gazetesi işin içine girip Atatürk'ü "artık" bir Türk'ün oynayabileceğini
kamuoyuna hemen kabul ettirmişti. Ayrıca Atatürk'ü kimin oynayacağını da kupon
kesip yollayan okuyucuları-
190
¦ Sunay Zaim'in Askerlik ve Modern Tiyatro Kariyeri •
nm belirleyeceğini duyurmuştu. Bir ön jürinin belirlediği adaylar arasında olan
Sunay'ın uzun süren demokratik bir kendini tanıtma döneminden sonra başlayan
halk oylamasının daha ilk gününden açık farkla öne geçtiği anlaşıldı. Yıllarca
Jakoben rolleri oynamış, yakışıklı, heybetli, güven verici Sunay'ın Atatürk'ü
canlandırabileceğini Türk seyircisi hemen sezmişti.
Sunay'ın ilk hatası halk tarafından seçilmeyi fazla ciddiye alması oldu. İkide
bir televizyonlara, gazetelere çıkıp herkese seslenen demeçler verdi, Funda
Eser'le mutlu evliliğini sergileyen fotoğraflar çektirdi. Evini, günlük
hayatını, siyasi görüşlerini açarak Atatürk'e layık olduğunu, kimi zevklerinin
ve huylarının (rakı, dans etmek, şık giyinmek, kibarlık) O'na benzediğini,
elinde Nutuk ciltleriyle poz vererek O'nu tekrar tekrar okuduğunu göstermeye
girişti. (Erken harekete geçen bozguncu bir köşe yazarı Nutuk'un aslını değil,
kısaltılmış öztürkçesini okumasıyla alay edince Sunay kütüphanesindeki asıl
ciltlerle de poz vermiş, ne yazık ki bu fotoğraflar bütün gayretlerine rağmen
aynı gazetede yayımlanmamıştı.) Sergi açılışlarına, konserlere, önemli futbol
maçlarına gidip, her zaman, herkese, her şeyi soran üçüncü sınıf muhabirlere
Atatürk ve resim, Atatürk ve müzik, Atatürk ve Türk sporu konularında demeçler
verdi. Jakobenliğe hiç yakışmayan bir herkes tarafından sevilme isteğiyle, Batı
düşmanı "dinci" gazetelerle de röportajlar yaptı. Bunlardan birinde, aslında
fazla kışkırtıcı olmayan bir soruyu cevaplarken "elbette bir gün, halk layık
görürse Hazre-ti Muhammed rolünü de oynayabilirim," demişti. Bu talihsiz demeç
ortalığı karıştıran ilk şey oldu.
Siyasal İslamcı küçük dergilerde kimsenin -hâşâ- Peygamberimiz Efendimiz'i
oynayamayacağı yazıldı. Bu öfke gazete sütunlarına önce "Peygamberimiz'e
saygısız davrandı", sonra da "hakaret etti" şeklinde geçti. Siyasal İslamcıları
askerler de susturmayınca, yangını söndürmek Sunay'a düştü. Ortalığı
yatıştırırım umuduyla eline Kuran-ı Kerim'i alıp Peygamberimiz Efendimiz Hazreti
Mu-hammed'i ne kadar sevdiğini, zaten onun da modern olduğunu muhafazakâr
okurlara anlatmaya girişti. Bu da onun "seçilmiş Atatürk" pozlarına içerleyen
Kemalist köşe yazarlarına fırsat verdi: Atatürk'ün hiçbir zaman dincilere,
yobazlara dalkavukluk etmedi-
191
- Sunay Zaim'in Askerlik ve Modern Tiyatro Kariyeri ¦
ği yazılmaya başlandı. Elinde Kuran manevi bir havayla poz veren resmi askerî
darbe yanlısı gazetelerde tekrar tekrar yayımlanıyor, "Bu mu Atatürk?" diye
soruluyordu. Bunun üzerine İslamcı basın da, onunla uğraşmaktan çok bir korunma
dürtüsüyle, karşı saldırıya geçti. Sunay'ın rakı içerken çekilmiş fotoğraflarını
yayımlamaya başlayıp "O da Atatürk gibi rakıcı!" ya da "Bu mu Peygamberimiz
Efendimiz'i oynayacak?" diye altbaşlıklar atmaya başladılar. Böylece iki ayda
bir istanbul basınında alevlenen Islamcı-laik kavgası bu defa da onun üzerinden
açıldı ve çok kısa sürdü.
Bir hafta içinde gazetelerde Sunay'ın pek çok fotoğrafı çıktı: Yıllar önce
oynadığı bir reklam filminde iştahla bira içerken, gençlik döneminde oynadığı
bir filmde dayak yerken, orak çekiçli bayrak önünde yumruğunu sıkarken,
karısının başka erkek oyuncularla rol gereği öpüşmesini seyrederken... Karısının
lezbiyen, kendisinin ise hâlâ eskisi gibi komünist olduğu, kaçak pomo filmlerine
dublaj yaptıkları, para için değil Atatürk'ü, her rolü oynayacakları, zaten
Brecht'in oyunlarını Doğu Almanya'dan gelen paralarla oynadıkları, askerî
darbeden sonra "Yurtdışından inceleme yapmak için gelen isveçli dernek
kadınlarına işkence yapılıyor," diye Türkiye'yi şikâyet ettikleri ve başka pek
çok söylenti sayfalarca yazıldı. Aynı günlerde onu Genelkurmay'a çağıran "yüksek
rütbeli bir subay" adaylıktan çekilmesinin bütün ordunun kararı olduğunu Sunay'a
kısaca bildiriverdi. Bu adam kendini bir şey zannedip askerlerin siyasete
karışmasını dolaylı yoldan eleştiren aklı havada İstanbullu gazetecileri
Ankara'ya çağırıp önce sıkı bir azar geçip, kalplerinin kırılıp ağladıklarını
görünce de çikolata ikram eden iyi kalpli, düşünceli adam değil, aynı "halkla
ilişkiler masasından" daha kararlı ve şakacı bir askerdi. Sunay'ın üzüntü ve
korkusunu görüp yumuşamadı, tam tersi, "seçilmiş Atatürk" pozlarında siyasi
görüş belirtmesiyle alay etti. İki gün önce Sunay doğduğu kasabaya kısa bir
ziyarette bulunmuş, orada sevilen bir siyasetçi gibi araba konvoyları ve
binlerce işsizin ve tütün üreticisinin tezahüratıyla karşılanmış, kasaba
meydanındaki Atatürk heykeline çıkıp alkışlar arasında Atatürk'ün elini
sıkmıştı. Bu ilgi üzerine istanbul'da sorulan, "Bir gün sahneden siyasete
geçecek misiniz?" yolundaki bir popüler magazin sorusuna "Halk ister-
192
f
se!" diye cevap vermişti. Başbakanlık Atatürk filminin "şimdilik" ertelendiğini
duyurdu.
Sunay bu kötü yenilgiden sarsılmadan çıkacak kadar tecrübeliydi ama asıl sonraki
gelişmeler vurdu onu: Rolünü sağlama bağlamak için bir ayda o kadar çok
televizyona çıkmıştı ki, artık herkes onun fazlasıyla tanıdık sesini Atatürk'ün
sesi olarak dinlediği için dublaj işi vermediler ona. Başarısız bir Atatürk'ün,
elinde bir boya kutusu, duvarları boyaması, ya da bankasından çok memnun
olduğunu açıklaması da tuhaf kaçacağından iyi ve sağlam ürünü seçen makul baba
rolleri için eskiden onu arayan televizyon reklamcıları da sırtlarını döndüler.
Ama asıl kötüsü, gazetelerde yazılan her şeye tutkuyla inanan halkın onun
Atatürk ve din düşmanı olduğuna inanmasıydı: Bazıları karısının başka erkeklerle
öpüşmesine ses etmediğine de inanmıştı. En azından ateş olmayan yerden duman
çıkmaz havası vardı. Bütün bu hızlı gelişmeler oyunlarına gelenleri de
azaltmıştı. Pek çok kişi sokakta durdurup "Yazıklar olsun!" dedi ona.
Peygamber'e dil uzattığına inanan ve gazetelere geçmek isteyen genç bir imam
hatip öğrencisi oyun gecesi tiyatroyu basıp bıçak çekti, birkaç kişi yüzüne
tükürdü. Hepsi beş günde olmuştu bunların. Kan koca ortalıktan yok oldular.
Sonrası hakkında pek çok dedikodu var: Berlin'e gidip Brechtçi Berliner
Ensemble'da tiyatro eğitimi adı altında terörizm öğrendikleri ya da Fransız
Kültür Bakanlığı'nın bir bursuyla Şişli'deki Fransız Akıl Hastanesi La Paix'de
yattıkları gibi. Doğrusu, Funda Eser'in bir ressam olan annesinin Karadeniz
kıyısındaki evine sığındıklarıydı. Ancak ertesi yıl, Antalya'da sıradan bir
otelde "animator" olarak iş buldular. Sabahlan kumsalda Alman bakkallarla,
Hollandalı turistlerle voleybol oynuyor, öğleden sonraları Almanca paralayan
Karagöz ve Hacivat kılığında çocuklan eğlendiriyor, akşamlan da padişah ve göbek
atan harem kansı olarak sahneye çıkıyorlardı. Funda Eser'in daha sonraki on yıl
boyunca küçük kasabalarda geliştireceği göbek dansözlüğü kariyerinin başlangıcı
buydu. Sunay, bütün bu maskaralığa üç ay dayanabilmiş, haremli, fesli Türk
şakalarını sahnede bırakmayıp sabah kumsalda da devam etmek isteyen ve Funda
Eser ile cilveleşen İsviçreli bir berberi dehşete kapılan turist kalabalığının
gözleri önünde dövmüştü. Ondan
193
¦ Sunay Zaim'in Askerlik ve Modern Tiyatro Kariyeri ¦
- iuııay toum ııı /
ı ıiKvemoucrn ı tyduiu r\
-
aysyzgije
12 years ago
- 193
¦ Sunay Zaim'in Askerlik ve Modern Tiyatro Kariyeri ¦
- iuııay toum ııı /
ı ıiKvemoucrn ı tyduiu r\
-
aysyzgije
12 years ago
- sonra Antalya ve civanndaki düğün salonlarında, eğlence gecelerinde sunucu,
dansöz ve "tiyatrocu" olarak iş buldukları biliniyor. Sunay İstanbul'daki
asıllarını fanatikçe taklit eden ucuz şarkıcıları, ateş yutan hokkabazı, üçüncü
sınıf komedyenleri sunuyor, evlilik kurumu, Cumhuriyet ve Atatürk üzerine kısa
bir konuşmayı takiben Funda Eser göbek dansı yapıyor, sonra ikisi gayet
disiplinli bir havada Macbeth'ten kralın öldürülmesi sahnesi gibi bir şeyi
sekiz-on dakika oynayıp alkışlanıyorlardı. Daha sonra Anadolu'yu gezecek tiyatro
grubunun ilk çekirdekleri vardı bu gecelerde.
Tansiyonu ölçüldükten, bu arada korumalarının getirdiği bir telsizle birilerine
emir verdikten, hemen önüne yetiştirilen bir kâğıt parçasını okuduktan sonra
Sunay yüzünü tiksintiyle buruşturdu: "Hepsi birbirini ihbar ediyor," dedi.
Yıllarca ücra Anadolu kasabalarında oyun sahnelerken bu ülkenin bütün
erkeklerinin kasvet duygusu yüzünden donup kaldıklarını gördüğünü söyledi.
"Çayhanelerde günlerce, günlerce hiçbir şey yapmadan oturuyorlar," diye anlattı.
"Her kasabada yüzlerce, bütün Türkiye'de yüz-binlerce, milyonlarca işsiz,
başarısız, umutsuz, hareketsiz, zavallı adam. Üstlerine başlarına çekidüzen
verecek halleri, yağlı ve lekeli ceketlerini düğmeleyecek iradeleri, ellerini
kollarını kıpırdatacak enerjileri, bir hikâyeyi sonuna kadar dinleyecek
dikkatleri, bir şakaya gülecek halleri yok kardeşlerimin." Çoğunun mutsuzluktan
uyuyamadığım, sigaradan kendilerini öldürüyor diye zevk aldıklarını, çoğunun
başladığı cümleyi bitirmenin anlamsızlığını kavrayıp yarıda bıraktığını,
televizyonu programı sevdikleri ve eğlendikleri için değil, çevrelerindeki diğer
kasvetlere tahammül edemedikleri için seyrettiklerini, aslında ölmek
istediklerini ama kendilerini intihara değer bulmadıklarını, seçimlerde
kendilerine hak ettikleri cezayı versin diye en sefil partilerin en rezil
adaylarına oy verdiklerini, sürekli cezadan söz eden askerî darbecileri sürekli
umut vaad eden siyasetçilere tercih ettiklerini anlattı. Odaya giren Funda Eser
de hepsinin evlerinde lüzumundan fazla yaptıkları çocuklarına bakan ve
kocalarının nerede olduğunu bile bilmediği bir yerde hizmetçilik, tütün
işçiliği, halıcılık ya da hemşirelik yaparak üç beş kuruş kazanan mutsuz
karıları olduğunu söyledi. Sürekli çocuklarına bağırarak ve ağlayarak hayata
bağlanan bu kadınlar
194
olmasaydı bütün Anadolu'yu sarmış olan ve hepsi birbirine benzeyen bu kirli
gömlekli, tıraşsız, neşesiz, işsiz, uğraşsız, milyonlarca erkek buzlu gecelerde
köşebaşlarında donup ölen dilenciler, meyhaneden çıkıp açık kanalizasyon
çukuruna düşüp yok olan sarhoşlar gibi, ya da pijama terlikle bakkala ekmek
almaya yollanıp, yolunu kaybeden bunak dedeler gibi kaybolup giderlerdi. Oysa
onlar, "şu zavallı Kars şehrinde" gördüğümüz gibi fazlasıyla kalabalıktılar ve
tek sevdikleri şey de hayatlarını borçlu oldukları ve utandıkları bir aşkla
sevdikleri karılarına eziyet etmekti.
"Anadolu'da on yılımı bu mutsuz kardeşlerim bu kasvetin ve hüznün içinden
çıksınlar diye verdim," dedi Sunay kendini hiç acındırmadan. "Komünist, Batı
ajanı, sapık, Yehova şahidi, peze-venkle orospusu diye defalarca içeri tıktılar,
işkence ettiler, dövdüler. İrzımıza geçmeye kalktılar, taşladılar bizi. Ama
oyunlarımın ve kumpanyamın verdiği mutluluk ve özgürlüğü sevmeyi de öğrendiler.
Şimdi hayatımın en büyük fırsatını elime geçirmişken zayıf davranamam."
Odaya iki adam girmiş, biri gene Sunay'a bir telsiz uzatmıştı. Ka açık telsizden
duyulan konuşmalardan Sukapı Mahallesi'ndeki gecekondulardan birinin
sarıldığını, içeriden ateş edildiğini, evde Kürt gerillalardan birinin ve bir
ailenin olduğunu işitti. Telsiz hattında emirleri veren ve "komutanım" diye
seslenilen bir de asker vardı. Biraz sonra aynı asker, bu sefer bir ihtilal
lideriyle değil, bir sınıf arkadaşıyla konuşur gibi Sunay'a bir konuda önce
bilgi verdi, sonra da fikir sordu.
"Kars'ta küçük bir tugay asker var," dedi Sunay Ka'nın dikkatini fark ederek.
"Devlet soğuk savaş yıllarında olası bir Rus saldırısına karşı savaşacak asıl
güçleri Sarıkamış'a yığmış. Buradakiler olsa olsa ilk saldırıda Rusları
oyalamaya yarar. Şimdi daha çok Ermenistan sınırını korumak için buradalar."
Önceki gece Ka ile birlikte Erzurum otobüsünden indikten sonra, Yeşilyurt
Lokantası'nda otuz küsur yıllık arkadaşı Osman Nuri Çolak'la karşılaştığını
anlattı Sunay. Kuleli Askeri Lise-si'nden sınıf arkadaşıymış. O zamanlar
Pirandello kimdir, Sart-re'ın oyunları nelerdir Kuleli'de bilen tek kişiymiş.
"Benim gibi disiplinsizlikten kendini okuldan attırmayı başaramadı, ama as-
195
I!
- Sunay Zaim'in Askerlik ve Modern Tiyatro Kariyeri ¦
kerliğe de dört elle sarılmadı. Böylece kurmay olamamış. Bazıları kısa boylu
olduğu için paşa olamayacağını fısıldamış. Öfkeli ve kederli; ama bence mesleki
nedenlerden değil, karısı çocuğunu alıp kendisini terk ettiği için.
Yalnızlıktan, işsizlikten ve küçük şehir dedikodularından sıkılıyor ama tabii en
çok da o yapıyor dedikoduyu. İhtilalden sonra el attığım kaçak kasaplardan,
Ziraat Bankası kredileri, Kuran kursları gibi yozlaşmalardan lokantada ilk o söz
etti. Biraz da çok içiyordu. Beni görünce çok sevindi, yalnızlıktan yakındı. Bir
özür olarak ve biraz da övünerek o gece Kars'ta emir ve komutanın kendisinde
olduğunu, ne yazık ki, erken kalkması gerektiğini söyledi. Tugay komutanı
karısının romatizmaları için Ankara'ya gitmiş, yardımcısı albay Sarıkamış'taki
acil bir toplantıya çağırılmış, vali Erzurum'daymış. Bütün güç ondaydı. Kar hâlâ
dinmemişti ve her kış olduğu gibi yolların birkaç gün kapanacağı belliydi. Bunun
hayatımın fırsatı olduğunu hemen anladım ve arkadaşım için bir duble rakı daha
istedim."
Olaylardan sonra Ankara'dan yollanan müfettiş binbaşının sonradan yaptığı
araştırmalara göre, Ka'nın az önce telsizden sesini işittiği Sunay'ın askerî
liseden arkadaşı Albay Osman Nuri Çolak -ya da Sunay'ın deyişiyle, Çolak- bu
tuhaf askerî darbe fikrine önce yalnızca bir şaka, rakı masasında kurulmuş
hayali bir eğlence olarak katılmış, hatta iki tankla işin biteceğini bir gırgır
havasıyla ilk o söylemişti. Daha sonra Sunay'ın ısrarı üzerine mertliğe leke
sürmemek için ve yapılacaklardan sonunda Ankara'nın da memnun olacağına
inandığından girmişti bu işe, kişisel herhangi bir hınç, öfke ya da çıkar
yüzünden değil. (Binbaşının raporuna göre "Çolak" ne yazık ki bu ilkeyi de
çiğnemiş, bir kadın meselesi yüzünden Cumhuriyet Mahallesi'ndeki Atatürkçü bir
diş doktorunun evini bastırmıştı.) İhtilale ev ve okul baskınlarında kullanılan
yarım bölük asker, dört kamyon ve yedek parça eksikliği yüzünden çok dikkatli
çalıştırılması gereken iki T-l model tankın dışında başka bir askerî güç
katılmamıştı. "Faili meçhul vakaları" üzerlerine alan Z. Demirkol ve
arkadaşlarının "özel timini" saymazsak işlerin çoğu zaten böyle olağanüstü bir
dönem gelir diye, yıllardır bütün Kars'ı fişleyen, şehir nüfusunun onda birini
muhbir olarak kullanan MİT ve emniyetin bazı çalışkan memurlarınca
196
- )uııay taun ııı /-\}
VC DIUUCI
yapılıyordu- Bu memurlar darbenin ilk planlarından haberdar olup Millet
Tiyatrosu'nda laikler gösteri yapacak dedikodularını şehre yayarken o kadar
mutluydular ki, Kars dışında izin kullanan arkadaşlarına şenliği kaçırmasınlar
diye bir an önce geri gelmeleri için resmî telgraflar çekmişlerdi.
O sırada yeniden başlayan telsiz konuşmalarından Ka, Sukapı Mahallesi'ndeki
çatışmanın yeni bir aşamaya geldiğini anladı. Önce telsizden üç el silah sesi
geldi, birkaç saniye sonra karlı ovada yumuşayarak gelen silah sesleri duyulunca
Ka telsizin abarttığı sesin daha güzel olduğuna karar verdi.
"Zalim olmayın," dedi Sunay telsize, "ama ihtilalin ve devletin güçlü olduğunu,
kimseye pabuç bırakılmayacağını hissettirin." Çenesinin ucunu sol elinin
başparmağıyla işaret parmağı arasında düşünceli bir şekilde ve öyle özel bir
hareketle tutmuştu ki, Ka, Sunay'ın aynı cümleyi 1970'lerin ortalarında tarihî
bir oyunda söylediğini hatırladı. Şimdi eskisi kadar yakışıklı değildi, yorgun,
yıpranmış ve solgundu. Masanın üzerinden 1940'lardan kalma askerî bir dürbün
aldı. Anadolu gezilerinde on yıldır giydiği kalın ve yıpranmış keçe paltosunu ve
kalpağını kafasına geçirdi, Ka'yı kolundan tutup dışarıya çıkardı. Soğuk bir an
şaşırttı Ka'yı, insanın isteklerinin ve hayallerinin, siyasetin ve günlük
dalaverelerin Kars'ın soğuğu yanında ne kadar da küçük ve zayıf kaldığını
hissetti. Aynı anda Sunay'ın sol ayağının sandığından da daha topal olduğunu
fark etti. Karla kaplı kaldırımda yürürken bembeyaz sokakların boşluğu ve bütün
şehirde yalnız onların yürüyor olması içini mutlulukla doldurmuştu. Kar içindeki
güzel şehrin, eski ve boş konakların insana verdiği yaşama zevki ve sevme isteği
değildi bu sadece: Ka iktidara yakın olmaktan da zevk alıyordu şimdi.
"Burası Kars'ın en güzel yeridir," dedi Sunay. "On yıl içinde tiyatro
kumpanyamla Kars'a üçüncü gelişim bu benim. Her seferinde, akşam hava kararırken
buraya, kavak ve iğde ağaçlarının altına gelir, kargalar ve saksağanları
dinleyerek hüzünlenir, kaleyi, köprüyü, dört yüz yıllık hamamı seyrederim."
Buz tutmuş Kars çayının üzerindeki köprüdeydiler şimdi. Sunay sol karşı tepedeki
tek tük gecekonduların birini işaret etti. Onun az aşağısında, yoldan biraz
yukarıda bir tank, daha ilerde
197
- Sunay Zaim'in Askerlik ve Modern Tiyatro Kariyeri ¦
bir askerî araç gördü Ka. "Sizi görüyoruz," diye seslendi telsize Sunay, sonra
dürbünüyle baktı. Az sonra önce telsizden iki el silah sesi geldi. Sonra nehrin
açtığı vadide yankılanarak gelen sesi duydular. Bu onlara yollanmış bir selam
mıydı? Az ötede, köprünün girişinde kendilerini bekleyen iki koruma vardı.
Zengin Osmanlı paşalarının Rus toplarıyla yıkılmış konaklarının yerine yüz yıl
sonra yerleşmiş yoksul gecekondu mahallesini, bir zamanlar zengin Kars
burjuvazisinin eğlendiği karşı yakadaki parkı ve arkalarındaki şehri
seyrettiler.
"Tarih ile tiyatronun aynı malzemeden yapıldığını ilk Hegel fark etmiştir," dedi
Sunay. "Tıpkı tiyatro gibi tarihin de birilerine 'rol' verdiğini hatırlatır.
Tıpkı tiyatro sahnesi gibi, tarihin sahnesine de cesurların çıkacağını da..."
Bütün vadi patlamalarla sarsıldı. Ka tankın üzerindeki makineli tüfeğin de
harekete geçtiğini anladı. Tank da atış yapmıştı ama ıska geçmişti. Daha
sonrakiler askerlerin attığı el bombalarıydı. Bir köpek havlıyordu. Gecekondunun
kapısı açıldı, iki kişi çıktı dışarı. Ellerini havaya kaldırdılar. Derken kırık
pencerelerden dışarı çıkan alev dilimleri gördü Ka. Elleri havada dışarı
çıkanlar kara yattılar. Bütün bu hareket sırasında neşeyle havlayarak etrafta
koşuşturan kara bir köpek kuyruğunu sallayarak yere yatanlara sokuldu. Sonra
arkada birinin koştuğunu gördü ve askerlerin açtığı ateş seslerini duydu Ka.
Adam yere düştü, sonra bütün sesler kesildi. Çok sonra biri bağırdı, ama Sunay'm
ilgisi dağılmıştı.
Peşlerinde korumalar terzihaneye döndüler. Eski konağın güzelim duvar
kâğıtlarını görür görmez Ka içindeki yeni bir şiire karşı koyamayacağını anladı
ve bir kenara çekildi.
"İntihar ve İktidar" adlı bu şiire Ka hiç çekinmeden az önce Sunay ile birlikte
olmanın verdiği iktidar zevkini, onunla arkadaşlıktan aldığı tadı ve intihar
eden kızlara duyduğu suçluluğu koydu. Daha sonra Kars'ta tanık olduğu şeyleri
bütün güçleriyle ve hiç değiştirmeden en çok bu "sağlıklı" şiire koyabildiğini
düşünecekti.
198
23
Allah meselenin bir akıl ve iman sorunu değil, bütün bir hayat sorunu olduğunu
bilecek kadar adildir
SUNAY İLE KARARGÂHTA
Sunay Ka'nın şiirini yazdığını görünce kâğıtlarla dolu çalışma masasından
kalktı, tebrik etti, topallayarak yaklaştı. "Dün tiyatroda okuduğun şiir de çok
moderndi," dedi. "Ne yazık ki ülkemizde seyirci modern sanatı anlayacak düzeyde
-
aysyzgije
12 years ago
- değil. Bu yüzden eserlerimde halkın anlayacağı göbek dansözlerini ve kaleci
Vural'ın maceralarını kullanıyorum. Sonra ama hiç taviz vermeden araya hayatın
içine giren en modern 'hayat tiyatrosu'nu koyuyorum. Halkla birlikte hem sefil
hem de soylu bir sanat yapmayı İstanbul'da banka desteğiyle taklitçi bulvar
komedileri oynamaya tercih ederim. Simdi bana arkadaşça söyle, emniyet
müdürlüğünde ve sonra veteriner fakültesinde sana gösterilen şüpheli dinciler
arasındaki suçluları niye teşhis etmedin?"
"Tanıyamadım kimseyi."
"Seni Lacivert'e götüren genci ne kadar sevdiğin anlaşılınca askerler seni de
gözaltına almak istediler. Bu ihtilal arefesinde Almanya'dan gelmen, okul müdürü
vurulurken orada olman şüphelendiriyor onları. Seni işkenceli bir sorgudan
geçirip içinde ne var ne yok öğrenmek istiyorlardı, ben durdurdum onları, kefil
oldum."
"Teşekkür ederim."
"Seni Lacivert'e götüren o gencin ölüsünü neden, öptüğün hâlâ anlaşılamadı."
199
"Bilmiyorum," dedi Ka. "Çok dürüst ve içten bir yanı vardı. Yüz yıl yaşayacağını
sanıyordum."
"Senin acıdığın bu Necip, ne biçim Necip'miş okuyayım mı sana?" Çıkardığı
kâğıttan Necip'in geçen yıl mart ayında bir kere okuldan kaçtığını, Ramazan'da
içki satıyor diye Neşe Birahane-si'nin camlarının kırılması olayına karıştığını,
bir ara Refah Partisi il merkezinde ayak işlerinde çalıştığını, ama ya aşırı
görüşleri yüzünden, ya da herkesi korkutan bir sinir buhranı geçirdiği için
(parti il merkezinde birden fazla muhbir vardı) oradan uzaklaştırıldığını,
hayranı olduğu Lacivert'e son on sekiz ayda Kars'a gelişlerinde sokulmak
istediğini, MİT elemanlarının "anlaşılmaz" bulduğu bir hikâye yazıp Kars'ın
yetmiş beş satışlı dinci gazetesine bıraktığını, o gazetede köşe yazıları yazan
emekli bir eczacının kendisini birkaç kere tuhaf bir şekilde öpmesinden sonra
arkadaşı Fazıl ile birlikte onu öldürme planlan yaptıklarını (cinayet yerine
bırakmayı planladıkları gerekçe mektubunun MİT arşivindeki aslı çalınmış,
dosyaya konmuştu) çeşitli tarihlerde Atatürk Cadde-si'nde arkadaşlarıyla
gülüşerek yürüdüğünü, bunlardan birinde ekim ayında yanlarından geçen bir sivil
polis arabasının arkasından işaretler yaptığını okudu.
"Milli istihbarat Teşkilatı burada çok iyi çalışıyor," dedi Ka.
"Şeyh Saadettin Efendi'nin mikrofonlar yerleştirilmiş evine girip huzuruna
çıkınca elini öptüğünü, gözyaşlarıyla Allah'a inandığını açıkladığını, oradaki
ayaktakımının önünde kendini yakışıksız durumlara düşürdüğünü biliyorlar, ama
bütün bunları niye yaptığını bilmiyorlar. Bu ülkenin pek çok solcu şairi 'aman
onlar iktidara gelmeden ben dinci olayım' telaşıyla saf değiştirdi."
Kıpkırmızı oldu Ka. Sunay'ın bu utancı bir zayıflık olarak gördüğünü hissettiği
için daha da utandı.
"Biliyorum bu sabah gördüklerin seni üzdü. Polis gençlere çok kötü davranıyor,
zevk için dayak atan hayvanlar bile var aralarında. Ama şimdi o kısmı bir yana
bırakalım..." Ka'ya bir sigara tuttu. "Ben de gençliğimde senin gibi Nişantaşı
ve Beyoğlu sokaklarında yürürdüm, Batı filmlerini deli gibi seyrettim ve bütün
Sart-re'ları ve Zola'ları okudum, bizim geleceğimizin Avrupa olduğuna inandım.
Şimdi bütün bu dünyanın yıkılmasına, kızkardeşlerinin ORHAN KEMAL
İL HALK KÜTÜPHANESİ
200
¦ junay ne r\arargama •
başörtü takmaya zorlanmasına, şiirlerinin dine uygun değil diye İran'daki gibi
yasaklanmasına seyirci kalabileceğini sanmam. Çünkü sen benim dünyamdansın,
Kars'ta T.S. Eliot'un şiirlerini okumuş başka kimse yoktur."
"Refah Partisi belediye başkan adayı Muhtar okumuştur," dedi Ka. "Şiire
meraklıdır çok."
"Onu tutuklamamıza bile gerek kalmadı," dedi Sunay gülümseyerek. "Kapıyı çalan
ilk askere belediye başkan adaylığından çekildiğini bildiren bir kâğıdı
imzalayıp verdi."
Bir patlama oldu. Pencere camları ve çerçeveler titredi. İkisi de sesin geldiği
yöne, Kars çayı tarafındaki pencerelere baktılar, ama karla kaplı kavak
ağaçlarıyla yolun öte yanındaki sıradan ve boş bir binanın buz tutmuş
saçaklarından başka bir şey göremeyince pencereye sokuldular. Kapının önündeki
bir korumadan başka kimsecikler yoktu sokakta. Kars öğle vaktinde bile
olağanüstü kederliydi.
"İyi bir aktör," dedi Sunay hafif tiyatromsu bir havayla, "tarihin içinde
yıllarca, yüzyıllarca birikmiş, bir köşeye sıkışmış, patlayıp ortaya çıkmamış,
dile gelmemiş güçleri temsil eder. Bütün hayatı boyunca en ücra yerlerde, en
denenmemiş yollarda, en sapa sahnelerde kendisine gerçek bir özgürlük
bağışlayacak olan sesi arar. Onu bulduğunda ise korkmadan sonuna kadar gitmesi
gerekir."
"Üç gün sonra karlar eriyip, yollar açılınca burada dökülen kanların hesabını
Ankara sorar," dedi Ka. "Kan dökülmesinden hoşlanmadıkları için değil. Bu işi
yapanın bir başkası olmasından hoşlanmayacakları için. Karslılar da nefret
edecek senden ve bu tuhaf oyunundan. Ne yapacaksın o zaman?"
"Doktoru gördün, kalbimden hastayım, hayatımın sonuna geldim, umurumda değil,"
dedi Sunay. "Bak aklıma geldi: diyorlar ki, bir kişiyi, mesela eğitim enstitüsü
müdürünü vuranı bulup hemen assak, bunu canlı yayınla televizyondan versek,
bundan sonra bütün Kars mum gibi olur."
"Şimdiden mum gibiler," dedi Ka.
"Bombalı intihar saldırılarına hazırlık yapıyorlarmış."
"Birisini asarsanız her şey daha korkunç olur."
"Avrupalılar burada yaptıklarımızı görürse mahcup olurum di-
201
¦ Sumay ile Karargahta ¦
ye mi korkuyorsun? Onlar senin hayran olduğun o modern dünyalarını kurabilmek
için ne kadar adam astılar biliyor musun? Atatürk senin gibi kuşbeyinli bir
liberal hayalperesti daha ilk günden sallandırırdı. Şunu da kafana koy," dedi
Sunay. "Bugün gözaltında gördüğün imam hatipli öğrenciler senin yüzünü
hafızalarına bir daha çıkmamacasına kazımışlardır bile. Her yere, herkese
atabilirler bombalarını, yeter ki seslerini duyursunlar. Üstelik dün gece sen
bir de şiir okuduğuna göre, kumpasın parçası sayılırsın... Biraz Batılılaşmış
herkesin, özellikle de halkı küçümseyen burnu havada aydınların bu ülkede soluk
alabilmek için laik bir orduya ihtiyacı vardır, yoksa dinciler onları ve boyalı
karılarını kör bıçakla kıtır kıtır keser. Ama bu ukalalar kendilerini Avrupalı
zannedip, aslında onları kollayan askerlere züppece burun kıvırırlar. Burasını
İran'a çevirdikleri gün senin gibi bir yufka yürekli liberalin imam hatipli
çocuklar için gözyaşı döktüğünü kimse hatırlayacak mı sanıyorsun? O gün biraz
Batılılaşmış olduğun, besmeleyi korkudan çekemediğin, züppe olduğun, kravat
taktığın, ya da bu paltoyu giydiğin için öldürecekler seni. Nereden aldın bu
güzel paltoyu? Bunu oyunda giyebilir miyim?" "Tabii."
"Palton delinmesin diye koruma vereyim yanma. Birazdan televizyonda
açıklayacağım, sokağa çıkmak ancak günün yarısında serbest olacak. Çıkma
sokağa."
"Kars'ta öyle çok fazla korkulacak bir 'dinci' terörist yok," dedi Ka. "Olanlar
yeter," dedi Sunay. "Üstelik bu ülke ancak yüreklere din korkusu salınarak
hakkıyla yönetilebilir. Her zaman bu korkunun haklı olduğu çıkar sonra ortaya.
Halk dincilerden korkup devlete, ordusuna sığınmazsa Ortadoğu'daki, Asya'daki
kimi kabile devletlerinde olduğu gibi geriliğin ve anarşinin kucağına düşer."
Dimdik durup emir verir gibi konuşması, arada bir seyircilerin üzerindeki hayali
bir noktaya uzun uzun bakması, Sunay'ın yirmi yıl önce tiyatro sahnesinde
yaptığı pozları hatırlattı Ka'ya. Ama gülmedi buna; kendisini de bu modası
geçmiş oyunda hissediyordu. "Benden ne istiyorsunuz onu söyleyin artık," dedi
Ka. "Ben olmasam, bundan sonra bu şehirde ayakta durman zor. Dincilere ne kadar
yaltaklansan gene de paltoyu deldirirsin. Kars
202
---------------¦-----------------------lunay ne narargama-----------------------
---------------
şehrinde tek koruyucun ve dostun benim. Benim dostluğumu kaybedersen emniyet
müdürlüğünün alt katındaki hücrelerden birine tıkılıp işkence göreceğini de
unutma. Cumhuriyet gazetesindeki dostların da sana değil, askerlere inanır.
Bunları bil."
"Biliyorum."
"O zaman bu sabah polisten sakladığın, suçluluk duygularıyla kalbinin bir
köşesine gömdüğün şeyleri söyle artık bana."
"Burada Allah'a inanmaya başlıyorum galiba," dedi Ka gülümseyerek. "Bunu hâlâ
kendimden bile saklıyor olabilirim."
"Kendini kandırıyorsun! İnansan bile, tek başına inanmanın bir anlamı yoktur.
Mesele yoksulların inandığı gibi inanmak ve onlardan biri olmaktır. Onların
yediğini yer, onlarla birlikte yaşar, onların güldüğüne gülüp kızdığına kızarsan
ancak onların Allah'ına inanırsın. Bambaşka bir hayat yaşayıp aynı Allah'a
inanamazsın. Allah meselenin bir akıl ve iman sorunu değil, bütün bir hayat
sorunu olduğunu bilecek kadar adildir. Ama benim sorduğum bu değil şimdi. Yarım
saat sonra televizyona çıkıp Karslılara sesleneceğim. Onlara bir müjde vermek
istiyorum. Eğitim enstitüsü müdürünü vuran katil yakalandı diyeceğim. Büyük
ihtimal aynı kişi belediye başkanını da öldürmüştür. Bu kişiyi senin bu sabah
teşhis ettiğini söyleyebilir miyim onlara? Sonra sen de televizyona çıkar her
şeyi anlatırsın."
"Kimseyi teşhis edemedim ama."
Sunay hiç de tiyatro kokmayan öfkeli bir hareketle Ka'yı kolundan tutup odadan
dışarıya çekti, geniş bir koridoru geçip iç avluya bakan bembeyaz bir odaya
soktu. İçeri göz atar atmaz Ka odanın pisliğinden değil, mahremiyetinden korkup
başını çevirmek istedi. Pencerenin mandalıyla duvardaki bir çivi arasına
gerilmiş ipe çoraplar asılmıştı. Ka kenardaki açık bir bavulun içinde bir saç
kurutma makinesi, eldivenler, gömlekler, ancak Funda Eserin takabileceği kadar
büyük bir sutyen gördü. Hemen yanındaki sandalyede oturan Funda Eser bir yandan
makyaj malzemeleri ve kâğıtla kaplı bir masanın üzerine yerleştirdiği bir
kâsenin içindekini kaşıklıyor -hoşaf diye düşündü Ka, çorba?- bir yandan da bir
şey okuyordu.
"Biz modern sanat için buradayız... Ve birbirimize etle tırnak gibi bağlıyız,"
dedi Sunay Ka'nın kolunu daha da sıkarak.
203
I f
¦ >unay lie nararganıa -
Ka Sunay'ın ne demek istediğini anlayamadığı gibi gerçek ile tiyatro arasında
bocalıyordu.
"Kaleci Vural kayıp," dedi Funda Eser. "Sabah çıkmış, geri dönmemiş."
"Bir yerde sızmıştır," dedi Sunay.
"Nerede sızacak?" dedi karısı, "her yer kapalı. Sokağa çıkılmı-yor. Askerler
aramaya başlamışlar. Kaçırılmış olmasından korkuyorlar."
"Kaçırılmıştır inşallah," dedi Sunay. "Derisini yüzüp, dilini keserler de
kurtuluruz."
Görüntünün ve konuşulanların bütün kabalığına rağmen karı koca arasında öyle
ince bir mizah ve öyle tam bir ruh anlaşması hissetti ki Ka, kıskançlıkla
karışık bir saygı duydu onlara. Aynı anda Funda Eser ile gözgöze gelince
içgüdüyle yerlere kadar eğilerek kadını selamladı.
"Hanımefendi dün gece bir harikaydınız," dedi yapmacıklı bir sesle ama yürekten
gelen bir hayranlıkla da.
"Aşkolsun efendim," dedi kadın hafif bir utangaçlıkla. "Bizim tiyatromuzda
marifet oyuncunun değil seyircinindir."
Kocasına döndü. Karı koca devlet işleriyle dertlenen çalışkan bir kral ve
kraliçe gibi hızlı hızlı konuştular. Ka yarı hayranlık ve yarı hayretle karı
kocanın kaşla göz arasında az sonra televizyona çıktığında Sunay'ın hangi
kıyafeti (sivil mi - askerî mi - kostüm mü?) giyeceğini, konuşmanın yazılı
metninin hazırlanmasını (Funda Eser bir kısmını yazmıştı); bundan önceki
gelişlerinde kaldıkları Şen Kars Oteli'nin sahibinin bir ihbarını ve bir torpil
isteğini (askerlerin ikidebir oteline girip arama yapmasından huzursuz olduğu
için iki şüpheli genç müşterisini kendi ihbar etmişti); Serhat Kars
Televiçyonu'nun bir sigara paketinin üzerine yazılmış öğleden sonra programını
(Millet Tiyatrosu'ndaki gecenin 4. ve 5. kez yeniden yayımları, Sunay'ın
konuşmasının 3 kere yeniden yayımı, kahramanlık ve serhat türküleri ve Kars'ın
güzelliklerini tanıtan turistik film, yerli film: Gülizar) okuyup karara
bağlayıverdiler.
"Aklı Avrupa'da, gönlü imam hatipli militanlarda, kafası karışık şairimizi ne
yapacağız?" diye sordu Sunay.
204
__------------------------------------iunay ile Karargahta----------------------
----------------------
"Yüzünden belli," dedi Funda Eser tatlılıkla gülümseyerek. "İyi bir çocuk o.
Bize yardım edecek."
"Ama o İslamcılar için gözyaşı döküyor."
"Âşık da ondan," dedi Funda Eser. "Fazla duygulu şairimiz bugünlerde."
"A, şairimiz âşık mı?" dedi Sunay Zaim abartılı jestlerle. "Ancak en saf şairler
ihtilal zamanında aşkla meşgul olabilirler."
"O saf şair değil, saf âşık," dedi Funda Eser.
Karı koca bu oyunu hiç hatasız biraz daha oynayıp Ka'yı hem kızdırdılar hem de
serseme çevirdiler. Daha sonra terzihanedeki büyük masaya karşılıklı oturup çay
içtiler.
"Bize yardım etmenin en akıllıca iş olduğuna karar verirsen diye söylüyorum,"
dedi Sunay. "Kadife, Lacivert'in metresidir. Lacivert Kars'a siyaset için değil
aşk için geliyor. İlişki kurduğu genç İslamcıları belirleyebilmek için
yakalamıyorlardı bu katili. Şimdi pişmanlar. Çünkü dün akşam yatakhane
baskınından önce kaşla göz arasında yok oldu. Kars'taki bütün genç İslamcılar
ona hayran ve bağlıdırlar. Kars'ta bir yerdedir ve seni bir kere daha mutlaka
arayacaktır. Bize haber vermen zor olabilir: Tıpkı rahmetli eğitim enstitüsü
müdürüne yapıldığı gibi üzerine bir -hatta iki-mikrofon koyar, paltona da bir
telsiz verici bağlarlarsa seni bulduğunda çok fazla korkuya kapılman gerekmez.
Sen uzaklaşınca onu hemen yakalarlar." Ka'nın yüzünden bu fikri beğenmediğini
anladı hemen. "Israr etmiyorum," dedi. "Hiç belli etmiyorsun ama bugünkü
davranışlarından ihtiyatlı biri olduğun anlaşılıyor. Kendini korumayı
biliyorsundur ama ben gene de sana Kadife'ye dikkat etmen gerektiğini
söyleyeyim. Her işittiği şeyi Lacivert'e yetiştirdiğinden kuşkulanıyorlar; evde
babasıyla misafirlerinin her akşam yemek masasında konuştuklarını da
yetiştiriyor olmalı. Babaya ihanet etmenin zevki içindir biraz. Ama Lacivert'e
aşkla bağlı olduğu içindir de. Sence bu kadar hayran olunacak ne var onda?"
"Kadife'de mi?" diye sordu Ka.
"Lacivert'te tabii," dedi Sunay öfkeyle. "Niye herkes hayran oluyor bu katile?
Niye bütün Anadolu'da efsane bir adı var? Sen onunla konuştun, söyleyebilir
misin bunu bana?"
205
¦ Sunay ile Karargahta -
Funda Eser çıkardığı plastik bir tarakla kocasının solgun saçlarını şefkat ve
özenle taramaya başlayınca dikkati iyice dağılan Ka sustu.
"Televizyonda yapacağım konuşmayı dinle," dedi Sunay. "Kamyonla seni oteline
bırakalım."
Sokağa çıkma yasağının bitmesine kırk beş dakika vardı. Ka otele yürüyerek
dönmek için izin istedi, verdiler.
Geniş Atatürk Caddesi'nin boşluğu, karlar altındaki yan sokakların sessizliği,
karlı eski Rus evlerinin ve iğde ağaçlarının güzelliği biraz olsun içini açmıştı
ki, peşinde birisi olduğunu fark etti. Halitpaşa Caddesi'ni geçti, Küçük
Kâzımbey Caddesi'nden sola saptı. Peşindeki hafiye yumuşak karda oflaya puflaya
yetişmeye çalışıyordu. Onun peşine de dün istasyonda koşturan, alnı beyaz lekeli
arkadaş canlısı kara köpek takılmıştı. Ka, Yusufpaşa Mahal-lesi'ndeki
manifaturacı dükkânlarının birinin içine gizlenip onları seyretti, sonra birden
peşindeki hafiyenin önüne çıktı.
"Siz beni bilgi sahibi olmak için mi izliyorsunuz, korumak için mi?"
"Vallahi beyefendi siz nasıl alırsanız öyle."
Ama adam o kadar yıpranmış ve yorgundu ki değil Ka'yı kendini koruyabilecek hali
bile yoktu. En az altmış beşinde gösteriyordu, yüzü kırış kırıştı, sesi cılız,
gözlerinin ışığı gitmiş, Ka'ya bir sivil polisten çok polisten korkmuş biri gibi
ürkek ürkek bakıyordu. Türkiye'deki bütün sivil polislerin giydiği Sümerbank
ayakkabısının da burnunun açıldığını görünce Ka acıdı adama.
"Siz polissiniz, kimlik kartınız varsa şuradaki Yeşilyurt Meyha-nesi'ni açtırıp
biraz oturalım."
Meyhane, kapısını fazla vurmaya gerek kalmadan açıldı. Adının Saffet olduğunu
öğrendiği hafiyeyle rakı içip, kara köpekle de paylaştıkları börekleri yiyerek
Sunay'ın konuşmasını dinlediler. Konuşmanın askerî darbelerden sonra dinlediği
öteki başkan konuşmalarından hiç farkı yoktu. Sunay dış düşmanlarımızın
kışkırttığı Kürtçülerin ve dincilerin ve seçmenin oyunu almak için her şeyi
yapan yoz siyasetçilerin Kars'ı uçurumun kenarına getirdiğini söylerken Ka
sıkılmaya başlamıştı bile.
Ka ikinci kadehini içerken hafiye saygılı bir ifadeyle televizyon-
206
juııay ne
daki Sunay'ı işaret etti. Yüzündeki zaten yarım yamalak hafiye ifadesi gitti,
yerine dilekçe veren zavallı vatandaş bakışı geldi. "Siz onu tanıyorsunuz,
dahası o size hürmet ediyor," dedi. "Bir maruzatımız olacak. Siz ona arz
edersiniz, ben de bu cehennem hayatından kurtulurum. Lütfen beni bu zehirleme
soruşturmasından alsınlar, başka yere versinler."
Ka'nın sorması üzerine yerinden kalktı, lokantanın kapısını sürgüledi. Onun
masasına oturdu ve "zehirleme soruşturmasını" hikâye etti.
Biçare hafiye meramını iyi anlatamadığı, Ka'nın zaten sersemlemiş kafası içkiden
hemen dumanlandığı için iyice çapraşıklaşan hikâye, ordunun ve istihbarat
örgütlerinin şehir merkezinde askerlerin çok gittiği Modern Büfe adlı bir
sandviç-sigara büfesinde satılan tarçınlı bir şerbetin zehirli olmasından
şüphelenmeleriyle başlıyordu. Dikkati çeken ilk vaka istanbullu bir piyade
yedeksu-baydı. İki yıl önce, çok eziyetli geçeceği anlaşılan bir tatbikattan
önce bu subay ateşler içinde titremeye, ayakta duramayacak kadar sarsılmaya
başlamıştı. Kaldırıldığı revirde zehirlendiği anlaşılınca ölmekte olduğunu sanan
asker, bir öfkeyle Küçük Kâzımbey Caddesi'yle Kâzım Karabekir Caddesi'nin
köşesindeki büfeden yeni bir şey diye merakla alıp içtiği sıcak şerbeti
suçlamıştı. Basit bir zehirlenme diye önemsenmeden unutulacak olan bu olay, kısa
aralıklarla başka iki yedeksubayın aynı belirtilerle revire kaldırılmasıyla
yeniden hatırlanmıştı. Onlar da tir tir titriyor, titremekten kekeliyor,
halsizlikten ayakta duramayıp yere düşüyor ve meraktan içtikleri aynı tarçınlı
sıcak şerbeti suçluyorlardı. Bu sıcak şerbeti, Atatürk Mahallesi'nde bir Kürt
teyze "ben buldum" diye evde yapmış, herkes sevince de şerbet teyzenin
yeğenlerinin işlettiği büfede satılmaya başlamıştı. Kars askerî karargâhında
hemen o sırada yapılan gizli bir soruşturma sonucu elde edilmişti bu bilgiler.
Ama teyzenin şerbetinden gizlice alınan örneklerin veteriner fakültesinde
incelenmesi sonucunda bir zehir bulunmamıştı. Olay böylece kapanacakken konuyu
karısına açan paşa, kadının romatizmalarına iyi gelir diye sıcak şerbetten her
gün bardak bardak içtiğini korkuyla öğrenmişti. Pek çok subay karısı, evet,
aslında pek çok subay da şerbetten sağlığa iyi gelir bahanesiyle ve sırf can
207
sıkıntısından bol bol içiyordu. Kısa bir soruşturma subayların ve ailelerinin,
çarşı iznine çıkan erlerin, oğullarını ziyarete .gelen asker ailelerinin, günde
on kere geçtiği şehir merkezinde satılan ve Kars'ın tek yeni eğlencesi olan bu
şerbetten bol bol içtiklerini ortaya koyunca, paşa elde edilen ilk bilgilerden
korkuya kapılıp ne olur ne olmaz endişesiyle işi istihbarat örgütlerine ve
Genelkurmay müfettişlerine devretti. O günlerde Güneydoğu'da PKK'lı gerillalarla
gırtlak gırtlağa savaşan ordu bu savaşta başarılı oldukça, gerillaya katılmayı
düşleyen işsiz, güçsüz, umutsuz kimi Kürt gençleri arasında tuhaf ve korkutucu
intikam hayalleri yayılıyordu. Bombalamak, adam kaçırmak, Atatürk heykelini
devirmek, şehir suyunu zehirlemek, köprüleri uçurmak gibi bu öfkeli hayallerden
Kars kahvelerinde pinekleyen çeşitli istihbarat hafiyelerinin haberi vardı
elbette. Bu yüzden iş ciddiye alındı, ama konunun hassasiyeti yüzünden büfe
sahiplerinin işkenceli sorguya çekilmesi uygun bulunmadı. Onun yerine satışları
arttıkça keyiflenen Kürt teyzenin mutfağına ve büfenin içine valiliğe bağlı
hafiyeler sokuldu. Dükkândaki hafiye yine teyzenin özel icadı olan tarçmlığa,
cam bardaklara, teneke kepçelerin kıvrık saplarındaki el bezlerine, bozuk para
kutusuna, paslı deliklere, büfede çalışanların ellerine herhangi bir yabancı toz
bulaştırılmadığını belirledi önce. Bir hafta sonra da aynı zehirlenme
belirtileriyle titreyerek ve kusarak işten ayrılmak zorunda kaldı. Teyzenin
Atatürk Ma-hallesi'ndeki evine sokulan hafiye ise çok daha çalışkandı. Eve girip
çıkanlardan, alınan malzemeye kadar (havuç, elma, erik ve dut kurusu, nar
çiçeği, kuşburnu, hatmi) her şeyi raporlar halinde her akşam yazıp bildiriyordu.
Bu raporlar kısa sürede sıcak şerbetin övgülü ve iştah kabartan reçetelerine
dönüştü. Hafiye günde beş altı sürahi içiyordu şerbetten ve zararını değil
faydasını gördüğünü, hastalıklara iyi geldiğini, hakiki bir "dağ" içkisi ve ünlü
Kürt destanı Mem u Zin'de yeri olduğunu rapor ediyordu. Ankara'dan yollanan
uzmanlar Kürt olduğu için bu hafiyeye güvenlerini kaybettiler ve ondan
öğrendiklerinden şerbetin Türkleri zehirleyip Kürtlere işlemediği sonucunu
çıkardılar ama Türklerle Kürtlerin birbirinden farksız olduğu yolundaki devlet
görüşüne uymadığı için bu görüşlerini kimseye açamadılar. Bunun üzerine
208
¦ Sunay ile Karargâhta -
İstanbul'dan gelen bir doktor grubu hastalığı incelemek için Sosyal Sigortalar
Hastanesi'nde özel bir revir açtı. Ama burayı da bedava muayene olmak isteyen
sapasağlam Karslılar ile saç dökülmesi, sedef hastalığı, fıtık, kekemelik gibi
sıradan dertlerden muz-darip hastaların doldurması araştırmanın ciddiyetine
gölge düşürdü. Böylece gitgide büyüyen ve eğer gerçekse şimdiden binlerce askeri
ölümcül bir şekilde etkilemiş bulunan bu şerbet kumpasını kimsenin maneviyatını
bozmadan çözme işi yeniden Kars'taki istihbarat servislerinin, aralarında
Saffet'in de olduğu çalışkan memurlarına düştü. Pek çok hafiye Kürt teyzenin
pürneşe kaynattığı şerbeti içenleri izlemekle görevlendirildi. Artık sorun
zehirin Karslılara nasıl bulaştığını belirlemek değil, Karslıların gerçekten
zehirlenip zehirlenmediklerini kesin bir şekilde anlamaktı. Böylece hafiyeler
teyzenin tarçınlı şerbetini iştahla seven asker-sivil bütün vatandaşları tek tek
ve kimi zaman evlerinin içine kadar izliyorlardı. Ka, bu çok masraflı ve yorucu
çaba sonucu ayakkabıları açılan, gücü tükenen hafiyenin derdini televizyonda
hâlâ konuşan Sunay'a açmaya söz verdi.
Hafiye bundan öyle memnun oldu ki giderken minnetle sarılıp löptü Ka'yı, kapının
sürgüsünü de kendi eliyle açtı.
209
¦ Altıgen Kar Tanesi
24
Ben, Ka
ALTIGEN KAR TANESİ
I
Ka, peşinde kara köpek, karlı boş sokakların güzelliğinin tadını çıkararak otele
yürüdü. Resepsiyondaki Cavit'e İpek'e verilmek üzere bir not bıraktı: "Acele
gel." Odasında kendini yatağa atıp beklerken annesini düşündü. Ama bu çok
sürmedi, çünkü bir süre sonra hâlâ gelmeyen İpek'e taktı aklını. İpek'i beklemek
kısa bir süre içerisinde Ka'ya öyle acı veren bir şey oldu ki ona tutulmasının
ve aslında Kars'a gelmesinin bir aptallık olduğunu pişmanlıkla düşünmeye
başladı. Ama şimdi çok geçti ve İpek de bir türlü gelmiyordu.
Ka'nın otele girmesinden otuz sekiz dakika sonra İpek geldi. "Kömürcüye gittim,"
dedi. "Yasağın bitmesinden sonra dükkânda kuyruk olur diye on ikiye on kala arka
avludan çıktım. On ikiden sonra da çarşıda oyalandım biraz. Bilseydim hemen
gelirdim."
Ka İpek'in odaya getirdiği hayatiyet ve canlılıktan bir anda öylesine mutlu oldu
ki yaşamakta olduğu ânın bozulmasından ödü koptu. İpek'in parlak ve uzun
saçlarını ve hiç durmadan kıpırdayan küçük ellerini seyretti. (Sol eli kısa bir
süre içerisinde düzelttiği saçlarına, burnuna, kemerine, kapının kenarına, güzel
uzun boynuna, gene düzelttiği saçlarına ve yeni taktığını Ka'nm şimdi fark
ettiği yeşim kolyesine dokunmuştu.)
"Sana çok fena âşık oldum ve acı çekiyorum," dedi Ka.
210
"Bu kadar çabuk alevlenen bir aşk aynı hızla söner, korkma." Ka telaşla sarılıp
onu öpmeye çalıştı. İpek, Ka'nın telaşının tam tersi bir rahatlıkla öpüştü
onunla. Kadının küçük ellerinin kendi omuzlarını tuttuğunu hissetmek, öpüşmeyi
bütün tatlılığıyla yaşamak Ka'yı serseme çevirdi. Bu sefer İpek'in de kendisiyle
sevişmeye niyetli olduğunu gövdesinin sokulganlığından anladı. Derin bir
karamsarlıktan, coşkulu bir mutluluğa hızla geçebilme yeteneği sayesinde Ka
şimdi öylesine mutluydu ki, gözleri, aklı, hafızası o âna ve bütün dünyaya
açılmıştı.
"Ben de seninle sevişmek istiyorum," dedi İpek. Bir an önüne baktı. Hemen şehla
gözlerini kaldırıp kararlılıkla Ka'nın gözlerinin içine dikti: "Ama söyledim,
babam burada burnumuzun di-bindeyken değil."
"Ne zaman çıkıyor baban dışarı?"
"Hiç çıkmaz," dedi İpek. Kapıyı açtı, "Gitmem gerek," deyip uzaklaştı.
ipek, yarı karanlık koridorun ucundaki merdivenlerden inip kaybolana kadar Ka
onun arkasından baktı. Kapıyı kapayıp yatağının kenarına oturur oturmaz cebinden
defterini çıkardı ve temiz sayfaya hemen "Çaresizlikler, Zorluklar" adını
verdiği bir şiiri yazmaya başladı.
Ka şiiri bitirdikten sonra yatağın kenarında oturup Kars'a geldiğinden beri ilk
defa bu şehirde İpek'i tavlamaktan ve şiir yazmaktan başka yapacak bir işi
olmadığını düşündü: Hem bir çaresizlik hem de bir özgürlük duygusu veriyordu bu
ona. Şimdi ipek'i kandırıp Kars şehrini birlikte terk edebilirse hayatının
sonuna kadar onunla mutlu olacağını biliyordu. İpek'i ikna edebileceği zamanı ve
bu işi kolaylaştıracak bir mekân birliğini sağladığı için yollan tıkayan kara
şükran duydu.
Paltosunu giyip kimseye görünmeden sokağa çıktı. Belediye tarafına doğru değil,
istiklali Milli Caddesi'nden sola aşağıya yürüdü. Bilim Eczanesi'ne girip C
vitamini tabletleri aldı, Faikbey Caddesi'nden sola döndü, lokanta vitrinlerine
bakarak ilerleyip Kâzımpaşa Caddesi'ne saptı. Caddeyi dün cıvıl cıvıl gösteren
seçim propaganda bayrakçıklan indirilmiş, dükkânların hepsi açılmıştı. Küçük bir
kırtasiyeci-kasetçi gürültüyle müzik çalıyordu.
. 211
¦ Altıgen Kar Tanesi
Sırf sokağa çıkmış olmak için kaldırımları doldurmuş bir kalabalık birbirlerine
ve vitrinlere üşüye üşüye bakarak çarşıda bir aşağı bir yukarı yürüyordu. Merkez
ilçelerden minibüslerle Kars'a gelip günlerini çayhanede pineklemek ve berberde
tıraş olmakla geçiren kalabalık gelememişti şehre; berber ve çayhanelerin
boşluğu Ka'nın hoşuna gitti. Sokaklardaki çocuklar içindeki korkuyu unutturup
onu iyice mutlu ettiler. Küçük boş arsalarda, karla kaplı meydanlarda, devlet
dairelerinin ve okulların bahçelerinde, yokuşlarda, Kars nehrinin üzerindeki
köprülerde kızak kayan, kartopu savaşı yapan, koşuşturan, kavga edip küfürleşen,
bütün bu hareketi seyredip burnunu çeken bir sürü çocuk gördü. Pek azının
paltosu vardı, çoğu okul ceketi, kaşkol ve takke giyiyordu. Askerî darbeyi
okullar tatil olduğu için sevinçle karşılayan bu neşeli kalabalığı seyrederken
Ka iyice üşürse, en yakındaki çayhaneye giriyor, hafiye Saffet karşıdaki masada
otururken bir çay içip tekrar dışarı çıkıyordu.
Hafiye Saffet'e alıştığı için Ka ondan korkmuyordu hiç. Kendisini gerçekten
izlemek istiyorlarsa peşine görünmeyen bir hafiye takacaklarını biliyordu.
Görünen hafiye görünmeyen hafiyeyi gizlemeye yarardı. Bu yüzden bir ara hafiye
Saffet'i kaybedince Ka telaşlandı ve onu aramaya başladı. Faikbey Caddesi'nde,
dün gece tankla karşılaştığı köşede Saffet'i elinde bir plastik torba, tıknefes
kendisini ararken buldu.
"Portakallar çok ucuz, dayanamadım," dedi hafiye. Beklediği için Ka'ya teşekkür
etti, kaçıp kaybolmadığı için "iyi niyetini" kanıtladığını söyledi. "Bundan
sonra nereye gideceğinizi söylerseniz, ikimiz de boşuna yorulmayız."
Ka nereye gideceğini bilmiyordu. Daha sonra camları buz tutmuş bir başka boş
çayhanede otururlarken aslında iki kadeh rakı içip Şeyh Saadettin Efendi'ye
gitmek istediğini anladı. İpek'i şu anda yeniden görmek mümkün değildi ve ruhu
onu düşünmekle işkence korkusu arasında daralıyordu. Şeyh Efendi'ye içindeki
Allah sevgisini açıp, Allah'tan ve dünyanın anlamından kibarca konuşmak isterdi.
Ama tekkeyi mikrofonlarla donatmış emniyetçilerin kendisini gülerek
dinleyecekleri geliyordu aklına.
Gene de Ka Şeyh Efendi'nin Baytarhane Sokağı'ndaki mütevazı
212
evinin önünden geçerken bir ara durakladı. Yukarıya, pencerelere baktı.
Daha sonra Kars il kütüphanesinin kapısının açık olduğunu gördü. İçeri girip
çamurlu merdivenleri çıktı. Sahanlıkta bir duyuru tahtasına Kars'ın yedi yerel
gazetesi tek tek dikkatle raptiyelenmişti. Tıpkı Serhat Şehir Gazetesi gibi,
diğerleri de dün öğleden sonra basıldıkları için ihtilalden değil, Millet
Tiyatrosu'ndaki akşamki gösterinin başarılı geçtiğinden, kar yağışının
sürmesinin beklendiğinden söz ediyordu.
Okulların tatil olmasına rağmen okuma salonunda beş altı öğrenciyle evlerinin
soğuğundan kaçan birkaç emekli memur gördü. Bir kenarda okunmaktan lime lime
olmuş sözlükler ve yarısı parçalanmış resimli çocuk ansiklopedileri arasında,
çocukluğunda çok sevdiği eski Hayat Ansiklopedisi ciltlerini buldu. Bu ciltlerin
her birinin arka kapağının içinde üst üste yapıştırılmış renkli resimlerden
oluşan, içe doğru açılan yaprakları çevirdikçe bir arabanın, bir erkeğin, bir
geminin organ ve parçalarının tek tek görüldüğü bir anatomi levhası olurdu. Ka
bir içgüdüyle dördüncü cildin arka kapağının içindeki anneyi ve şişkin karnında
bir yumurtanın içinde yatar gibi yatan bebeğini aradı, ama ciltlerin içindeki bu
resimler sökülmüştü, yırtma yerlerini görebildi yalnızca.
Aynı cildin (İS-MA) 324. sayfasındaki bir maddeyi de dikkatle okudu.
KAR. Suyun atmosferin içinde düşerken, gezinirken ya da yükselirken aldığı katı
şekildir. Genellikle altıgen bir biçimi olan güzel kristal yıldızcıklar
halindedir. Her kristal tanesinin kendine özgü altıgen yapısı vardır. Karın
sırları eski çağlardan beri insanoğlunun ilgisini ve hayranlığını çekmiştir, ilk
olarak İsveç'in Uppsala kentinde 1555 yılında papaz Olaus Magnus her kar
tanesinin kendine özgü altıgen bir yapısı olduğunu ve şekilde görüldüğü gibi...
Ka bu maddeyi Kars'ta kaç kere okumuş, bu kar kristalinin resmi o sırada ne
kadar içine işlemişti, bunu söyleyemeyeceğim. Yıl-
213
* rtmycıı naı
lar sonra Nişantaşı'ndaki evlerine gidip, her zaman huzursuz ve kuşkulu
babasıyla yaşlı gözlerle uzun uzun ondan bahsettiğimiz bir gün, evdeki eski
kütüphaneyi görmek için izin istemiştim. Ka'nın odasındaki çocukluk ve gençlik
kütüphanesi değil, oturma odasının karanlık köşesindeki babasının kütüphanesiydi
aklımda-ki. Burada şık ciltli hukuk kitapları, 1940'lardan kalan yerli ve çeviri
romanlar, telefon ve telefon rehberlerinin arasında bu özel ciltli Hayat
Ansiklopedisi'ni görmüş, dördüncü cildin arka iç kapağındaki gebe kadın
anatomisine bir göz atmıştım. Kitabı gelişigüzel açınca 324. sayfa kendiliğinden
gelmişti önüme. Orada, aynı Kar maddesinin yanında bir de otuz yıllık bir
kurutma kâğıdı gördüm.
Ka önündeki ansiklopediye bakıp ödev yapan öğrenci gibi cebinden defterini
çıkardı, Kars'ta kendisine gelen onuncu şiiri yazmaya başladı. Her kar tanesinin
tekilliğiyle Hayat Ansiklopedi-si'nin cildi içinde bulamadığı annenin karnındaki
çocuk hayalinden yola çıkarak Ka, kendisinin ve hayatının bu dünyadaki yerini,
korkularını, özelliklerini ve benzersizliğini temellendirdiği bu şiire "Ben, Ka"
adını verdi.
Henüz şiirin sonuna gelmemişti ki, Ka, masasına birisinin oturduğunu hissetti.
Defterden başını kaldırınca şaşırdı: Necip'ti bu. İçinde dehşet ve hayret değil,
kolay ölmeyecek birinin öldüğüne inanmanın suçluluk duygusu uyandı.
"Necip," dedi. Sarılıp öpmek istedi onu.
"Ben, Fazıl," dedi genç. "Sizi yolda gördüm, peşinize takıldım." Hafiye
Saffet'in oturduğu masaya doğru bir bakış attı. "Çabuk söyleyin bana: Necip'in
öldüğü doğru mu?"
"Doğru. Gözümle gördüm."
"O zaman bana niye Necip dediniz? Gene de emin değilsiniz."
"Emin değilim."
Bir an yüzü kül gibi oldu Fazıl'ın, sonra kendini zorlayarak toparladı.
"Benden intikamını almamı istiyor. Bundan anlıyorum öldüğünü. Ama okul açılınca
eskisi gibi derslerimi çalışmak istiyorum, intikama, siyasete girmek değil."
"Üstelik intikam korkunç bir şey."
"Gene de o gerçekten istiyorsa intikamını alırım," dedi Fazıl.
214
"Bana sizden bahsetmişti. Hicran'a, yani Kadife'ye, yazdığı mektupları verdiniz
mi ona?"
"Verdim," dedi Ka. Fazıl'ın bakışından rahatsız oldu. "'Verecektim,' diye
düzeltsem mi?" diye düşündü. Ama geç kalmıştı. Üstelik yalan söylemek nedense
içini güvenle doldurmuştu. Fazıl'ın yüzünde beliren acıdan huzursuz oldu.
Fazıl iki elini yüzüne kapayıp ağladı biraz. Ama o kadar öfkeliydi ki gözyaşları
boşanmadı. "Necip öldüyse intikamını kimden almam gerekir?" Ka'nın sustuğunu
görünce gözlerini gözlerinin içine dikti. "Siz bilirsiniz."
"Bazan siz aynı anda aynı şeyi düşünürmüşsünüz," dedi Ka. "Sen düşünüyorsan o
var demektir."
"Onun benim düşünmemi istediği şey acıyla dolduruyor içimi," dedi Fazıl. Ka ilk
defa onun gözlerinde Necip'in gözlerinde gördüğü ışığı gördü. Bir hayaletle
karşı karşıya hissetti kendini.
"Nedir sizi düşünmeye zorladığı şey?"
"İntikam," dedi Fazıl. Biraz daha ağladı.
Ka Fazıl'ın aklındaki asıl düşüncenin intikam olmadığını hemen anladı. Çünkü
Fazıl bunu hafiye Saffet'in onları dikkatle seyrettiği masasından kalkıp
yaklaştığını gördükten sonra söylemişti.
"Kimliğinizi verin," dedi hafiye Saffet Fazıl'a sert sert bakarak.
"Okul kimliğim ödünç verme masasında."
Ka, Fazıl'ın karşısındakinin bir sivil polis olduğunu hemen anladığını ve
korkusunu bastırdığını gördü. Hepsi ödünç verme masasına yürüdüler. Hafiye, her
şeyden korkmuş görünen bayan me-murenin elinden kaptığı kimlikten Fazıl'ın imam
hatip öğrencisi olduğunu öğrenince "zaten biliyorduk" diyen suçlayıcı bir
bakışla Ka'ya baktı bir. Sonra bir çocuğun topuna el koyan büyük edasıyla
kimliğini cebine koydu.
"Emniyet müdürlüğüne gelir, imam hatip kimliğini alırsın," dedi.
"Memur be^" dedi Ka. "Bu çocuk etliye sütlüye karışmaz, en sevdiği arkadaşının
öldüğünü de şimdi öğrendi, verin kimliğini."
Ama Ka'dan öğleyin bir torpil istemesine rağmen Saffet yumu-şayamadı.
Ka kimsenin görmediği bir köşede Saffet'ten kimliği alacağına
215
inandığı için saat altıda Demirköprü'de buluşmak için Fazılla sözleşti. Fazıl
hemen çıktı kütüphaneden. Bütün okuma salonu huzursuz olmuştu, herkes kimlik
kontrolünden geçirileceğini sanıyordu. Ama Saffet oralı değildi, masasına hemen
geri dönmüş, 1960 başının Hayat dergisi cildini karıştırıyor, İran Şahı'na bebek
doğuramadığı için boşanmak zorunda kalan mahzun Prenses Süreyya'nın ve eski
Başbakan Adnan Menderes'in asılmadan önce çekilmiş son fotoğraflarına bakıyordu.
Ka hafiyeden kimliği alamayacağına karar verip kütüphaneden çıktı. Karlı sokağın
güzelliğini, coşkuyla kartopu oynayan çocukların neşesini görünce bütün
korkularını arkada bıraktı. Koşmak geliyordu içinden. Hükümet meydanında
ellerinde kumaş torbalar, iple sarılmış gazete kâğıdından paketler, bir kuyrukta
üşüyerek hüzünle bekleşen bir erkekler kalabalığı gördü. Sıkıyönetim duyurusunu
ciddiye alıp evlerindeki silahları kuzu kuzu devlete teslim eden ihtiyatlı
Karslılardı bunlar. Ama devlet onlara hiç güvenmediği için kuyruğun ucunu
vilayet binasının içine almadığından hepsi üşüyordu. Şehrin çoğu bu duyurudan
sonra geceya-rıları karı açıp silahlarını hiç kimsenin akıl edemeyeceği yerlere,
buzlu toprağa gömmüştü.
Faikbey Caddesi'nde yürürken Kadife ile karşılaştı ve yüzü kıpkırmızı oldu. Az
önce Ipek'i düşünüyordu, Kadife ona İpek ile ilgili çok yakın ve olağanüstü
güzel bir şey gibi gözüktü. Kendini tutmasaydı başörtülü kıza sarılıp öpecekti.
"Sizinle çok acele konuşmalıyım," dedi Kadife. "Ama peşinizde bir adam var, o
bakarken değil. Otelde saat ikide 217 numaraya gelir misiniz? Sizin odanın
bulunduğu koridorun ucundaki son odadır."
"Orada rahat konuşabilecek miyiz?"
"Kimseye," -gözlerini kocaman açtı Kadife- "Ipek'e bile söylemezseniz
konuştuklarımızdan kimsenin haberi olmaz." Kendilerini dikizleyen kalabalığa
yönelik çok resmî bir hareketle Ka'nın elini sıktı. "Şimdi çaktırmadan arkama
bakın, benim peşimde bir mi, iki mi hafiye var, sonra söylersiniz."
Dudaklarının kenarıyla hafifçe gülümseyerek başıyla öyle bir "evet" dedi ki Ka,
takındığı soğukkanlı havaya kendi bile şaştı.
216
Oysa Kadife ile bir odada ablasından gizli buluşma fikri bir anda aklını
başından almıştı.
Kadife ile buluşmadan önce bir rastlantıyla da olsa otelde ipek ile karşılaşmak
istemediğini anladı hemen. Böylece buluşmadan önce vakit öldürmek için
sokaklarda yürüdü. Askerî darbeden kimse şikâyetçi gözükmüyordu; tıpkı
çocukluğunda olduğu gibi, yeni bir başlangıç ve sıkıcı hayatta bir değişiklik
havası vardı. Kadınlar çantalarını ve çocuklarını kapmışlar, bakkal ve manav
dükkânlarında meyveleri elleyip seçmeye, pazarlık etmeye, bıyıklı erkekler
kalabalığı da köşe başlarında dikilip filtresiz sigara içerek gelip geçenlere
bakmaya, dedikodu etmeye başlamışlardı. Garajlarla pazar yeri arasındaki boş bir
binanın saçak altında dün iki kere gördüğü kör taklidi yapan dilenci yerinde
değildi. Sokak ortalarında park edip portakal ve elma satan kamyonetleri de
göremedi Ka. Zaten seyrek olan araç trafiği iyice azalmıştı, ama bunun askerî
darbeden mi, kardan mı olduğunu anlamak güçtü. Şehirdeki sivil polis sayısı
arttırılmış (bir tanesi Halitpaşa Caddesi'nin aşağısında futbol oynadığı
çocuklar tarafından kaleye geçirilmişti), garajların yanında kerhane olarak
işletilen iki otel (Pan Oteli ve Otel Hürriyet), horoz dövüştürenler ve kaçak
kesim yapan kasaplar karanlık faaliyetlerini belirsiz bir zamana kadar
ertelemiş-lerdi. Arada bir gecekondu mahallelerinden özellikle geceleri gelen
patlama seslerine ise Karslılar zaten alışık olduğu için kimse istifini
bozmuyordu. Ka da bu ilgisizlik müziğinin verdiği özgürlük duygusunu içinde
iyice hissettiği için Küçük Kâzımbey Cad-desi'yle Kâzım Karabekir Caddesi'nin
köşesindeki Modern Bü-fe'den tarçınlı bir sıcak şerbet alıp keyifle içti.
217
25
Kars'taki tek özgürlük zamanı
Ka İLE KADİFE OTEL ODASINDA
uıcı uua^ıuua '
On altı dakika sonra Ka otelin 217 numaralı odasına girdiğinde görülme
korkusuyla o kadar gergindi ki, eğlenceli ve değişik bir konu açabilmek için
ağzında hâlâ kekremsi tadını hissettiği şerbetten söz etti Kadife'ye.
"Ordu mensuplarını zehirlemek için o şerbete öfkeli Kürtler tarafından zehir
atıldığı söylenirdi bir zamanlar," dedi Kadife. "Hatta bu işi araştırmak için
devlet gizli müfettişler yollamıştı."
"Siz bu hikâyelere inanıyor musunuz?" diye sordu Ka.
"Kars'a gelen bütün okumuş ve Batılılaşmış yabancılar," dedi Kadife, "bu tür
hikâyeleri işitir işitmez kumpas söylentilerine inanmadıklarını kanıtlamak için
büfeye gidip şerbetten içerler ve kendilerini budalaca zehirlerler. Çünkü
söylentiler doğrudur. Bazı Kürtler o kadar mutsuzdur ki, onlar için Allah yoktur
artık."
"Bunca zamandan sonra devlet buna nasıl izin veriyor?"
"Bütün Batılılaşmış aydınlar gibi farkında olmadan en çok da devletimize
güveniyorsunuz. MİT her şeyi bildiği gibi, bu işi de bilir, ama durdurmaz."
"Peki bizim burada olduğumuzu bilir mi?"
"Korkmayın, şimdi bilmiyordur," diyerek gülümsedi Kadife. "Bir gün mutlaka
bilecektir ama o zamana kadar burada özgürüz biz. Kars'taki tek özgürlük zamanı
bu geçici zamandır. Kıymetini
218
bilin, çıkarın lütfen paltonuzu."
"Bu palto beni kötülüklerden koruyor," dedi Ka. Kadife'nin yüzünde bir korku
ifadesi gördü. "Burası da soğuk," diye ekledi.
Bir zamanlar sandık odası olarak kullanılan küçük bir odanın yarısıydı burası.
İç avluya bakan daracık bir penceresi, çekinerek iki ucuna oturdukları bir küçük
yatağı, iyi havalandırılmamış otel odalarına özgü boğucu bir ıslak toz kokusu
vardı. Kadife uzanıp kenardaki kaloriferin musluğunu çevirmeye çalıştı, ama kötü
sıkışmıştı, bıraktı. Ka'nın sinirli bir şekilde ayağa kalktığını görünce
gülümsemeye çalıştı.
Ka bir anda Kadife'nin onunla bu odada bulunmaktan bir haz aldığını anladı.
Kendisi de uzun yalnızlık yıllarından sonra güzel bir kızla aynı odada
bulunmaktan hoşlanıyordu, ama Kadife'ninki böyle "yumuşak" bir zevk değildi,
yüzünden anlıyordu bunu, daha derin ve tahripkâr bir şeydi.
"Korkmayın, çünkü torbayla portakal taşıyan o zavallıdan başka bir sivil polis
yoktu arkanızda. Bu da devletin aslında sizden korkmadığını, sizi yalnızca biraz
korkutmak istediğini gösterir. Benim arkamda kim vardı?"
"Arkanızdan bakmayı unuttum," dedi Ka utançla. "Nasıl?" Kadife bir an zehirli
gözlerle baktı ona. "Âşıksınız siz, çok fena âşık!" dedi. Kendini hemen
toparladı. "Afedersiniz, hepimiz çok korkuyoruz," dedi ve yüzü gene bambaşka bir
ifadeye büründü. "Ablamı mutlu edin, çok iyi bir insandır." "Sizce o beni sever
mi?" diye sordu Ka fısıldar gibi. "Sever, sevmesi lazım; çok hoş birisiniz,"
dedi Kadife. Ka'nın bu sözden sarsıldığını görünce, "Çünkü siz ikizlersiniz,"
dedi. İkizler erkeğiyle başak kadınının neden uyumlu olması gerektiği konusunda
akıl yürüttü. İkizlerin çift kimlikliliği yanında, bir hafifliği, yüzeyselliği
vardı ki, her şeyi ciddiye alan Başak kadını hem mutlu olabilirdi bununla, hem
de bundan iğrenebilirdi. "İkiniz de mutlu bir aşkı hak ediyorsunuz," diye ekledi
teselli verir bir havayla.
"Ablanızla konuşmalarınızdan benimle Almanya'ya gelebileceği izlenimini
edindiniz mi?"
"Çok yakışıklı buluyor sizi," dedi Kadife. "Ama size inanamı-
219
yor. İnanması da vakit alır. Sizin gibi sabırsızlar bir kadını sevmeyi değil,
onu elde etmeyi düşünürler çünkü."
"Bunu söyledi mi size?" dedi Ka ve kaşlarını kaldırdı. "Bu şehirde vaktimiz yok
bizim."
Kadife saatine bir göz attı. "Buraya geldiğiniz için teşekkür edeyim önce. Çok
önemli bir konu için çağırdım sizi. Lacivert'in size vereceği bir mesajı var."
"Bu sefer beni izleyip onu hemen bulurlar," dedi Ka. "Hepimizi de işkenceden
geçirirler. O ev basılmış. Hepsini dinlemiş polis."
"Dinlendiğini Lacivert biliyordu," dedi Kadife. "O darbeden önce size ve sizin
üzerinizden Batı'ya yollanmış felsefi bir mesajdı. Bizim intiharlarımıza
burnunuzu sokmayın diyordu onlara. Her şey değişti şimdi. Bu yüzden eski
mesajını da iptal etmek istiyor. Ama daha önemlisi: Yepyeni bir mesajı var."
Kadife uzun uzun ısrar etti, Ka kararsız kaldı. "Bu şehirde görülmeden bir
yerden bir yere gitmek imkânsız," dedi çok sonra.
"Bir at arabası var. Her gün bir-iki kere Aygaz tüpü, kömür, şişe suyu bırakmak
için avludaki mutfak kapısına gelir. Başka yerlere de dağıtım yapar ve mallarını
kardan yağmurdan korumak için her şeyin üzerine branda serer. Arabacı
güvenilir." "Bir hırsız gibi brandanın altına mı gizleneceğim?" "Ben çok
gizlendim," dedi Kadife. "İnsanın hiç kimse farkında değilken bütün şehrin
içinden geçmesi çok zevklidir. Bu görüşmeyi yaparsanız İpek konusunda size
içtenlikle yardım ederim. Onun sizinle evlenmesini istiyorum çünkü." "Niye?"
"Her kardeş ablasının mutlu olmasını ister." Ka sadece hayatı boyunca bütün Türk
kardeşler arasında içten bir nefret ve zoraki bir dayanışma gördüğü için değil,
ayrıca Kadi-fe'nin her halinde (sol kaşı farkında olmadan kalkmış, Türk
filmlerinde edinilmiş bir masumiyet jesti olarak dudakları ağlayacak bir
çocuğunki gibi yarı açılıp ileriye doğru uzamıştı) bir yapma-cıklık gördüğü için
de bu söze hiç inanmadı. Ama Kadife saatine bakıp on yedi dakika sonra at
arabasının geleceğini söyleyip şimdi hemen onunla birlikte Lacivert'e gitmeye
söz verirse ona her şeyi anlatacağına yemin edince Ka bir anda "Söz veriyorum,
geli-
220
________.--------------------------Ka ile Kadife Otel Odasında------------------
---------------------
yorum," dedi. "Ama her şeyden önce de bana niye bu kadar güvendiğinizi
söyleyin."
"Siz bir dervişmişsiniz, Lacivert böyle diyor, Allah'ın sizi doğuştan ölüme
kadar masum kıldığına inanıyor."
"Peki," dedi Ka aceleyle. "İpek de biliyor mu bu özelliğimi?"
"Niye bilsin? Bu Lacivert'in sözü."
"Bana İpek'in benim hakkımda düşündüğü her şeyi söyleyin lütfen."
"Konuştuklarımızın hepsini söyledim aslında," dedi Kadife. Ka'nın hayal
kırıklığına uğradığını görünce biraz düşündü ya da düşünüyormuş gibi yaptı -Ka
telaştan ayıramıyordu ikisini- "Sizi eğlenceli buluyor," dedi Kadife.
"Almanyalar'dan geliyorsunuz, çok şey anlatabilirsiniz!"
"Onu ikna etmek için ne yapayım?"
"İlk anda olmasa bile, ilk on dakikada bir kadın, bir erkeğin kim olduğunu, en
azından kendisi için ne anlama gelebileceğini, onu sevip sevemeyeceğini derinden
sezer. Bu sezdiği şeyi tam anlayıp bilmesi için biraz vakit geçmesi gerekir.
Bana kalırsa bu vakit geçerken erkeğin yapacağı fazla bir şey yoktur. Gerçekten
inanıyorsanız, onun hakkında hissettiğiniz güzel şeyleri söyleyin ona. Onu niçin
seviyorsunuz, neden onunla evlenmek istiyorsunuz?"
Ka sustu. Kadife onun mahzun bir küçük çocuk gibi pencereden bakışını görünce,
Ka ile ipek'in Frankfurt'ta mutlu olabileceklerini, ipek'in Kars'tan çıkar
çıkmaz neşeleneceğini, onları Frankfurt sokaklannda gülüşerek akşam sinemaya
giderken gözünün önüne getirebildiğini söyledi. "Frankfurt'ta gidebileceğiniz
bir sinemanın adını söyleyin bana," dedi. "Herhangi bir sinemanın."
"Filmforum Höchst," dedi Ka.
"Elhamra, Rüya, Majestik gibi sinema adlan yok mu Almanların?"
"Var. Eldorado!" dedi Ka.
Kararsız kar tanelerinin gezindiği avluya bakarlarken Kadife, üniversite
tiyatrosunda oynadığı yıllarda bir kere bir sınıf arkadaşının amcasının oğlunun
bir Alman-Türk ortak yapımında üstü örtülü olarak kendisine rol teklif ettiğini,
ama rolü reddettiğini, şimdi o ülkede İpek ile Ka'nın çok mutlu olacaklarını,
aslında ab-
221
.İl
Ka ile Kadife Otel Odasında
- Ka ile Kadife Otel Odasında -
lasının mutlu olmak için yaratıldığını, ama bunu bilmediği için şimdiye kadar
mutlu olamadığını, çocuğu olmamasının da onu kırdığını, ama asıl üzücü olanın
ablasının bu kadar güzel, bu kadar ince, bu kadar duyarlı ve dürüst olmasına
rağmen ve belki de bu yüzden mutsuz olması (burada sesi kırıldı) olduğunu,
çocukluklarında ve gençliğinde ablasının iyiliği ve güzelliğinin kendisine hep
örnek olduğunu (sesi bir daha kırıldı), bu iyilik ve güzellik yanında kendini
hep kötü ve çirkin hissettiğini, ablasının o öyle hissetmesin diye kendi
güzelliğini sakladığını söyledi. (Şimdi, sonunda ağlıyordu.) Gözyaşları ve iç
çekmeleri arasında titreyerek ortaokuldayken ("İstanbul'daydık ve o kadar fakir
değildik o zaman," dedi Kadife ve Ka "zaten şimdi de" fakir olmadıklarını
söyledi. "Ama Kars'ta oturuyoruz," diye hızla kapattı bu parantezi Kadife) bir
gün biyoloji hocası Mesrure Hanım'ın, o sabah ilk derse geç kaldığı için
Kadife'ye "'Akıllı ablan' da gecikti mi?" diye sorduğunu ve "Seni sınıfa ablanı
çok sevdiğim için kabul ediyorum," dediğini anlattı. Tabii ki İpek geç
kalmamıştı. At arabası avluya girdi.
Kenar tahtalarının üzerine kırmızı güller, beyaz papatyalar ve yeşil yapraklar
boyanmış, eski ve sıradan bir at arabasıydı bu. Yorgun ve yaşlı atının kenarlan
buz tutmuş burun deliklerinden buhar çıkıyordu. Geniş yapılı ve hafif kambur
arabacının paltosu ve şapkası kar tutmuştu. Ka, brandanın da karla kaplı
olduğunu yüreği atarak gördü.
"Sakın korkma," dedi Kadife. "Seni öldürmeyeceğim." Ka, Kadife'nin elinde bir
tabanca gördü, ama kendisine tuttuğunu anlamadı bile.
"Sinir krizi filan geçirmiyorum," dedi Kadife. "Ama bana şimdi bir yamuk
yaparsan inan vururum seni... Lacivert'ten demeç almaya giden gazetecilerden,
herkesten şüpheleniriz biz." "Beni siz aradınız," dedi Ka.
"Doğru, ama sen düşünmesen bile MİT'çiler arayacağımızı tahmin edip üzerine bir
dinleyici yerleştirmişlerdir belki. Sevgili pal-tocuğunu demin bu yüzden
çıkarmaya kıyamadığından şüpheleniyorum. Şimdi paltonu çıkar ve yatağın kenarına
bırak çabuk." Ka denileni yaptı. Kadife ablasınınki kadar küçük eliyle palto-
222
nun her köşesini hızla yokladı. Bir şey bulamayınca: "Kusura bakma," dedi.
"Ceketini, gömleğini ve atletini de çıkaracaksın. Alıcıyı sırtlarına,
göğüslerine bantlattırıyorlar çünkü. Kars'ta yüz kişi vardır belki sabah akşam
üzerinde mikrofonla gezen."
Ka ceketini çıkardıktan sonra doktora karnını gösteren çocuk gibi, gömleğini ve
atletini kıvırıp, ta yukarıya kaldırdı.
Bir bakış attı Kadife. "Arkanı da dön," dedi. Bir sessizlik oldu. "Peki. Tabanca
için de kusura bakma... Ama alıcı yerleştirilmişse, aramaya karşı çıkarlar,
rahat durmuyorlar..." Ama tabancasını indirmedi. "Şunu dinle şimdi," dedi
tehditkâr bir sesle. "Lacivert'e konuştuklarımızdan, bu arkadaşlığımızdan söz
etmeyeceksin hiç." Muayeneden sonra hastasını tehdit eden doktor gibi
konuşuyordu. "İpek'ten, ona âşık olduğundan hiç bahsetmeyeceksin. Lacivert böyle
pisliklerden hiç hoşlanmaz... Bahsedersen ve o canını yakmazsa, emin ol ben
yakarım. Cin gibi olduğu için birşey-ler sezip ağzını arayabilir. İpek'i bir-iki
kere görmüş gibi yap, o kadar. Anlıyor musun?" .
"Tamam."
"Lacivert'e saygılı ol. Kendini beğenmiş, Avrupa görmüş kolejli halinle sakın
küçümsemeye kalkma onu. İçinden böyle bir budalalık geçse bile sakın gülme...
Unutma, hayran olarak taklit ettiğin Avrupalıların umurunda bile değilsin sen...
Ama Lacivert'ten ve onun gibilerden ödleri kopar."
"Biliyorum."
"Ben senin arkadaşınım, benimle samimi ol," dedi Kadife kötü filmlerden çıkma
bir havayla gülümseyerek.
"Araoacı brandayı kaldırdı," dedi Ka.
"Arabacıya güven. Geçen sene oğlu polisle çatışırken öldü. Yolculuğun da tadını
çıkar."
Önce Kadife indi aşağıya. O mutfağa girdiği sırada Ka at arabasının eski Rus
evinin iç avlusunu sokaktan ayıran kemerli geçide sokulduğunu gördü ve
kararlaştırdıkları gibi odasından çıkıp aşağı indi. Mutfakta kimseyi göremeyince
telaşlandı, ama avlu kapısının aralığında arabacı onu bekliyordu. Aygaz tüpleri
arasındaki boşluğa, Kadife'nin yanma sessizce yattı.
Hiç unutmayacağını hemen anladığı yolculuk yalnızca sekiz
223
¦ Ka lie Kadife Otel Odasında
dakika sürdü, ama Ka'ya çok daha uzunmuş gibi geldi. Şehrin neresinde
olduklarını merak ediyor, onlar yanlarından arabanın gı-cırtılarıyla geçerlerken
aralarında konuşan Karslılan ve yanında uzanan Kadife'nin soluk alıp verişini
dinliyordu. Bir ara arabanın arkasına tutunarak kayan bir çocuk kalabalığı
telaşlandırdı onu. Ama Kadife'nin tatlı gülümseyişi öyle hoşuna gitti ki, o
çocuklar kadar mutlu hissetti kendini.
224
26
Allahımıza o kadar bağlı olmamızın nedeni yoksulluğumuz değildir
LACİVERT'İN BÜTÜN BATI'YA DEMECİ
Lastik tekerlekleri kar üzerinde tatlı tatlı sallanan at arabasında yatarken
Ka'nm aklına yeni mısralar gelmeye başlamıştı ki, sarsılarak bir kaldırıma
çıktılar ve biraz ileride durdular. Uzun süren ve yeni mısralar bulduğu bir
sessizlikten sonra arabacı brandayı kaldırınca otomobil tamirhanelerinin,
kaynakçıların ve bozuk bir traktörün çevrelediği karla kaplı boş bir avlu gördü
Ka. Köşedeki zincirli kara bir köpek de brandanın içinden çıkanları gördü ve hav
hav hav dedi.
Ceviz bir kapıdan geçtiler, Ka ikinci kapıdan geçince Lacivert'i pencereden
karlı avluya bakar buldu. Hafif kırmızımsı kumral saçları, yüzündeki çiller ve
gözlerinin laciverti ilk karşılaşmada olduğu gibi şaşırttı Ka'yı. Odanın
yalınlığı, bazı eşyalar (aynı saç fırçası, aynı yarı açık el çantası ve
kenarlarında Osmanlı figürleri olan, üzerinde Ersin Elektrik yazan aynı plastik
küllük) Ka'ya La-civert'in gece ev değiştirmediği izlenimini verecekti
neredeyse. Ama yüzünde dünden beri olan gelişmeleri şimdiden kabullenmiş
soğukkanlı bir gülümseme gördü Ka ve darbecilerden kaçtığı için kendi kendini
tebrik ettiğini anladı hemen.
"Artık intihar eden kızları yazmazsın," dedi Lacivert.
"Neden?"
"Askerler de onların yazılmasını istemez."
225
- Lacivert'in Bütün Batı'ya Demeci
"Ben askerlerin sözcüsü değilim," dedi Ka dikkatle.
"Biliyorum."
Bir an gerginlikle birbirlerini süzdüler.
-
aysyzgije
12 years ago
- "Dün bana intihar eden kızlar hakkında Batı gazetelerinde yazı yazabileceğini
söylemiştin," dedi Lacivert.
Ka bu küçük yalanından utandı.
"Hangi Batı gazetesinde?" diye sordu Lacivert. "Alman gazetelerinden hangisinde
tanıdığın var?"
"Frankfurter Rundschau'da," dedi Ka.
"Kim?"
"Demokrat bir Alman gazeteci."
"Adı ne?"
"Hans Hansen," dedi Ka paltosuna sarılarak.
"Hans Hansen'e askerî darbe aleyhine bir demecim var," dedi Lacivert. "Çok
vaktimiz yok, hemen yazmanı istiyorum."
Ka şiir defterinin arkasına not almaya başladı. Lacivert tiyatro darbesinden o
ana kadar en azından seksen kişinin öldürüldüğünü söyledi (gerçek rakam
tiyatroda vurulanlar dahil on yediydi), ev ve okul baskınlarını, tankların içine
girerek yıktığı dokuz (doğrusu dört) gecekonduyu, işkencede ölen öğrencileri,
Ka'nın bilmediği sokak arası çatışmalarını anlattı, Kürtlerin çilesinin üzerinde
fazla durmadan geçerken Islamcılarmkini biraz abarttı, belediye başkanının ve
eğitim enstitüsü müdürünün bu darbeye ortam yaratsın diye devlet tarafından
vurulduğunu söyledi. Ona göre bütün bunlar "İslamcıların demokratik seçimleri
kazanmasına engel olmak için" yapılmıştı. Lacivert bu gerçeği kanıtlamak için
siyasi parti ve derneklerin faaliyetlerinin yasaklanması vs. gibi başka
ayrıntıları anlatırken Ka onu hayranlıkla dinleyen Kadi-fe'nin gözlerinin içine
baktı ve sonradan şiir defterinden yırtacağı bu sayfaların kenarına İpek'i
düşündüğünü gösteren resim ve karalamalar çizdi: Bir kadının boynu ve saçları,
arkada bir çocuk evinin çocuk bacasından çocuk dumanlan çıkıyor... İyi bir
şairin, doğru bulduğu ama şiirini bozar diye inanmaktan korktuğu kuvvetli
gerçeklerin yalnızca çevresinde dönmesi gerektiğini ve bu dönüşün gizli
müziğinin onun sanatı olacağını Ka bana çok daha önceleri söylemişti.
226
Ka, Lacivert'in kimi sözlerini kelimesi kelimesine defterine yazacak kadar
sevmişti de. "Batılıların sandığı gibi, bizlerin burada Allahımıza o kadar
bağlanmamızın nedeni, o kadar yoksul olmamız değil, bu dünyada ne işimiz
olduğunu ve öteki dünyada neler olacağını herkesten çok merak etmemizdir."
Lacivert bitiş cümleleri olarak bu merakın kökenlerine inmek ve bu dünyadaki
işimizin ne olduğunu açmak yerine Batı'ya seslendi: "Kendi büyük keşfi
demokrasiye Allah'ın sözünden daha çok inanır gözüken Batı, Kars'taki bu
demokrasi karşıtı askerî darbeye karşı çıkacak mı?" diye sordu gösterişli bir
jestle. "Yoksa önemli olan demokrasi, özgürlük ve insan haklan değil, dünyanın
geri kalanının Batı'yı maymun gibi taklit etmesi midir? Kendisine hiç benzemeyen
düşmanlarının kazandığı bir demokrasiye Batı'nın tahammülü var mıdır? Bir de
Batı dışında, dünyanın geri kalanına seslenmek istiyorum: Kardeşler, yalnız
değilsiniz..." Bir an sustu. "Ama Frankfurter Rundschau'dan arkadaşınız bu
haberin hepsini yayımlar mı?"
"Batı Batı diye, sanki bir tek kişi, tek bir görüş varmış gibi konuşmak sevimsiz
oluyor," dedi Ka dikkatle.
"Buna inanıyorum ama," dedi Lacivert en sonunda. "Bir tek Batı ve bir tek
görüşleri vardır. Öteki görüşü biz temsil ediyoruz."
"Gene de Batı'da öyle yaşamıyorlar," dedi Ka. "Buradakinin aksine, insanlar
herkes gibi düşünmekle övünmüyor orada. Herkes, en sıradan bir küçük bakkal bile
kişisel görüşleri var diye böbürleniyor. Bu yüzden Batı yerine, Batı'nın
demokratları desek, oradaki insanlann vicdanlarına daha iyi sesleniriz."
"Peki, bildiğiniz gibi yapın. Yayımlanması için gereken başka bir düzeltme var
mı?"
"Sonundaki seslenmeyle bu bir haberden çok haber niteliği de olan ilginç bir
bildiri oldu," dedi Ka. "Altına da sizin imzanızı koyacaklar... Belki de sizi
tanıtıcı birkaç söz..."
"Onları hazırladım," dedi Lacivert. "Türkiye'nin ve Ortadoğu'nun önde gelen
İslamcılarından desinler yeter."
"Bu durumda Hans Hansen bunu basamaz."
"Nasıl?"
"Çünkü tek başına bir Türk islamcısının bildirisini sosyal de-
227
• Lacivert'in Bütün Batı'ya Demeci
mokrat Frankfurter Rundschau'da yayımlamak taraf tutmak olur onlar için," dedi
Ka.
"Bay Hans Hansen'in işine gelmeyince böyle kıvırtma huyu var demek," dedi
Lacivert. "Ne yapmamız gerekiyor onu ikna etmek
için?"
"Alman demokratları Türkiye'deki bir askerî darbeye -bir tiyatro darbesine
değil, gerçeğine- karşı çıksalar bile, sonunda destekledikleri kişilerin
İslamcılar olması onları huzursuz eder."
"Evet, bunların hepsi korkar bizden," dedi Lacivert.
Bunu gururla mı, yoksa bir yanlış anlamadan yakınarak mı söylediğini çıkaramadı
Ka. "Bu yüzden," dedi, "eski bir komünist, bir liberal, bir Kürt milliyetçisi de
imza atarsa bu bildiriye Frankfurter Rundschau''da rahatlıkla yayımlanır."
"Nasıl yani?"
"Kars'ta bulacağımız iki kişiyle ortak bir bildiriyi hemen hazırlayabiliriz,"
dedi Ka.
"Kendimi Batılılara hoş göstermek için şarap içemem," dedi Lacivert. "Benden
korkmasınlar da işimi görsünler diye onlara benzemek için çırpmamam. Allahsız
ateistlerle birlikte bize acısınlar diye de bu Batılı Bay Hans Hansen'in
kapısına yüz süremem. Kim bu Bay Hans Hansen? Niye bu kadar çok şart dayatıyor?
Yahudi mi?"
Bir sessizlik oldu. Yanlış bir şey söylediğini Ka'nm düşündüğünü sezerek bir an
nefretle baktı ona Lacivert. "Yahudiler bu yüzyılın en büyük mazlumlarıdır,"
dedi. "Demecimde herhangi bir değişiklik yapmadan önce şu Hans Hansen'i tanımak
isterim. Nasıl tanıştınız?
"Frankfurter Rundschau'da Türkiye ile ilgili bir haber-yorum çıkacağını,
yazarının bu işleri bilen biriyle konuşmak istediğini söyledi bir Türk arkadaş."
"Hans Hansen sorularını niye o Türk arkadaşına sormuyor da sana soruyor?"
"O Türk arkadaşım bu işlerle benden daha az ilgiliydi..." "Neydi o işler, ben
söyleyeyim," dedi Lacivert, "işkence, zulüm, hapisane koşulları gibi bizi
aşağılayan şeylerdir."
"Galiba, Malatya'da imam hatipli öğrenciler bir ateisti öldürmüşlerdi," dedi Ka.
228
ı uuıuıı Dan ya ucnıeuı •
"Böyle bir olay hatırlamıyorum," dedi Lacivert dikkatle kendini denetleyerek.
"Nam yapmak için bir zavallı ateisti öldürüp televizyona çıkıp gururlanan sözüm
ona İslamcılar ne kadar alçaksa, on-on beş kişi öldü diye bu haberleri dünyadaki
İslamcı hareketi küçültmek için abartan oryantalistler de o kadar rezildir. Bay
Hans Hansen böyle biriyse unutalım onu."
"Bana Avrupa Birliği ve Türkiye hakkında birşeyler sordu Hans Hansen. Sorularını
cevapladım. Bir hafta sonra telefon etti. Beni evine akşam yemeğine davet etti."
"Durup dururken mi?"
"Evet."
"Çok şüpheli. Ne gördün evinde? Karısını sana tanıştırdı mı?"
Sonuna kadar çektiği perdelerin hemen yanında oturan Kadi-fe'nin de şimdi pür
dikkat dinlediğini gördü Ka.
"Güzel, mutlu bir aileydi Hans Hansen ailesi," dedi Ka. Bir akşamüstü, gazete
çıkışı Herr Hansen beni Bahnhof'tan aldı. Yarım saat sonra bahçe içinde güzel
aydınlık bir eve vardık. Çok iyi davrandılar bana. Fırında tavukla patates
yedik. Karısı patatesi önce haşlamış, sonra fırında kızartmıştı."
"Karısı nasıl biriydi?"
Ka Kaufhof'taki tezgâhtar Hans Hansen'i getirdi gözlerinin önüne. "Hans Hansen
ne kadar sarışın, geniş omuzlu ve yakışık-lıysa İngeborg ve çocuklar da o kadar
sansın ve güzeldiler."
"Duvarlarda haç var mıydı?"
"Hatırlamıyorum, yoktu."
"Vardır ama sen dikkat etmemişsindir," dedi Lacivert. "Bizim ateist Avrupa
hayranlarının hayallerinin aksine Avrupalı bütün aydınlar dinlerine, haçlarına
sıkı sıkıya bağlıdırlar. Ama bizimkiler Türkiye'ye geri dönünce bundan
bahsetmez, çünkü Batı'nın teknolojik üstünlüğünün ateizmin bir zaferi olduğunu
kanıtlamaktır dertleri... Ne gördüğünü, ne konuştuğunuzu anlat."
"Herr Hansen Frankfurter Rundschau'da dış haberlerde çalışmasına rağmen
edebiyatseverdir. Konu şiire geldi. Şairlerden, ülkelerden, hikâyelerden
bahsettik. Vaktin nasıl geçtiğini anlayamadım."
"Sana acıyorlar mıydı? Türk olduğun, zavallı, yalnız ve yoksul
229
• Lacivert'in Bütün Batı'ya Demeci ¦
bir siyasal sürgün olduğun için, canı sıkılan sarhoş Alman gençleri eğlence
olsun diye senin gibi kimsesiz Türkleri yakıyor diye sana şefkat duyuyorlar
mıydı?"
"Bilmiyorum. Kimse üzerime varmıyordu." "Onlar üzerine varıp sana acıdıklarını
göstermeseler de, insanın içinde vardır böyle bir acınma isteği. Bu isteğini
ekmek parasına dönüştürmüş on binlerce Türk-Kürt aydını var Almanya'da."
"Hans Hansen'in ailesi, çocukları, hepsi iyi insanlardı. İnceydiler,
yumuşaktılar. Belki de incelikleri yüzünden acıdıklarını hissettirmediler bana.
Sevdim onları. Acısalardı da aldırmazdım artık."
"Yani bu durum senin gururunu hiç kırmıyordu?" "Kırıyordu belki, ama gene de o
akşam onlarla çok mutluydum. Kenarlardaki masa lambalarının çok hoş turuncu bir
ışığı vardı... Çatalları, bıçakları hiç görmediğim cinstendi, ama insanı
huzursuz edecek kadar da yabancı değildi... Televizyon sürekli açıktı, arasıra
ona da bakıyorlardı, bu da kendimi evde hissettiriyordu. Bazan Almancamın
yetmediğini görünce İngilizce açıklıyorlardı. Yemekten sonra çocuklar babalarına
derslerini sordular, uyumadan önce çocukları öptüler. Kendimi o kadar rahat
hissettim ki, yemeğin sonunda uzanıp pastadan bir ikinci dilim aldım. Kimse de
fark etmedi bunu, fark ettilerse bile doğal karşıladılar. Bunu sonra çok
düşündüm çünkü." "Ne pastasıydı?" diye sordu Kadife. "İncirli, çikolatalı Viyana
pastasıydı." Bir sessizlik oldu.
"Perdeler ne renkti?" diye sordu Kadife. "Desenleri nasıldı?" "Beyazımsı ya da
krem rengiydi," dedi Ka hatırlamaya çalışır gibi yaparak. "Üzerlerinde küçük
balıklar, çiçekler, ayılar ve renk renk meyvalar vardı."
"Yani çocuklar için kumaş gibi mi?"
"Hayır, çünkü çok ciddi bir havası da vardı. Bunu söylemeliyim: Mutluydular, ama
bizdeki gibi lüzumlu lüzumsuz ikide bir gülmüyorlardı. Çok ciddiydiler. Belki de
bu yüzden mutluydular. Hayat sorumluluk gerektiren ciddi bir işti onlar için.
Bizimki gibi körüne bir uğraş, bir acı imtihanı değil. Ama bu ciddiyet hayat
230
dolu, olumlu bir şeydi. Perdedeki ayılar ve balıklar gibi renkli ve ölçülü bir
mutlulukları vardı."
"Masa örtüsü ne renkti?" diye sordu Kadife. "Unuttum," dedi Ka ve hatırlamaya
çalışıyormuş gibi düşüncelere daldı.
"Kaç kere gittin oraya?" dedi Lacivert hafif öfkeyle.
"O gece orada öylesine mutlu oldum ki bir daha çağırsınlar çok istedim. Ama Hans
Hansen beni bir daha hiç çağırmadı."
Avludaki zincirli köpek uzun uzun havladı. Ka, şimdi Kadi-fe'nin yüzünde bir
hüzün, Lacivert'te ise öfkeli bir küçümseme görüyordu.
"Pek çok kereler onları aramayı düşündüm," diye anlattı inatla. "Bazan Hans
Hansen'in beni akşam yemeğine çağırmak için bir daha aradığını ama bulamadığını
düşünür, kütüphaneden çıkıp eve koşmamak için kendimi zor tutardım. O güzel
etajerli aynayı, rengini unuttuğum -galiba limon şansıydı- koltuklan, sofrada
ekmek tahtasının üzerinde ekmek keserken bana 'bu iyi mi?' diye sormalarını
(biliyorsunuz Avrupalılar bizlerden çok daha az ekmek yer); haçsız duvarlardaki
o güzel Alp manzaralannı, bütün bunları yeniden görmeyi çok istedim."
Ka şimdi Lacivert'in kendisine açık bir tiksintiyle baktığını görüyordu. "Üç ay
sonra bir arkadaş yeni haberler getirmişti Türkiye'den," dedi Ka. "Bu rezil
işkence, baskı ve zulüm haberlerini vermek bahanesiyle Hans Hansen'e telefon
ettim. Dikkatle dinledi beni, gene çok ince, nazikti. Küçük de bir haber çıktı
gazetede. O işkence ve ölüm haberi benim umurumda değildi. Ben beni arasın
istiyordum. Ama bir daha beni geri hiç aramadı. Acaba hatam nedir, beni bir daha
niye aramadınız diye Hans Hansen'e mektup yazmak gelir bazan içimden."
Ka'nın kendi haline gülümser gibi yapması Lacivert'i rahatlatmadı.
"Şimdi artık onu aramak için yeni bir bahaneniz olacak," dedi alaycılıkla.
"Ama haberin gazetede çıkması için Alman standartlanna uyup bir ortak bildiri
hazırlamamız lazım," dedi Ka.
"Birlikte bir bildiri yazmam gereken Kürt milliyetçisi ile liberal komünist kim
olacak?"
231
¦ Lacıven ir
"Polis çıkmalarından endişeleniyorsanız adları siz önerin," dedi Ka.
"İmam hatip lisesindeki sınıf arkadaşlarına yapılanlar yüreklerini öfkeyle
doldurmuş pek çok Kürt genci var. Hiç şüphesiz, Batılı gazetecinin gözünde Kürt
milliyetçisinin İslamcı olanı değil ateist olanı daha makbuldür. Bu bildiride
Kürtleri genç bir öğrenci de temsil edebilir."
"Peki, siz ayarlayın o genç öğrenciyi," dedi Ka. "Frankfurter Rundschau'mm ona
razı olacağını söyleyebilirim."
"Tabii, siz aramızda Batı'yı temsil ediyorsunuz ne de olsa," dedi Lacivert
alaycılıkla.
Ka aldırmadı hiç. "Eski komünist-yeni demokrata ise Turgut Bey en uygunudur."
"Babam mı?" dedi Kadife endişeyle.
Ka onu onaylayınca Kadife babasının asla evden çıkmayacağını söyledi. Hep
birlikte konuşmaya başladılar. Lacivert bütün eski komünistler gibi Turgut
Bey'in de aslında bir demokrat olmadığını, İslamcıları sindiriyor diye askerî
darbeyi mutlaka memnuniyetle karşıladığını, ama solculuğa leke sürmemek için
numaradan karşı çıkıyor gibi yaptığım anlatmaya çalışıyordu. "Babam numaracının
teki değildir!" dedi Kadife. Sesindeki titremeden ve Lacivert'in bir anda
öfkeyle parlayan gözlerinden ikisi arasında çok kereler tekrarlanmış kavgalardan
birinin eşiğine geldiklerini Ka hemen hissetti. Kavgadan yorulmuş çiftler gibi,
onu başkalarından gizleme gayretlerinin de artık tükendiğini anladı Ka.
Kadife'de, hırpalanmış ve âşık kadınlara özgü bir ne pahasına olursa olsun cevap
verme azmi, Lacivert'te ise mağrur bir ifadeyle birlikte olağanüstü bir şefkat
gördü. Ama bir anda her şey değişti ve Lacivert'in gözlerinde bir kararlılık
belirdi.
"Bütün ateist pozcusu, Avrupa hayranı solcu enteller gibi baban da aslında
halktan nefret eden numaracının teki!" dedi Lacivert.
Kadife, Ersin Elektrik'in plastik küllüğünü kapıp Lacivert'e fırlattı. Ama belki
de bilerek iyi nişan almamıştı: Küllük duvarda asılı duran takvimdeki Venedik
manzarasına çarpıp sessizce yere düştü. "Ayrıca baban kızının bir radikal
İslamcının gizli sevgilisi olduğunu da bilmezlikten geliyor," dedi Lacivert.
232
Kadife Lacivert'in omzunu iki eliyle hafifçe yumrukladıktan sonra ağlamaya
başladı. Lacivert onu kenardaki sandalyeye oturturken ikisi de öyle yapay bir
sesle konuşuyorlardı ki Ka neredeyse her şeyin kendisini etkilemek için
düzenlenmiş bir tiyatro olduğuna inanacaktı.
"Sözünü geri al," dedi Kadife.
"Sözümü geri alıyorum," dedi Lacivert ağlayan küçük bir çocuğu şefkatle teselli
eder gibi. "Bunu kanıtlamak için de, babanın sabah akşam zındık şakaları yapan
biri olmasına hiç aldırmadan onunla aynı bildiriye imza atmayı kabul ediyorum.
Ama bu Hans Hansen'in temsilcisinin -Ka'ya gülümsedi- bize kurduğu bir tuzak
olabileceği için ben sizin otele gelemem. Anlıyor musun canım?" "Babam da
otelden çıkamaz," dedi Kadife Ka'yı şaşırtan bir şımarık kız sesiyle. "Kars'ın
yoksulluğu moralini bozuyor."
"İkna edin onu da dışarı çıksın babanız, Kadife," dedi Ka sesine daha önce
onunla konuşurken hiç vermediği resmi bir renk vererek. "Kar her şeyi örttü."
Gözgöze geldi onunla.
Bu sefer anladı Kadife. "Peki," dedi. "Ama babam otelden dışarı çıkmadan önce
bir İslamcı ve Kürt milliyetçisi ile aynı metnin altına imza koymaya da ikna
edilmeli. Kim yapacak bunu?" "Ben yaparım," dedi Ka. "Siz de yardım edersiniz."
"Nerede buluşacaklar," diye sordu Kadife. "Ya zavallı babam bu saçmalık yüzünden
yakalanır da bu yaştan sonra bir daha hapse girerse."
"Saçmalık değil," dedi Lacivert. "Avrupa gazetelerinde bir-iki haber çıkarsa
Ankara buradakilerin kulağını büker, biraz dururlar."
'^Mesele Avrupa gazetelerinde haber çıkmasından çok senin adının çıkması," dedi
Kadife.
Lacivert buna da hoşgörüyle ve tatlılıkla gülümsemeyi başarınca Ka ona bir saygı
duydu. Frankfurter Rundschau'da bir demeci çıkarsa İstanbul'daki küçük İslamcı
gazetelerin bunu övünerek ve abartarak çevirecekleri aklına ilk defa geliyordu.
Bu Lacivert'in bütün Türkiye'de tanınması demekti. Uzun bir sessizlik oldu.
Kadife bir mendil çıkarmış, gözlerini siliyordu. Ka buradan çıkar çıkmaz iki
sevgilinin önce kavga edeceklerini, sonra da sevişeceklerini hissetti. Bir an
evvel çıkıp gitmesini mi istiyorlardı? Çok
233
yükseklerden bir uçak geçiyordu. Hepsi gözlerini yukarıya pencerenin üst
kısmından görülen göğe dikip dinlediler. "Buradan hiç uçak geçmez aslında," dedi
Kadife. "Olağanüstü birşeyler var," dedi Lacivert, kendi evhamına gülümsedi
sonra. Ka'nın da gülümseyişe katıldığını fark edince hır-çınlaştı. "Sıcaklık
eksi yirminin çok daha altında ama devlet eksi yirmi diye duyuruyor diyorlar."
Ka'ya meydan okur gibi baktı. "Normal bir hayatım olsun isterdim," dedi Kadife.
"Normal burjuva hayatını teptin sen," dedi Lacivert. "Seni bu kadar müstesna bir
insan yapan da bu..."
"Ben müstesna olmak istemiyorum. Herkes gibi olmak istiyorum. Darbe olmasaydı
belki de başımı açar herkes gibi olurdum artık."
"Burada herkes başını örtüyor," dedi Lacivert. "Doğru değil. Benim çevremde
benim gibi eğitimli kadınların çoğu başını örtmüyor. Mesele herkes gibi ve
sıradan olmaksa, başımı örterek benzerlerimden iyice uzaklaştım. Bunda mağrur
bir yan var ve hoşlanmıyorum."
"Açarsın o zaman yarın başını," dedi Lacivert. "Herkes de bunu askerî darbenin
bir zaferi olarak görür."
"Senin gibi herkesin ne düşündüğüyle yaşamadığımı herkes biliyor," dedi Kadife.
Suratı zevkten kıpkırmızı olmuştu.
Lacivert tatlılıkla buna da gülümsedi, ama Ka bu sefer onun yüzünden bütün
iradesini kullandığını gördü. Lacivert de Ka'nın bunları gördüğünü gördü. Bu da
iki erkeği şimdi hiç de birlikte tanık olmak istemedikleri bir yere, Lacivert
ile Kadife'nin mahremiyetinin eşiğine getirdi. Kadife'nin yarı hırçın bir sesle
Lacivert'e diklenirken, aslında Lacivertle olan mahremiyetini ortaya döktüğünü,
böylece onu zayıf yerinden yaralarken Ka'yı da tanıklığından dolayı suçlu
durumuna düşürdüğünü hissetti Ka. Dün geceden beri cebinde taşıdığı, Necip'in
Kadife'ye yazdığı aşk mektupları niye şimdi aklına gelmişti?
"Başörtüsü yüzünden hırpalanan, okuldan atılan kadınların hiçbirinin gazetelerde
adı geçmez," dedi Kadife aynı gözü kararmış havayla. "Gazetelerde başörtüsü
yüzünden hayatı kaydırılan kadınların yerine onlar adına konuşan taşralı,
ihtiyatlı, hımbıl Is-
234
lamaların resmi çıkar. Bir de Müslüman kadın, eğer kocası belediye başkanı
filansa bayram törenlerinde yanında olduğu için çıkar ancak gazetelere. Bu
yüzden o gazetelere geçmemek değil geçmek üzerdi beni. Bizler mahremiyetimizi
korumak için çile çekerken, kendilerini teşhir etmek için çırpman bu zavallı
erkeklere acıyorum aslında. İntihar eden kızlar hakkında bu yüzden yazı
yazılması gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca Hans Hansen'e bir bildiri vermeye
benim de hakkım olduğunu hissediyorum."
"Çok iyi olur," dedi Ka hiç düşünmeden. "Müslüman feministleri temsilen diye
imzalarsınız."
"Hiç kimseyi temsil etmek istemiyorum," dedi Kadife. "Orada Avrupalıların
karşısında yalnızca kendi hikâyemle, tek başıma, bütün günahlarım ve
kusurlarımla durmak istiyorum. İnsan bazan hiç tanımadığı ve bir daha da hiç
görmeyeceğine emin olduğu birisine bütün hikâyesini anlatmak ister ya, her
şeyi... Eskiden Avrupa romanlarını okurken kahramanlar yazara hikâyelerini sanki
böyle anlatmışlar gibi gelirdi bana. Avrupa'da üç beş kişi benim hikâyemi böyle
okusun isterdim."
Yakınlarda bir yerde bir patlama oldu, bütün ev sarsıldı, camlar titredi. Biriki
saniye sonra Lacivert ve Ka korkuyla ayağa kalktılar.
"Ben gidip bakayım," dedi Kadife. Aralarında en soğukkanlı gözüken oydu.
Ka pencerenin perdesini hafifçe araladı. "Arabacı yok, gitmiş," dedi.
"Burada durması tehlikeli," dedi Lacivert. "Giderken avlunun yan kapısından
çıkarsın."
Bunu, "git artık" anlamında söylediğini hissetti Ka, ama bir beklentiyle
yerinden kıpırdamadı. Karşılıklı birbirlerine nefretle baktılar. Ka üniversite
yıllarında aşın milliyetçi, eli silahlı öğrencilerle boş ve karanlık bir
koridorda karşılaştığı zaman hissettiği korkuyu hatırlamıştı, ama o zamanlar
havada cinsel bir gerilim olmazdı.
"Ben biraz paranoyak olabilirim," dedi Lacivert. "Ama bu senin bir Batı casusu
olmadığın anlamına gelmez. Bir ajan olduğunu bilmemen ve böyle hiçbir niyetinin
olmaması da bu durumu değiştirmez. Aramızdaki yabancı sensin. İmanı tam şu
kızcağızda
235
- Lacıven in omun oaıı ya uemecı •
farkında olmadan yarattığın şüpheler, tuhaflıklar da bunun kanıtı. Kendini
beğenmiş Batılı bakışlarınla bizi yargıladın, içten içe gü-lümsedin belki de
bizlere... Ben aldırmadım, Kadife de aldırmazdı ama aramıza kendi saflığın ile
birlikte Avrupalının mutluluk vaadini doğruluk hayalini soktun, aklımızı
karıştırdın. Sana kızmıyorum, çünkü, bütün iyi insanlar gibi, kötülüğünü farkına
varmadan yapıyorsun. Ama şimdi sana bunu söylediğime göre, bundan sonra masum
sayılamazsın."
236
27
Dayan, kızım Kars'tan destek geliyor
Ka, TURGUT BEY'İ BİLDİRİYE KATMAYA ÇALIŞIYOR
Ka, evden çıkınca tamirhanelerin baktığı avludan kimseye görünmeden çarşıya
geçti. Dün Peppino di Capri'nin "Roberta"sını işittiği küçük çorapçıkırtasiyeci-
kasetçi dükkânına girip çatık kaşlı soluk yüzlü tezgâhtar
delikanlıya Necip'in Kadife'ye yazdığı mektupları sayfa sayfa vererek
fotokopilerini çektirdi. Bunun için zarfları yırtması gerekmişti. Daha sonra
asıl sayfaları aynı cins soluk ve ucuz zarflara yerleştirip Necip'in el yazısını
taklit ederek üzerlerine Kadife Yıldız diye yazdı.
Gözünün önünde kendisini mutluluk için savaşmaya, yalan söyleyip dolaplar
çevirmeye çağıran Ipek'in hayali, hızlı adımlarla otele yürüdü. Kar yeniden iri
tanelerle yağıyordu. Sokaklarda sıradan bir akşamüstünün kırık dökük telaşını
hissetti Ka. Saray Yolu Sokak ile Halitpaşa Caddesi'nin kenarda birikmiş kar
yığınlarının darlaştırdığı köşesinde, yorgun bir atın çektiği kömür yüklü bir
araba yolu tıkamıştı. Arkasındaki kamyonun silecekleri ön camı temizlemeye ancak
yetiyordu. Ellerinde plastik torbalar, herkesin kendi evine, kendi sınırlı
mutluluğuna koşturduğu, çocukluğunun kurşuni kış akşamlarına özgü bir hüzün
vardı havada, ama güne yeni başlıyormuş gibi kararlı hissediyordu kendini.
Hemen odasına çıktı. Necip'in mektuplarının fotokopilerini çantasının dibine
sakladı. Paltosunu çıkarıp astı. Ellerini tuhaf bir
237
Ka, Turgut Bey'i Bildiriye Katmaya Çalışıyor ¦
dikkatle yıkadı. Bir içgüdüyle dişlerini fırçaladı (akşamları yapardı bu işi) ve
yeni bir şiirin gelmekte olduğunu sanarak pencereden dışarı uzun uzun baktı. Bir
yandan da, pencerenin önündeki kaloriferin sıcaklığından yararlanıyordu ve şiir
yerine aklına çocukluğunun ve gençliğinin unuttuğu kimi hatıraları geliyordu:
Annesiyle düğme almak için Beyoğlu'na çıktıkları bir bahar sabahı peşlerine
takılan "pis adam"... Annesiyle babasını Avrupa seyahati için havaalanına
götüren taksinin Nişantaşı'nın köşesinde gözden kayboluşu... Büyükada'da bir
partide tanıdığı uzun boylu, uzun saçlı, yeşil gözlü kızla saatlerce dans
ettikten sonra onu bir daha nasıl bulacağım bilemeyip günlerce aşktan karın
ağrıları çekişi... Bütün bu hatıraların birbiriyle hiç ilgisi yoktu ve Ka
hayatın, âşık olup mutlu olmanın dışında, birbirleriyle ilişkisiz, anlamsız
sıradan bir olaylar dizisi olduğunu şimdi çok iyi anlıyordu. Aşağıya indi,
yıllardır tasarlanmış bir ziyareti yapan birinin kararlılığı ve kendisinin de
şaştığı bir soğukkanlılıkla otel sahibinin dairesini lobiden ayıran beyaz kapıyı
vurdu. Kürt hizmetçinin kendisini tıpkı bir Turgenyev romanındaki gibi "yarı
esrarlı, yarı saygılı" bir havayla karşıladığını hissetti. Dün akşam yemek
yedikleri salona girerken arkası kapıya dönük uzun divanda Turgut Bey ile
İpek'in televizyonun karşısında yanyana oturduklarını gördü.
"Kadife, nerede kaldın, başlıyor," dedi Turgut Bey. Eski Rus evinin bu geniş ve
yüksek tavanlı odası dışarıdan gelen solgun kar ışığında Ka'ya dün akşamkinden
bambaşka bir yermiş gibi gözüktü.
Baba kız içeri girenin Ka olduğunu fark edince mahremiyetleri bir yabancı
tarafından çiğnenen çiftler gibi bir an huzursuz oldular. Hemen sonra Ka İpek'in
gözlerinin bir ışıltıyla parladığını görerek mutlu oldu. Hem baba kıza, hem de
açık televizyona dönük bir koltuğa oturup İpek'in hatırladığından da güzel
olduğunu şaşırarak gördü. Bu içindeki korkuyu büyütüyordu, ama sonunda onunla
birlikte mutlu olacaklarına da inanıyordu şimdi.
"Ben kızlarımla her akşam saat dörtte burada oturur Marian-na'yı seyrederim,"
dedi Turgut Bey biraz mahcubiyet, biraz da "kimseye hesap vermem ben"
ifadesiyle.
238
- Ka, Turgut Bey'i Bildiriye Katmaya Çalışıyor ¦
Marianna İstanbul'daki büyük televizyon kanallarından biri tarafından haftada
beş gün yayımlanan ve bütün Türkiye'de çok sevilen melodramatik bir Meksika
dizişiydi. Diziye adını veren kısa boylu, iri yeşil gözlü, cana yakın, fıkır
fıkır Marianna, bembeyaz tenine karşın, aşağı sınıftan yoksul bir kızdı. Güç
durumların, haksız suçlamaların, karşılıksız aşkların, yanlış anlamaların içine
düştüğünde, seyirci uzun saçlı, masum yüzlü Marianna'nın yoksul geçmişini,
öksüzlüğünü ve yalnızlığını iyice hatırlar, o zaman koltukta kediler gibi
sokularak oturan Turgut Bey ve kızları birbirlerine iyice sarılır, kızların
başları iki yandan babalarının göğsüne, omuzlarına yaslanırken hepsinin
gözlerinden bir-iki damla yaş akardı. Turgut Bey melodramatik bir diziye bu
kadar düşkün olmaktan utandığı için, arada bir Marianna'nın ve Meksika'nın
yoksulluğunu vurgular, kapitalistlere karşı bu kızın da kendince bir savaş
verdiğini söyler, bazan da "Dayan kızım, Kars'tan destek geliyor," diye ekrana
seslenirdi. Gözüyaşlı kızları hafifçe gülümserlerdi o zaman.
Dizi başlayınca Ka'nın dudağının kenarında bir gülümseme belirdi. Ama gözgöze
gelince İpek'in bundan hoşlanmadığını anlayarak kaşlarını çattı.
İlk reklam arasında, Ka hızla ve güvenle ortak bildiri konusunu Turgut Bey'e
açtı ve kısa bir sürede konuya ilgisini çekmeyi başardı. Turgut Bey en çok
önemsenmekten memnun olmuştu. Bu bildiri fikrinin kimin olduğunu, kendi adının
ortaya nasıl atıldığını sordu.
Ka sözkonusu kararı Almanya'daki demokrat gazetecilerle yaptığı görüşmeler
ışığında burada kendisinin aldığını söyledi. Turgut Bey Frankfurter
Rundschau'nun kaç sattığını, Hans Hansen'in bir "hümanist" olup olmadığını
sordu. Ka, Turgut Bey'i Lacivert'e hazırlamak için ondan demokrat olmanın
önemini kavramış tehlikeli bir dinci diye söz etti. Ama öteki hiç aldırmadı
buna, dine sarılmanın yoksulluğun bir sonucu olduğunu söyledi, kızının ve
arkadaşlarının davalarına inanmasa da saygı duyduğunu hatırlattı. Aynı ruhla
Kürt milliyetçisi delikanlıya da -her kimse o- saygı duyduğunu, bugün Kars'ta
bir Kürt genci olsaydı kendisinin de tepkiyle Kürt milliyetçisi olacağını
açıkladı. Marianna'ya destek
239
¦ Ka, Turgut Bey'i Bildiriye Katmaya yanşıyor ¦
verdiği o coşku anlarından birindeydi sanki. "Bunu uluorta söylemek yanlış, ama
askerî darbelere karşıyım," dedi heyecanla. Ka bu bildirinin zaten Türkiye'de
yayımlanmayacağını söyleyerek yatıştırdı onu. Sonra bu toplantının güvenlik
içerisinde ancak Asya Oteli'nin en üst katındaki salaş bir odada
yapılabileceğini, otele de pasajın arka kapısından çıkıp bitişiğindeki dükkânın
arka kapısından geçilecek bir avludan hiç görünmeden girilebileceğini söyledi.
"Dünyaya Türkiye'de de gerçek demokratlar olduğunu göstermek lazım," diye cevap
verdi ona Turgut Bey. Dizinin devamı başladığı için aceleyle sözü bağlamıştı.
Marianna ekranda belirmeden önce saatine bakıp: "Kadife nerede kaldı?" diye
sordu.
Ka da baba kız gibi sessizce Marianna'yı seyretti.
Bir ara Marianna aşk derdiyle yana yana merdivenleri çıktı ve kimsenin
görmeyeceğinden emin olunca sevgilisine sarıldı. Öpüşmediler, ama Ka'yı daha çok
etkileyen bir şey yaptılar: Bütün güçleriyle birbirlerine sarıldılar. Uzun süren
sessizlikte Ka bu diziyi bütün Kars'ın; çarşıdan evlerine dönmüş ev hanımlarıyla
kocalarının, ortaokullu kızlarla emekli ihtiyarların seyrettiğini, yalnız
Kars'ın hüzünlü sokakları değil, bütün Türkiye'deki sokakların dizi yüzünden
bomboş olduğunu da anladı ve aynı anda hayatını en-tellektüel alaycılık, siyasal
dertler ve kültürel üstünlük iddiaları yüzünden bütün bu dizinin açtığı
duyarlılıklardan uzakta, kupkuru yaşamasının kendi budalalığı olduğunu da
kavradı. Lacivert ile Kadife'nin de seviştikten sonra şimdi bir köşeye çekilip
birbirlerine sarılarak uzanıp sevgiyle Marianna'yı izlediklerinden emindi.
Marianna sevgilisine, "Bütün hayatım boyunca bugünü beklemişim," deyince, Ka bu
sözlerin kendi düşüncelerini yansıtmasının bir rastlantı olmadığını hissetti.
İpek ile gözgöze gelmeye çalıştı. Sevgilisi başını babasının göğsüne yaslamış,
hüzün ve aşktan buğulanmış iri gözlerini ekrana dikmiş, kendini dizinin sunduğu
duygulara istekle bırakmıştı.
"Gene de çok endişeliyim," dedi Marianna'nm yakışıklı, temiz yüzlü sevgilisi.
"Ailem birlikte olmamıza izin vermeyecektir."
"Biz birbirimizi sevdikçe korkacak bir şey olmamalı," dedi iyimser Marianna.
240
¦ rva, ıuıyuı Dey ı Diıaırıye ratmaya yanşıyor-----------------------
"Kızım asıl düşmanın bu herif be!" diye söze karıştı Turgut Bey.
"Beni hiç korkmadan sevmeni istiyorum," dedi Marianna.
Ka İpek'in gözlerinin içine ısrarla bakınca onunla gözgöze gelmeyi başardı, ama
kadın hemen kaçırdı gözlerini. Reklam arası verilince de babasına döndü:
"Babacığım," dedi. "Sizin Asya Ote-li'ne gitmeniz tehlikeli bence."
"Merak etme," dedi Turgut Bey.
"Kars'ta sokağa çıkmanın hep bir uğursuzluk getirdiğini yıllardır siz
söylersiniz."
"Evet ama oraya gitmeyeceksem bir ilke yüzünden gitmemeliyim, korktuğum için
değil," dedi Turgut Bey. Ka'ya döndü. "Soru da şudur: Ben şimdi bir komünist,
bir modernleşmeci, laik, demokrat, yurtsever olarak önce aydınlanmaya mı
inanmalıyım, halkın iradesine mi? Aydınlanmaya ve Batılılaşmaya sonuna kadar
inanıyorsam dincilere karşı yapılan bu askerî darbeyi desteklemem gerekir. Yok
halkın iradesi her şeyden öndeyse ve ben artık katıksız bir demokrat olmuşsam o
zaman gidip bu bildiriyi imzalamam gerekir. Siz hangisine inanıyorsunuz?"
"Mazlumdan yana olun ve gidip bildiriyi imzalayın," dedi Ka.
"Mazlum olmak yetmez, haklı da olmak lazım. Mazlumların çoğu saçmalık
derecesinde haksızdır da. Neye inanalım?"
"O hiçbir şeye inanmıyor," dedi ipek.
"Herkes bir şeye inanır," dedi Turgut Bey. "Anlatın lütfen ne düşündüğünüzü."
Ka, bildiriye Turgut Bey imza koyarsa Kars'ta biraz daha fazla demokrasi
olacağını açıklamaya çalıştı, ipek'in kendisiyle Frankfurt'a gelmek
istememesinin güçlü bir ihtimal olduğunu şimdi telaşla hissediyor, Turgut Bey'i
soğukkanlılıkla ikna edip otelden çıkaramamaktan korkuyordu, inandığı şeyleri
hiç inanmadan söylemenin verdiği başdöndürücü özgürlük duygusunu da hissetti
içinde. Bildiriden, demokrasiden, insan haklarından yana herkesin bildiği
şeyleri mırıldanırken, İpek'in gözlerinde söylediklerine hiç inanmadığını
gösteren bir ışık gördü. Ama ayıplayıcı, ahlakçı bir ışık değildi bu; tam tersi
cinsellik yüklü ve kışkırtıcıydı. "Bütün bu yalanları beni istediğin için
söylüyorsun, biliyorum," diyordu. Böylece Ka melodramatik duyarlılığın öneminden
hemen
241
sonra, hayatta hiçbir zaman anlayamadığı bir başka büyük gerçeği daha
keşfettiğine karar verdi: Aşktan başka hiçbir şeye inanmayan erkeklerin de bazı
kadınlar tarafından çok çekici bulunabileceği... Bu yeni bilginin heyecanıyla,
insan hakları, fikir özgürlüğü, demokrasi ve benzeri konularda uzun bir konuşma
yaptı. Aşırı iyi niyetten hafifçe aptallaşmış kimi Avrupa aydınlarının ve onları
Türkiye'de taklit edenlerin tekrarlaya tekrarlaya bayağılaştırdıkla-rı insan
hakları laflarını onunla sevişebilecek olmanın heyecanıyla tekrarlarken İpek'in
gözlerinin içine dikti gözlerini.
"Haklısınız," dedi Turgut Bey, reklamlar biterken. "Kadife nerede kaldı?"
Filmin devamında Turgut Bey huzursuzdu, Asya Oteli'ne hem gitmek istiyor, hem de
korkuyordu. Marianna'yı seyrederken gençliğinin siyasal hatıralarından, hapse
girme korkularından, insanın sorumluluğundan, hayaller ve hatıralar arasında
kaybolmuş bir ihtiyarın hüznüyle ağır ağır söz etti. Ka, İpek'in kendisine hem
onu bu huzursuzluk ve korkuya sürüklediği için içerlediğini, hem de ikna ettiği
için bir hayranlık duyduğunu anladı. Gözlerini kaçırmasına aldırmadı ve dizi
sona erince babasına sarılıp, "Gitmeyin istemiyorsanız, başkaları için yeterince
acı çektiniz," demesinden de alınmadı.
Ka İpek'in yüzünde bir gölge gördü ama yeni, mutlu bir şiir gelmişti aklına.
Zahide Hanım'ın az önce gözyaşı dökerek Marianna'yı seyrederken oturduğu mutfak
kapısının yanındaki sandalyeye sessizce oturup gelen şiiri iyimserlikle yazdı.
Adım çok daha sonra, belki de alaycılıkla "Mutlu Olacağım" koyacağı şiiri Ka
eksiksiz bitirirken Kadife onu görmeden hızla içeri girdi. Turgut Bey yerinden
fırladı, kucaklayıp öptü onu, nerede kaldığını, ellerinin neden bu kadar soğuk
olduğunu sordu. Bir damla yaş akmıştı gözünden. Hande'ye gittiğini söyledi
Kadife. Oradan çıkmakta gecikmiş, Marianna'yı da hiç kaçırmak istemediği için
sonuna kadar orada seyretmişti. "Nasıl bizim kız?" dedi Turgut Bey (Marianna'yı
kastediyordu) ama Kadife'nin cevabını dinlemeden şimdi bütün vücudunu bir
huzursuzluk olarak saran öteki konuya geçti ve Ka'dan işittiklerini hızla
sıraladı. Kadife konuyu ilk defa işitiyormuş gibi davranmakla kalmadı,
242
-----------------------Ka, Turgut Bey'i Bildiriye Katmaya Çalışıyor-------------
----------
odanın öteki ucundaki Ka'yı fark edince onun burada olmasına çok hayret etmiş
gibi de yaptı. "Çok sevindim sizi Burada gördüğüme," dedi açık başını örtmeye
çalışarak, ama örtmeden televizyonun karşısına oturup babasına akıl vermeye
başladı. Kadife'nin şaşkınlık pozu o kadar inandırıcıydı ki daha sonra bildiriyi
imzalaması ve toplantıya gitmesi için babasını ikna etmeye girişince Ka onun
babasına da rol yaptığını düşündü. Bildirinin yurtdışında yayımlanacak hale
gelmesini Lacivert de istediğine göre bu şüphe doğru olabilirdi, ama bir başka
neden daha olduğunu Ka İpek'in yüzünde beliren korkudan anladı.
"Ben de sizinle Asya Oteli'ne gelirim babacığım," dedi Kadife. "Benim yüzümden
senin başının belaya girmesini hiç istemem," dedi Turgut Bey birlikte
seyrettikleri dizilerden ve bir zamanlar hep birlikte okuduktan romanlardan
çıkma bir havayla.
"Babacığım, belki de bu işe karışmanız gereksiz bir tehlikeye girmek olacak,"
dedi İpek.
Ka İpek'in babasıyla konuşurken kendisine de birşeyler söylediğini, aslında
odadaki herkes gibi hep çift anlamlı konuştuğunu, bakışlarını kimi zaman kaçırıp
kimi zaman yoğunlaştırmasının da bu iki anlamı vurgulamaya yönelik olduğunu
hissetti. Kars'ta -Necip dışında- karşılaştığı herkesin içgüdüsel bir ahenkle
çift anlamlı konuştuğunu çok daha sonra fark edecek, bunun yoksullukla mı,
korkularla mı, yalnızlıkla mı, hayatın yalınlığıyla mı ilgili olduğunu soracaktı
kendine. "Babacığım, gitmeyin," derken ipek'in kendisini kışkırttığım,
Kadife'nin ise bildiriden ve babasına bağlılıktan söz ederken aslında Lacivert'e
bağlılığını dile getirdiğini görüyordu Ka.
Böylece daha sonra "hayatımın en derin çift anlamlı konuşması" diyeceği şeye
girişti. Turgut Bey'i otelden çıkmaya şimdi ikna edemezse İpek'le hiçbir zaman
yatamayacağını kuvvetle hissetmiş, bunu İpek'in meydan okuyan gözlerinden de
okumuş, mutlu olmak için hayatının son fırsatının bu olduğuna karar vermişti.
Konuşmaya başlayınca Turgut Bey'i ikna etmesi için gereken sözlerin ve
düşüncelerin aynı zamanda kendi hayatının boşa gitmesine yol açan düşünceler
olduğunu kavradı hemen. Bu da gençliğinin şimdi farkında bile olmadan unutmakta
olduğu solcu ideallerinden
243
Ka, Turgut Bey'i Bildiriye Katmaya Çalışıyor ¦
bir intikam almak isteği uyandırdı onda. Turgut Bey'i otelden çıkmaya ikna etmek
için, başkaları için birşeyler yapmaktan, ülkenin yoksulluğu ve dertleri için
sorumluluk duymaktan, uygarlaşma azminden ve belli belirsiz dayanışma
duygusundan söz ederken, beklenmedik bir samimiyet geçti içinden. Gençliğinin
solcu heyecanlarını, diğerleri gibi sıradan ve berbat bir Türk burjuvası olmama
kararlılığını, kitaplar ve düşünceler arasında yaşama özlemini hatırlamıştı.
Böylelikle oğlunun şair olmasına haklı olarak karşı çıkan annesini üzen ve bütün
hayatını mahvedip en sonunda kendisini Frankfurt'ta bir fare deliğine sürgün
eden inançlarını Turgut Bey'e yirmi yaş heyecanıyla tekrarladı. Bir yandan da
sözlerindeki şiddetin İpek için "bu şiddetle sevişmek istiyorum seninle"
anlamına geldiğini hissediyordu. Uğruna bütün hayatını berbat ettiği bu solcu
lafların en sonunda bir işe yarayacağını, o laflar sayesinde İpek ile
sevişebileceğini düşünüyordu; tam da artık onlara hiç inanmadığı, hayatta güzel
ve akıllı bir kıza sarılıp bir köşede şiir yazabilmeyi en büyük mutluluk olarak
gördüğü zamanda.
Turgut Bey "hemen şimdi" Asya Oteli'ne toplantıya gideceğini söyledi. Giyinip
hazırlanmak için Kadife'yle birlikte odasına çekildi.
Az önce babasıyla televizyon seyrederken oturduğu köşede hâlâ oturan İpek'e
yaklaştı Ka. Hâlâ babasına yaslanır gibi oturuyordu. "Odamda seni bekleyeceğim,"
diye fısıldadı Ka.
"Beni seviyor musun?" dedi İpek.
"Çok seviyorum."
"Doğru mu bu?"
"Çok doğru."
Bir süre sustular. Ka, İpek'in bakışını izleyerek pencereden dışarıya baktı. Kar
yeniden başlamıştı. Otelin önündeki sokak lambası yanmıştı, iri kar tanelerini
aydınlatmasına rağmen karanlık daha tam çökmediği için sanki boşuna yanıyormuş
gibi gözüküyordu.
"Sen odana çık. Onlar gidince geleceğim," dedi İpek.
244
28
Bekleme acısıyla aşkı birbirinden ayıran şey
Ka İLE İPEK OTEL ODASINDA
Ama ipek hemen gelmedi. Bu da Ka'nın hayatının en büyük işkencelerinden biri
oldu. Âşık olmaktan, beklemenin verdiği bu mahvedici acı yüzünden korktuğunu
hatırladı. Odaya çıkar çıkmaz önce kendini yatağa atmış, hemen kalkmış, üstüne
başına çekidüzen vermiş, ellerini yıkamış, ellerinden kollarından, dudaklarının
ucundan kanın çekilmekte olduğunu hissetmiş, titreyen eliyle saçlarını taramış,
sonra camda yansıyan görüntüsüne bakıp eliyle tekrar karıştırmış, bütün bunların
pek az zaman tuttuğunu görerek dehşetle pencereden dışarıya bakmaya başlamıştı.
Pencereden önce Turgut Bey ile Kadife'nin gidişini görmesi gerekiyordu. Belki de
Ka helaya gittiğinde gitmişlerdi. Ama o sırada gitmişlerse İpek'in şimdiye kadar
gelmiş olması gerekiyordu. Belki de şimdi İpek dün gece gördüğü odasında kokular
ve boyalar sürerek ağır ağır hazırlanıyordu. Birlikte geçirebilecekleri zamanı
bu işlerle harcıyor olması ne kadar yanlış bir karardı! Onu ne kadar çok
sevdiğini bilmiyor muydu? Hiçbir şey şu anki bekleyiş gibi dayanılmaz bir acıya
değmezdi; bunu gelince İpek'e söyleyecekti, ama gelecek miydi? İpek'in son anda
fikir değiştirdiğine, gelmeyeceğine her an daha çok inanıyordu.
Bir at arabasının otele yanaştığını, Kadife'ye yaslanarak ilerleyen Turgut
Bey'in Zahide Hanım'ın ve resepsiyona bakan Cavit'in
245
yardımıyla bindirildiğini, arabanın yanlarını örten muşambaların çekildiğini
gördü. Ama araba kıpırdamadı. Sokak lambasının ışığında her biri daha da kocaman
gözüken kar taneleri tentesinde hızla birikirken öylece durdu. Zaman da durmuş
gibi geldi Ka'ya, delireceğini sandı. Derken Zahide koşa koşa gelip arabanın
içine Ka'nın göremediği bir şey uzattı. Araba hareket edince Ka'nın yüreği
hızlandı. Ama İpek gene gelmedi.
Bekleme acısıyla, aşkı birbirinden ayıran şey nedir? Tıpkı aşk gibi bekleme
acısı da Ka'nın midesinin üst kısmıyla, karın adaleleri arasında bir yerde
başlıyor, bu merkezden göğsünü, bacaklarının üst kısmını ve alnını işgal ederek
yayılıyor, bütün gövdesini uyuşturuyordu. Otelin iç tıkırtılarını dinleyerek
İpek'in şu anda ne yaptığını tahmin etmeye çalıştı. Sokaktan geçen ve ona hiç
benzemeyen bir kadını İpek sandı. Kar ne kadar güzel yağıyordu! Bir an
beklediğini unutmak ne güzeldi! Çocukluğunda aşı olmak için okulun yemekhanesine
indirildiklerinde, tentürdiyot ve kızartma kokuları içinde kolunu sıvayıp sırada
beklerken de karnı böyle ağrır, ölmek isterdi. Evde, kendi odasında olmak
isterdi. Frankfurt'ta kendi berbat odasında olmak istiyordu. Buraya gelmekle ne
büyük hata etmişti! Şimdi şiir bile gelmiyordu aklına. Boş sokağa yağan kara
bile acıdan bakamıyordu. Gene de kar yağarken bu sıcak pencerenin önünde durmak
güzeldi; ölmüş olmaktan daha iyiydi bu durum, İpek gelmezse ölebilirdi de çünkü.
Elektrikler kesildi.
Bunu kendisine yollanmış bir işaret olarak gördü, ipek elektriklerin
kesileceğini bildiği için gelmemiş olabilirdi. Gözleri kar altındaki karanlık
sokakta oyalanacak bir kıpırtı arıyordu. İpek'in hâlâ gelmemiş olmasını
açıklayacak bir şey. Bir kamyon gördü orada, bir askerî kamyon muydu, hayır bir
yanılsamaydı, şimdi merdivenlerde duyduğu sesler de öyle. Kimse gelmeyecekti.
Pencereden çekildi, sırtüstü yatağa attı kendini. Karnının ağrısı derin kuvvetli
bir acıya, pişmanlıkla yüklü bir çaresizliğe dönüşmüştü. Bütün hayatının boşa
gittiğini, burada mutsuzluktan ve yalnızlıktan öleceğini düşündü. Frankfurt'taki
o küçük fare deliğine yeniden girecek gücü de kendinde bulamayacaktı. İçini
acıtan, kendi-
246
UICI UUÜİHIUa ¦
ni kahreden şey bu kadar mutsuz olması değil, aslında biraz akıllıca davransaydı
hayatını çok daha mutlu geçirebileceğini anlama-sıydı. Daha korkuncu,
mutsuzluğunu ve yalnızlığını kimsenin fark etmemesiydi. İpek fark etmiş olsaydı
hiç bekletmeden yukarı gelirdi! Annesi bu halini görseydi dünyada bir tek o çok
üzülür, saçlarını okşayarak onu teselli ederdi. Kenarları buz tutmuş
pencerelerden Kars'ın soluk ışıkları, ev içlerinin turuncumsu rengi gözüküyordu.
Kar bu hızla günlerce, aylarca yağsın, Kars şehrini kimsenin bir daha
bulamayacağı kadar örtsün, uzandığı bu yatakta uyuyakalıp, annesiyle birlikte
güneşli bir sabah kendi çocukluğuna uyansın istedi.
Kapı vuruldu. Mutfaktan biri diye düşündü Ka. Ama fırlayıp açtı kapıyı ve
karanlıkta İpek'in varlığını hissetti.
"Nerede kaldın?"
"Geç mi kaldım?"
Ama Ka onu duymamış gibiydi. Hemen bütün gücüyle sarıldı ona; kafasını boynuyla
saçlarının arasına soktu; orada hiç kıpırdamadan durdu. O kadar mutlu hissetti
ki kendini, bekleme acısı iyice saçma geldi. Gene de bu acıdan yorgundu ve bu
yüzden gerektiği kadar coşku duyamıyordu. Bu yüzden, yanlış olduğunu bile bile,
geciktiği için İpek'ten hesap sordu, şikâyet etti. Ama İpek babası gider gitmez
geldiğini söyledi: Ha, evet, mutfağa inmiş ve Zahide'ye akşam için bir-iki şey
söylemişti, ama bir dakikadan fazla sürmemişti bu; bu yüzden Ka'yı bekletmekte
olduğunu düşünmemişti hiç. Böylece Ka, ilişkinin henüz başındayken kendisinin
daha hevesli ve kırılgan olduğunu göstererek güç dengesinde altta kaldığını
hissetti. Bu güçsüzlükten korkarak çektiği bekleme acısını gizlemek ise onu
samimiyetsiz durumuna düşürürdü. Oysa artık her şeyi paylaşmak için âşık olmak
istemiyor muydu? Aşk zaten her şeyi söyleyebilme isteği değil miydi? Bir anda
bütün bu düşünce zincirini İpek'e bir itiraf heyecanıyla hızla anlattı.
"Bütün bunları unut şimdi," dedi İpek. "Buraya seninle sevişmeye geldim."
Öpüştüler ve Ka'nın çok hoşuna giden bir yumuşaklıkla yatağa devrildiler. Dört
yıldır kimseyle sevişmemiş Ka için mucizevi bir mutluluk ânıydı bu. Bu yüzden
yaşadığı ânın tensel zevklerine
247
¦ rva ııc ıpcK uıcı uuaiiııua -
kendini vermekten çok, o ânın ne kadar güzel olduğuna ilişkin düşüncelerle
doluydu. îlk gençlik yıllarındaki cinsel deneyimlerinde olduğu gibi, aklında
sevişmeden çok kendisinin sevişiyor olması vardı. Bu ilk başta Ka'yı aşırı
heyecandan korudu. Aynı anda Frankfurt'ta tiryakisi olduğu pornografik
filmlerden bazı ayrıntılar, sırrını çözemediği, şiirsel bir mantıkla gözünün
önünden hızla geçmeye başladı. Ama sevişirken kendisini kışkırtmak için
pornografik sahneler düşlemek değildi bu; tam tersi, aklında sürekli bir hayal
olarak yer alan bazı pornografik görüntülerin en sonunda bir parçası olabilme
imkânını kutluyordu sanki. Bu yüzden Ka yaşadığı yoğun heyecanın İpek'e değil,
hayalindeki pornografik bir kadına, o kadının burada yatakta olması mucizesine
yöneldiğini hissediyordu. Elbiselerini çekiştire çekiştire çıkartarak, hatta
biraz vahşi bir kabalıkla ve beceriksizlikle onu soyunca İpek'in kendisini ancak
fark etti. Göğüsleri kocamandı, omuzlarının ve boynunun çevresinde teni
yumuşacıktı ve tuhaf ve yabancı bir şey gibi kokuyordu. Dışarıdan gelen kar
ışığında onu seyretti ve arada bir parlayan gözlerinden korktu. Kendinden çok
emindi gözleri; ipek'in yeterince kırılgan olmadığını öğrenmekten de korkuyordu
Ka. Saçlarını acıtarak bu yüzden çekti, bundan zevk alınca inatla daha da çok
çekti, kafasındaki pornografik görüntülere uygun şeylere zorladı onu ve
beklemediği bir içgüdünün müziğiyle sert davrandı. Onun da bundan hoşlandığını
sezince içindeki zafer duygusu bir kardeşliğe dönüştü. Kars şehrinin
zavallılığından yalnız kendisini değil, İpek'i de korumak ister gibi bütün
gücüyle sarıldı ona. Ama yeterince tepki alamadığına karar vererek uzaklaştı
ondan. Bu arada aklının bir yanıyla da cinsel akrobatiğin ahengini ve gidişini
kendinden hiç ummadığı bir dengeyle denetliyordu. Böylece İpek'ten iyice
uzaklaştığı bir akılcılık ânında kadına şiddetle yaklaştı ve onun canını yakmak
istedi. Ka'nın tuttuğu ve okurlarıma aktarmam gerektiğine inandığım bu sevişme
hakkındaki birkaç nota göre, bundan sonra birbirlerine şiddetle yaklaşmışlar ve
dünyanın geri kalanı artık iyice dışarıda kalmıştı. Yine Ka'nın notlarına göre
sevişmelerinin sonuna doğru İpek pes bir sesle bağırmış, Ka da aklının paranoya
ve korkuya iyice açılmış yanıyla, otelin en ücra köşesindeki bu odanın ta baş-
248
tan bu yüzden kendisine verildiğini düşünmüş, birbirlerine verdikleri acıdan
karşılıklı zevk aldıklarını bir yalnızlık duygusuyla hissetmişti. Derken otelin
bu ücra koridoru ve odası aklında otelden kopmuş ve boş Kars şehrinin ücra bir
mahallesine yerleşmişti. Kıyamet sonrasının sessizliğini hatırlatan o boş
şehirde de kar yağıyordu.
Uzun bir süre birlikte yatakta yatıp dışarıda yağan kara hiç konuşmadan
baktılar. Ka bazan yağan kan İpek'in gözlerinde de görüyordu.
249
29
Bendeki eksiklik
FRANKFURT'TA
Ka'nın Frankfurt'ta hayatının son sekiz yılını geçirdiği küçük daireye Kars'a
gelişinden dört yıl, ölümünden kırk iki gün sonra gittim. Şubat ayında karlı,
yağmurlu, rüzgârlı bir gündü. Sabah İstanbul'dan uçakla gittiğim Frankfurt,
Ka'nın bana on altı yıldır yolladığı kartpostallarda göründüğünden de tatsız bir
şehirdi. Hızlı hızlı geçen karanlık arabalarla, hayalet gibi bir belirip bir yok
olan tramvaylar ve ellerinde şemsiyeler, aceleyle yürüyen ev kadınları dışında
sokaklar bomboştu. Hava o kadar kapalı ve karanlıktı ki öğle vakti sokak
lambalarının ölü sarı ışıklan yanıyordu.
Gene de yakındaki merkez istasyonu çevresinde, döner kebapçıların, seyahat
bürolarının, dondurmacıların ve seks dükkânlarının olduğu kaldırımlarda büyük
şehirleri ayakta tutan o ölümsüz enerjinin izlerine rastlamak beni sevindirdi.
Otelime yerleştikten, beni kendi isteğim üzerine halkevinde bir konuşma yapmam
için davet eden edebiyatsever Türk-Alman genciyle telefonda konuştuktan sonra
istasyondaki İtalyan kahvesinde Tarkut Ölçün ile buluştum. Telefonunu
İstanbul'da, Ka'nın kızkardeşinden almıştım. Altmış yaşlarındaki bu iyi niyetli
ve yorgun adam, Frankfurt yıllarında Ka'yı en yakından tanıyan kişiydi.
Ölümünden sonraki soruşturma sırasında polise bilgi vermiş, istanbul'a telefon
edip ailesiyle ilişki kurmuş, cenazenin Türkiye'ye yollanmasına yardım
250 ORHAN KEMAL
İL HALK KÜTÜPHANESİ
etmişti. O günlerde ben Ka'nın Kars'tan döndükten ancak dört yıl sonra
bitirdiğini söylediği şiir kitabının müsvettelerinin Alman-ya'daki eşyaları
arasında olduğunu düşünüyor, babasına ve kız-kardeşine ondan geri kalan şeylere
ne olduğunu soruyordum. Onlar o ara Almanya'ya gidebilecek kadar güçlü
olmadıklarından, Ka'dan kalan eşyaları toparlamak, dairesini boşaltmak işini
benden rica ettiler.
Tarkut Ölçün Frankfurt'a altmışların başında gelen ilk göçmenlerdendi. Türk
derneklerinde, hayır kurumlarında yıllarca öğretmenlik ve danışmanlık yapmıştı.
Almanya'da doğmuş ve üniversiteye yollamakla gururlandığı ve bana hemen
fotoğraflarım gösterdiği biri kız biri erkek iki çocuğu ve Frankfurt'taki
Türkler arasında saygın bir konumu vardı, ama onun yüzünde bile Almanya'da
yaşayan birinci kuşak Türklerde ve siyasal sürgünlerde gördüğüm o benzersiz
yalnızlık ve yenilgi duygusunu gördüm.
Tarkut Ölçün bana önce, vurulduğu sırada Ka'nın yanında bulunan küçük seyahat
çantasını gösterdi. Polis imza karşılığı vermişti bunu ona. Hemen açıp hırsla
karıştırdım. Ka'nın on sekiz yıl önce Nişantaşı'ndan aldığı pijamalarını, yeşil
bir kazağını, tıraş takımıyla diş fırçasını, bir çorapla temiz iç çamaşırlarını,
benim İstanbul'dan yolladığım edebiyat dergilerini buldum içinde ama yeşil şiir
defterini değil.
Daha sonra, ileride istasyon kalabalığı içerisinde gülüşe konuşa yerleri
paspaslayan iki yaşlı Türk'ü seyrederek kahvelerimizi içerken "Orhan Bey," dedi
bana, "arkadaşınız Ka Bey yalnız bir adamdı. Frankfurt'ta ben dahil, kimse onun
ne yaptığını fazla bilmezdi." Gene de bana bütün bildiklerini anlatmaya söz
verdi.
Önce istasyonun arkasındaki yüz yıllık fabrika binalarının ve eski askerî
kışlanın arasından geçerek Ka'nın son sekiz yıl yaşadığı Gutleutstrasse
yakınlarındaki binaya gittik. Küçük bir meydana ve çocuk parkına bakan
apartmanın dış kapısını ve Ka'nın dairesini açacak olan ev sahibesini bulamadık.
Boyası dökülmüş eski kapının açılmasını sulu kar altında beklerken Ka'nın
yolladığı mektuplarda ve seyrek telefon görüşmelerimizde (Ka -paranoyakça bir
şüpheyle- dinlendiğini düşündüğü için Türkiye ile telefonla görüşmeyi sevmezdi)
anlattığı küçük ve bakımsız parka, kenarda-
* v 251
ki bakkal dükkânına, ilerideki içki ve gazete satan dükkânın karanlık vitrinine
sanki kendi hatıralarımmış gibi baktım. Ka'nın sıcak yaz geceleri çocuk parkının
salıncak ve tahtırevallilerinin yanında İtalyan ve Yugoslav işçilerle birlikte
oturup bira içtiği bankların üzerinde şimdi sicim kalınlığında bir kar vardı.
Son yıllarında Ka'nın her sabah belediye kütüphanesine gitmek için tuttuğu yolu
izleyerek istasyon meydanına yürüdük. İşlerine giden aceleci insanlar arasında
yürümekten hoşlanan Ka'nın yaptığı gibi, istasyon binasının bir kapısından girip
yeraltı çarşısından, Kaiserstrasse'deki seks dükkânlarının, turistik eşya satan
yerlerin, pastanelerin ve eczanelerin önünden geçip, tramvay yolunu izleyip ta
Hauptwache Meydanı'na kadar yürüdük. Tarkut Ölçün dönerci, kebapçı, manav
dükkânlarında gördüğü kimi Türk ve Kürtlerle selamlaşırken, bütün bu insanların
her sabah aynı saatte buralardan geçip belediye kütüphanesine giden Ka'ya
"Günaydın profesör," diye seslendiklerini anlattı. Önceden yerini sorduğum için
meydanın kenarındaki büyük mağazayı işaret etti bana: Kaufhof. Ka'nın Kars'ta
giydiği paltosunu buradan aldığını söyledim ona, ama içeri girme önerisini
reddettim.
Ka'nın her sabah gittiği Frankfurt Belediye Kütüphanesi modern ve kimliksiz bir
binaydı. İçeride bu kütüphanelerin tipik ziyaretçileri; ev kadınları, vakit
öldüren ihtiyarlar, işsizler, bir-iki Arapla Türk, okul ödevi yaparken
kıkırdayıp gülüşen öğrenciler ve bu yerlerin şaşmaz müdavimleri; aşın şişmanlar,
sakatlar, deliler ve geri zekâlılar vardı. Ağzından tükürük sarkan genç biri,
baktığı resimli kitabın sayfasından kafasını kaldırıp dil çıkardı bana. Kitaplar
arasında sıkılan rehberimi aşağıdaki kahveye oturttum ve İngilizce şiir
kitaplarının olduğu raflara gidip arka kapak içlerindeki ödünç alma fişlerinde
arkadaşımın adını aradım: Au-den, Browning, Coleridge... Ka'nm imzasına her
rastlayışımda, bu kütüphanede ömür tüketen arkadaşım için gözlerim yaşanyordu.
Beni yoğun bir hüzne sürükleyen araştırmamı kısa kestim. Rehber dostumla aynı
caddelerden sessizce geri döndük. Kaiser-strasse'nin ortalannda bir yerde World
Sex Center saçma adlı bir dükkânın önünden sola kıvrılıp, bir sokak aşağıya
Münchener-strasse'ye yürüdük. Türk manavları, kebapçılar, boş bir berber
252
—-----------------------------------------l-rankfurt'ta-------------------------
--------------------
dükkânı gördüm burada. Bana gösterilecek olan şeyi çoktan anlamıştım; kalbim küt
küt atıyordu ama gözlerim manavın portakal ve pırasalarına, tek bacaklı bir
dilenciye, Hotel Eden'in boğucu vitrininde yansıyan araba farlanna, çökmekte
olan akşamın kül rengi içinde pırıl pırıl bir pembeyle parlayan neon bir K
harfine takılmıştı.
"Burası," dedi Tarkut Ölçün. "Tam burada buldular Ka'nın cesedini, evet."
Islak kaldırıma boş boş baktım. Manavdan bir anda itişerek dışarı fırlayan iki
çocuktan biri, Ka'nm üç kurşun isabet etmiş gövdesinin düştüğü ıslak kaldırım
taşlarına basarak geçti gitti önümüzden. Az ileride durmuş bir kamyonun kırmızı
ışıklan asfaltta yansıyordu. Ka bu taşların üzerinde birkaç dakika acıyla
kıvrandıktan sonra, ambulans daha yetişemeden ölmüştü. Bir an başımı yukarı
kaldırıp ölürken gördüğü gökyüzü parçasına baktım: Alt katları Türk dönercileri,
seyahat şirketleri, berber ve birahane olan eski karanlık binalar ve elektrik
telleriyle sokak lambaları arasından dar bir gökyüzü gözüküyordu. Ka gece saat
on ikiye doğru vurulmuştu. O saatlerde tek-tük de olsa orospuların kaldırımlarda
aşağı yukarı yürüdüğünü söyledi bana Tarkut Ölçün. "Fuhuş" asıl, bir sokak
yukarıda Kaiserstrasse'de yapılıyordu, ama hareketli gecelerde, hafta sonları,
fuar zamanları "kadınlar" buraya da kayıyorlardı. "Hiçbir şey bulamadılar," dedi
benim bir iz arar gibi sağa sola baktığımı görünce. "Alman polisi Türk polisine
benzemez, iyi çalışır."
Ama ben çevredeki dükkânlara girip çıkmaya başlayınca içten gelen bir şefkatle
bana yardım etti. Berber dükkanındaki kızlar Tarkut Bey'i tanıyıp hatır
sordular, cinayet saatinde tabii ki dükkânda yoktular, zaten olayı hiç
duymamışlardı. "Türk aileleri kızlarına yalnızca berberlik öğretiyorlar," dedi
bana dışarıda. "Frankfurt'ta yüzlerce Türk kadın berberi var."
Manav dükkanındaki Kürtler ise cinayetten de, sonraki polis soruşturmasından da
fazlasıyla haberdardılar. Belki de bu yüzden bizden fazla hoşlanmadılar. Bayram
Kebap Haus'un olay gecesi saat on ikiye doğru şimdi de elinde tuttuğu aynı kirli
bezle formika masaları silen iyi kalpli garsonu silah seslerini duymuş, bir sü-
253
-Frankfurt tare
bekledikten sonra dışarı çıkmış ve Ka'nın hayatında gördüğü son kişi olmuştu.
Kebapçı dükkânından çıktıktan sonra önüme ilk gelen geçide girip hızla yürüdüm
ve karanlık bir binanın arka avlusuna geldim. Tarkut Bey'in göstermesiyle
merdivenlerden iki kat aşağıya indik, bir kapıdan geçtik ve bir zamanlar depo
olduğu anlaşılan hangar büyüklüğünde, korkutucu bir mekânda bulduk kendimizi.
Binanın altından sokağın öbür kaldırımına kadar uzanan bir yeraltı dünyasıydı
burası. Ortadaki halılardan ve akşam namazı için toplanan elli altmış kişilik
bir cemaatten cami olarak kullanıldığı anlaşılıyordu. Çevresi ise İstanbul'daki
yeraltı geçitleri gibi pis ve karanlık dükkânlarla çevriliydi: Vitrini bile
ışıldamayan bir kuyumcu, -neredeyse- cüce bir manav, hemen yanında pek meşgul
bir kasap, tezgâhtarı kahvenin televizyonuna bakan ve kangal kangal sucuk satan
bir bakkal gördüm. Kenarda Türkiye'den gelmiş meyva suyu kasaları, Türk makarna
ve konserveleri, dinî kitaplar satan bir tezgâh ve camiden daha da kalabalık bir
kahve vardı. Kesif sigara dumanı içindeki kahvede televizyondaki Türk filmine
odaklanmış yorgun erkekler kalabalığı arasından çıkan tek-tük birkaç kişi abdest
almak için kenardaki bir büyük plastik bidondan beslenen çeşmelere doğru
yürüyordu. "Bayram ve cuma namazlarında iki bin kişi doldurur burayı," dedi
Tarkut Bey. "Merdivenlerden arka avluya taşarlar." Sırf bir şey yapmış olmak
için kitap-dergi tezgâhından bir Tebliğ dergisi aldım.
Daha sonra caminin tam üstüne gelen eski usûl Münih tarzı bir birahaneye
oturduk. "Orası Süleymancıların camiidir," dedi zemini göstererek Tarkut Ölçün.
"Dincidirler ama teröre bulaşmazlar. Milli Görüşçüler ya da Cemalettin
Kaplancılar gibi Türkiye Cumhuriyeti Devleti'yle çatışmaya girmezler." Gene de
bakışlarımdaki şüpheden, Tebliğ dergisini ipucu arar gibi karıştırmamdan
huzursuz olmuş olmalı ki Ka'nm öldürülmesi üzerine bildiklerini, polisten ve
basından öğrendiklerini anlattı.
Kırk iki gün önce yeni yılın ilk cumartesi saat 11.30'da Ka bir şiir gecesine
katıldığı Hamburg'tan dönmüştü. Altı saat süren tren yolculuğundan hemen sonra,
istasyonun güney kapısından çıkıp kestirmeden Gutleutstrasse yakınındaki evine
gideceğine tam ter-
254
si yöne, Kaiserstrasse'ye girmiş, bekâr erkekler, turistler, sarhoşlar
kalabalığı içerisinde, hâlâ açık seks dükkânlarının ve müşteri bekleyen
orospuların arasında yirmi beş dakika oyalanmıştı. Yarım saat sonra World Sex
Center'dan sağa sapmış, Münchener-strasse'de karşı kaldırıma geçer geçmez
vurulmuştu. Büyük ihtimalle eve dönmeden önce iki dükkân ötedeki Güzel Antalya
manavından mandalina almak istiyordu. Civarda gece yarısına kadar açık tek
manavdı burası ve tezgâhtarı Ka'nın geceleri gelip mandalina aldığını
hatırlıyordu.
Polis Ka'yı vuran adamı gören kimseyi bulamamıştı. Bayram Kebap Haus'un garsonu
silah seslerini duymuş ama televizyonun ve müşterilerin gürültüsü yüzünden kaç
el ateş edildiğini anlayamamıştı. Caminin üzerindeki birahanenin buğulanmış
camlarından dışarısı zor gözüküyordu. Ka'nın gittiği sanılan manavın
tezgâhtarının hiçbir şeyden haberi olmadığını söylemesi polisi pirelendirmiş,
tezgâhtar bir geceliğine gözaltına alınmış ama bir sonuç çıkmamıştı. Bir sokak
aşağıda sigara içip müşteri bekleyen bir orospu aynı dakikalarda kısa boylu,
Türk gibi esmer, kara pal-tolu birinin Kaiserstrasse'ye doğru koştuğunu
gördüğünü söylemiş, ama gördüğü kişiyi tutarlı olarak tarif edememişti.
Ambulansı Ka kaldırıma düştükten sonra tesadüfen evinin balkonuna çıkan bir
Alman çağırmış, ama o da kimseyi görmemişti. İlk kurşun Ka'nın başının
arkasından girmiş, sol gözünden çıkmıştı. Öteki iki kurşun kalp ve ciğerlerin
çevresindeki damarları parçalamış, sırt ve göğüs kısmını deldiği kül rengi
paltosunu kan içinde bırakmıştı.
"Arkadan olduğuna göre, onu izleyen kararlı biri," demişti yaşlı ve geveze bir
dedektif. Belki de onu Hamburg'dan beri takip ediyordu. Polis başka ihtimaller
üzerinde de durmuştu: Cinsel kıskançlık, Türkler arasında siyasi hesaplaşmalar
gibi şeyler. Ka'nın istasyon civarındaki yeraltı dünyasıyla bir ilgisi yoktu.
Fotoğrafına bakan tezgâhtarlar arada bir seks dükkânlarında gezindiğini, porno
film seyredilen küçük odalara girdiğini polise söylemişlerdi. Ne doğru yanlış
herhangi bir ihbar, ne de "katili bulunsun" diye basın veya başka bir güçlü
çevreden baskı geldiği için bir süre sonra polis işin ucunu bırakmıştı.
255
-ı-rankiun \a-
Amacı cinayeti soruşturmaktan çok unutturmakmış gibi davranan yaşlı ve öksürüklü
dedektif Ka'yı tanıyanlarla randevu alıp görüşüyor, soruşturma sırasında da daha
çok kendi anlatıyordu. Tarkut Ölçün Ka'nın Kars'a gidişinden önceki sekiz yılda
hayatına girmiş iki kadından bu babacan ve Türksever dedektif sayesinde haberdar
olmuştu. Biri Türk, biri Alman bu iki kadının telefonlarını defterime dikkatle
yazdım. Kars'tan döndükten sonraki dört yılda Ka'nın hiçbir kadınla ilişkisi
olmamıştı.
Kar altında hiç konuşmadan Ka'nın evine geri dönüp iri yarı, sevimli ve
şikâyetçi ev sahibesini bulduk. Serin ve is kokan eski binanın çatı katını
açarken öfkeli bir sesle evin kiraya verilmek üzere olduğunu, içerideki
eşyaları, bütün bu pisliği biz almazsak atacağını söyleyip gitti. Hayatının
sekiz yılını geçirdiği karanlık, basık ve küçük daireye girip Ka'nın
çocukluğumdan beri bildiğim o benzersiz kokusunu duyunca gözlerim doldu.
Annesinin elde ördüğü yün kazaklarından, okul çantasından ve evlerine gittiğimde
odasından çıkan kokuydu bu; markasını bilmediğim ve sormayı akıl edemediğim bir
Türk sabunundan g
-
aysyzgije
12 years ago
- Türk sabunundan geldiğini sanırdım.
Ka Almanya'daki ilk yıllarında halde hamallık, ev taşımacılığı, Türklere
İngilizce öğretmenliği, boyacılık gibi işler yapmış, kendisini resmen "siyasal
sürgün" olarak kabul ettirip "mülteci maaşı" almaya başladıktan sonra bu işleri
bulduğu Türk halkevi çevresindeki komünistlerden kopmuştu. Sürgündeki Türk
komünistleri Ka'yı fazla içine kapalı ve "burjuva" buluyordu. Son on iki yılda
Ka'nın diğer gelir kaynağı belediye kütüphanelerinde, kültür evi ve Türk
derneklerinde yaptığı şiir okumalarıydı. Yalnızca Türklerin geldiği bu
okumalardan (sayıları nadiren yirmiyi geçerdi) ayda üç tane yapar da beş yüz
mark kazanırsa, dört yüz mark da siyasal sürgün maaşı aldığı için ay sonunu
getirebiliyordu, ama çok seyrek oluyordu bu. Sandalyeler, küllükler kırık
döküktü, elektrik sobası paslıydı. İlk başta ev sahibesinin sıkboğaz etmesine de
sinirlendiğim için arkadaşımın bütün eşyalarını, saçlarının kokusunu taşıyan
yastığı, lisede de taktığını hatırladığım kemerle kravatı, burnu tırnaklarıyla
delinmesine rağmen "evde terlik gibi giydiğini" bana bir mektubunda yazdığı
Bally ayakkabılarını, diş fırçasını ve fırçanın içinde durduğu kirli bardağı,
üçyüz elli civa-
256
-Frankfurt ta -
rındaki kitabı, eski bir televizyon ile bana hiç bahsetmediği videoyu, yıpranmış
ceketini ve gömleklerini, Türkiye'den getirdiği on sekiz yıllık pijamalarını
odadaki eski bavula ve torbalara doldurup götürmeyi düşünüyordum. Ama asıl
bulmayı umduğum ve odaya girer girmez Frankfurt'a onun için geldiğimi anladığım
şeyi çalışma masasında göremeyince soğukkanlılığımı kaybettim.
Frankfurt'tan bana yolladığı son mektuplarında Ka dört yıllık bir çabadan sonra
yeni şiir kitabını bitirdiğini sevinçle yazmıştı. Kitabın adı Kar'dı. Büyük
çoğunluğunu aniden "gelen" ilham patlamalarıyla Kars'ta yeşil bir deftere
yazmıştı. Kars'tan döndükten sonra kitabın kendisinin de farkında olmadığı
"derin ve esrarlı" bir düzeni olduğunu sezmiş, Frankfurt'taki dört yılını
kitabın "eksiklerini" tamamlayarak geçirmişti. Çile gerektiren yıpratıcı bir
çabaydı bu. Çünkü Kars'ta sanki birisi kulağına fısıldayıveri-yormuş gibi
kolaylıkla gelen mısraları Frankfurt'ta hiç duyamı-yordu Ka.
Bunun için büyük çoğunu Kars'ta bir ilhamla yazdığı kitabın gizli mantığını
bulmaya girişmiş, kitaptaki eksikleri de bu mantığı izleyerek yazmıştı. Bana
yolladığı son mektupta bütün bu çabanın nihayet sonuçlandığını, şiirleri kimi
Alman şehirlerinde okuyarak deneyeceğini, her şeyin en sonunda gerektiği gibi
yerli yerine oturduğuna karar verince de tek bir defterde taşıdığı kitabı
daktilo edip bir kopyasını bana, bir kopyasını da İstanbul'daki yayımcısına
yollayacağını yazmıştı. Kitabın arka kapağı için bir iki söz yazar, kitabın
yayımcısı ortak dostumuz Fahir'e yollar mıydım?
Ka'nın bir şairden beklenmeyecek kadar tertipli çalışma masası karın ve akşam
karanlığının içinde kaybolan Frankfurt'un çatılarına bakıyordu. Üzeri yeşil bir
çuhayla kaplı masanın sağ kısmında Ka'nın Kars'ta geçirdiği günlerini ve yazdığı
şiirleri yorumladığı defterler, solda o sırada okumakta olduğu kitaplarla
dergiler vardı. Masanın tam ortasındaki hayali bir çizgiye bronz gövdeli bir
lamba ve bir telefon aynı uzaklıkta yerleştirilmişti. Çekmecelere, kitapların,
defterlerin arasına, sürgündeki pek çok Türk gibi tuttuğu gazete kesikleri
kolleksiyonuna, elbise dolabına, yatağının içine, banyo ve mutfaktaki küçük
dolaplara, buzdolabının ve küçük çamaşır torbasının içine, evde içine bir defter
sığabilecek
257
- Frankfurt'ta -
her köşeye telaşla baktım. Bu defterin kaybolmuş olabileceğine inanamıyor,
Tarkut Ölçün kar altındaki Frankfurt'u sigara içerek sessizce seyrederken ben
aynı yerlere yeniden bakıyordum. Hamburg yolculuğunda yanına aldığı el
çantasının içinde değilse, burada, evde bırakmış olmalıydı. Ka bir şiir kitabını
bütünüyle bitirmeden hiçbir şiirin kopyasını çıkarmaz, bunun uğursuzluk olduğunu
söylerdi, ama bana yazdığı gibi bitmişti artık kitap.
İki saat sonra, Ka'nın Kars'ta şiirlerini yazdığı yeşil defterin kaybolduğunu
kabul etmek yerine, onun ya da en azından şiirlerin elimin altında olduğuna, ama
telaştan bunu fark edemediğime inandırdım kendimi. Ev sahibesi kapıyı vururken
masada, çekmecelerde bulabildiğim bütün defterleri, üzerinde Ka'nın el yazısını
taşıyan bütün kâğıtları elime geçirdiğim plastik torbalara doldurdum. Videonun
yanına gelişigüzel atılıvermiş olan (Ka'nın evine hiç misafir gelmediğinin bir
kanıtı) porno kasetleri de üzerinde Kaufhof yazan bir alışveriş torbasına
doldurdum. Uzun bir yolculuğa çıkmadan önce, yanına hayatının sıradan
eşyalarından bir tanesini alan yolcu gibi Ka'dan son bir hatıra aradım kendime.
Ama her zamanki kararsızlık buhranlarımdan birine kapıldım ve yalnız masasının
üzerindeki küllüğü, sigara paketini, zarf açacağı olarak kullandığı bıçağı,
başucundaki saati, kış geceleri pijamasının üzerine giydiği için onun kokusunu
taşıyan yirmi beş yıllık lime lime yeleği, kızkardeşiyle Dolmabahçe rıhtımında
çekilmiş fotoğrafını değil, kirli çoraplarından dolaptaki hiç kullanmadığı
mendile, mutfaktaki çatallardan çöp tenekesinden çekip çıkardığım sigara
paketine kadar pek çok şeyi bir müzeci aşkıyla torbalara doldurdum.
İstanbul'daki son görüşmelerimizden birinde Ka bana, bundan sonra yazacağım
romanı sormuş, ben de Masumiyet Müzesi'nin herkesten dikkatle sakladığım
hikâyesini anlatmıştım. Rehberimden ayrılıp otel odama çekilir çekilmez Ka'nın
eşyalarını karıştırmaya başladım. Oysa bana verdiği yıkıcı hüzünden kurtulmak
için arkadaşımı o gecelik unutmaya karar vermiştim. İlk iş porno kasetlere bir
baktım. Otel odasında video yoktu ama kasetlerin üzerine kendi eliyle yazdığı
notlardan arkadaşımın Melinda adlı bir Amerikan porno yıldızına özel ilgi
duyduğunu anladım.
Ka'nın Kars'ta kendisine gelen şiirleri yorumladığı defterleri bu
258
sırada okumaya başladım. Kars'ta yaşadığı bütün bu dehşeti ve aşkı Ka benden
niye saklamıştı? Bunun cevabını çekmecelerde bulup torbaya attığım bir dosyadan
çıkan kırka yakın aşk mektubundan aldım. Hepsi İpek'e yazılmıştı, hiçbiri
yollanmamıştı, hepsi aynı cümleyle başlıyordu: "Canım, bunları sana yazıp
yazmamayı çok düşündüm." Mektupların hepsinde Ka'nın başka bir Kars hatırası,
İpek ile sevişmelerine ilişkin acı verici, göz yaşartıcı bir başka ayrıntı,
Ka'nın Frankfurt'taki günlerinin sıradanlığını özetleyen bir iki gözlem vardı.
(Von-Bethmann parkında gördüğü topal bir köpeği ya da Yahudi müzesinin hüzün
verici çinko masalarını bana da yazmıştı.) Mektupların hiçbirinin katlanmamış
olmasından Ka'nın onları zarfa koyacak kadar bile kararlılık gösteremediği
anlaşılıyordu.
Bir mektupta "Bir sözünle oraya gelirim," diye yazmıştı Ka. Bir başka mektupta
"Kars'a hiçbir zaman dönmeyeceğini, çünkü İpek'in kendisini daha fazla yanlış
anlamasına izin vermeyeceğini" yazmıştı. Bir mektup kayıp bir şiire değiniyor,
bir başkası ise okuyanda İpek'in bir mektubuna cevaben yazıldığı izlenimini
uyandırıyordu. "Ne yazık ki mektubumu da yanlış anlamışsın," diye yazmıştı Ka. O
akşam torbalardan çıkan bütün malzemeyi otel odasında yerlere, yatağın üstüne
serip aradığım için İpek'ten Ka'ya tek bir mektup gelmediğinden emindim. Yine de
haftalar sonra Kars'a gidip kendisiyle karşılaşınca Ka'ya hiç mektup yazmadığını
sorup öğrendim İpek'ten. Yollayamayacağını daha yazarken bildiği bu mektuplarda
Ka, niye İpek'in mektubuna cevap veriyormuş gibi yapıyordu?
Belki de hikâyemizin kalbine geldik. Başkasının acısını, aşkını anlamak ne kadar
mümkündür? Bizden daha derin acılar, yokluklar, eziklikler içinde yaşayanları ne
kadar anlayabiliriz? Anlamak eğer kendimizi bizden farklı olanın yerine
koyabilmekse dünyanın zenginleri, hakimleri, kenarlardaki milyarlarca garibanı
hiç anlayabildiler mi? Romancı Orhan, şair arkadaşının zor ve acı hayatındaki
karanlığı ne kadar görebilir?
"Bütün hayatım yoğun bir kayıp ve eksiklik duygusuyla yaralı bir hayvan gibi acı
çekerek geçti. Belki de sana bu kadar şiddetle sarılmasaydım, sonunda seni o
kadar kızdırmaz, başladığım yere,
259
--------------------------------------------Frankfurt'ta------------------------
----------------—-
on iki yılda bulduğum dengeyi de kaybederek geri dönmezdim," diye yazmıştı Ka.
"Şimdi içimde gene o dayanılmaz kayıp ve terk edilmişlik duygusu var, bu her
yerimi kanatıyor. Bendeki eksikliğin bazan yalnız sen değil, bütün dünya
olduğunu düşünüyorum," diye yazmıştı. Bunları okuyordum, ama anlıyor muydum?
Otel odasındaki mini bardan çıkarıp içtiğim viskilerden kafayı iyice bulunca
akşamın geç saatinde çıkıp Melinda'yı araştırmak için Kaiserstrasse'ye yürüdüm.
Büyük, çok büyük zeytin rengi hüzünlü ve hafifçe şehla gözleri vardı. Teni
beyaz, bacakları uzun, dudakları Divan şairlerinin kiraza benzeteceği küçük, ama
etliydi. Yeterince ünlüydü: World Sex Center'in yirmi dört saat açık video
kasetler bölümünde yirmi dakikalık bir araştırmada üzerinde adı olan altı
kasetle karşılaştım. Daha sonra İstanbul'a götürüp seyrettiğim bu filmlerden Melinda'nın,
Ka'nm içine işlemiş olabilecek yanlarını hissettim. Bacaklarının
dibine çöktüğü erkek ne kadar çirkin ve kaba olursa olsun, adam zevkten
inleyerek kendinden geçerken Melinda'nm solgun yüzünde analara özgü hakiki bir
şefkat ifadesi beliriyordu. Giyimliyken (hırslı bir iş kadını, kocasının
iktidarsızlığından şikâyetçi ev kadını, çapkın bir hostes) ne kadar
kışkırtıcıysa çıplakken o kadar kırılgandı. Daha sonra Kars'a gidince hemen
anlayacağım gibi, iri gözleri, iri sağlam gövdesi, halinde tavrında bir şey
İpek'i çok andırıyordu.
Arkadaşımın hayatının son dört yılında pek çok vaktini işte bu türden kasetler
izleyerek geçirdiğini söylememin yoksullara özgü bir hayalperestlik ve menkıbe
düşkünlüğüyle Ka'da kusursuz ve aziz bir şair görmek isteyenlerde öfke
uyandıracağını biliyorum. World Sex Center'da başka Melinda kasetleri bulmak
için hayaletler kadar yalnız erkekler arasında gezinirken dünyanın gariban
erkeklerini birleştiren tek şeyin, bir köşeye çekilip suçluluk duygularıyla
porno kaset seyretmek olduğunu düşündüm. New York'ta 42. Sokak sinemalarında,
Frankfurt'ta Kaiserstrasse'de ya da Beyoğlu'nun arka sokaklarındaki sinemalarda
gördüklerim, bu gariban erkeklerin utanç, sefalet ve bir kaybolmuşluk duygusuyla
film seyrederken ve film aralarında sefil lobilerde birbirleriyle gözgöze
gelmemeye çalışırken bütün milliyetçi önyargıları ve ant-
260
ropolojik kuramları şaşırtacak kadar birbirlerine benzediklerini kanıtlıyordu.
Elimdeki kara plastik torbada Melinda kasetleriyle World Sex Center'dan çıkıp
boş sokaklara iri tanelerle yağan karın altında otelime döndüm.
Lobideki uydurma barda iki tane daha viski içtim ve etkisini göstersin diye
pencereden dışarıya yağan kara bakarak bekledim. Odama çıkmadan önce biraz
kafayı bulursam artık bu akşam Me-linda'ya, ya da Ka'nın defterlerine takmam
zannediyordum. Ama odaya girer girmez defterlerden birini gelişigüzel kaptım,
elbiselerimi çıkarmadan kendimi yatağın üzerine attım ve okumaya başladım. Üç
dört sayfa sonra karşıma işte şu kar tanesi çıktı.
MANTIK
Yıldızların İntihap Arkadaşlığı ve İktidar
HAYAL
Mutlu 0laca$ım
HAFIZA
HAFIZA
İhtilal Gecesi
Satranç
HAYAL Kıskançlık Çaresizlikler Zorluklar
MANTIK
261
30
Bir daha ne zaman buluşacağız?
KISA SÜREN BİR MUTLULUK
Ka ile İpek seviştikten sonra birbirlerine sarılarak bir süre hiç kıpırdamadan
yattılar. Bütün dünya öylesine sessiz ve Ka da öylesine mutluydu ki bu çok uzun
bir süreymiş gibi geldi ona. Sırf bu yüzden bir sabırsızlığa kapıldı ve yataktan
fırlayıp pencereden dışarıya baktı. Daha sonra o uzun sessizliğin hayatının en
mutlu ânı olduğunu düşünecek ve İpek'in kollarından çıkıp bu eşsiz mutluluk
ânını neden bitirdiğini soracaktı kendine. Bir telaş yüzünden diye
cevaplayacaktı bu soruyu, sanki pencerenin öte yanında, kar içindeki sokakta bir
şey olacaktı da ona yetişmesi gerekiyordu.
Oysa pencerenin öte yanında yağan kardan başka hiçbir şey yoktu. Elektrikler
hâlâ kesikti ama, alt katta, mutfakta yanan bir mumun ışığı buzlu pencereden
dışarıya sızıyor, ağır ağır inen kar tanelerini hafif turuncumsu bir ışıkla
aydınlatıyordu. Ka hayatının en mutlu ânını fazla mutluluğa dayanamadığı için
kısa kestiğini de düşünecekti sonraları. Ama ilk anda, İpek'in kolları arasında
yatarken o kadar mutlu olduğunu da bilmiyordu; bir huzur vardı içinde, bu da o
kadar doğal bir şeydi ki, daha önceleri niye hayatını kahır ve telaş arası bir
duyguyla geçirdiğini unutmuştu sanki. Bu huzur bir şiir öncesi sessizliğe de
benziyordu ama şiir gelmeden önce dünyanın bütün anlamı çırılçıplak gözükür, bir
coşku duyardı. Bu mutluluk ânında içinde böyle bir aydınlanma
262
I
yoktu; daha basit ve çocuksu bir saflık vardı: Dünyanın anlamını kelimeleri yeni
öğrenen bir çocuk gibi söyleyiverecekti sanki.
Öğleden sonra kütüphanede kar tanelerinin yapısı hakkında okudukları tek tek
aklına geldi. Kütüphaneye kar hakkında bir başka şiir gelirse hazırlıklı olmak
için gitmişti. Ama şimdi şiir yoktu aklında. Kar tanelerinin ansiklopediden
okuduğu çocuksu altıgen yapısını kendisine kar taneleri gibi teker teker gelen
şiirlerin ahengine benzetti. Şiirlerin hepsinin daha derindeki bir anlama işaret
etmesi gerektiğini o an düşünmüştü.
"Ne yapıyorsun orada?" dedi tam aynı anda İpek.
"Kara bakıyorum, canım."
Kar tanelerinin geometrik yapısında güzellikten öte bir anlam bulduğunu İpek'in
sezdiğini hissediyor, ama bunun olamayacağını da aklının bir yanıyla biliyordu.
Bir yandan İpek Ka'nm kendisinden başka bir şeyle ilgilenmesinden huzursuz
oluyordu. İpek'e karşı kendini çok istekli ve bu yüzden fazlasıyla silahsız
hissettiği için Ka bundan memnun oldu ve sevişmenin kendisine biraz olsun güç
kazandırdığını anladı.
"Ne düşünüyorsun?" diye sordu İpek.
"Annemi," dedi Ka ve birden neden böyle dediğini anlayamadı, çünkü yeni ölmesine
rağmen aklında annesi yoktu. Ama daha sonra o ânı yeniden hatırlarken, Kars
yolculuğumda aklımda hep annem vardı diye ekleyecekti.
"Annenin nesini?"
"Bir kış gecesi pencereden yağan kara bakarken saçlarımı okşayışını."
"Çocukken mutlu muydun?"
"İnsan mutluyken mutlu olduğunu bilmez. Yıllar sonra, çocukken mutlu olduğuma
karar verdim: Aslında değildim. Ama sonraki yıllardaki gibi mutsuz da değildim.
Mutlu olmakla ilgilenmezdim çocukluğumda."
"Ne zaman ilgilenmeye başladın?"
"Hiçbir zaman," diyebilmek isterdi Ka ama hem doğru değildi bu, hem de fazla
iddialıydı. Gene de böyle söyleyerek İpek'i etkilemek geçti bir an içinden, ama
şimdi İpek'ten beklediği etkilenmekten daha derin bir şeydi.
263
"Mutsuzluktan hiçbir şey yapamaz olunca, mutluluğu düşünmeye başladım," dedi Ka.
İyi mi etmişti bunu söylemekle? Sessizlikte endişelendi. Frankfurt'taki
yalnızlığını ve yoksulluğunu anlatırsa İpek'i oraya gelmeye nasıl ikna
edebilirdi? Kar tanelerini dağıtıveren telaşlı bir rüzgâr esti dışarıda, Ka
yataktan çıkarken kapıldığı telaşa kapıldı, karnım ağrıtan aşk ve bekleyiş
acısını şimdi daha da şiddetle hissetti. Az önce o kadar mutlu olmuştu ki,
şimdi, bu mutluluğu kaybedebileceğini düşünmek aklını başından alıyordu. Bu da
mutluluktan şüpheye düşürüyordu onu. "Benimle Frankfurt'a gelecek misin?" diye
sormak istiyordu İpek'e, ama istediği cevabı vermez diye korkuyordu da.
Yatağa döndü, arkadan bütün gücüyle İpek'e sarıldı. "Bir dükkân var çarşıda,"
dedi. "Peppino di Capri'nin 'Roberta' adlı çok eski bir parçasını çalıyordu.
Nereden bulmuşlar onu?"
"Kars'ta hâlâ şehri terk edememiş eski aileler vardır," dedi İpek. "En sonunda
anneyle baba da ölünce, çocuklar eşyaları satıp giderler ve şehrin bugünkü
fakirliğiyle hiç uyuşmayan tuhaf şeyler çıkar piyasaya. Sonbaharda İstanbul'dan
gelip bu eski eşyaları ucuza kapatıp giden bir eskici vardı bir zamanlar. Artık
o bile gelmiyor."
Ka az önceki eşsiz mutluluğu bir an yeniden bulduğunu sandı, ama aynı duygu
değildi bu artık. O ânı bir daha bulamama korkusu içinde birden hızla büyüdü,
her şeyi önüne katıp sürükleyen bir telaşa dönüştü: Frankfurt'a gelmeye İpek'i
asla ikna edemeyeceğini korkuyla sezdi.
"Hadi canım, kalkayım artık ben," dedi İpek.
"Canım" demesi, kalkarken dönüp onu tatlılıkla öpmesi bile Ka'yı yatıştırmadı.
"Bir daha ne zaman buluşacağız?"
"Babamı merak ediyorum. Polis onları izlemiş olabilir."
"Ben de merak ediyorum onları..." dedi Ka. "Ama bundan sonra ne zaman
buluşacağımızı şimdi bilmek istiyorum."
"Babam oteldeyken bu odaya gelemem."
"Ama artık hiçbir şey aynı değil," dedi Ka. Karanlıkta hünerle ve sessizce
giyinen İpek için her şeyin aynı olabileceğini bir an korkuyla düşündü. "Başka
bir otele geçeyim ben, hemen oraya
264
l JUICII Dİ!
gelirsin," dedi. Kahredici bir sessizlik oldu. Kıskançlık ve çaresizlikten
beslenen bir telaş Ka'yı çekip içine aldı. İpek'in başka bir sevgilisi daha
olduğunu düşündü. Aklının bir yanı bunun tecrübesiz bir âşığın sıradan bir
kıskançlığı olduğunu hatırlatıyordu, ama içindeki daha güçlü bir duygu da îpek'e
bütün gücüyle sarılması, onunla arasındaki olası engellere hemen saldırması
gerektiğini söylüyordu. İpek'e daha fazla ve hızla yaklaşmak için alelacele
yapacağı, söyleyeceği şeylerin kendini zor duruma düşüreceğini sezdiği için
kararsızlıkla sessiz kaldı.
265
31
Biz aptal değiliz, fakiriz biz yalnızca
ASYA OTELİ'NDEKİ GİZLİ TOPLANTI
Turgut Bey ile Kadife'yi, Asya Oteli'ndeki gizli toplantıya götürecek at
arabasına Zahide'nin son anda yetiştirdiği ve pencereden bakarak İpek'i bekleyen
Ka'nm ne olduğunu karanlıkta çıkaramadığı şey bir çift eski yün eldivendi.
Turgut Bey toplantıya ne giyeceğine karar vermek için öğretmenlik yıllarından
kalma biri siyah biri kurşuni iki ceketini, Cumhuriyet Bayramı törenlerinde ve
teftiş günlerinde yanına aldığı fötr şapkasını, yıllardır yalnızca Zahide'nin
oğlunun oyun olsun diye taktığı kareli kravatını yatağının üzerine sermiş,
elbiselerine ve dolaplarının içine uzun uzun bakmıştı. Babasının baloda ne
giyeceğine karar veremeyen hülyalı bir kadın gibi kararsızlık geçirdiğini
görünce, Kadife giyeceklerini tek tek kendi seçmiş, gömleğini kendi eliyle
düğmeleyip ceketini, paltosunu giydirmiş, köpek derisinden beyaz eldivenlerini
son anda babasının küçük ellerine zorlanarak geçirmişti. Bu sırada Turgut Bey
eski yün eldivenlerini hatırlayıp, "bulun" diye tutturmuş, İpek ile Kadife
dolaplara, sandıkların diplerine bakıp bütün evi telaşla aramışlar, bulduktan
sonra da eldivenlerdeki güve yeniklerini görünce onları bir yana atmışlardı. At
arabasında Turgut Bey "Onlar-sız gitmem" diye tutturmuş, yıllar önce solculuk
ettiği için hapisteyken rahmetli karısının bu eldivenleri örüp getirdiğini
anlatmıştı. Babasını ondan daha iyi tanıyan Kadife bu istekte hatıralara bağlı-
266
lıktan çok korku olduğunu sezmişti hemen. Eldivenler geldikten sonra at arabası
kar altında ilerlerken Kadife babasının hapisane hatıralarım (kansından gelen
mektuplara gözyaşı dökmesi, kendi kendine Fransızca öğrenmesi, kış geceleri
ellerine bu eldivenleri giyip uyuması) sanki ilk defa işitiyormuş gibi gözlerini
açarak dinleyip "Siz çok cesur bir insansınız babacığım!" dedi. Bu sözü
kızlarından her işittiğinde (son yıllarda az işitiyordu) olduğu gibi Turgut
Bey'in gözleri nemlendi ve kızına sarılıp bir ürpertiyle öptü onu. At arabasının
yeni girdiği sokaklarda elektrik kesilmemişti.
Arabadan indikten sonra "Buralarda ne dükkânlar açılmış," dedi Turgut Bey. "Dur
şu vitrinlere bir bakalım." Kadife babasının ayaklarının geri geri gittiğini
anladığı için fazla zorlamadı onu. Turgut Bey bir çayhanede ıhlamur içmek
istediğini, peşlerinde bir hafiye varsa böylece onu da zorda bırakacaklarını
söyleyince bir çayhaneye girip televizyondaki kovalamaca sahnesine bakarak
sessizce oturdular. Çıkışta Turgut Bey'in eski berberiyle karşılaşınca, gene
girip oturdular. "Acaba geç mi kaldık, ayıp mı olacak, hiç mi gitmesek?" dedi
Turgut Bey şişman berberi dinler gibi yaparken kızına fısıldayarak. Kadife
koluna girince de arka avluya değil, bir kırtasiyeci dükkânına girip, uzun uzun
bir lacivert tükenmez seçti. Ersin Elektrik ve Tesisat Malzemeleri'nin arka
kapısından iç avluya çıkıp, Asya Oteli'nin karanlık arka kapısına
yöneldiklerinde Kadife babasının benzinin attığını gördü.
Otelin arka girişi sessizdi, baba kız birbirlerine iyice sokulup beklediler.
Kimse yoktu peşlerinde. Birkaç adım sonra içerisi o kadar karanlıklaştı ki
Kadife lobiye çıkan merdivenleri el yordamıyla bulabildi ancak. "Kolumdan
çıkma," dedi Turgut Bey. Yüksek pencereleri kalın perdelerle kapatılmış lobi
yarı karanlıktı. Resepsiyonda yanan solgun ve kirli bir lambadan süzülen ölü
ışık tıraşsız ve hırpani bir katibin yüzünü zar zor aydınlatıyordu. Salonda
gezinen, merdivenlerden inen bir-iki kişiyi karanlıkta ancak fark ettiler. Çoğu
ya sivil polisti bu gölgelerin, ya da hayvan ve odun kaçakçılığı, sınırdan kaçak
işçi getirme gibi "gizli" işlerin adamlarıydılar. Seksen yıl önce zengin Rus
tüccarlarının, daha sonraları Rusya ile ticaret için İstanbul'dan gelen
Türklerin ve Ermenistan üzerinden Sovyetler Birliği'ne sınırdan casus sokan
aris-
267
uıeıı iiucki
Asya uieıı naeki bızll Toplantı
tokrat kökenli ve çift taraflı ingiliz ajanlarının kaldığı otelde şimdi bavul
ticareti ve orospuluk için Gürcistan ve Ukrayna'dan gelen kadınlar kalıyordu.
Kars'ın köylerinden gelip bu kadınlara önce oda açan, sonra bu odalarda onlarla
bir çeşit yarım evlilik hayatı yaşayan erkekler, akşamları son minibüslerle
köylerine dönünce kadınlar odalarından çıkıp otelin karanlık barında çayla
konyak içerlerdi. Bir zamanlar kırmızı halılarla kaplı ahşap merdivenleri
çıkarlarken bu sarışın ve yorgun kadınlardan biriyle karşılaştılar ve Turgut Bey
"İsmet Paşa'nm Lozan'da kaldığı Grand Hotel de böyle kozmopolitmiş," diye
fısıldadı kızına, cebinden kalemini çıkardı. "Ben de Paşa'nın Lozan'da yaptığı
gibi yepyeni bir kalemle bildiriye imzamı atacağım," dedi. Kadife babasının
merdiven aralarında dinlenmek için mi, gecikmek için mi uzun uzun durduğunu
çıkaramıyordu. 307 numaralı odanın kapısında "Hemen imzalar çıkarız," dedi
Turgut Bey.
İçerisi öyle kalabalıktı ki, ilk anda Kadife yanlış bir odaya girdiklerini
düşündü. Pencerenin kenarında Lacivert'in iki genç İslamcı militanla surat
asarak oturduğunu görünce babasını o yana çekip oturttu. Tepede yanan çıplak bir
ampulle bir sehpanın üzerindeki balık şeklindeki lambaya rağmen oda iyi
aydmlanmamış-tı. Kuyruğu üzerinde dimdik dururken açılmış ağzıyla bir ampul
tutan bu bakalit balığın gözünde bir devlet mikrofonu gizliydi.
Fazıl da odadaydı; Kadife'yi görür görmez ayağa kalkmış, ama Turgut Bey'e
saygıdan ayağa kalkan ötekilerle birlikte hemen yerine oturmamış, bir süre
büyülenmiş gibi hayran hayran bakmıştı. Odadaki birkaç kişi onun bir şey
söyleyeceğini sanmıştı, ama Kadife fark etmemişti bile onu. Dikkati ilk anda
Lacivert ile babası arasında beliren gerilimdeydi.
Lacivert, Frankfurter Rundschau'da yayımlanacak bildiriyi Kürt milliyetçisi
sıfatıyla imzalayacak kişinin bir ateist olmasının Batılıları etkileyeceğine
ikna olmuştu. Ama zorlukla ikna edilen soluk yüzlü ince delikanlı bildiriye
konulacak ifade konusunda dernek arkadaşlarıyla fikir ayrılığına düşmüştü. Şimdi
üçü birlikte, gergin bir şekilde oturmuş söz sıralarını bekliyorlardı. Dağdaki
Kürt gerillalara hayranlık duyan işsiz, güçsüz ve öfkeli Kürt gençlerinin
toplandığı, merkezi üyelerden birinin evi olan bu dernekler
268
ikide bir kapatıldığı, yöneticileri sürekli tutuklanıp, dövülüp, işkence gördüğü
için bu gençleri darbeden sonra bulmak zor olmuştu. Bir başka sorun da dağdaki
savaşçıların bu gençleri şehrin sıcak odalannda keyif çatmakla, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti'yle uzlaşmakla suçlamalarıydı. Derneğin artık dağlara
yeterince gerilla adayı çıkaramadığı yolundaki bu suçlamalar, hâlâ hapise
düşmemiş birkaç üyesinin maneviyatını iyice bozmuştu.
Toplantıya, bir önceki kuşaktan, otuz yaşlarında iki de "sosyalist" katılmıştı.
Alman basınına verilecek bir bildiri olduğunu övünmek ve biraz da akıl danışmak
için konuyu açan dernekli Kürt gençlerden öğrenmişlerdi. Eli silahlı
sosyalistler Kars'ta artık eskisi gibi güçlü olmadıkları, yol kesmek, polis
öldürmek, bombalı paket bırakmak gibi eylemleri ancak Kürt gerillaların izni ve
yardımıyla yapabildikleri için erken yaşlanmakta olan bu militanlarda bir
eziklik vardı. Avrupa'da hâlâ pek çok Marksist olduğunu söyleyip toplantıya
çağrılmadan gelmişlerdi. Duvar dibinde, canı çok sıkıhyormuş pozunda oturan eski
sosyalistin yanındaki temiz yüzlü, rahat görünüşlü arkadaşı toplantının
ayrıntılarını devlete bildireceği için de ayrıca bir heyecan duyuyordu. Kötü
niyetten değil, örgütlerin polis tarafından lüzumsuz yere hırpalanmasına engel
olmak için yapardı bu işi. Küçümsediği, zaten çoğunu sonradan gereksiz bulduğu
eylemleri devlete biraz sıkılarak ihbar ederföte yandan da yüreğinin isyanıyla
bu eylemde yer almaktan gurur duyar, kurşunlama, adam kaçırıp dövme, bombalama,
öldürme vakalarını bu gururla herkese anlatırdı.
Polisin odayı dinlediğinden, en azından kalabalık içine birkaç muhbir
yerleştirdiğinden herkes o kadar emindi ki, başta kimse konuşmadı. Konuşanlar da
pencereden dışarı bakıp karın hâlâ yağmakta olduğunu söylüyor, ya da
"sigaralarınızı yerde söndürmeyin" diye birbirlerini uyarıyorlardı. Kürt
gençlerinden birinin odada hiç dikkat çekmeyen teyzesinin ayağa kalkıp oğlunun
nasıl kaybolduğunu (bir akşam kapıyı çalıp, alıp götürmüşlerdi) anlatmaya
başlamasına kadar sessizlik sürdü. Turgut Bey kayıp gencin yarım kulak dinlediği
bu hikâyesinden huzursuz oldu. Kürt delikanlıların gece yarısı kaçırılıp
öldürülmesini çok iğrenç bulduğu gibi, onun "masum" olduğunun söylenmesine de
bir içgüdüyle
269
Asya uieırnaeKi uızıı lopıarm
Asya Oteli'ndeki Gizli Toplantı
içerliyordu. Kadife babasının elini tutarken Lacivert'in bezgin ve alaycı yüzünü
okumaya çalıştı. Lacivert bir tuzağa düşürüldüğünü düşünüyor, ama çıkarsa
herkesin aleyhine konuşacağından endişelenerek istemeye istemeye oturuyordu.
Daha sonra: 1. Fa-zıl'ın yanında oturan ve aylar sonra eğitim enstitüsü
müdürünün öldürülmesiyle ilgili olduğu kanıtlanan "İslamcı" delikanlı bu
cinayeti bir devlet ajanının işlediğini kanıtlamaya girişti. 2. Devrimciler
hapisanedeki arkadaşlarının açlık grevine ilişkin uzun uzun bilgi verdiler. 3.
Dernekli üç Kürt genci Frankfurter Rundschau'da yayımlanmazsa imzamızı çekiyoruz
tehdidiyle Kürt kültür ve edebiyatının dünya tarihi içerisindeki yerine ilişkin
uzunca bir metni dikkatle ve kızararak okudular.
Kayıp annesi dilekçesini kabul edecek "Alman gazeteci"nin nerede olduğunu
sorunca Kadife ayağa kalktı ve Ka'nın Kars'ta olduğunu ve bildirinin
"tarafsızlığına" gölge düşürmemek için toplantıya gelmediğini yatıştırıcı bir
sesle anlattı. Odadakiler bir siyasal toplantıda bir kadının ayağa kalkıp böyle
güvenle konuşmasına alışık değillerdi; bir anda herkes saygı duydu ona. Kayıp
annesi Kadife'ye sarılıp ağladı. Kadife de Almanya'daki gazetede yayımlanması
için her şeyi yapacağına söz verip ondan oğlunun adı yazılı bir kâğıt aldı.
İyi niyetle muhbirlik eden solcu militan, bir defter kâğıdına el yazısıyla
yazdığı bildirinin ilk taslağını bu sırada çıkarıp, tuhaf bir şekilde poz
yaparak okudu.
Taslağın başlığı "Kars'ta Olanlar Konusunda Avrupa Kamuoyuna Duyuru" idi. Bir an
herkesin hoşuna gitti bu. O sırada hissettiklerini Fazıl daha sonra Ka'ya "Kendi
küçük şehrimin bir gün dünya tarihine katılabileceğini ilk defa hissettim!" diye
gülümseyerek anlatacak, bu da Ka'nın "Bütün İnsanlık ve Yıldızlar" adlı şiirine
girecekti. Lacivert'in de içgüdüsel olarak hemen karşı çıktığı şey buydu:
"Avrupa'ya seslenmiyoruz," diye açıkladı, "bütün insanlığa sesleniyoruz.
Bildirimizi Kars'ta veya İstanbul'da değil de Frankfurt'ta yayımlatabilmemiz
şaşırtmasın arkadaşlarımızı. Avrupa kamuoyu bizim dostumuz değil, düşmanımızdır.
Biz onlara düşman olduğumuz için değil, onlar içgüdüsel olarak bizi
küçümsedikleri için."
270
Bildiri taslağını yazan solcu bizleri bütün insanlığın değil, Avrupalı
burjuvaların küçümsediğini söyledi. Yoksullar, işçiler bizim kardeşlerimizdi,
ama tecrübeli arkadaşı dahil kimse ona inanmadı.
"Avrupa'da kimse bizim gibi yoksul değil," dedi üç Kürt gencinden biri.
"Oğlum siz hiç Avrupa'ya gittiniz mi?" diye sordu Turgut Bey.
"Henüz ben fırsat bulamadım, ama eniştem Almanya'da işçi."
Hafifçe gülüşüldü buna. Turgut Bey sandalyesinde doğruldu. "Benim için çok şey
ifade etmesine rağmen ben de hiç gitmedim Avrupa'ya," dedi. "Gülünç değil bu.
Aramızda Avrupa'ya gitmiş olanlar lütfen elini kaldırsın." Almanya'da yıllarca
bulunmuş Lacivert dahil hiç kimse elini kaldırmadı.
"Ama hepimiz de Avrupa'nın ne anlama geldiğini biliyoruz," diye devam etti
Turgut Bey. "Avrupa bizim insanlık içindeki geleceği-mizdir. Bu yüzden beyefendi
-Lacivert'i işaret etti- Avrupa yerine bütün insanlık diyorsa, bildirimizin
başlığını öyle değiştirebiliriz."
"Avrupa benim geleceğim değil," dedi Lacivert gülümseyerek. "Yaşadığım sürece
onları taklit etmeyi, onlara benzemediğim için kendimi aşağılamayı hiç
düşünmüyorum."
"Bu ülkede yalnızca İslamcıların değil, cumhuriyetçilerin de milli onuru var..."
dedi Turgut Bey. "Avrupa yerine insanlık yazılırsa ne oluyor?"
"Kars'ta Olanlar Konusunda İnsanlığa Duyuru!" diye okudu metnin yazarı. "Fazla
iddialı oluyor."
Turgut Bey'in önerisi üzerine "insanlık" yerine "Batı" denmesi düşünüldü, ama
buna da Lacivert'in yanındaki gençlerden sivilceli yüzlü olanı karşı çıktı. Kürt
gençlerden cırlak sesli olanının önerisiyle yalnızca "bir duyuru" ifadesinin
kullanılması üzerine anlaştılar.
Bildiri taslağı, böyle durumlarda olduğunun tersine, kısacıktı. Kars'ta yapılmak
üzere olan seçimleri tam İslamcı ve Kürt adayların kazanacağı açıkça ortaya
çıkmışken bir askerî darbenin "sahnelendiğinin" anlatıldığı ilk cümlelere kimse
sesini çıkarmamıştı ki, Turgut Bey karşı çıktı: Kars'ta Avrupalıların kamuoyu
yoklaması dedikleri şeyin zerresinin olmadığını, seçmenin seçimden bir gece
önce, hatta sabah sandığa giderken sudan bir nedenle
271
ı men tiucki uun lopıamı
¦ Asya uteli'ndeki Gizli Toplantı
fikrini değiştirip aklındakinin tam tersi bir partiye oy atmasının burada
sıradan bir şey olduğunu, bu yüzden kimsenin seçimleri filanca adayın
kazanacağını söyleyemeyeceğini anlattı.
Bildiri taslağını hazırlayan solcu muhbir militan cevap verdi ona: "Darbenin
seçimden önce ve seçim sonuçlarına karşı yapıldığını herkes biliyor."
"Bir tiyatro takımı en sonunda bunlar," dedi Turgut Bey. "Kar yolları kestiği
için bu kadar başarılı oldular. Birkaç gün içinde her şey normale döner."
"Darbeye karşı değilseniz niye buraya geldiniz?" dedi bir başka genç.
Lacivert'in yanında oturan pancar gibi kıpkırmızı yüzlü bu saygısızın sözünü
Turgut Bey'in işitip işitmediği anlaşılamadı. Aynı anda Kadife ayağa kalktı
(konuşurken bir tek o ayağa kalkıyordu ve kendi dahil kimse bunun tuhaflığının
farkında değildi), babasının siyasi fikirlerinden ötürü yıllarca hapis yattığını
ve devlet zulmüne her zaman karşı olduğunu söyledi gözleri öfkeyle parlayarak.
Babası hemen paltosundan çekip oturttu onu. "Sorunuza ceva-bımdır," dedi. "Ben
bu toplantıya Avrupalılara Türkiye'de de demokrat ve sağduyulu insanlar olduğunu
kanıtlamak için geldim."
"Büyük bir Alman gazetesi bana iki satır yer açsaydı ben ilk bunu kanıtlamaya
çalışmazdım hiç," dedi kırmızı yüzlü alaycı bir sesle, başka şeyler de
söyleyecekti galiba, ama Lacivert kolundan tutup uyardı onu.
Bu kadarı Turgut Bey'i bu toplantıya geldiğine pişman etmeye yetti. Buraya
geçerken uğradığına hemen inandırdı kendini. Kafası bambaşka şeylerle meşgul
birinin havasıyla ayağa kalkıp kapıya doğru bir iki adım atmıştı ki gözü
dışarıda Karadağ Caddesi'ne yağan kara takıldı ve pencereye yürüdü. Kadife de
sanki o destek olmazsa babası hiç yürüyemezmiş gibi koluna girdi. Baba kız kar
altındaki sokaktan geçen bir at arabasına, dertlerini unutmak isteyen mahsun
çocuklar gibi uzun uzun baktılar.
Dernekli üç Kürt gencinden cırlak sesli olanı da merakını yene-meyip pencereye
sokuldu, baba kızla birlikte aşağıya, sokağa bakmaya başladı. Odadaki kalabalık
da yarı saygılı, yarı endişeli bir havayla onları izliyor, bir baskın korkusu,
bir huzursuzluk hisse-
272
diliyordu. Taraflar bu telaş içinde bildirinin geri kalanı üzerinde çok kısa
sürede uzlaşmaya vardılar.
Bildiride askerî darbeyi bir avuç maceracının yaptığını belirten bir ifade
vardı. Lacivert buna itiraz etti. Yerine önerilen daha kapsamlı tanımlar da
Batılılara sanki bütün Türkiye'de askerî darbe yapılmış izlenimi verecek diye
şüpheyle karşılandı. Böylece "Ankara'nın desteklediği yerel darbe," ifadesinde
anlaşıldı. Darbe gecesi vurulan, tek tek evlerinden alınıp öldürülen Kürtlere ve
imam hatip liseli öğrencilere yapılan zulüm ve işkenceye de kısaca yer verildi.
"Halka topyekün bir saldırı" ifadesi "halka, maneviyatına ve dinine bir saldırı"
şeklini aldı. Son cümlede yapılan değişiklikle artık yalnız Batı kamuoyu değil,
bütün dünya Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni protesto etmeye çağırılıyordu. Turgut
Bey bu ifade okunurken bir an gözgöze geldiği Lacivert'in mutlu olduğunu
hissetti. Burada olduğu için bir pişmanlık geçti içinden.
"Kimsenin bir itirazı kalmadıysa lütfen hemen imzalayalım," dedi Lacivert.
"Çünkü bu toplantı her an basılabilir." Oklarla düzeltme balonları ve
karalamalarla arap saçına dönmüş bildirinin altına bir an önce imzasını atıp
sıvışmak için odanın ortasında herkes birbirine girdi. Birkaç kişi işlerini
bitirmiş çıkıyordu ki Kadife bağırdı.
"Durun, babam bir şey söyleyecek!"
Bu, telaşı daha da arttırdı. Lacivert kırmızı yüzlü genci kapıya yollayıp çıkışı
tutturdu. "Kimse dışarı çıkmasın," dedi. "Şimdi Turgut Bey'in itirazını
dinleyelim."
"Bir itirazım yok," dedi Turgut Bey. "Ama imzamı atmadan önce bir şey istiyorum
bu delikanlıdan." Bir an düşündü. "Yalnız ondan değil, buradaki herkesten
istiyorum bunu." Az önce kendisiyle tartışan, şimdi de kimse kaçmasın diye
kapıyı tutan kırmızı yüzlü genci işaret etti. "Önce bu delikanlı, sonra hepiniz
şimdi soracağım soruya cevap vermezseniz bildiriyi imzalamayacağım." Ne kadar
kararlı olduğunu anladı mı diye Lacivert'e döndü.
"Sorun lütfen sorunuzu," dedi Lacivert. "Cevap vermek elimiz-deyse memnuniyetle
cevaplarız."
"Demin güldünüz bana. Şimdi hepiniz söyleyin: Büyük bir Al-
273
Asya Otelj'ndeki Gizli Toplantı
¦ Asya Oteli'ndeki Gizli Toplantı
man gazetesi size iki satır yer açsa Batılılara ne derdiniz? Önce o söylesin."
Kırmızı yüzlü delikanlı güçlü kuvvetli ve her konuda iddialıydı ama böyle bir
soruya hazır değildi. Kapının kulpuna daha da sarılırken bakışlarıyla
Lacivert'ten yardım diledi.
"İki satırcık da olsa içinden gelen şeyi hemen söyle de gidelim," dedi Lacivert
zoraki gülümseyerek. "Yoksa polis basacak burayı."
Kırmızı yüzlü gencin bakışları çok önemli bir sınavda cevabını çok iyi bildiği
bir soruyu hatırlamaya çalışır gibi uzaklara bir gidip bir geliyordu.
"İlk ben söyleyeyim o zaman," dedi Lacivert. "Avrupalı efendiler bana vız
geliyor... Bana gölge etmesinler yeter derdim mesela... Ama zaten gölgeleri
altında yaşıyoruz."
"Yardım etmeyin ona, kendi kalbinden geleni söyleyecek," dedi Turgut Bey. "Siz
en son söylersiniz. " Kararsızlıkla kıvranan kırmızı yüzlü delikanlıya
gülümsedi. "Karar vermek zordur. Yaman bir meseledir çünkü bu. Kapı eşiğinde
dikilerek çözülmez."
"Bahane, bahane!" dedi arkalardan biri. "Bildiriyi imzalamak istemiyor."
Herkes kendi düşüncelerine çekildi. Birkaç kişi pencereye gidip kar altındaki
Karadağ Caddesi'nden geçen bir at arabasına dalgın dalgın baktı. Bu "büyülü
sessizlik" ânını daha sonra Fazıl Ka'ya anlatırken "Sanki o an hepimiz her
zamankinden daha da kardeş olmuştuk," diyecekti. Sessizliği yukarılardan,
karanlığın içinden geçen bir uçağın gürültüsü kesti ilk. Herkes bir an dikkatle
uçağı dinlerken "Bu bugün geçen ikinci uçak," diye fısıldadı Lacivert. "Ben
çıkıyorum!" diye bağırdı biri.
Kimsenin dikkat etmediği otuz yaşlarında, soluk yüzlü, soluk ceketli bir adamdı
bu. Odadaki iş güç sahibi üç kişiden biriydi. Sigorta hastanesinde aşçıydı ve
ikide bir saatine bakıyordu. İçeriye kayıp aileleriyle birlikte girmişti. Daha
sonra anlatılanlara göre, siyasete meraklı ağabeyi bir gece karakola ifadesi
alınmak için götürülmüş, bir daha da geri gelmemişti. Söylentilere göre kayıp
ağabeyinin güzel karısıyla evlenebilmek için devletten bir "ölü" kâğıdı almak
istemişti bu adam. Bu amaçla ağabeyinin kaçırılmasından bir yıl sonra başvurduğu
emniyet, gizli istihbarat servisle-
274
ri, savcılık ve askerî garnizondan kovulmuş, bir intikam isteğinden çok, konuyu
bir tek onlarla konuşabildiği için son iki aydır kayıp ailelerine katılmıştı.
"Arkamdan korkak diyeceksiniz. Korkak sizsiniz. Korkak sizin Avrupalılarınız.
Onlara öyle dediğimi yazın." Kapıyı vurup çıktı.
Hans Hansen Bey'in kim olduğu bu sırada soruldu. Kadife'nin korktuğunun tersine
Lacivert bu sefer son derece nazik bir dille onun Türkiye'nin "problemleriyle"
içtenlikle ilgilenen, iyi niyetli bir Alman gazeteci olduğunu söyledi.
"Alman'ın asıl iyi niyetlisinden korkacaksın!" dedi arkadan biri.
Pencerenin kenarında dikilen kara ceketli bir adam bildiriden başka özel
demeçlerin de yayımlanıp yayımlanmayacağını sordu. Kadife bunun mümkün olduğunu
söyledi.
"Arkadaşlar, söz almak için korkak ilkokul çocukları gibi birbirimizi
beklemeyelim," dedi biri.
"Liseye gidiyorum," diye söze başladı dernekli diğer Kürt genci. "Bu
söyleyeceklerimi daha önceden de düşünmüştüm."
"Bir gün bir Alman gazetesine demeç vereceğinizi mi düşünmüştünüz?"
"Evet, aynen öyle," dedi delikanlı son derece makul bir sesle, ama çok tutkulu
bir hali de vardı. "Bir gün önüme bir fırsat geleceğini ve dünyaya fikrimi
söyleyeceğimi hepiniz gibi ben de gizli gizli düşünmüştüm."
"Ben hiç düşünmüyorum böyle şeyleri..."
"Çok basit benim söyleyeceğim," dedi tutkulu genç. "Bunu yazsın Frankfurt
gazetesi: Biz aptal değiliz! Fakiriz biz yalnızca! Bu ayrımın yapılmasını
istemek hakkımız."
"Estağfurullah."
"Biz dediğiniz kim oluyor efendim," diye soruldu arkadan. "Türkler mi, Kürtler
mi, Yerliler mi, Terekemeler mi, Azeriler mi, Çerkezler mi, Türkmenler mi,
Karslılar mı?.. Kim?"
"Çünkü insanoğlunun en büyük yanılgısı," diye devam etti dernekli tutkulu genç,
"binlerce yıllık en büyük aldatmaca budur: Fakir olmak ile aptal olmak hep
birbirine karıştırılmıştır."
"Aptal olmak nedir, bunu da açıklasın."
"Gerçi insanlığın şerefli tarihinde bu utanç verici akıl karışıkh-
275
Asya Oteli'ndeki Gizli Toplantı
ğını fark edip fakirlerin de bir bilgisi, bir insanlığı, bir zekâsı, bir kalbi
olduğunu söyleyen din adamları, ahlaklı kişiler hep olmuştur. Hans Hansen Bey
fakir bir adam görürse acır ona. Bu yoksulun fırsatlarını boşa harcamış bir
aptal olduğunu, iradesiz bir sarhoş olduğunu düşünmez hemen belki."
"Hansen Bey'i bilmem ama bir yoksul görünce herkes böyle düşünüyor artık."
"Lütfen dinleyin," dedi tutkulu Kürt genci. "Fazla konuşmayacağım. Tek tek
yoksullara belki acınır ama bir millet fakir olunca bütün dünya hemen o milletin
aptal, kafasız olduğunu, tembel, pis ve beceriksiz bir millet olduğunu düşünür
ilk. Onlara acınacağına, gülünür. Kültürleri, töreleri, adetleri gülünç bulunur.
Daha sonra bazan bu düşüncelerinden utanırlar da gülmeyi bırakıp o milletten
göçmen işçiler yerleri siliyor, en berbat işlerde çalışıyorsa isyan etmesinler
diye onların kültürlerini ilginç buluyormuş, hatta eşitmişler gibi bile
davranırlar."
"Hangi milletten söz ediyorsa söylesin artık."
"Şunu da ben ekleyeyim," diye araya girdi öteki Kürt genci. "Birbirlerini
öldüren, katleden, zulüm edenlere insanoğlu ne yazık ki gülemiyor bile artık.
Almanya'daki eniştemin geçen yaz Kars'a gelince anlattıklarından anladım bunu.
Artık dünyanın zalim milletlere tahammülü yok."
"Yani Batılılar adına bizi tehdit mi ediyorsunuz?"
"Böylece," diye devam etti tutkulu Kürt genci, "bir Batılı, fakir bir milletten
birine rastladı mı önce o kişiye karşı içgüdüsel olarak bir küçümseme duyar.
Aptal bir milletin mensubu olduğu için bu adam bu kadar fakirdir, diye düşünür
hemen. Büyük ihtimal bu adamın kafasının içi de bütün milletini fakir ve zavallı
düşüren aynı saçmalıklar ve aptallıklarla doludur, diye düşünür Batılı."
"Haksız da sayılmaz hani..."
"Sen de o kendini beğenmiş yazar gibi bizleri aptal buluyorsan açık konuş. O
Allahsız ateist hiç olmazsa ölüp Cehennem'e gitmeden önce, televizyonda canlı
yayma çıkıp bütün Türk milletini aptal bulduğunu hepimizin gözlerinin içine
bakarak cesaretle söyleyebilmişti."
276
"Afedersiniz ama canlı yayına çıkan kişi televizyonda kendisini seyredenlerin
gözlerinin içini göremez."
"Beyefendi 'gördü' demedi, 'bakıyordu' dedi," dedi Kadife.
"Lütfen arkadaşlar, açık oturumdaymışız gibi birbirimizle karşılıklı
tartışmayalım," dedi not tutan solcu katılımcı. "Ayrıca yavaş konuşalım."
"Sözünü ettiği hangi millettir mertçe söylemedikçe ben susmayacağım. Bir Alman
gazetesine bizleri aşağılayan bir demeç verilmesinin vatan hainliği olduğunu
bilelim."
"Vatan haini değilim. Ben de sizinle aynı fikirdeyim," diyerek ayağa kalktı
tutkulu Kürt genci. "Bu yüzden bir gün fırsat olsa, bana vize verseler bile
Almanya'ya gitmeyeceğimin yazılmasını istiyorum."
"Kimse vermez senin gibi işsiz güçsüze Avrupa vizesi."
"Vizeden evvel devlet ona pasaport vermez."
"Evet, vermezler," dedi tutkulu genç alçakgönüllülükle.. "Gene de verseler ve
ben de gitsem ve sokakta karşılaşacağım ilk Batılı adam da iyi biri çıksa ve
beni aşağılamasa bile, bu sefer ben sırf Batılı olduğu için bu adamın beni
küçümsediğini zannedip huzursuz olacağım. Almanya'da Türkiye'den gelenler her
hallerinden belli oluyormuş çünkü... O zaman aşağılanmamak için yapılacak tek
şey, bir an önce onlara onlar gibi düşündüğünü kanıtlamak. Bu da hem imkânsız,
hem daha da gurur kırıcı bir şey."
"Oğlum, sözünün başı kötüydü, ama sonunu iyi getirdin," dedi ihtiyar Azeri
gazeteci. "Gene de Alman gazetesine yazdırmayalım bunu, bizimle alay ederler..."
Bir an sustu, sonra kurnazca soru-verdi: "Sözünü ettiğiniz millet hangisidir?"
Dernekli delikanlı hiç cevap vermeden yerine oturunca, "Korkuyor!" diye seslendi
ihtiyar gazetecinin yanında oturan oğlu.
"Korkmakta haklı," "O sizin gibi devlet hesabına çalışmıyor," diye cevap
yetiştirdiler ama ne ihtiyar gazeteci, ne de oğlu bundan alındı. Hep bir ağızdan
konuşmak, arada yapılan şakalar, takılmalar odadakileri bir oyun ve eğlence
havasıyla birbirine bağlamıştı. Daha sonra olup bitenleri Fazıl'dan dinleyen Ka,
defterine bu tür siyasal toplantıların saatlerce sürebileceğini, bunun için
277
tek şartın sigara içen çatık kaşlı ve bıyıklı erkekler kalabalığının eğlendiğini
hiç fark etmeden eğlenmesi olduğunu yazmıştı.
"Bizler Avrupalı olamayız!" dedi bir başka İslamcı genç mağrur bir havayla.
"Bizi zorla onların kalıbına sokmaya çalışanlar, tankla ve tüfekle canımızı yaka
yaka sonunda bu işi yapabilirler belki. Ama ruhumuzu asla değiştiremezler."
"Vücuduma sahip olabilirsiniz ama ruhuma asla," diyerek Türk filmlerinden çıkan
bir sesle alay etti Kürt gençlerinden biri.
Herkes güldü buna. Söz alan delikanlı da hoşgörülü bir şekilde bu gülüşmeye
katıldı.
"Ben de bir şey söyleyeceğim," diye atıldı Lacivert'in yanında oturan gençlerden
biri. "Her ne kadar arkadaşlarımız Batı taklitçisi onursuzlar gibi
konuşmuyorlarsa da gene de burada Avrupalı olmadığımız için bir özür dileme, bir
kusura bakmayın havası var." Not alan deri ceketli adama döndü. "Bu öncekileri
yazma canım lütfen!" dedi nazik bir kabadayı edasıyla. "Şimdi yaz: Ben Avrupalı
olmayan yanımla onur duyuyorum. Avrupalının çocuksu, zalim ve ilkel bulduğu her
şeyimle gururlanıyorum. Onlar güzelse ben çirkin olacağım, onlar akıllıysa ben
aptal olacağım, onlar modernse ben saf kalacağım."
Hiç de onay verilmedi bu sözlere. Odada söylenen her söze bir şakayla karşılık
verildiği için gülümsendi biraz. Birisi de "Zaten aptalsın!" diye araya bir laf
sokuşturdu, ama tam bu sırada iki solcudan yaşlı olanı ile kara ceketli adam
yoğun bir öksürük buhranına yakalandıkları için bunu kimin dediği anlaşılamadı.
Kapıyı tutan kırmızı yüzlü delikanlı bu sırada atılarak bir şiir okumaya
başladı: "Avrupa, ah Avrupa / Dur bakalım orada / Kendimizle rüyada / Uymayalım
şeytana," diye başlıyordu şiir. Devamını öksürükler, atılan laflar ve kahkahalar
yüzünden Fazıl zar zor işitmişti. Ama gene de şiirin kendisinden değil, ona
yönelik itirazlardan hatırladıklarını Ka'ya nakletmiş, bu ayrıntılardan üçü hem
Avrupa'ya verilecek iki satırlık cevapların yazıldığı kâğıda, hem de Ka'nm az
sonra yazacağı "Bütün insanlık ve Yıldızlar" adlı şiirine geçmişti:
1. "Korkmayalım oradan, korkulacak bir şey yok orada," diye bağırmıştı orta yaşa
yaklaşan eski solcu militan.
278
2. ikide bir "Hangi milleti kastediyorsunuz," diye soran Azeri kökenli ihtiyar
gazeteci "Türklüğümüzden ve dinimizden vazgeçmeyelim," dedikten sonra Haçlı
seferlerinin, Yahudi katliamının, Amerika'da öldürülen Kızılderililerin,
Cezayir'de Fransızların katlettiği Müslümanların uzun bir dökümünü yaparken
kalabalığın içindeki bozguncu, "Kars'taki ve bütün Anadolu'daki milyonlarca
Ermeni'nin nerede olduğunu" sinsice sormuş, not tutan muhbir ona acıdığından kim
olduğunu kâğıda yazmamıştı.
3. "Bu kadar uzun ve saçma bir şiiri kimse hakkıyla çevirmez ve Bay Hans Hansen
de gazetesinde yayımlamaz," dedi biri. Bu da odadaki şairlerin (üç taneydiler),
Türk şairinin dünyadaki bahtsız yalnızlığından yakınmaları için bir vesile oldu.
Kırmızı yüzlü delikanlı saçmalığı ve ilkelliği konusunda herkesin anlaştığı
şiirini ter içinde bitirince birkaç kişi alaycı bir şekilde alkışladı. Alman
gazetesinde yayımlanırsa bu şiirin "bizimle" daha da çok alay edilmesine
yarayacağı söyleniyordu ki, eniştesi Almanya'da olan Kürt genci şikâyet etti.
"Onlar şiir yazar, şarkı söylerlerse bütün insanlık adına konuşurlar. Onlar
insandır, biz ise Müslümanız yalnızca. Biz yazsak etnik şiir olur."
"Benim mesajım şudur. Yazın," dedi kara ceketli adam. "Eğer Avrupalılar haklıysa
ve bizim onlara benzemekten başka bir geleceğimiz ve kurtuluşumuz yoksa, bizi
bize daha da çok benzeten saçmalıklarla oyalanmamız ahmakça bir vakit kaybından
başka bir şey değildir."
"Bizi de Avrupalılara en aptal gösterecek laf budur."
"Aptal gözükecek milletin hangisi olduğunu artık mertçe söyleyin lütfen."
"Sanki Batılılardan çok akıllı, çok değerliymişiz gibi davranıyoruz beyler, ama
bugün Almanlar Kars'ta bir konsolosluk açıp herkese bedava vize verseler yemin
ediyorum bütün Kars bir haftada boşalır."
"Yalan bu. Daha demin şu arkadaşımız vize verseler de gitmeyeceğini söyledi. Ben
de gitmem, burada onurumla kalırım."
"Başkaları da kalır beyler, bilin bunu. Gitmeyecek olanlar elini kaldırsın
lütfen de görülsün."
279
Birkaç kişi ciddiyetle elini kaldırdı. Onları gören bir iki genç de kararsız
kaldı. "Gidenler niye onursuz oluyor, o açıklansın ilk," diye sordu kara ceketli
adam.
"Bunu anlayamayana anlatmak zor," dedi biri esrarengiz bir tavırla.
Bu sırada Kadife'nin bakışlarının hüzünle pencereden dışarıya yöneldiğini gören
Fazıl'ın yüreği hızlı hızlı atmaya başladı. "Alla-hım, benim saflığımı koru,
beni akıl karışıklığından koru" diye düşündü. Kadife'nin bu sözleri beğeneceği
aklına geldi. Alman gazetesi için yazdırmak istedi onları, ama her kafadan bir
ses çıkıyordu, ilgilenilmezdi.
Bütün bu gürültüyü ancak cırlak sesli Kürt genci bastırabildi. Alman gazetesine
bir rüyasını yazdırmaya karar vermişti. Zaman zaman titreyerek anlattığı rüyanın
başında Millet Tiyatrosu'nda tek başına film seyrediyordu. Film bir Batı
filmiydi, herkes yabancı bir dille konuşuyordu, ama bu onu hiç huzursuz
etmiyordu, çünkü söylenen her şeyi anladığını hissediyordu. Daha sonra bir
bakıyordu, seyrettiği filmin içine girmiş: Millet Sineması'ndaki koltuk, aslında
filmdeki Hıristiyan ailenin salonundaymış. Derken bir büyük sofra görüyordu
orada, karnını doyurmak istiyor, ama yanlış bir şey yapmaktan korktuğu için uzak
duruyordu. Sonra yüreği hızlanıyor, çok güzel sarışın bir kadınla karşılaşıyor
ve bir anda yıllardır ona âşık olduğunu hatırlıyordu. Kadın da hiç beklemediği
kadar yumuşak ve canayakın davranıyordu ona. Kılık kıyafetini, hallerini övüyor,
onu yanağından öpüyor ve saçlarını okşuyordu. Çok mutluydu. Sonra bir anda kadın
onu kucağına alıyor ve sofradaki yiyecekleri gösteriyordu. O zaman daha bir
çocuk olduğunu, bu yüzden sevimli bulunduğunu gözyaşlarıyla anlıyordu.
Gülüşmeler, şakalaşmalar kadar ucu korkuya varan bir hüzünle de karşılandı bu
rüya.
"Böyle bir rüya görmüş olamaz," diye sessizliği bozdu yaşlı gazeteci. "Bu Kürt
delikanlısı bizleri Almanların gözünde iyice aşağılamak için uydurmuş bunu.
Yazmayın onu."
Dernekli delikanlı rüyayı gördüğünü kanıtlamak için başta atladığı bir ayrıntıyı
itiraf etti: Uykudan her uyanışında, rüyadaki sarışın kadını hatırladığını
söyledi. Beş yıl önce Ermeni kiliseleri-
280
11
ni görmeye gelen turistlerle dolu bir otobüsten inerken görmüştü onu ilk. Daha
sonra rüyalarında ve filmde giydiği mavi askılı elbise vardı üzerinde.
Buna daha da gülüşüldü. "Biz Avrupalı ne karılar gördük, ne hayaller için
şeytana uyduk," dedi biri. Bir anda Batılı kadınlar hakkında öfkeli, özlem dolu
ve edepsiz bir sohbet havası oluştu. Kimsenin o ana kadar yeterince fark
etmediği uzun boylu, ince ve oldukça yakışıklı bir delikanlı bir hikâyeye
başladı:
Bir gün bir Batılı ile bir Müslüman bir istasyonda karşılaşmışlar. Tren bir
türlü gelmiyormuş. İleride peronda çok güzel bir Fransız kadın da tren
bekliyormuş...
Erkek liselerine gitmiş, ya da askerlik yapmış her erkeğin tahmin edebileceği
gibi cinsel güç ile milliyet ve kültür arasında bir ilişki kuran bir hikâyeydi
bu. Edepsiz kelimeler kullanılmamış ve kabalığın üstü imalarla örtülmüştü. Ama
kısa bir sürede odada Fazıl'ın "İçim utançla doldu!" diyeceği bir hava da
oluşmuştu.
Turgut Bey ayağa kalktı.
"Tamam oğlum, yetişir. Getir bildiriyi imzalıyorum," dedi.
Turgut Bey cebinden çıkardığı yeni kalemiyle bildiriyi imzaladı. Gürültüden,
sigara dumanından yorgundu, ayağa kalkacaktı ki Kadife onu tuttu. Sonra Kadife
kendi kalktı ayağa.
"Bir dakika beni dinleyin şimdi," dedi. "Sizler utanmıyorsunuz ama benim yüzüm
kızarıyor işittiklerimden. Siz saçlarımı görme-yesiniz diye bunu başıma
bağlıyorum, bu sizler için fazla bir acı çekmek oluyor ama..."
"Bizim için değil!" diye fısıldadı alçakgönüllülükle bir ses. "Allah için, kendi
maneviyatın için."
"Alman gazetesine benim de diyeceklerim var. Yazın lütfen." Yarı hayret ve yarı
öfkeyle izlendiğini tiyatrocu sezgisiyle hissetti. "İnançları yüzünden
başörtüsünü bir bayrak gibi benimseyen Karslı genç kız, hayır, Karslı Müslüman
kız diye yazın, birden kapıldığı tiksinti yüzünden herkesin önünde başını
açmıştır. Avrupalıların hoşuna giden iyi bir haber olur bu. Sözlerimizi de artık
Hans Hansen yayımlar böylece. Başını açarken de şöyle demiştir: Allahım sen beni
affet, çünkü artık yalnız olmalıyım. Bu dünya öyle iğrenç ki ve ben de öyle
öfkeli ve güçsüzüm ki senin..."
281
"Kadife," diye birden Fazıl fırladı, ayağa kalktı. "Sakın açma başını. Hepimiz,
hepimiz buradayız şimdi. Necip ve ben dahil. Sonra hepimiz, hepimiz ölürüz."
Bir an herkes şaşırdı bu sözlerden. "Saçmalama," "Açmasın tabii başını,"
diyenler oldu, ama çoğunluk bir yandan bir rezalet çıksın, bir olay olsun diye
umutla bekleyerek bakıyor, bir yandan da olup bitenlerin nasıl bir kışkırtma,
kimin oyunu olduğunu çıkarmaya çalışıyordu.
"Alman gazetesinde benim yayımlamak istediğim iki cümlem de şudur," dedi Fazıl.
Odada bir uğultu yükseliyordu. "Yalnız kendi adıma değil, ihtilal gecesi
gaddarca şehit edilmiş rahmetli arkadaşım Necip adına da konuşuyorum: Kadife
seni çok seviyoruz. Başını açarsan intihar ederim, sakın açma."
Bazılarına göre Fazıl "Seviyoruz," değil, "Seviyorum," demişti Kadife'ye.
Lacivert'in sonraki davranışını açıklamak için uydurulmuş da olabilirdi bu.
Lacivert "Kimse bu şehirde intihardan bahsetmesin!" diye bütün gücüyle bağırmış,
sonra Kadife'ye bir bakış bile atmadan otel odasından çıkıp gitmiş, bu da
toplantıyı hemen bitirmiş, odadaki-ler, pek sessizce olmasa da, çabucak
dağılmışlardı.
32
İçimde iki ruh varken yapamıyorum
AŞK, ÖNEMSİZ OLMAK VE LACİVERT'İN KAYBOLUŞU ÜZERİNE
282
Ka, Turgut Bey ile Kadife Asya Oteli'ndeki toplantıdan dönmeden önce, saat
altıya çeyrek kala Karpalas Oteli'nden çıktı. Fazıl ile buluşma vaktine daha on
beş dakika vardı; ama mutlulukla sokaklarda yürümek istiyordu. Atatürk
Caddesi'nden sola sapıp ayrıldı, çayhaneleri dolduran kalabalığa, açık
televizyonlara, bakkal ve fotoğrafçı dükkânlarına baka baka gezinerek Kars
çayına kadar yürüdü. Demir köprüye çıkıp soğuğa hiç aldırmadan üstüste iki
Marlboro içerek Frankfurt'ta İpek ile yaşayacağı mutluluğu hayal etti. Nehrin
karşı yakasında bir zamanlar Karslı zenginlerin akşamları buz pateni yapanları
seyrettiği parkta şimdi korkutucu bir karanlık vardı.
Demir köprüye gecikerek gelen Fazıl'ı karanlıkta bir an Ne-cip'e benzetti Ka.
Birlikte Talihli Kardeşler Çayhanesi'ne girdiler ve Fazıl Asya Oteli'ndeki
toplantıyı en küçük ayrıntılarına kadar Ka'ya anlattı. Kendi küçük şehrinin
-
aysyzgije
12 years ago
- tarihinin dünya tarihine katıldığını hissettiği yere gelince, Ka bir radyoyu bir
süreliğine kapatır gibi susturdu onu ve "Bütün İnsanlık ve Yıldızlar" adlı
şiirini yazdı.
Daha sonra tuttuğu notlarda Ka bu şiiri unutulmuş bir şehirde, tarihin dışında
yaşamanın kederinden çok çocukluğunda gördüğü bazı Hollywood filmlerinin her
defasında çok sevdiği başlan-
283
gıçlarıyla ilişkilendirecekti. Jenerik biterken kamera önce çok uzaktan ağır
ağır dönen dünyayı gösterir, yavaşça ona yaklaşır, derken bir memleket gözükür,
Ka'nın çocukluğundan beri hayalinde çektiği kendi filminde bu ülke tabii
Türkiye'dir; derken Marmara Denizi'nin mavisi, Karadeniz ve Boğaz belirir,
kamera daha da yaklaştıkça İstanbul, Ka'nın çocukluğunu geçirdiği Nişantaşı,
Teşvikiye Caddesi'ndeki trafik polisi, Şair Nigâr Sokak, damlar ve ağaçlar
(onları yukarıdan görmek ne hoştur!), sonra asılı çamaşırlar, Tamek konservesi
ilanı, paslı yağmur olukları, ziftle sıvanmış yan duvarlar ve ağır ağır Ka'nın
penceresi gözükür. Pencereden içeri giren kamera kitaplar, eşyalar, toz ve
halılarla dolu odaları şöyle bir taradıktan sonra öbür pencerenin önünde bir
masada oturup yazı yazan Ka'yı gösterir, önündeki kâğıda son harfleri koyan
dolmakaleminin ucuna gelir ve yazıyı okuruz: ŞİİR DÜNYA TARİHİNE KATILDIĞIM
ADRESİMDIR: ŞAİR Ka, ŞAİR NİGÂR SOK. 16/8 NİŞANTAŞI, İSTANBUL, TÜRKİYE. Şiirde
de yer aldığını sandığım bu adresin kar tanesi üzerinde mantık aksında,
yukarılarda, hayal gücünün çekiminde bir yerde bulunacağını dikkatli okurlar
tahmin edeceklerdir.
Fazıl hikâyesinin sonunda asıl derdini açtı: Kadife'ye başını açarsa intihar
edeceğini söylemiş olmaktan şimdi son derece huzursuzdu. "İntihar etmek, bir
insanın Allah'a olan inancını kaybetmesi anlamına geldiği için değil yalnızca,
bu benim inancım olmadığı için de huzursuzum. Niye inanmadığım şeyi söyledim?"
Kadife'ye başını açarsa kendisini öldüreceğini söyledikten sonra "tövbe!" demiş
Fazıl, ama kapıda onunla gözgöze gelince karşısında yaprak gibi titremişti.
"Kadife, ona âşık olduğumu düşünmüş müdür?" diye sordu Ka'ya.
"Sen Kadife'ye âşık mısın?"
"Sen de biliyorsun, ben rahmetli Teslime'ye âşıktım, benim rahmetli arkadaşım da
Kadife'ye. Daha arkadaşımın ölümü üzerinden bir gün geçmeden aynı kıza âşık
olmaktan utanıyorum. Ve bunun tek açıklaması olduğunu da biliyorum. Bu da beni
korkutuyor. Bana Necip'in öldüğünden nasıl emin olabildiğini anlat!"
284
-Aşk, unemsız Olmak ve Lacivert'in Kayboluşu Üzerine -
"Omuzlarından tuttum ve alnına kurşun girmiş ölüsünü öptüm." "Bir ihtimal
Necip'in ruhu benim içimde yaşıyor," dedi Fazıl. "Dinle: Dün akşam ben ne
tiyatroyla ilgilenmiş, ne de televizyon seyretmiştim. Erkenden yatıp uyudum.
Necip'in başına korkunç şeyler geldiğini uykumda anladım. Askerler bizim
yatakhaneyi basınca bundan hiç kuşkum kalmadı. Seni kütüphanede gördüğümde
Necip'in öldüğünü biliyordum artık, çünkü ruhu benim gövdeme girmişti. Sabah
erkenden oldu bu. Yatakhaneyi boşaltan askerler bana ilişmediler, ben de geceyi
Pazar Yolu'nda babamın Vartolu bir askerlik arkadaşının evinde geçirdim.
Necip'in öldürülmesinden altı saat sonra, sabah erkenden, onu içimde hissettim.
Misafir olduğum yatakta bir an başım döndü, sonra tatlı bir zenginlik, bir
derinlik hissettim; arkadaşım yanımda, içimdeydi. Eski kitapların dediği gibi
insanın ölümünden altı saat sonra ruh bedeni terk eder. Suyuti'ye göre ruh o
zaman cıva gibi oynak bir şeydir, kıyamete kadar Berzah'ta beklemesi gerekir.
Ama Necip'in ruhu benim içime girdi. Eminim bundan. Korkuyorum da, böyle bir
şeyin Kurarida yeri yoktur çünkü. Ama Kadife'ye de başka türlü bu kadar çabuk
âşık olamam. Onun için intihar etmek ise benim kendi düşüncem bile değildir.
Sence Necip'in ruhunun bende yaşadığı doğru olabilir mi?"
"Sen buna inanıyorsan," dedi Ka dikkatle.
"Bunu bir tek sana söylüyorum. Necip kimseye söylemediği sırlarını sana
söylerdi. Yalvarıyorum, bana doğruyu söyle: Necip içinde ateizm kuşkusunun
doğduğunu bana hiçbir zaman söylemedi. Ama sana bu konuda açılmış olabilir.
Allah'ın varlığından -hâşâ- kuşku duyduğunu Necip hiç sana söyledi mi?"
"Dediğin kuşkuyu değil, başka bir şeyi söyledi. İnsanın annesinin, babasının
ölümünü düşünüp gözlerinin sulanması ve bu kederden zevk alması gibi, kendisinin
de çok sevdiği Allah'ın yokluğunu ister istemez düşündüğünü söyledi."
"Şimdi bana da öyle oluyor işte," diye atıldı Fazıl. "Ve bu kuşkuyu içime
Necip'in ruhunun soktuğundan hiç şüphem yok."
"Ama bu şüphe ateizm demek değildir."
"Ama intihar eden kızlara da hak veriyorum artık," dedi Fazıl kederle. "Az önce
kendimin de intihar edebileceğini söyledim.
285
-Aşk, Önemsiz Olmak ve Lacivert'in Kayboluşu Üzerine -
Rahmetli Necip'e ateist demek istemem. Ama şimdi içimde bir ateistin sesini
duyuyorum ve çok korkuyorum bundan. Siz öyle misiniz bilmiyorum, ama Avrupa'da
bulundunuz, aydınlan, içki içen, uyuşturucu kullanan bütün o insanları da
tanımışsınızdır. Lütfen bir kere daha söyleyin, bir ateist ne hisseder?"
"İnsan sürekli intihar etmek ister diye bir şey yok."
"Sürekli olarak değil, ama bazan intihar etmek istiyorum."
"Niye?"
"Çünkü sürekli Kadife'yi düşünüyorum ve aklımda başka hiçbir şey yok! Durmadan
gözlerimin önüne o geliyor. Ders çalışırken, televizyon seyrederken, akşamın
olmasını beklerken, en ilgisiz yerde, her şey bana Kadife'yi hatırlatıyor ve çok
acı çekiyorum. Bunları Necip ölmeden önce de hissederdim. Aslında ben Teslime'yi
değil, hep Kadife'yi seviyordum. Ama arkadaşımın aşkı diye içime gömerdim her
şeyi. Kadife'den bahsede bahsede bu aşkı içime Necip attı. Askerler yatakhaneyi
basınca Necip'i öldürmüş olabileceklerini anladım ve evet, sevindim. Kadife'ye
aşkımı dışa vurabilirim diye değil, bu aşkı benim içime döktüğü için Necip'e
kinlendiğimden. Şimdi Necip öldü, artık özgürüm, ama Kadife'ye daha fazla âşık
olmamdan başka bir sonuç vermedi bu. Sabahtan beri onu düşünüyorum ve gittikçe
de başka bir şey düşünemez oluyorum, ne yapmalıyım Allahım."
Fazıl iki eliyle yüzünü kapadı ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Ka bir Marlboro
yaktı, bencilce bir ilgisizlik geçti içinden. Uzun uzun Fazıl'ın başını okşadı.
Bir gözü televizyonda, bir gözü onlarda olan hafiye Saffet o sırada yaklaştı.
"Ağlamasın delikanlı, kimliğini merkeze götürme-dim, yanımda," dedi. Hâlâ
ağlayan Fazıl ilgilenmeyince, cebinden çıkarıp uzattığı kimliği, Ka uzanıp aldı.
"Niye ağlıyor?" dedi hafiye yarı mesleki yarı insani bir merakla. "Aşktan," dedi
Ka. Bir an çok rahatlattı bu hafiyeyi. Çayhaneden çıkıp gidene kadar Ka onun
arkasından baktı.
Daha sonra Fazıl Kadife'nin ilgisini nasıl çekebileceğini sordu. Ka'nın
Kadife'nin ablası İpek'e âşık olduğunu bütün Kars'ın bildiğini de söyledi bu
ara. Fazıl'ın tutkusu Ka'ya öylesine umutsuz ve imkânsız gözüktü ki, bir an
kendisinin İpek'e duy-
286
-Aşk, Önemsiz Olmak ve Lacivert'in Kayboluşu Üzerine -
duğu aşkın da bu kadar umutsuz olabileceğinden korktu. Hıçkırıkları dinen
Fazıl'a, İpek'in önerisini ilhamsızca tekrarladı: "Kendin ol."
"Ama içimde iki ruh varken bunu yapamıyorum," dedi Fazıl. "Üstelik Necip'in
ateist ruhu yavaş yavaş beni ele geçiriyor. Yıllarca siyasetle uğraşan genç
arkadaşların yanlış yaptığını düşündükten sonra, şimdi ben de İslamcılarla
birlikte bu askerî darbeye karşı birşeyler yapmak istiyorum. Ama bunu Kadife'nin
gözüne girmek için yapacağımı hissediyorum. Aklımda Kadife'den başka bir şey
olmaması beni korkutuyor. Onu hiç tanımadığım için değil. Tıpkı bir ateist gibi,
artık aşktan ve mutluluktan başka hiçbir şeye inanamadığımı gördüğüm için."
Fazıl ağlarken Ka ona Kadife'ye olan aşkını herkesin önünde açıklamamasını,
Lacivert'ten korkması gerektiğini söyleyip söylememekte kararsızdı. İpek ile
aralarındaki ilişkiyi bildiğine göre, Lacivert-Kadife ilişkisini de biliyordur
diye düşünüyordu. Ama biliyorsa, siyasal hiyerarşi yüzünden asla Kadife'ye âşık
olmaması gerekliydi.
"Fakir ve önemsiziz, bütün mesele bu," dedi Fazıl tuhaf bir hırsla. "Bizim
zavallı hayatlarımızın insanlık tarihinde hiçbir yeri yok. En sonunda şu zavallı
Kars şehrinde yaşayan hepimiz bir gün geberip gideceğiz. Kimse hatırlamayacak
bizi, kimse ilgilenmeyecek bizimle. Kadınlar başlarına ne örtsün diye birbirini
boğazlayan, kendi küçük ve saçma kavgalan içinde boğulan önemsiz kişiler olarak
kalacağız. Herkes unutacak bizleri. Bu dünyadan böyle aptal hayatlar sürerek
hiçbir iz bırakmadan geçip gittiğimizi görünce hayatta aşktan başka bir şey
olmadığını da hırsla anlıyorum. O zaman Kadife'ye duyduğum şey, bu dünyada
yalnızca ona sarılarak teselli olabileceğim gerçeği bana daha da acı veriyor ve
o gözümden hiç gitmiyor."
"Evet, bunlar bir ateiste yakışan düşünceler," dedi Ka acımasızlıkla.
Fazıl gene ağladı. Ka ise daha sonra konuştuklarını ne hatırladı, ne de herhangi
bir deftere yazdı. Televizyondaki kamera şakalarında Amerikalı küçük çocuklar
sandalyelerden devriliyor, akvaryumları çatlatıyor, suya düşüyor, eteklerine
basıp yere kapak-
287
uricniiit uıuıaı*. vc Lauivcn m rvâyuoıu^u
lanıyor, bütün bunlar da yapay bir kahkaha sesiyle veriliyordu. Çayhanedeki
kalabalıkla birlikte Fazıl ve Ka da her şeyi unutup gülümseyerek Amerikalı
çocukları uzun uzun seyrettiler.
Zahide çayhaneye girdiğinde Ka ile Fazıl televizyonda bir ormanda esrarengiz bir
şekilde ilerleyen bir kamyonu seyrediyorlardı. Zahide, Fazıl'ın hiç
ilgilenmediği sarı bir zarf çıkarıp verdi Ka'ya. Ka açıp içindeki notu okudu:
İpek'tendi. Kadife ile İpek yirmi dakika sonra, saat yedide, Ka'yı Yeni Hayat
Pastanesi'nde görmek istiyorlardı. Zahide, Talihli Kardeşler Çayhanesi'nde
olduklarını Saffet'ten öğrenmişti.
Zahide'nin arkasından "Yeğeni bizim sınıfta," dedi Fazıl. "Kumara korkunç
meraklıdır. Horoz dövüşlerini, bahisli köpek kavgalarını hiç kaçırmaz."
Ka ona polisten aldığı öğrenci kimliğini verdi. "Beni otelde yemeğe
bekliyorlar," deyip kalktı. "Kadife'yi görecek misin?" diye umutsuzlukla sordu
Fazıl. Ka'nın yüzündeki bıkkınlık ve şefkat ifadesinden utandı. "Kendimi
öldürmek istiyorum." Ka çayhaneden çıkarken arkasından bağırdı. "Onu görürsen
söyle, başını açarsa kendimi öldüreceğim. Ama bunu başını açtığı için değil,
onun için kendimi öldürme zevki için yapacağım."
Ka pastanedeki randevuya daha vakit olduğu için yan sokaklara sapmıştı. Kanal
Sokak'ta yürürken sabah "Rüya Sokaklar" adlı şiiri yazdığı çayhaneyi görünce
içeri girdi, ama aklına istediği gibi yeni bir şiir değil, sigara dumanlı, yarı
boş çayhanenin arka kapısından dışarı çıkmak geldi. Karla kaplı avluyu geçti,
karanlıkta önündeki alçak duvarı aştı, üç basamak çıkıp aynı zincirli köpeğin
havlayışları arasında bodruma indi.
Soluk bir lamba yanıyordu burada. İçeride kömür ve uyku kokusundan başka rakı
kokusu da aldı Ka. Uğuldayan kalorifer kazanının yanında birkaç kişiyle
gölgeleri vardı. Karton kutular arasında gaga burunlu MİT görevlisi ve veremli
Gürcü kadınla kocasının rakı içip oturduklarını görünce hiç şaşırmadı. Onlar da
Ka'dan şaşırmışa benzemiyorlardı. Hasta kadının kafasında kırmızı, şık bir şapka
gördü Ka. Kadın Ka'ya haşlanmış yumurta ile lavaş ikram etti, kocası bir kadeh
rakı da Ka için hazırlamaya başladı. Ka lop yumurtasının kabuklarını
tırnaklarıyla soyarken gaga
288
burunlu MİT görevlisi bu kazan dairesinin Kars'ın en sıcak köşesi, bir cennet
olduğunu söyledi.
Sonraki sessizlikte Ka'nın hiçbir kazaya uğratmadan ve tek bir kelimesini
kaçırmadan yazdığı şiirin adı "Cennet"ti. Kar tanesinin merkezine uzak bir yere
hayal aksının tam üstüne yerleştirilmiş olması cennetin hayal edilen bir gelecek
olduğu anlamına değil; Ka için cennet hatıraların ancak hayal edilerek canlı
kalabileceği anlamına geliyordu. Ka sonraki yıllarda bu şiiri hatırlarken bazı
hatıralarını tek tek saymıştı: Çocukluğunun yaz tatilleri, okuldan kaçtığı
günler, kızkardeşiyle birlikte annesinin babasının yattığı yatağa girişleri,
çocukken yaptığı bazı resimler, okul partisinde tanıdığı kızla sonradan buluşup
onu öpmesi.
Yeni Hayat Pastanesi'ne yürürken İpek kadar bunlar da vardı aklında. Pastanede
İpek ile Kadife'yi kendisini beklerken buldu. İpek o kadar güzeldi ki, Ka bir an
-aç karnına içtiği rakının da etkisiyle- mutluluktan gözlerinin sulanacağını
sandı, iki hoş kız-kardeşle birlikte bir masaya oturup konuşmak Ka'ya
mutluluktan başka gurur da verdi: Frankfurt'ta her gün kendisine gülümseyerek
selam veren içi geçmiş Türk satıcılar onu bu iki kadınla görsün isterdi Ka, ama
dün eğitim enstitüsü müdürünün öldürüldüğü pastanede şimdi aynı yaşlı garsondan
başka kimsecikler yoktu. Yeni Hayat Pastanesi'nde Kadife ve İpek ile otururken -
biri başörtülü de olsa- iki güzel kadınla birlikte bir masada oturuşunun
dışarıdan çekilmiş bir fotoğrafı, sürekli arkadaki arabayı gösteren bir dikiz
aynası gibi, Ka'nın kafasının bir köşesinden hiç gitmedi.
Ka'nın tersine masadaki iki kadın da hiç huzurlu değildi. Ka, Asya Oteli'ndeki
toplantıda ne olup bittiğini Fazıl'dan öğrendiğini söylediği için İpek kısa
kesti.
"Lacivert toplantıyı öfkeyle terk etmiş. Kadife de şimdi orada söylediği şeyden
çok pişman. Saklandığı yere Zahide'yi yolladık, orada yokmuş. Lacivert'i
bulamıyoruz." Kızkardeşinin derdine çare arayan abla gibi söze başlamıştı ipek,
ama şimdi kendi de fazlasıyla tasalı gözüküyordu.
"Bulursanız ne isteyeceksiniz ondan?"
"Onun yaşadığından, yakalanmadığından emin olmak istiyoruz
289
önce," dedi İpek. Dokunsan ağlayacak gibi gözüken Kadife'ye bir bakış attı.
"Bize ondan bir haber getir. Ona Kadife'nin ne isterse yapacağını söyle."
"Kars'ı siz benden çok daha iyi biliyorsunuz." "Akşamın karanlığında biz iki
kadınız," dedi ipek. "Sen şehri öğrendin. Halitpaşa Caddesi'ndeki imam hatipli
ve islamcı öğrencilerin gittiği Aydede ve Nurol Çayhaneleri'ne git. Şimdi sivil
polis kaynıyordur orası, ama onlar da dedikoducudur, Lacivert'in basma kötü bir
şey gelmişse öğrenirsin."
Kadife mendilini çıkarmıştı, burnunu silecekti. Ka bir an ağla-yıverecek sandı
onu.
"Bize Lacivert'ten haber getir," dedi ipek. "Geç kalırsak babam bizi merak eder.
Seni de akşam yemeğine bekliyor."
"Bayrampaşa Mahallesi'ndeki çayhanelere de bir bakın!" dedi Kadife kalkarken.
Kızların endişe ve hüznünde öyle kırılgan, öyle çekici bir şey vardı ki Ka
onlardan ayrılamadığı için pastaneden Karpalas Ote-li'ne kadar olan yolun
yarısını yürüdü. Ipek'i kaybedebileceği korkusu kadar, hissettiği esrarengiz suç
ortaklığı -birlikte babalarından gizli bir şey yapıyorlardı- da Ka'yı onlara
bağlıyordu. Bir gün ipek ile Frankfurt'a gidecekleri, Kadife'nin de geleceği,
üçünün birlikte, Berliner Caddesi'ndeki kahvelere gire çıka, vitrinlere bakarak
yürüyecekleri geçti aklından.
Kendisine verilen görevi yapabileceğine hiç inanmıyordu. Çok zorlanmadan bulduğu
Aydede Çayhanesi o kadar sıradan ve yavandı ki Ka buraya neden geldiğini
neredeyse unutup bir süre tek başına televizyon seyretti. Öğrenci yaşında birkaç
genç vardı etrafta, ama bir sohbet açma gayretine -televizyondaki futbol maçı
hakkında konuşmuştu- rağmen kimse ona sokulmadı. Oysa Ka hemen ikram etmek için
sigara paketini hazırlamış, birisi kullanmak için izin istesin diye çakmağını
masaya koymuştu. Şaşı tezgâhtardan da bir şey öğrenemeyeceğini anlayınca çıkıp
yakındaki Nurol Çayhanesi'ne gitti. Burada da siyah beyaz televizyonda aynı
futbol maçını seyreden birkaç genç gördü. Duvarlardaki gazete kesiklerini ve
Karsspor'un bu seneki karşılaşma cetvelini fark etmeseydi Necip ile dün burada
Allah'ın varlığından ve dünyanın
290
ve Lacıvervın Kayboluşu Üzerine
anlamından söz ettiklerini hatırlayamazdı. Dün akşam okuduğu şiirin yanına başka
bir şairin bir nazire yazıp astığını görünce onu da defterine geçirmeye başladı:
Belli artık, Anamız çıkıp gelmeyecek Cennet'ten, bizi kollarıyla
sarmayacak
Babamız onu hiçbir zaman dayaksız bırakmayacak Ama gene de içimiz ısınacak,
ruhumuz canlanacak. Kaderdir çünkü; batacağımız bokta şehri Kars bile cennet
gibi
hatırlanacak.
"Şiir mi yazıyorsun?" diye sordu karşıdan tezgâhtar çocuk.
"Aferin sana," dedi Ka. "Sen tersinden okumasını biliyor musun?"
"Yok ağabey ben düzünden de okuyamam. Ben okuldan kaçtım. Okumayı çözemeden
yaşım ilerledi, hepsi geçti gitti işte."
"Duvardaki bu yeni şiiri kim yazdı?"
"Buraya gelen gençlerin yansı şairdir."
"Niye bugün yoklar?"
"Dün asker toplamış hepsini. Kimi hapiste kimi de saklandı. Şuradakilere sor
istiyorsan, onlar sivil polistir, bilir."
Ateşli ateşli futboldan söz eden iki genç vardı gösterdiği yerde, ama Ka onlara
yaklaşıp bir şey sormadan çayhaneden çıktı.
Karın yeniden başladığını görmek hoşuna gitti. Bayrampaşa Mahallesi'nin
çayhanelerinde Lacivert'in izini bulacağına inanmıyordu hiç. İçinde Kars'a
geldiği akşam hissettiği hüzünle birlikte bir mutluluk da vardı şimdi. Yeni bir
şiirin gelmesini bekleyerek, çirkin ve yoksul beton binaların, kar altındaki
otoparkların, buz tutmuş çayhane, berber ve bakkal vitrinlerinin, Ruslar
zamanından beri içinde birtakım köpeklerin havladığı avluların, traktör yedek
parçası, at arabası levazımatı ve peynir satılan dükkânların önünden rüyada gibi
ağır ağır geçti. Gördüğü her şeyin, Anavatan Partisi'nin seçim afişinin,
perdeleri sıkı sıkıya çekilmiş küçük bir pencerenin, Bilim Eczanesi'nin buzlu
vitrinine aylar önce yapıştırılmış "Japon Gribi Aşısı Geldi" ilanının ve sarı
kâğıda basılmış intihar karşıtı afişin hayatının sonuna kadar aklından
çıkmayaca-
291
-Aşk, Önemsiz uımak ve Lacıvert'ın Kayöoluşu uzenneğını
hissediyordu. Yaşadığı ânın ayrıntılarına duyduğu bu olağanüstü algı
açıklığı, "şu an her şeyin her şeyle ilişkili, kendisinin ise bu derin ve güzel
dünyanın ayrılmaz bir parçası olduğu" duygusu içinde öyle bir güçle yükseldi ki,
yeni bir şiirin gelmekte olduğunu düşünerek Atatürk Caddesi'nde bir çayhaneye
girdi. Ama şiir gelmedi aklına.
33
Kars'ta bir Allahsız
VURULMA KORKUSU
292
Çayhaneden çıkar çıkmaz, kar altındaki kaldırımda Muhtar ile gözgöze geldi.
Dalgın dalgın bir yere yetişen Muhtar onu görmüş, ama yoğun, iri taneli karın
altında bir an sanki Ka olduğunu fark etmemiş, Ka da önce ondan kaçmak
istemişti. İkisi de aynı anda hamle edip çok eski dostlar gibi birbirlerine
sarıldılar.
"Söylediklerimi İpek'e naklettin mi?" dedi Muhtar.
"Evet."
"Ne dedi? Gel şu çayhanede oturalım, anlatırsın."
Askerî darbeye, poliste yediği dayağa, belediye başkanlığının suya düşmüş
olmasına rağmen Muhtar hiç de kötümser gözükmüyordu. "Beni niye tutuklamadılar?
Kar dinsin, yollar açılsın, askerler çekilsin, belediye seçimleri yapılacak da
ondan, bunu İpek'e söyle!" dedi çayhanede otururlarken. Ka söyleyeceğini
belirtti. Lacivert'ten bir haberi olup olmadığını sordu.
"Onu Kars'a ilk ben çağırdım. Eskiden buraya her gelişinde bende kalırdı," dedi
Muhtar gururla. "Ama istanbul basını adını teröriste çıkarttığından beri
partimize zarar vermemek için gelince bizi aramaz artık. Ne yaptığından en son
ben haberdar olurum. Söylediklerime ipek ne dedi?"
Ka, Muhtar'ın yeniden evlenme teklifine Ipek'in özel olarak bir cevap
vermediğini söyledi. Muhtar da bu çok özel bir cevapmış
293
¦ Vurulma Korkusu
gibi anlamlı bir ifade takınarak eski karısının ne kadar duygulu, ne kadar ince,
ne kadar anlayışlı bir kadın olduğunu Ka'nın bilmesini istediğini söyledi.
Hayatının buhranlı bir döneminde, ona yanlış davrandığı için çok pişmandı şimdi.
"İstanbul'a dönünce sana verdiğim şiirleri Fahir'e kendi elinle teslim edeceksin
değil mi?" dedi sonra. Ka'dan onay alınca, şefkatli, üzüntülü bir amca ifadesi
geldi yüzüne. Muhtar'a duyduğu mahcubiyetin yerini acımayla tiksinti arası bir
duygu alıyordu ki Ka adamın cebinden bir gazete çıkardığını gördü. "Ben olsam
senin yerinde sokaklarda bu kadar rahat dolaşmam," dedi Muhtar zevkle.
Ka onun elinden kaptığı Serhat Şehir Gazetesinin daha mürekkebi kurumamış
yarınki sayısını yutar gibi okudu: "Tiyatrocu İhtilalcilerin Başarısı... Kars'ta
Huzur Günleri, Seçimler Ertelendi. Vatandaş İhtilalden Memnun..." Birinci
sayfada Muhtar'ın parmağının işaret ettiği haberi okudu sonra:
KARS'TA BİR ALLAHSIZ
SÖZDE ŞAİR Ka'NIN BU KARIŞIK GÜNLERDE ŞEHRİMİZDE NE ARADIĞI MERAK KONUSU
Bu Sözde Şairi Tanıtan Dünkü Yayınımız Karslılarca Tepkiyle Karşılandı
Dün gece büyük sanatçı Sunay Zaim ve arkadaşlarının halkın coşkulu katılımı
eşliğinde başarıyla sahnelediği, bütün Kars'a barış ve huzur getiren Atatürkçü
oyunun orta yerinde anlaşılmaz ve zevksiz bir şiirini okuyarak halkın keyfini
kaçıran sözde şair Ka hakkında pek çok söylenti işittik. Yıllardır aynı ruhu
paylaşarak, içice yaşayan biz Karslılann dış güçlerce kardeş kavgasına
sürüklendiği, laik ve dinci ve Kürt, Türk ve Azeri ayrımıyla toplumumuzun yapay
bir şekilde ikiye bölündüğü, artık unutmamız gereken Ermeni katliamı
iddialarının canlandırıldığı bugünlerde, Türkiye'den kaçarak yıllardır
Almanya'da yaşayan bu şaibeli kişinin birden bir casus gibi aramızda belirmesi
halk arasında sorulara yol açmıştır. İmam hatip lisemizin her türlü kışkırtmaya
ne
294
vuıuııııa
yazık ki açık olan gençleriyle tren istasyonumuzda iki gün önce buluşup "Ben
ateistim, Allah'a inanmam, ama intihar da etmem, zaten -hâşâ- Allah yoktur"
dediği doğru mudur? "Bir entellektüelin işi milletin mukaddesatına dil
uzatmaktır," diyerek Allah'ı inkâr etmek midir Avrupa'daki fikir özgürlüğü?
Alman parasıyla besleniyor olmak sana bu milletin inançlarını ayaklar altına
alma hakkını vermez! Yoksa bir Türk olmaktan utandığın için mi asıl adını
gizliyor da ecnebi taklidi uyduruk Ka ismini kullanıyorsun? Okurlanmızın
gazetemize ettiği telefonlarda esefle belirttikleri gibi, Batı taklitçisi bu
imansız şu zor günlerimizde aramıza fitne sokmak maksadıyla şehrimize gelip
gecekondu mahallelerimizdeki en yoksul kapıları çalıp halkı isyana teşvik etmiş,
hatta bize bu vatanı, bu Cumhuriyet'i veren Atatürk'e dahi dil uzatmaya
yeltenmiştir. Karpalas Oteli'nde kalan bu sözde şairin şehrimize neden geldiğini
bütün Kars çok merak ediyor. Allah'ı ve Peygamberimiz'i (S.A.S.) inkâr eden
küfürbazlara Karslı gençler haddini bildirir!
"Yirmi dakika önce ben geçerken Serdar'ın iki oğlu gazeteyi daha yeni
basıyorlardı," dedi Muhtar, Ka'nın korkularını ve derdini paylaşmaktan çok,
eğlenceli bir konu açıldığı için keyiflenen biri gibi.
Ka kendini yapayalnız hissetti ve haberi yeniden dikkatle okudu.
Bir zamanlar ilerideki parlak edebi kariyerini düşlerken Türk şiirine (şimdi bu
milliyetçi kavram Ka'ya çok gülünç ve zavallı geliyordu) getireceği modernist
yeniliklerden dolayı pek çok eleştiri ve saldırıya uğrayacağını, bu düşmanlık ve
anlayışsızlıkların kendisine bir hava vereceğini düşünürdü Ka. Sonraki yıllarda
biraz ünlenmesine rağmen bu saldırgan eleştiriler hiç yazılmadığı için Ka bu
"sözde.şair" ifadesine takılmıştı şimdi.
Muhtar öyle ortalıkta hedef gibi dolaşmamasını söyleyip onu çayhanede yalnız
bıraktıktan sonra öldürülme korkusu Ka'nın içine işledi. Çayhaneden çıktı, ağır
çekim bir filmi hatırlatan sihirli bir hızla düşen iri kar tanelerinin altında
dalgın yürüdü.
İlk gençlik yıllarında entellektüel ya da siyasi bir amaç uğruna ölmek, insanın
yazdıkları için hayatini vermesi Ka için ulaşılabi-
295
vurulma Korkusu
lecek en yüksek manevi mertebelerden biriydi. Otuzlarına doğru budalaca hatta
kötücül ilkeler uğruna işkencede can veren, siyasi çeteler tarafından sokaklarda
katledilen, banka soyarken çatışmada öldürülen, daha da kötüsü hazırladığı bomba
elinde patlayan pek çok arkadaş ve tanıdığın hayatlarının saçmalığı Ka'yı bu
düşünceden uzaklaştırdı. Almanya'da, artık hiç inanmadığı siyasi nedenler
yüzünden yıllarca sürgün olması Ka'nın kafasında siyasetle, insanın kendini feda
etmesi arasındaki ilişkiyi iyice kesip atmıştı. Almanya'dayken Türk
gazetelerinde filanca köşe yazarının siyasi nedenlerle -büyük ihtimalle- siyasal
Islamcılarca öldürüldüğünü okuduğunda olaya öfke, ölüye bir saygı duyardı Ka,
ama ölen yazara özel bir hayranlık hiç geçmezdi içinden.
Gene de, Halitpaşa Caddesi'yle Kâzım Karabekir Caddesi'nin köşesinde, kör bir
duvardaki buzlu delikten uzatılan hayali bir namlunun kendisini hedeflediğini,
bir anda vurulup karlı kaldırımda öldüğünü hayal etti ve İstanbul gazetelerinin
ne yazacağını çıkarmaya çalıştı. Büyük ihtimalle valilik ve yerel MİT olay
büyümesin, kendi sorumlulukları ortaya çıkmasın diye siyasi boyutu örtbas eder,
şair olduğuna dikkat etmeyen İstanbul gazeteleri de haberi ya yayımlar ya
yayımlamazlardı. Şair arkadaşları ve Cumhuriyet gazetesindekiler sonradan olayın
siyasi boyutunu ortaya çıkarmaya çalışsalar bile, bu, ya şiirleri hakkında
çıkacak genel bir değerlendirme yazısının (kim yazardı bu yazıyı? Fahir? Orhan?)
önemini azaltır, ya da ölümünü kimsenin bakmadığı sanat sayfasına tıkardı. Hans
Hansen diye bir Alman gazeteci gerçekten olsaydı ve Ka da onu tanısaydı haberi
Frankfurter Rundschau belki verirdi ama başka hiçbir Batı gazetesi vermezdi. Bir
teselli olarak belki şiirlerinin Almanca'ya çevrilip Akzent dergisinde
yayımlanacağını hayal etmesine rağmen Ka, Serhat Şehir Gazetesinde: çıkan bu
yazı yüzünden öldürüverilirse bunun tam bir "bok yoluna gitmek" olacağını bütün
açıklığıyla görüyor, ölümden çok, tam da İpek ile Frankfurt'ta mutlu olma umudu
belirmişken ölmekten korkuyordu.
Gene de son yıllarda siyasal İslamcıların kurşunlarıyla öldürülen bazı yazarlar
canlandı gözlerinin önünde: Sonradan ateist olup Kuran'daki "tutarsızlıkları"
göstermeye çalışan eski bir va-
296
vurulma Korkusu
izin (kafasına arkadan bir kurşun sıkmışlardı) pozitivist coşkusunu, köşe
yazılarında türbancı kızlara ve çarşaflı kadınlara "karafatmalar" diyerek
alaycılıkla sataşan başyazarın öfkesini (onu sabah şoförüyle birlikte
taramışlardı), ya da Türkiye'deki İslamcı hareketle İran arasındaki bağları
gösteren köşe yazarının azmini (kontağı çevirince arabasıyla birlikte havaya
uçmuştu) -içinden gözlerini yaşartan bir sevgi geçse de- safça buldu Ka. Bu
ateşli yazarların ya da benzer nedenlerle ücra taşra şehirlerinde bir ara
sokakta kafalarına kurşun sıkılan gazetecilerin hayatlarına hiçbir ilgi duymayan
İstanbul ve Batı basınından çok, kimvurduya giden bütün yazarlarını kısa bir
süre sonra sonsuza kadar unutan bir kültürden gelmesine öfke duyuyor, bir köşeye
çekilip mutlu olmanın ne kadar akıllıca bir iş olduğunu hayretle görüyordu.
Serhat Şehir Gazetesi'nin Faikbey Caddesi'ndeki yazıhanesine vardığında yarınki
gazetenin buzlan temizlenmiş vitrinin bir köşesine içeriden asıldığını gördü.
Kendisi hakkındaki haberi yeniden okudu, içeri girdi. Serdar Bey'in iki çalışkan
oğlundan büyüğü basılmış gazetelerin bir kısmını naylon bir iple bağlıyordu.
Fark edilmek dürtüsüyle şapkasını çıkardı, paltosunun kar tutmuş omuzlarına
vurdu.
"Babam yok!" dedi elinde makineyi sildiği bir bezle içeriden gelen küçük oğlan.
"Çay ister misiniz?"
"Yarınki gazetede benim hakkımda çıkan haberi kim yazdı?"
"Sizin hakkınızda haber mi var?" dedi küçük oğlan kaşları kalkarken.
"Var ya," dedi aynı kalın dudaklı ağabeyi dostluk ve memnuniyetle gülümseyerek.
"Bütün haberleri bugün babam yazdı."
"Sabah o gazeteyi dağıtırsanız," dedi Ka. Bir an düşündü. "Benim için kötü
olabilir."
"Niye?" dedi büyük oğlan. Yumuşacık bir teni, içten bir saflıkla bakan
inanılmayacak kadar masum gözleri vardı.
Ka ancak son derece dostane bir havada çocuk gibi basit sorular sorarsa onlardan
bilgi alabileceğini anladı. Böylece tosun oğullardan şimdiye kadar yalnızca
Muhtar Bey'in, Anavatan Partisi il merkezinden gelen bir çocuğun ve her akşam
uğrayan emekli edebiyat öğretmeni Nuriye Hanım'ın parasını verip gazeteyi aldık-
297
larını, yollar açık olsaydı Ankara ve İstanbul'a yollanmak üzere otobüse teslim
edecekleri gazetelerin şimdi dünkü paketlerle birlikte bekleyeceğini, geri
kalanının da yarın sabah iki oğul tarafından Kars'ta dağıtılacağını, babaları
isterse sabaha kadar yeni bir baskı elbette yapabileceklerini, babalarının az
önce gazeteden çıktığını ve akşam yemeğine eve gelmeyeceğini öğrendi. Çayını
içmek için bekleyemeyeceğini söyleyip, bir gazete alıp soğuk ve öldürücü Kars
gecesine çıktı.
Çocukların dertsiz ve suçsuz hali Ka'yı yatıştırdı biraz. Yavaşça inen kar
tanelerinin arasından yürürken fazla mı korkaklık ettiğini sordu kendine ve bir
suçluluk duydu. Ama aklının bir köşesiy-le de, göğsü ve beyni kurşunlarla
doldurulan ya da postadan çıkan bombalı paketi hayran okurlardan gelen lokum
kutusu sanıp hevesle açan pek çok bahtsız yazarın aynen böyle bir gurur ve
cesaret açmazına girdikleri için dünyaya veda etmek zorunda kaldıklarını da
biliyordu. Mesela bu gibi konularla fazla ilgisi olmayan Avrupa hayranı şair
Nurettin, yıllar önce din ve sanat konusunda yazdığı yarı "bilimsel", daha çok
da saçma bir yazı siyasal İslamcı bir gazete tarafından tahrif edilip "dinimize
küfür etti!" diye yayımlanınca, sırf korkak durumuna düşmemek için eski
fikirlerini hararetle sahiplenmiş, bu ateşli Kemalistliği asker destekli laik
basın tarafından onun da hoşuna giden abartmalarla bir kahramanlık kariyerine
dönüştürülmüş, bir sabah da arabasının ön tekerleğine bağlanan bir naylon
torbadaki bombanın patlamasıyla sayısız küçük parçaya ayrıldığı için kalabalık
ve gösterişli cenaze alayı boş tabutunun arkasından yürümüştü. Ka küçük taşra
kentlerinde bu tür cesaret kışkırtmalarına, "aman korkak demesinler"
telaşlarına, "belki Salman Rüşdü gibi dünyanın ilgisini çekerim" hayallerine
kapılan eski solcu yerel gazeteciler, materyalist doktorlar, iddialı din
eleştirmenleri için, değil büyük şehirlerdeki gibi ince tasarlanmış bir bomba,
sıradan bir tabanca bile kullanılmadığını, öfkeli ve genç dindarların
kurbanlarını karanlık bir sokakta çıplak elleriyle boğduklarını ya da
bıçaklayıverdiklerini Frankfurt'ta kütüphanede karıştırdığı Türk gazetelerinin
arka sayfalarındaki küçük ve heyecansız haberlerden biliyordu. Bu yüzden Serhat
Şehir Gazetesi'nde. cevap fırsatı verilirse hem postu
298
ııuı ıvuju
deldirmemek, hem de onurunu kurtarmak için ne diyeceğini (ateistim ama elbette
Peygamber'e küfretmedim? - inanmıyorum ama dine saygısızlık etmem?) çıkartmaya
çalışırken bir an arkasından kara bata çıka yaklaşan birinin ayak seslerini
duyunca ür-pererek döndü; dün bu vakit ziyaret ettiği Şeyh Saadettin Efen-di'nin
tekkesinde gördüğü otobüs şirketi yöneticisiydi bu. Adamın kendisinin ateist
olmadığına tanıklık edebileceğini düşündü Ka ve utandı.
Bir çeşit sıradan ve sihirli bir tekrar duygusu vererek yağan iri taneli karm
inanılmaz güzelliğine hayran olarak, kaldırımların buz tutmuş köşelerinde iyice
yavaşlayarak ağır ağır Atatürk Cad-desi'nden aşağı indi. Daha sonraki yıllarda
Kars'ta kann güzelliğini, şehrin karlı kaldırımlarında aşağı yukarı yürürken
gördüğü manzaraları (aşağılarda üç çocuk bir kızağı yokuş yukarı iterken, Aydın
Foto Sarayı'nın karanlık vitrininde Kars'ın tek trafik lambasının yeşil ışığı
yansıyordu) kederli ve unutulmaz kartpostallar gibi niye hep içinde taşıdığını
soracaktı kendine.
Sunay'ın üs olarak kullandığı eski terzihanenin kapısında bir askeri kamyonla
iki nöbetçi asker gördü. Kardan korunmak için «sikte dikilen askerlere Sunay'ı
görmek istediğini tekrarlaya tek-rarlaya söylediyse de Genelkurmay Başkanı'na
dilekçe vermek için köyden gelen garibanı itekler gibi uzaklaştırdılar Ka'yı.
Aklında Sunay ile görüşüp gazetenin dağıtılmasını durdurmak vardı.
Sonra kapıldığı telaşı ve öfkeyi bu hayal kırıklığıyla değerlendirmek lazım.
Karda koşa koşa otele dönmek geliyordu içinden ama daha ilk köşebaşına gelmeden
soldaki Birlik Kıraathanesi'ne girdi. Soba ile duvardaki ayna arasındaki masaya
oturdu ve "Vurularak Ölmek" adlı şiirini yazdı.
Esas izleğinin "korku" olduğunu not ettiği bu şiiri Ka altıgen kar tanesinin
hafıza dalıyla hayal kolu arasına yerleştirecek ve içerdiği kehaneti
alçakgönüllülükle geçiştirecekti.
Ka şiiri yazdıktan sonra Birlik Kıraathanesi'nden çıkıp Karpalas Oteli'ne
döndüğünde saat sekizi yirmi geçiyordu. Kendini yatağa atıp sokak lambasının ve
pembe K harfinin ışığında ağır ağır düşen iri kar tanelerini seyredip ipek ile
Almanya'da ne kadar mutlu olacaklarının hayallerini kurarak içindeki telaşı
yatıştırmaya ça-
299
vuruıma Korkusu
lıştı. On dakika sonra Ipek'i bir an önce görmek için dayanılmaz bir istek
duyarak aşağıya inince bütün ailenin bir misafirle birlikte çevresinde
toplandığı sofranın ortasına Zahide'nin çorba tenceresini yeni yerleştirmekte
olduğunu ve Ipek'in kumral saçlarının parıltısını mutlulukla gördü. Kendisine
gösterilen yere Ipek'in yanına otururken Ka aralanndaki aşkı bütün sofranın
bildiğini bir an gururla hissetti ve tam karşısında oturan misafirin Serhat
Şehir Gazetesi sahibi Serdar Bey olduğunu fark etti.
Serdar Bey öyle dostane bir gülümseyişle uzanıp elini sıktı ki Ka cebindeki
gazetede okuduklarından bir an kuşkuya düştü. Kâsesini uzatıp çorbasını aldı,
masanın altından elini Ipek'in kucağına koydu, başını onun başına yaklaştırarak
kokusunu ve varlığını hissetti, kulağına ne yazık ki Lacivert'ten hiçbir haber
alamadığını fısıldadı. Hemen sonra Serdar Bey'in yanında oturan Kadife ile
gözgöze geldi ve bu kısa süre içinde Ipek'in ona haberi verdiğini anladı. İçi
öfke ve hayretle doluydu, ama gene de Turgut Bey'in Asya Oteli'nde yapılan
toplantı hakkında şikâyetlerini dinleyebildi: Bütün toplantının bir kışkırtma
olduğunu söyledi Turgut Bey, polisin elbette her şeyin farkında olduğunu ekledi.
"Ama bu tarihî toplantıya katılmaktan hiç pişman değilim," dedi. "Kars'ta
siyasete meraklı yaşlı-genç insan malzemesinin ne kadar düşük olduğunu kendi
gözlerimle görmekten memnunum. Şehrin bu en sersem, en akılsız ve en gariban
tabakasıyla siyaset miyaset yapılamayacağını, darbeye karşı çıkmak için gittiğim
bu toplantıda aslında askerlerin Kars'ın geleceğini bu çapulculara bırakmamakla
iyi ettiğini hissettim. Başta Kadife, hepinizi bu ülkede siyasetle ilgilenmeden
önce bir kere daha düşünmeye çağınyorum. Ayrıca Çarkıfelek'te çarkı çeviren
gördüğünüz şu boyalı ve geçkin şarkıcımızın idam edilmiş eski dışişleri bakanı
Fatin Rüştü Zorlu'nun metresi olduğunu otuz beş yıl önce Ankara'da herkes
bilirdi."
Ka cebinden çıkardığı Serhat Şehir Gazetesini sofradakilere gösterip aleyhine
bir yazı olduğunu söylediğinde yemeğe oturalı yirmi dakikadan fazla olmuştu ve
açık televizyona rağmen sofrada bir sessizlik vardı.
"Ben de onu söyleyecektim, ama yanlış anlar alınırsınız diye karar
veremiyordum," dedi Serdar Bey.
ORHAN KEMAL İL HALK KÜTÜPHANESİ
300
"Serdar, Serdar, gene kimden ne emir aldın?" dedi Turgut Bey. "Yazık değil mi
misafirimize. Verin ona okusun yediği haltı."
"Yazdığım şeyin tek kelimesine inanmadığımı bilmenizi isterim," dedi Serdar
Ka'nın uzattığı gazeteyi alırken. "İnandığımı düşünürseniz beni kırarsınız.
Lütfen bunun şahsi bir şey olmadığını, Kars'ta bir gazetecinin sipariş üzerine
böyle yazılar yazmak zorunda kaldığını sen de söyle ona Turgut Bey."
"Serdar valilikten emir alıp birilerine hep çamur atar," dedi Turgut Bey. "Oku
şunu bakalım."
"Ama hiçbirine de inanmam," dedi Serdar Bey gururla. "Hatta okurlarımız da
inanmaz. Onun için korkulacak bir şey yok."
Serdar Bey yazdığı haberi, kimi yerlerde dramatik ve alaycı vurgular yapıp
gülerek okudu. "Görüldüğü gibi korkacak bir şey yok!" dedi sonra.
"Siz ateist misiniz?" diye sordu Turgut Bey Ka'ya. "Baba, konu bu değil," dedi
İpek öfkeyle. "Bu gazete dağıtılırsa yarın sokakta onu vururlar."
"Hiçbir şey olmaz efendim," dedi Serdar Bey. "Kars'taki bütün siyasal
İslamcıları, gericileri asker topladı." Ka'ya döndü. "Alınmadığınızı, sanatınızı
ve insaniyetinizi çok takdir ettiğimi bildiğinizi gözlerinizden anlıyorum.
Avrupa'nın bize hiç uymayan bazı kurallarıyla bana haksızlık etmeyin! Kars'ta
kendini Avrupa'da sanan aptallar, Turgut Bey de iyi bilir, burada üç gün içinde
bir köşede vurulup unutulurlar. Doğu Anadolu basını büyük bir sıkıntı içindedir.
Bizi Kars'taki vatandaş satın alıp okumuyor. Gazeteme devlet daireleri abonedir.
Elbette ki abonelerimizin okumak istediği cinsten haberler koyacağız. Dünyanın
her yerinde, Amerika'da bile gazeteler önce okurlarının istediği haberi koyar.
Okur sizden yalan haber istiyorsa, dünyanın hiçbir yerinde kimse doğrulan
yazarak satışını düşürmez. Gazetemin satışını arttıracaksa ben doğruyu niye
yazmayayım! Ayrıca doğruları yazmamıza polis de izin vermez. Ankara ve
İstanbul'da Karslı yüz elli okurumuz var. Onların da oralarda ne kadar başarılı
ve zengin olduklarını abartıyor, ballandırıyor, yazıyoruz ki aboneliklerini
yenilesinler. Ha, bu yalanlara sonra kendileri de inanırlar, o başka." Bir
kahkaha attı.
301
vuruıma norkusu
"Bu haberi kim sipariş etti, onu söyle," dedi Turgut Bey.
"Efendim, malum Batı gazeteciliğinde en önemli kuraldır, haberin kaynağı
saklanır!"
"Benim kızlarım bu misafiri sevdiler," dedi Turgut Bey. "Yarın bu gazeteyi
dağıtırsan seni hiç affetmezler. Ya arkadaşımızı gözü dönmüş dinciler
vururlarsa, sorumluluk hissetmeyecek misin?"
"O kadar korkuyor musunuz?" diye gülümsedi Serdar Bey Ka'ya. "O kadar
korkuyorsanız yarın hiç çıkmayın sokağa."
"O etrafta görünmeyeceğine gazeteler görünmesin," dedi Turgut Bey. "Gazeteleri
dağıtma."
"Bu abonelerimi küstürür."
"Peki," dedi Turgut Bey bir ilhamla. "Kim ısmarladıysa bu gazeteyi ona ver. Geri
kalanlar için misafirimiz hakkındaki bu yalan ve kışkırtıcı haberi çıkarıp yeni
bir gazete yap."
İpek ve Kadife de bu fikri desteklediler. "Gazetemin bu kadar ciddiye alınması
beni gururlandırıyor," dedi Serdar Bey. "Ama bu yeni baskının masraflarını kim
karşılayacak, bunu da söylemelisiniz o zaman."
"Babam, siz ve oğullarınızı Yeşilyurt Lokantası'nda bir akşam yemeğine götürür,"
dedi İpek.
"Sizler de gelirseniz olur," dedi Serdar Bey. "Yollar açılıp bu tiyatrocu
kalabalığı başımızdan gittikten sonra! Kadife Hanım da gelecek. Kadife Hanım,
boş kalan yere yapacağım yeni haber için bana tiyatro darbesini destekleyen bir
demeç verebilir misiniz, okurlarımız çok beğenir bunu."
"Vermez, vermez," dedi Turgut Bey. "Sen benim kızımı tanımadın mı hiç?"
"Tiyatrocuların darbesinden sonra Kars'ta intiharların azalacağına inandığınızı
söyleyebilir misiniz Kadife Hanım? Bu da okuyucularımızın hoşuna gider. Üstelik
siz Müslüman kızların intiharlarına karşıydınız."
"Artık intiharlara karşı değilim!" diye kesip attı Kadife. "Ama bu sizi ateist
durumuna düşürmez mi?" diye Serdar Bey yeni bir tartışma açmaya çalıştıysa da
sofradakilerin kendisine hoş bakmadığını anlayacak kadar ayıktı.
"Peki söz veriyorum, gazeteyi dağıtmayacağım," dedi.
302
vurulma Korkusu
"Yeni bir baskı mı yapacaksınız?"
"Buradan çıkıp evime gitmeden önce!"
"Teşekkür ederiz," dedi İpek.
Uzun, tuhaf bir sessizlik oldu. Ka hoşlandı bundan: Yıllardır ilk defa bir
ailenin parçası olduğunu hissediyordu; aile denen şeyin mutsuzluk ve sorunlara
rağmen birliktelikte çaresizce inat etmenin zevki üzerine kurulu olduğunu
anlıyor, hayatta bunu kaçırmış olduğu için hayıflanıyordu. İpek ile hayatının
sonuna kadar mutlu olabilir miydi? Mutluluk değildi aradığı, üçüncü kadeh
rakıdan sonra bunu çok iyi hissetti, mutsuzluğu tercih ettiği bile
söylenebilirdi. Önemli olan o umutsuz birliktelikti, bütün dünyanın dışarıda
kalacağı iki kişilik bir merkez kurmaktı. Bunu da ipek ile aylarca hiç durmadan
sevişerek kurabileceğini hissediyordu. Bu akşamüstü biriyle seviştiği bu iki
kızkardeşle bir masada oturmak, onların varlığını, tenlerinin yumuşaklığını
hissetmek, akşam eve döndüğünde yalnız olmayacağını bilmek, bütün bu cinsel
mutluluk vaadi ve gazetenin dağıtılmayacağma inanmak Ka'yı olağanüstü mutlu
ediyordu.
Aşırı mutluluktan sofrada anlatılan hikâye ve söylentileri felaket haberleri
gibi değil, eski bir masalın korkulu satırları gibi dinledi: Mutfakta çalışan
çocuklardan biri, Zahide'ye kar yüzünden kalelerin ancak yarısının gözüktüğü
futbol stadyumuna pek çok tutuklu getirildiğini, çoğunun kar altında hastalanıp,
hatta donup ölsünler diye bütün gün dışarıda tutulduğunu, birkaç tanesinin
ötekilere ibret olsun diye soyunma odalarının girişinde kurşuna dizildiğini
işittiğini anlatmıştı. Z. Demirkol ve arkadaşlarının bütün gün şehirde
estirdikleri terörün tanıkları belki de abartılı hikâyeler anlatıyorlardı: Kürt
milliyetçisi bazı gençlerin "folklor ve edebiyat" çalışmaları yaptığı
Mezopotamya Derneği basılmış, burada kimse bulunamadığı için derneğin
çaycılığını yapan ve geceleri de orada uyuyan siyasetle alakasız ihtiyar fena
halde dövülmüştü. Altı ay önce Atatürk Işham'nın girişindeki Atatürk heykeline
boyalı ve lağımlı su atıldığı iddiası üzerine haklarında soruşturma açılan ama
gözaltına alınmayan iki berberle bir işsiz, sabaha kadar dövüldükten sonra
suçlarını ve şehirdeki diğer Atatürk düşmanı eylemlerini (endüstri meslek
lisesinin bahçesindeki Ata-
303
türk heykelinin burnunu çekiçle kırmak, Onbeşliler Kıraathane-si'nin duvarına
asılı Atatürk posterinin üzerine çirkin yazılar yazmak, hükümet konağının
karşısındaki Atatürk heykelini baltayla tahrip etmek için planlar yapmak) itiraf
etmişlerdi. Tiyatro darbesinden sonra Halitpaşa Caddesi'nde duvarlara slogan
yazdığı öne sürülen iki Kürt gencinden biri vurulup öldürülmüş, bir diğeri
tutuklandıktan sonra bayılana kadar dövülmüş, imam hatip lisesinin
duvarlarındaki sloganları silsin diye getirilen işsiz bir genç de kaçınca
bacaklarından vurulmuştu. Askerler ve tiyatrocular hakkında çirkin sözler
söyleyenlerle asılsız dedikodular yayanlar çayhanelerdeki ihbarcılar sayesinde
toplanmıştı, ama gene de böyle felaket ve cinayet zamanlarında hep olduğu gibi
abartılı söylentiler de dolaşıyor, ellerindeki bombaları patlatarak ölen Kürt
gençlerinden darbeyi protesto etmek için intihar eden türbana kızlardan, ya da
İnönü Karakolu'na yaklaşırken durdurulan dinamit yüklü bir kamyondan söz
ediliyordu.
Patlayıcı yüklü bir kamyonla intihar saldırısından söz edildiğini daha önce de
işittiği için Ka bir ara dikkatim bu konuya vermenin dışında gece boyunca
İpek'in yanında huzurla oturduğunu hissetmekten başka bir şey yapmadı.
Geç saatte gazeteci Serdar Bey'in arkasından Turgut Bey ve kızları odalarına
çekilmek için kalkarken, Ka'nın aklından İpek'i odasına çağırmak geçti. Ama
reddedilip mutluluğuna gölge düşürmemek için İpek'e bir ima bile yapmadan
odasına çıktı.
34
Kadife de kabul etmez
ARABULUCU
304
Ka odasında pencereden dışarı bakarak sigara içti. Artık kar yağmıyordu; sokak
lambalarının soluk ışığı altında karla kaplı boş sokakta insana huzur veren bir
hareketsizlik vardı. Ka duyduğu huzurun karın güzelliğinden çok aşkla ve
mutlulukla ilgili olduğunu çok iyi biliyordu. Dahası, burada, Türkiye'de
kendisine benzer, eşiti olduğu insanların kalabalığıyla sarılmak da
rahatlatmıştı onu. Hatta rahatlığının Almanya'dan veya İstanbul'dan geldiği için
bu ihsanlara kendiliğinden duyduğu bir üstünlük duygusuyla güçlendiğini de şimdi
kendine itiraf edecek kadar mutluydu.
Kapı çaldı, karşısında İpek'i görünce Ka şaşırdı.
"Hep seni düşünüyorum, uyuyamıyorum," dedi İpek içeri girince.
Turgut Bey'e aldırmadan sabaha kadar sevişeceklerini Ka hemen anladı. İnanılmaz
gelen şey, önceden hiçbir bekleme acısı çekmeden İpek'e sarılabilmekti. Gece
boyunca İpek ile sevişirken Ka mutluluktan da öte bir yer olduğunu, şimdiye
kadarki hayat ve aşk deneyiminin zaman ve tutku dışı bu bölgeyi hissetmesine
yetmediğini anladı. Hayatta ilk defa kendini bu kadar rahatlamış hissediyordu.
Daha önce kadınlarla sevişirken aklının bir köşesinde hazır tuttuğu cinsel
hayalleri, pornografik yayın ve filmlerden öğrenilmiş kimi istekleri unutmuştu.
Gövdesi İpek ile sevişir-
305
ken, Ka'nın daha önceden içinde barındırdığını bilmediği bir müzik bulmuş, onun
ahengiyle ilerliyordu. Arada bir uyuyakalıyor, bir yaz tatilinin cennet havasını
taşıyan rüyalarında koştuğunu, ölümsüz olduğunu, düşmekte olan bir uçakta bitmez
tükenmez bir elmayı yediğini görüyor, İpek'in elma kokulu ve sıcacık tenini
hissederek uyanıyor, dışarıdan gelen kar rengi ve hafif sarımsı ışıkta İpek'in
gözlerinin içine çok yakından bakıyor, kadının uyanık olduğunu, sessizce
kendisini seyrettiğini görünce sığ bir suda yanyana dinlenen iki balina gibi
uzandıklarını hissediyor, ellerinin içice olduğunu o zaman fark ediyordu.
Bir ara uyanıp gözgöze geldiklerinde "Babamla konuşacağım," dedi İpek. "Seninle
Almanya'ya gideceğim."
Ka uyuyamadı. Bütün hayatını sanki mutlu bir film olarak seyrediyordu.
-
aysyzgije
12 years ago
- Şehrin içinde bir patlama oldu. Yatak, oda, otel bir an sallandı. Uzaktan
makineli tüfek sesleri duyuldu. Şehri örten kar gürültüyü hafifletiyordu.
Birbirlerine sarıldılar ve sessizce beklediler.
Daha sonra uyandığında silah sesleri kesilmişti. Ka sıcak yataktan iki kere
çıkıp pencereden gelen buz gibi havayı terli teninde hissederek sigara içti.
Aklına hiç şiir gelmiyordu. Hayatında hiç olmadığı kadar mutluydu.
Sabah kapının vurulmasıyla uyandı, ipek yanında yoktu. En son ne zaman
uyuduğunu, İpek ile en son ne konuştuklarını, silah seslerinin ne zaman
kesildiğini hatırlayamadı.
Kapıdaki, resepsiyona bakan Cavit'ti. Bir subayın otele geldiğini, Sunay Zaim'in
Ka'yı karargâha davet ettiğini bildirdiğini ve şimdi aşağıda beklediğini
söyledi. Ka acele etmedi, tıraş oldu.
Kars'ın boş sokaklarını dün sabahkinden de büyülü ve güzel buldu. Atatürk
Caddesi'nin yukarılarında bir yerde kapısı parçalanmış, camları kırılmış,
cephesi delik deşik bir ev gördü.
Terzihanede Sunay o eve bir intihar saldırısı yapıldığını söyledi. "Yanlışlıkla
buraya değil, yukarıdaki binalardan birine girmeye kalkmış zavallı," dedi.
"Parça parça olmuş. İslamcı mı, PKK'lı mı, hâlâ anlayamadılar."
Ka, Sunay'da, oynadığı rolleri fazla ciddiye alan ünlü aktörler-deki o çocuksu
havayı görüyordu. Tıraş olmuştu, temiz pak ve
306
-ATaDUlUCUzinde
gözüküyordu. "Lacivert'i yakaladık," dedi Ka'nın gözlerinin içine bakarak.
Ka haberden duyduğu mutluluğu içgüdüyle saklamak istedi, ama Sunay'ın gözünden
kaçmadı bu. "Kötü bir insandır," dedi. "Eğitim enstitüsü müdürünü onun
öldürttüğü kesin. Bir yandan intihara karşı olduğunu yayar, bir yandan da bir
intihar saldırısı düzenlemek için akılsız, zavallı delikanlıları örgütler. Milli
Emniyet onun bütün Kars'ı havaya uçuracak miktarda patlayıcıyla buraya
geldiğinden emin! İhtilal gecesi izini kaybettirdi. Kimsenin bilmediği bir yere
saklanmış. Dün akşamüstü Asya Oteli'nde yapılan o gülünç toplantıdan haberin
vardır tabii."
Ka bir oyundaymışlar gibi yapmacıklı bir havayla başını salladı.
"Benim hayatta derdim bu suçluları, gericileri, teröristleri cezalandırmak
değil," dedi Sunay. "Yıllardır sahnelemek istediğim bir oyun var ve şimdi onun
için buradayım. Thomas Kyd adlı bir ingiliz yazar vardır. Shakespeare Hamlet'i
ondan araklamıştır. Kyd'in ispanyol Trajedisi diye hakkı yenmiş, unutulmuş bir
oyununu keşfettim. Bir kan davası ve intikam trajedisidir ve oyunun içinde oyun
vardır. Funda ile bu oyunu oynamak için böyle bir fırsatı on beş yıldır
kolluyoruz."
Ka odaya giren Funda Eser'e iki büklüm eğilerek yapmacıklı bir selam verdi ve
upuzun bir ağızlıkla sigara içen kadının bundan hoşlandığını gördü. Ka sormadan
karı koca oyunu özetlediler.
"Oyunu halkımızın zevk ve terbiye alacağı bir şekilde değiştirip
basitleştirdim," dedi sonra Sunay. "Yarın Millet Tiyatrosu'nda oynarken
seyirciler ve canlı yayında bütün Kars izleyecek."
"Ben de görmek isterdim," dedi Ka.
"Oyunda Kadife'nin de oynamasını istiyoruz... Funda onun kötü yürekli rakibesi
olacak... Kadife, sahneye başı örtülü çıkacak. Sonra kan davasına neden olan
saçmasapan törelere başkaldırıp birden herkesin önünde başını açacak." Sunay
başındaki hayali bir örtüyü gösterişli bir jestle ve heyecanla atar gibi yaptı.
"Gene olaylar çıkar!" dedi Ka.
"Sen onu merak etme! Askerî idaremiz var şimdi."
"Kadife de zaten kabul etmez," dedi Ka.
"Kadife'nin Lacivert'e âşık olduğunu biliyoruz," dedi Sunay.
307
-Arabulucu-
"Kadife başını açarsa onun Lacivert'ini ben hemen bıraktırırım. Birlikte
herkesten uzak bir yere kaçar, mutlu olurlar."
Funda Eser'in yüzünde yerli melodram filmlerinde birlikte kaçan genç âşıkların
mutluluğundan sevinç duyan iyi niyetli teyzelere özgü o koruyucu şefkat ifadesi
belirdi. Ka kadının İpek ile kendisinin aşkına da aynı sevgiyle
yaklaşabileceğini hayal etti bir an.
"Kadife'nin canlı yayında başını açabileceğinden ben gene de şüpheliyim," dedi
sonra.
"Durumundan ötürü onu bir tek senin ikna edebileceğini düşündük," dedi Sunay.
"Bizimle pazarlık etmesi, en büyük şeytanla pazarlık etmesi demek olur. Oysa
senin türbancı kızlara da hak verdiğini biliyor. Ablasına da âşıksın."
"Yalnız Kadife değil, Lacivert de ikna edilmeli. Ama önce Kadife ile
konuşulmalı," dedi Ka. Ama aklı, "ablasına da âşıksın" sözünün basitliğine ve
kabalığına takılmıştı.
"Bütün bunları sen istediğin gibi yaparsın," dedi Sunay. "Sana her türlü
yetkiyle beraber bir de askerî araç veriyorum. Benim adıma istediğin gibi
pazarlık da edersin."
Bir sessizlik oldu. Sunay Ka'nın dalgınlığını fark etmişti.
"Bu işe girmek istemiyorum," dedi Ka.
"Niye?"
"Belki de korkak olduğum için. Çok mutluyum şimdi. Dincilerin boy hedefi haline
gelmek istemem. Kadife'nin başını açmasını, öğrencilerin onu seyretmesini bu
ateist herif ayarlamış derler, Almanya'ya da kaçsam, bir gün beni bir gece bir
sokakta vurup öldürürler."
"Önce beni vururlar," dedi Sunay gururla. "Ama korkak olduğunu söylemen de
hoşuma gitti. Ben de korkağın tekiyim, inan bana. Bu ülkede yalnızca korkaklar
ayakta kalır. Ama insan bütün korkaklar gibi bir gün çok kahramanca bir şey
yapacağını da hayal eder hep, değil mi?"
"Ben çok mutluyum şimdi. Kahraman olmak istemiyorum hiç. Kahramanlık düşü,
mutsuzların tesellisidir. Zaten bizim gibiler kahramanlık yapıyorum diye ya
birilerini öldürür, ya da kendilerini."
308
-«raouıucu-
"Peki, aklının bir köşesiyle de bu mutluluğun çok sürmeyeceğini bilmiyor musun?"
dedi Sunay inatla.
"Niye korkutuyorsun misafirimizi?" dedi Funda Eser.
"Hiçbir mutluluk uzun sürmez, bunu biliyorum," dedi Ka ihtiyatla. "Ama bu peşin
mutsuzluk ihtimali yüzünden kahramanlık edip kendimi öldürtmeye niyetim yok."
"Bu işe girmezsen, Almanya'da değil, burada öldürecekler seni! Bugünkü gazeteyi
gördün mü?"
"Bugün öleceğimi mi yazıyorlar?" dedi Ka gülümseyerek.
Sunay, Ka'ya Serhat Şehir Gazetesinin dün akşamüstü gördüğü son sayısını
gösterdi.
"Kars'ta bir Allahsız!" diye okudu Funda Eser abartılı bir havayla.
"O dünkü ilk basım," dedi Ka güvenle. "Serdar Bey yeni bir basım yapıp durumu
düzeltmeye karar verdi sonra."
"Bu kararını uygulamadan ilk basımı bu sabah dağıtmış," dedi Sunay.
"Gazetecilerin sözüne güvenmeyeceksin hiç. Ama biz seni koruruz. Askerlere
güçleri yetmeyen dinciler, ilk iş Batı uşağı bir ateisti vurmak isterler."
"Serdar Bey'den o haberi yazmasını sen mi istedin?" diye sordu Ka.
Sunay hakarete uğramış şerefli biri gibi dudağının kenarını büküp kaşlarını
kaldırıp alıngan bir bakış attı, ama Ka onun küçük dolaplar çeviren uyanık bir
siyasetçi konumundan çok mutlu olduğunu görebiliyordu.
"Beni sonuna kadar korumaya söz verirsen arabuluculuk yaparım," dedi Ka.
Sunay söz verdi, Jakoben saflara katıldığı için sarılarak Ka'yı kutladı ve iki
adamının Ka'nın yanından hiçbir zaman ayrılmayacaklarını söyledi.
"Gerekirse seni sana karşı da koruyacaklardır!" diye ekledi heyecanla.
Arabuluculuk ve ikna işinin ayrıntılarını konuşmak için oturup mis gibi kokan
bir sabah çayı içtiler. Funda Eser, tiyatro takımına, ünlü ve parlak bir oyuncu
katılmış gibi memnundu. İspanyol Tra-jedisi'nin gücünden söz etti biraz, ama
Ka'nın aklı hiç orada değil-
309
-Arabulucu-
- Arabulucu -
di, terzihanenin yüksek pencerelerinden içeri vuran harika beyaz ışığa
bakıyordu.
Terzihaneden ayrılırken Ka yanma iri yarı iki silahlı erin verildiğini görünce
hayal kırıklığına uğradı. En azından birinin subay ya da sivil ve şık olmasını
isterdi. Bir zamanlar televizyona çıkıp Türk milletinin aptal olduğunu, İslam'a
da hiç inanmadığını söyleyen ünlü bir yazarı, hayatının son yıllarında devletin
ona verdiği şık ve terbiyeli iki koruma arasında görmüştü bir kere. Yalnızca
çantasını taşımıyorlar, Ka'nın ünlü ve muhalif bir yazarın haketti-ğine inandığı
bir tantanayla kapısını tutuyor, merdivenlerde koluna giriyor ve aşırı meraklı
hayranlardan ve düşmanlardan uzak tutuyorlardı onu.
Askerî araçta Ka'nın yanında oturan erler ise, onu korur gibi değil, gözaltında
tutar gibi davranıyorlardı.
Ka otele girer girmez sabah bütün ruhunu saran mutluluğu yeniden hissetti,
içinden hemen lpek'i görmek gelmesine rağmen ondan bir şey saklamak aşklarına
küçük de olsa ihanet anlamına gelebileceği için önce bir yolunu bulup Kadife ile
yalnız konuşmak istiyordu. Ama lobide Ipek'le karşılaşınca bu niyetini unuttu.
"Hatırladığımdan da güzelsin!" dedi İpek'e hayranlıkla bakarak. "Sunay beni
çağırttı, arabulucu olmamı istiyor."
"Ne konuda?"
"Dün akşamüstü Lacivert yakalanmış!" dedi Ka. "Niye dönüyor yüzün: Bizim için
tehlikeli bir şey yok. Evet, Kadife üzülecek. Ama benim içim rahat etti inan
bana." Sunay'dan duyduklarını hızlı hızlı anlattı, gece duydukları patlamayı,
silah seslerini açıkladı. "Sabah beni uyandırmadan gitmişsin. Korkma, her şeyi
halledeceğim, kimsenin burnu kanamayacak. Frankfurt'a gidip mutlu olacağız.
Babanla konuştun mu?" Bir pazarlık olacağını, bu yüzden Sunay'm kendisini
Lacivert'e yollayacağını, ama önce Ka-dife'yle konuşmasının şart olduğunu
söyledi. Ipek'in gözlerinde gördüğü aşırı endişe, onun kendisi için meraklandığı
anlamına geliyor, bu da hoşuna gidiyordu.
"Kadife'yi birazdan odana yollarım," deyip İpek gitti.
Odasına çıkınca yatağının yapılmış olduğunu gördü. Dün gece içinde hayatının en
mutlu gecesini geçirdiği eşyalar, sehpanın so-
310
luk lambası, solgun perdeler şimdi bambaşka bir kar ışığı ve sessizlik içindeydi
ama sevişmeden kalan kokuyu hâlâ içine çekebiliyordu. Kendini yatağa sırtüstü
atıp tavana bakarken Kadife ile La-civert'i ikna edemezse başının ne kadar derde
girebileceğini çıkarmaya çalıştı.
Kadife içeri girer girmez "Lacivert'in yakalanışı hakkında ne biliyorsun anlat,"
dedi. "Onu hırpalamışlar mı?"
"Hırpalasalardı beni ona götürmezlerdi," dedi Ka. "Birazdan götürecekler.
Oteldeki toplantıdan sonra yakalamışlar, daha fazlasını bilmiyorum."
Kadife pencereden dışarı, karlı caddeye baktı. "Şimdi sen mutlusun ve ben
mutsuzum artık," dedi. "Sandık odasındaki buluşmamızdan sonra her şey ne çok
değişti."
Ka dün öğleden sonra 217 numaralı odada buluşmalarım, odadan çıkmadan önce
Kadife'nin silahını çekip kendisini soyuşunu, onları birbirine bağlayan çok eski
ve tatlı bir anı gibi hatırladı.
"Hepsi bu değil Kadife," dedi Ka. "Çevresindekiler Sunay'ı Lacivert'in eğitim
enstitüsü müdürünün katlinde parmağı olduğuna inandırmışlar. Ayrıca İzmirli
televizyon sunucusunu öldürdüğünü kanıtlayan bir dosya da Kars'a gelmiş."
"Kim bu çevresindekiler?"
"Kars'taki birkaç Milli İstihbaratçı... Onlarla ilişkisi olan bir-iki asker...
Ama Sunay bütünüyle onların etkisi altında değil. Sanatsal amaçları var. Bunlar
onun kelimeleri. Bu akşam Millet Tiyatro-su'nda bir oyun sahnelemek ve sana da
rol vermek istiyor. Surat yapma, dinle. Televizyon da canlı yayın yapacak, bütün
Kars seyredecek. Sen oynamaya razı olursan, Lacivert de imam hatipli öğrencileri
ikna eder, onlar da gelip oyunu, oturup sessizce, kibarca, gerektiği yerde
alkışlayarak seyrederlerse, Sunay Lacivert'i salıverecek. Her şey unutulacak,
kimsenin burnu kanamayacak. Beni arabulucu seçti."
"Oyun ne?"
Ka, Thomas Kyd'i ve İspanyol Trajedisini anlattı, Sunay'ın oyunu değiştirip
uyarladığını söyledi. "Yıllar boyunca Anadolu turnelerinde Corneille,
Shakespeare ve Brecht'i göbek dansı ve edepsiz şarkılarla birleştirdiği
anlayışla."
311
-Arabuıucu-
- Arabulucu -
"Ben de kan davası başlasın diye canlı yayında ırzına geçilen kadın olacağım
herhalde."
"Hayır. Bir İspanyol hanımı gibi başın kapalıyken kan davasından bıkıp, bir öfke
ânında başörtüsünü atan isyancı kız olacaksın."
"Burada isyancılık başörtüsünü atmayı değil, takmayı gerektiriyor."
"Bu oyun Kadife. Oyun olduğu için de açabilirsin başını."
"Benden ne istendiğini anladım. Oyun da olsa, oyun içinde oyun da olsa
açmayacağım başımı."
"Bak Kadife, iki gün sonra kar diner, yollar açılır, hapisteki mahkûm da
acımasızların eline geçer. O zaman Lacivert'ini hayatının sonuna kadar bir daha
göremezsin. İyi düşündün mü bunu?"
"Düşünürsem kabul ederim diye korkuyorum."
"Ayrıca başörtünün altına peruk takarsın. Kimse görmez saçlarını.
"Peruk takacak olsaydım, bazıları gibi üniversiteye girmek için yapardım o işi."
"Şimdi sorun üniversite kapısında onurunu kurtarmak değil. Lacivert'i kurtarmak
için yapacaksın bunu."
"Benim başımı açarak ona sağlayacağım kurtuluşu Lacivert isteyecek mi bakalım?"
"İsteyecek," dedi Ka. "Senin başını açman Lacivert'in onurunu zedelemez.
İlişkinizi kimse bilmiyor çünkü."
Kadife'nin zayıf noktasına dokunabildiğini gözlerindeki öfkeden anladı, tuhaf
bir şekilde gülümsediğini gördü sonra Ka ve korktu bundan. İçini bir korku ve
kıskançlık sardı. Kadife'nin kendisine İpek hakkında yıkıcı bir şey
söylemesinden korkuyordu. "Çok vaktimiz yok Kadife," dedi aynı tuhaf korkuyla.
"Bu işin içinden tatlılıkla çıkacak kadar akıllı ve duyarlı olduğunu biliyorum.
Yıllarca siyasal sürgün hayatı yaşamış biri olarak söylüyorum. Dinle beni: Hayat
ilkeler için değil, mutlu olmak için yaşanır."
"Ama ilkesiz ve inançsız da kimse mutlu olamaz," dedi Kadife.
"Doğru. Ama bizimki gibi insana değer verilmeyen zalim bir ülkede inançları için
kendini mahvetmek akılsızlıktır. Büyük ilkeler, inançlar, onlar zengin ülkelerin
insanları için."
312
"Tam tersi. Fakir bir ülkede insanın inançlarından başka sarılacak hiçbir şeyi
olmuyor."
Aklına geldiği gibi Ka "ama inandıkları şeyler doğru değil!" demedi. "Ama sen
yoksullardan değilsin Kadife," dedi. "Sen İstanbul'dan geliyorsun."
"Bu yüzden neye inanıyorsam öyle yaparım. Takiyye yapamam. Başımı açarsam
gerçekten açarım."
"Peki şuna ne diyorsun: Tiyatro salonuna kimse alınmasın. Karslılar olayı
televizyondan seyretsinler yalnızca. O zaman kamera önce bir öfke ânında senin
elini başörtüne attığını gösterir. Sonra kurgu yaparız ve sana benzeyen bir
başkasının saçlarını çözüşünü arkadan gösteririz."
"Bu da peruk takmanın daha kurnazcası," dedi Kadife. "Sonuçta herkes askerî
darbeden sonra başımı açtığımı düşünecek."
"Önemli olan dinin buyruğu mu, yoksa herkesin ne düşündüğü mü? Bu yolla
saçlarını asla açmamış oluyorsun. Yok derdin herkesin ne dediği ise, bütün bu
saçmalıklar sona erince bunun bir film kurgusu olduğu herkese anlatılır.
Lacivert'i kurtarmak için bütün bunları yapmaya razı olduğun ortaya çıkınca imam
hatipli o genç insanlar, daha da saygı duyarlar sana."
"Birisini bütün gücünle ikna etmeye çalışırken," dedi Kadife bambaşka bir
havayla. "Aslında hiç de inanmadığın şeyleri söylemekte olduğunu düşündüğün olur
mu hiç?"
"Olur. Ama şimdi öyle hissetmiyorum."
"O zaman en sonunda o kişiyi inandırmayı başardığında onu kandırmış olduğun için
suçluluk duyarsın değil mi? Onu çaresiz bıraktığın için."
"Görmekte olduğun şey çaresizliğin değil Kadife. Akıllı bir insan olarak yapacak
başka şey kalmadığını görüyorsun. Sunay'ın çevresindekiler elleri hiç titremeden
Lacivert'i asarlar ve sen buna razı olamazsın."
"Diyelim ki herkesin önünde açtım başımı, yenilgiyi kabul ettim. Lacivert'i
bırakacakları ne malum? Ben bu devletin sözüne neden inanayım."
"Haklısın. Bunu onlarla konuşayım."
"Kiminle ne zaman konuşacaksın?"
313
-Arabulucu -
-Arabulucu-
"Lacivert ile görüştükten sonra tekrar Sunay'a gideceğim."
İkisi de bir süre sustular. Böylece Kadife'nin şartlan kabaca kabul ettiği iyice
ortaya çıkmış oldu. Gene de Ka bundan emin olmak için Kadife'ye göstererek
saatine baktı.
"Lacivert MiT'in mi, askerlerin mi elinde?"
"Bilmiyorum. Fazla bir fark da yoktur herhalde."
"Askerler işkence yapmayabilir," dedi Kadife. Biraz sustu. "Bunları ona vermeni
istiyorum." Sedef kaplamalı, taşlı eski usûl bir çakmakla bir paket kırmızı
Marlboro uzattı Ka'ya. "Çakmak babamındır. Onunla sigarasını yakmaktan hoşlanır
Lacivert."
Ka sigarayı aldı, çakmağı almadı. "Çakmağı ona verirsem, Lacivert önce sana
uğradığımı anlar."
"Anlasın."
"O zaman seninle konuştuğumuzu da anlar ve senin kararını merak eder. Oysa ben
önce seni gördüğümü, senin onu kurtarmak için bir şekilde başını açmaya razı
olduğunu ona söylemeyeceğim."
"Bunu kabul etmeyeceği için mi?"
"Hayır. Lacivert ölümden kurtulmak için senin başını açıyormuş gibi yapmanı
kabul edecek kadar akıllı, mantıklı biridir, bunu sen de biliyorsun. Kabul
edemeyeceği şey, bu konunun önce kendisine değil, sana sorulmasıdır."
"Ama bu yalnızca siyasal bir konu değil, aynı zamanda benimle ilgili kişisel bir
konu. Lacivert bunu anlar."
"Anlasa da ilk kendisinin söz sahibi olmak isteyeceğini sen de biliyorsun
Kadife. O bir Türk erkeği. Üstelik de siyasal İslamcı. Ona gidip 'sen serbest
kal diye Kadife başını açmaya karar verdi' diyemem. Kararı kendisinin verdiğini
düşünmeli. Senin peruk takacağın takiyyeli, televizyon montajlı o ara çözümü ona
da açacağım. Senin onurunu kurtaracağına, bunun bir çözüm olduğuna hemen kendini
inandıracaktır. Senin numara kabul etmez onur anlayışınla onun pratik onur
anlayışının uyuşmadığı o karanlık bölgeleri gözünün önünde canlandırmak bile
istemeyecektir. Başını açarsan, dürüstçe, numarasız açacağını da işitmek istemez
hiç."
"Lacivert'i kıskanıyorsun, ondan nefret ediyorsun," dedi Kadife. "Onu bir insan
olarak bile görmek istemiyorsun. Batılılaşma-
314
mışlan ilkel, ahlaksız, aşağı bir sınıf olarak görüp dayakla adam etmeyi kuran
laikler gibisin. Benim Lacivert'i kurtarmak için askerî güce boyun eğmem mutlu
etti seni. Bu ahlaksız mutluluğunu gizleyemiyorsun bile." Bir nefret belirdi
gözlerinde. "Madem bu konuda önce Lacivert karar vermeliymiş, bir başka Türk
erkeği olan sen, Sunay'dan sonra niye doğrudan Lacivert'e gitmedin de önce bana
geldin, söyleyeyim mi? Çünkü benim kendi rızamla boyun eğdiğimi görmek
istiyordun önce. Bu da korktuğun Lacivert karşısında sana bir üstünlük
verecekti."
"Lacivert'ten korktuğum doğru. Ama diğer dediklerin haksız Kadife. Önce
Lacivert'e gidip onun başını açman gerektiği yolundaki kararını sana bir emir
gibi getirseydim sen bu karara uymazdın."
"Bir arabulucu değilsin artık, zalimlerle işbirliği yapan birisin."
"Bu şehirden sağ salim çıkmaktan başka hiçbir şeye inanmıyorum ben Kadife. Artık
sen de inanma hiçbir şeye. Zeki, gururlu ve cesur olduğunu bütün Kars'a
yeterince kanıtladın. Biz buradan kurtulur kurtulmaz ablanla Frankfurt'a
gideceğiz. Orada mutlu olmak için. Sana da mutlu olmak için ne gerekiyorsa onu
yap derim. Lacivert ile buradan kurtulup bir Avrupa şehrinde siyasal sürgün
olarak pekala mutlu olabilirsiniz. Baban da eminim gelir peşinizden. Bunun için
önce bana güvenmen gerekiyor."
Mutluluktan söz ederken Kadife'nin gözünü dolduran bir damla yaş yanağına
akıverdi. Ka'yı korkutan bir şekilde gülümserken Kadife gözyaşını avucunun
içiyle çabucak sildi. "Ablamın Kars'tan ayrılacağından emin misin?"
"Eminim," dedi Ka hiç de emin olmadığı halde.
"Çakmağı vermende ve önce beni gördüğünü Lacivert'e söylemende ısrar etmiyorum,"
dedi Kadife mağrur ve hoşgörülü bir prenses edasıyla. "Ama başımı açınca
Lacivert'in serbest bırakılacağından kesinlikle emin olmak istiyorum. Sunay'ın
ya da bir başkasının kefaleti yetmez. Türk Devleti'ni hepimiz biliriz."
"Çok akıllısın Kadife. Kars'ta mutluluğu en çok hak eden insan sensin!" dedi Ka.
Bir an "bir de Necip'ti" demek geldi içinden, ama hemen unuttu onu. "Çakmağı da
ver bana. Belki bir punduna ğetirirsem Lacivert'e veririm. Ama güven bana."
315
-Arabulucu-
Kadife ona çakmağı uzatırken beklenmedik bir şekilde birbirlerine sarıldılar.
Kadife'nin ablasınınkinden çok daha narin ve hafif gövdesini ellerinin içinde
bir an şefkatle hissetti Ka, onu öpmemek için kendini tuttu. Aynı anda kapı
hızla vurulunca "iyi ki tuttum kendimi" diye düşündü.
Kapıdaki lpek'ti, bir askerî aracın Ka'yı almak için geldiğini söyledi. Odada
olup bitenleri anlamak için Ka ile Kadife'nin gözlerinin içine yumuşacık ve
düşünceli bakışlarıyla uzun uzun baktı. Ka onu öpmeden çıktı. Koridorun sonunda
suçluluk ve zafer duygularıyla geri dönüp baktığında iki kardeşin birbirine
sarıldıklarım gördü.
316
35
Ben kimsenin ajanı değilim
Ka İLE LACİVERT HÜCREDE
Koridorun ucunda birbirine sarılmış Kadife ile İpek'in hayali Ka'yı uzun bir
süre terk etmedi. Şoförün yanında oturduğu askerî araç Atatürk Caddesi'yle
Halitpaşa Caddesi'nin köşesinde, Kars'taki tek trafik ışığının karşısında
durunca Ka, yüksek koltuğundan, hemen az ötedeki eski Ermeni evinin ikinci
katında temiz havaya açılmış boyasız bir pencere kanadıyla, hafif rüzgârda
kıpırdanan bir perdenin aralığından içeride yapılan gizli bir siyasi toplantının
bütün ayrıntılarını bir anda sıkı bir röntgenci gibi gördü ve telaşlı ve beyaz
bir kadın eli perdeyi çekip pencereyi öfkeyle kaparken aydınlık odada ne olup
bittiğini şaşırtıcı bir doğrulukla tahmin etti: Kars'taki Kürt milliyetçilerinin
önde gelen iki tecrübeli militanı, ağabeyi dün geceki baskınlarda öldürülmüş ve
şimdi vücuduna sarılan Gazo marka sargı bezleri nedeniyle sobanın yanıbaşında
buram buram terlemekte olan bir çaycı çırağını Faikbey Cadde-si'ndeki emniyet
müdürlüğüne yan kapıdan girip üzerindeki bombayı patlatmasının çok kolay
olacağına ikna etmeye çalışıyorlardı. Ka'nın tahminlerinin aksine ne sözkonusu
emniyet müdürlüğüne ne de daha ilerideki Milli Emniyet'in Cumhuriyet'in ilk
yıllarından kalma gösterişli merkezine sapan askeri kamyon Atatürk Caddesi'nden
hiç ayrılmadan, Faikbey Caddesi'ni geçip şehrin tam merkezindeki askerî
karargâha girdi. 1960'larda şehrin mer-
317
kezinde büyük bir park olması tasarlanan bu arazi, 1970'teki askerî darbeden
sonra duvarlarla çevrilmiş, sıkıntılı çocukların cılız kavak ağaçlan arasında
bisiklete bindiği askerî lojmanlara, yeni kumandanlık binaları ve eğitim
sahalarıyla kaplı bir merkeze dönüştürülmüş, böylece Puşkin'in Kars yolculuğunda
kaldığı ev ile, ondan kırk yıl sonra çarın Kazak süvarileri için yaptırdığı
ahırlar da -askerlere yakın Hüryurt gazetesinin de yazdığı gibi- yıkımdan
kurtulmuştu.
Lacivert'in tutulduğu hücre bu tarihî ahırların hemen bitişiğin-deydi. Askerî
kamyon, Ka'yı, ihtiyar bir iğde ağacının karın ağırlığıyla esnemiş dalları
altındaki eski ve sevimli bir kagir binanın önünde bıraktı. İçeride Ka'nın MİT
görevlisi olduklarını doğru olarak sezdiği iki kibar adam, ellerindeki Gazo
sargı bezi rulosuy-la Ka'nın göğsüne 1990'h yıllara göre ilkel sayılacak bir ses
kayıt aracı sardılar ve çalışma düğmesini gösterdiler. Bir yandan da, aşağıdaki
tutuklunun buraya düşmesine üzülüyormuş da ona yardım etmek istiyormuş gibi
hareket etmesini, işlediği, örgütlediği cinayetleri itiraf ettirip teybe
kaydetmesini hiç de alaycı olmayan bir edayla tembihliyorlardı. Ka bu adamların
kendisinin buraya yollanmasındaki asıl nedeni bilmediğini hiç düşünmedi.
Çar zamanında Rus süvarilerinin karargâhı olarak kullanılan küçük kagir yapının
taştan soğuk bir merdivenle inilen alt katında, disiplinsizlik yapanların
cezalandırıldığı penceresiz, büyükçe bir hücre vardı. Cumhuriyet döneminde bir
ara küçük bir depo, 1950'lerde de atom saldırısında kullanılacak örnek bir
sığınak olarak değerlendirilen bu hücreyi Ka tahmin ettiğinden çok daha temiz ve
rahat buldu.
Oda, bölge başbayii Muhtar'ın iyi geçinmek için bir zamanlar askeriyeye hediye
ettiği elektrikli bir Arçelik ısıtıcıyla çok iyi ısıtılmasına rağmen Lacivert
uzanıp kitap okuduğu yatakta üzerine temiz bir asker battaniyesi çekmişti. Ka'yı
görünce yataktan çıktı, bağları alınmış ayakkabılarını giyip resmî bir havayla
ama gene de gülümseyerek elini sıktı ve iş konuşmaya hazır birinin
kararlılığıyla kenardaki formika masayı işaret etti. Küçük masanın iki ucundaki
iki sandalyeye oturdular. Ka masanın üzerinde ağzına kadar izmaritle dolu çinko
bir küllük görünce cebinden Marlbo-
318
( nuureucro'yu
çıkarıp Lacivert'e verdi, rahatının yerinde gözüktüğünü söyledi. Lacivert
işkence görmediğini söyledi ve kibritiyle önce Ka'nın, sonra kendi sigarasını
yaktı. "Bu sefer kimin için casusluk ediyorsunuz efendim?" diye sordu sevimli
bir şekilde gülümseyerek.
"Casusluğu bıraktım," dedi Ka. "Artık arabuluculuk ediyorum." "O daha da beter.
Casuslar para karşılığında çoğu işe yaramaz ıvır zıvır bilgi taşır. Arabulucular
ise tarafsızlık pozuyla işlere ukalaca burnunu sokar. Senin çıkarın nedir?" "Bu
berbat Kars şehrinden sağ salim çıkmak." "Batı'dan casusluk etmeye gelmiş bir
ateiste bu güvenceyi bugün ancak Sunay verebilir."
Böylece Lacivert'in Serhat Şehir Gazetesi'nin son sayısını görmüş olduğunu
anladı Ka. Lacivert'in bıyık altından gülüşünden nefret etti. Acımasızlığından o
kadar şikâyet ettiği Türk Devleti'-nin eline -üstelik de iki cinayet dosyasıyla
birlikte- düştükten sonra bu şeriatçı militan nasıl bu kadar neşeli ve sakin
olabiliyordu? Ka üstelik şimdi Kadife'nin neden ona bu kadar âşık olduğunu da
anlayabiliyordu. Lacivert'i bu sefer her zamankinden daha yakışıklı bulmuştu.
"Arabuluculuk konusu ne?"
"Senin serbest bırakılman," dedi Ka ve sakin bir şekilde Su-nay'ın önerisini
özetledi. Kadife'nin başını açarken peruk takabileceğini ya da diğer canlı yayın
hilelerini pazarlık payı bırakmak için hiç açmadı. Şartların ağırlığını
anlatırken ve Sunay'ı sıkıştıran acımasızların Lacivert'i ilk fırsatta asmak
-
aysyzgije
12 years ago
- isteyeceklerini söylerken bir zevk aldığını hissettiği ve bu yüzden bir suçluluk
duyduğu için Sunay'ın çatlağın teki olduğunu, karlar eriyip yollar açılınca her
şeyin normale döneceğini ekledi. Daha sonra bunu MİT görevlilerinin hoşuna
gidecek bir şey olsun diye söyleyip söylemediğini soracaktı kendine.
"Gene de benim tek kurtuluş çaremin Sunay'ın kafasındaki çatlak olduğu
anlaşılıyor," dedi Lacivert. "Evet."
"Söyle ona o zaman: Önerisini reddediyorum. Sana da buraya kadar gelip zahmet
ettiğin için teşekkür ediyorum."
319
Ka bir an Lacivert'in ayağa kalkıp, elini sıkıp kendisini kapı dışarı edeceğini
sandı. Bir sessizlik oldu.
Lacivert sandalyesinin arka ayakları üzerinde huzurla yaylanıyordu.
"Arabuluculuk işini başaramadığın için bu berbat Kars şehrinden sağ salim
kurtulamazsan bu benim yüzümden değil, senin boşboğazlık edip ateistliğinle
övünmen yüzünden olacak. Bu ülkede insan ancak arkasına askerleri alırsa
ateistliğiyle gururlanabilir."
"Ateistliğiyle gururlanan biri değilim." "İyi o zaman."
Gene sustular ve sigaralarını içtiler. Ka çekip gitmekten başka yapacak hiçbir
şeyi olmadığını hissetti. "Ölümden korkmuyor musun?" diye sordu sonra.
"Bu bir tehditse: Korkmuyorum. Arkadaşça bir meraksa: Evet, korkuyorum. Ama bu
zalimler ne yapsam beni asar artık. Yapacak bir şey yok."
Lacivert Ka'yı kahreden tatlı bir bakışla gülümsedi. Bakışları, "bak, ben senden
çok daha zor bir durumdayım, ama gene de senden daha rahatım!" diyordu. Ka kendi
telaş ve huzursuzluğunun İpek'e âşık olduğundan beri karnında tatlı bir ağrı
gibi taşıdığı mutluluk umuduyla ilişkili olduğunu utançla hissetti. Lacivert'in
hiç mi böyle bir umudu yoktu? "Dokuza kadar sayacağım ve kalkıp gideceğim," dedi
kendine. "Bir, iki..." Beşe gelince eğer Lacivert'i kandıramazsa, İpek'i de
Almanya'ya götüremeyeceğine karar vermişti.
Bir ilhamla bir süre havadan sudan söz etti. Çocukluğunda gördüğü bir siyah
beyaz Amerikan filmindeki bahtsız arabulucudan, Asya Oteli'nde yapılan
toplantıdan çıkan bildirinin -çekidüzen verilirse- Almanya'da
yayınlanabileceğinden, insanların hayatlarında bir inat, anlık bir tutku uğruna
yanlış kararlar alıp sonra çok pişman olabileceklerinden, mesela kendisinin de
lisedeyken böyle bir öfkeyle basketbol takımını terk edip bir daha geri
dönmediğinden, o gün Boğaz kıyısına inip uzun uzun denizi seyrettiğinden,
İstanbul'u ne kadar da çok sevdiğinden, bahar akşamüstleri Bebek koyunun ne
kadar güzel olduğundan, başka pek çok şeyden söz etti. Soğukkanlı bir ifadeyle
kendisine bakan Laci-
320
nucreaevert'in
bakışlarından ezilmemeye ve hiç susmamaya çalışıyor, bu da bütün bu
görüşmeyi idamdan önceki son görüşmeye benzetiyordu.
"istedikleri en olmadık şeyleri yapsak bile verdikleri sözü tutmaz bunlar," dedi
Lacivert. Masanın üzerindeki bir deste kâğıtla kalemi gösterdi. "Bütün hayat
hikâyemi, suçlarımı, anlatmak istediğim her şeyi yazmamı istiyorlar benden. O
zaman iyi niyet görürlerse pişmanlık yasasıyla belki beni affederlermiş. Bu
yalanlara kanıp son günlerinde davalarından dönen, bütün hayatlarına ihanet eden
budalalara hep acıdım. Ama madem ölüyorum, benden sonrakiler hakkımda doğru biriki
şey öğrensin isterim." Masanın üzerindeki yazılı kâğıtlardan birini çekti.
Yüzüne Alman gazetelerine demeç verirken gelen aşırı ciddi ifade geldi:
"İdamımın sözkonusu olduğu yirmi şubat tarihinde bugüne kadar siyaset gereği
yaptığım hiçbir şeyden pişman olmadığımı söylemek isterim. İstanbul
Defterdarlığı'ndan emekli, kâtip bir babanın ikinci çocuğuyum. Çocukluğum ve
gençliğim gizlice bir Cer-rahi tekkesine devam eden babamın alçakgönüllü ve
sessiz dünyasında geçti. Gençliğimde ona isyan edip dinsiz bir solcu oldum,
üniversitedeyken militan gençlerin peşine takılıp Amerikan uçak gemisinden çıkan
denizcileri taşladım. O sırada evlendim, ayrıldım; bir buhran geçirdim. Yıllarca
kimseye gözükmedim. Elektronik mühendisiyim. Batı'ya duyduğum öfke yüzünden İran
devrimine saygı duydum. Tekrar Müslüman oldum. İmam Humey-ni'nin 'bugün İslam'ı
korumak, namaz kılmak ve oruç tutmaktan çok daha önemlidir' fikrine inandım.
Frantz Fanon'un şiddet üzerine yazdıklarından, Seyyid Kutub'un zulmün karşısında
hicret etmek ve yer değiştirmek konusundaki fikirlerinden ve Ali Şeri-ati'den
ilham aldım. Askerî darbeden kaçmak için Almanya'ya sığındım. Geri döndüm.
Grozni'de Çeçenlerle birlikte Ruslara karşı savaşırken aldığım yaradan dolayı
sağ ayağım aksar. Sırp kuşatması sırasında Bosna'ya gittim, orada evlendiğim
Boşnak kızı Merzuka benimle birlikte İstanbul'a gelmiştir. Siyasi faaliyetlerim
ve hicret fikrine inancım yüzünden hiçbir şehirde iki haftadan uzun kalamadığım
için ikinci karımdan da ayrıldım. Beni Çeçe-nistan ve Bosna'ya götüren Müslüman
gruplarla ilişkimi kestikten
321
-ı\a lie Lacıven nucreaesonra
Türkiye'yi karış karış dolaştım. İslam düşmanlarının gerekirse
öldürülmesine inanmama rağmen bugüne kadar kimseyi ne öldürdüm ne de öldürttüm.
Kars eski belediye başkanını şehirdeki faytonlan kaldırmak istemesine kızan
meczup bir Kürt arabacı öldürmüştür. Ben Kars'a intihar eden genç kızlar
yüzünden geldim. İntihar en büyük günahtır. Ölümümden sonra şiirlerim benden
yadigâr kalsın, yayımlansın isterim. Hepsi Merzuka'dadır. Bu kadar."
Bir sessizlik oldu.
"Ölmek zorunda değilsin," dedi Ka. "Ben bunun için buradayım."
"O zaman bir başka şey anlatacağım," dedi Lacivert. Dikkatle dinlendiğinden
emin, yeni bir sigara yaktı. Ka'nm böğründe hamarat bir ev kadını gibi sessiz
sessiz çalışmakta olan kayıt cihazının farkında mıydı?
"Münih'teyken cumartesi geceleri saat on ikiden sonra ucuza çift film gösteren
bir sinema vardı, oraya giderdim," dedi Lacivert. "Cezayir'de Fransızların
yaptığı zulmü gösteren Cezayir Savaşı diye bir film çekmiş bir İtalyan vardır,
onun son filmi Queimada'yi gösterdiler. Film Atlantik'te şekerkamışı
yetiştirilen bir adada İngiliz sömürgecilerin çevirdiği dümenleri, ayarladığı
devrimleri gösteriyor. Önce bir zenci lider bulup Fransızlara karşı bir isyan
çıkartıyorlar, sonra da adaya yerleşip duruma el koyuyorlar. Siyahlar ilk
isyanın başarısızlığı üzerine bir kere daha, bu sefer İngilizlere karşı
ayaklanıyor, ama İngilizler bütün adayı yakınca yeniliyorlar. Bu iki isyanın
zenci lideri yakalanmış, bir sabah asılmak üzere. Tam o sırada ta baştan onu
bulan, isyana kışkırtan, yıllar boyunca her şeyi ayarlayan, en son da
İngilizlerin hesabına ikinci isyanı bastıran Marlon Brando zencinin tutsak
edildiği çadıra giriyor ve iplerini kesip onu serbest bırakıyor." "Niye?"
Biraz sinirlendi Lacivert. "Niye olacak... Asılmasın diye! Eğer aşılırsa
zencinin bir efsane olacağını, yerlilerin yıllarca onun adını isyan bayrağı
edeceklerini çok iyi biliyor. Ama zenci, Marlon'un ipleri bu yüzden kestiğini
anladığı için serbest bırakılmayı reddediyor ve kaçmıyor."
322
"Astılar mı onu?" diye sordu Ka.
"Evet ama asılısı gösterilmiyor," dedi Lacivert. "Onun yerine senin şimdi bana
yaptığın gibi, zenciye özgürlük öneren ajan Marlon Brando'nun tam adayı terk
etmek üzereyken yerlilerden biri tarafından bıçaklanarak öldürülüşü
gösteriliyor."
"Ben ajan değilim!" dedi Ka denetleyemediği bir alınganlığa sürüklenerek.
"Ajan kelimesine takılmasın aklın: Ben de İslam'ın ajanıyım."
"Ben kimsenin ajanı değilim," dedi Ka alınganlığından bu sefer sıkılmadan.
"Yani bu Marlboro'nun içine, beni zehirleyecek, irademi gevşetecek özel bir ilaç
bile koymadılar mı? Amerikalıların dünyaya verdikleri en iyi şey kırmızı
Marlboro'dur. Hayatımın sonuna kadar Marlboro içebilirim."
"Makul davranırsan, bir kırk yıl daha Marlboro içebilirsin!"
"Ajan derken işte bunu kastediyorum," dedi Lacivert. "Ajanların bir işi de
insanın aklını çelmektir."
"Yalnızca sana burada, bu eli kanlı, gözü dönmüş faşistlerce öldürülmenin çok
akılsızca olduğunu söylemek istiyorum. Ayrıca adın kimse için bayrak filan da
olmaz. Bu kuzu millet dinine bağlıdır ama en sonunda dinin değil devletin
buyurduğunu yapar. Bütün o isyancı şeyhlerin, din elden gidiyor diye ayağa
kalkanların, İran'da yetişmiş militanların, eğer Saidi Nursi gibi biraz namları
yürümüşse geriye mezarları bile kalmaz. Bu ülkede adı bir gün bayrak olabilecek
dinî önderlerin cesetleri bir uçağa konur ve belirsiz bir yerden denize
atılıverir. Bilirsin bütün bunları. Bat-man'da Hizbullahçıların ziyaretgâha
dönüşen mezarları bir gecede kayboldu. Nerede şimdi o mezarlar?"
"Milletin kalbinde."
"Boş laf, bu milletin yalnızca yüzde yirmisi İslamcılara oy veriyor. O da ılımlı
bir partiye."
"Ilımlıysa niye korkup askerî darbe yapıyorlar, bunu da söyle o zaman! Senin
tarafsız arabuluculuğun işte bu kadar."
"Ben tarafsız bir arabulucuyum." Ka içgüdüyle sesini yükseltti.
"Değilsin. Sen bir Batı ajanısın. Avrupalıların azat kabul etmez kölesisin ve
bütün gerçek köleler gibi köle olduğunu bile bilmi-
323
-ı\a ne Lacivert nucreaeyorsun.
Nişantaşı'nda biraz Avrupalılaşıp halkın dinini ve geleneğini içtenlikle
küçümsemeyi öğrendiğin için kendini bu milletin efendisi gibi görüyorsun. Sence
bu ülkede iyi ve ahlaklı olmanın yolu dinden, Allah'tan, milletin hayatını
paylaşmaktan değil, Ba-tı'yı taklit etmekten geçiyor. İslamcılara ve Kürtlere
yapılan zulme karşı bir iki söz edersin belki, ama yüreğin gizliden gizliye
askerî darbeye onay veriyor."
"Şunu da ayarlayabilirim sana: Kadife başörtüsünün altına peruk takar, böylece
başını açınca kimse saçlarım görmez."
"Bana şarap içiremezsiniz!" diye sesini yükseltti Lacivert. "Ben ne Avrupalı
olacağım, ne de taklitçisi. Ben kendi tarihimi yaşayacağım ve kendim olacağım.
İnsanın Avrupalıları taklit etmeden, onların kölesi olmadan da mutlu
olabileceğine inanıyorum. Batı hayranlarının bu milleti küçümsemek için sık sık
söyledikleri bir lafı vardır ya hani: Batılı olmak için kişinin önce birey
olması lazım ama Türkiye'de birey yok derler ya. İdamımın anlamı da budur. Ben
birey olarak Batılılara karşı çıkıyorum, bir birey olduğum için onları taklit
etmeyeceğim."
"Sunay bu oyuna o kadar inanıyor ki, şunu da ayarlayabilirim. Millet Tiyatrosu
boş olacak. Canlı yayın kamerası Kadife'nin başörtüsüne uzanan ellerini
gösterecek ilk. Sonra bir montaj hilesiy-le, başını açan başka birinin saçları
gözükecek."
"Beni kurtarmak için bu kadar çok çırpınman da şüpheli."
"Çok mutluyum ben," dedi Ka yalan söyleyen biri gibi suçluluk duyarak.
"Hayatımda hiç bu kadar mutlu olmamıştım. O mutluluğu korumak istiyorum."
"Nedir seni mutlu eden şey?"
Daha sonra çok düşüneceği gibi: "Çünkü şiir yazıyorum," demedi Ka. "Çünkü
Allah'a inanıyorum," da demedi. Bir hamlede "Çünkü âşık oldum!" dedi. "Sevgilim
benimle Frankfurt'a gelecek." Aşkını ilgisiz birine açabildiği için bir an
sevinç duydu.
"Sevgilin kim?"
"Kadife'nin ablası İpek."
Lacivert'in yüzünün karıştığını gördü Ka. Bir an coşkuya kapıldığı için hemen
pişman oldu. Bir sessizlik başladı.
Lacivert bir Marlboro daha yaktı. "İnsanın idama giden birisiyle
324
-Ka ile Lacivert Hücrede -
paylaşmak isteyecek kadar mutlu olması Allah'ın bir lütfudur. Farzet ki ben bu
mutluluğun zedelenmeden şehirden kurtulasın diye getirdiğin teklifleri kabul
ettim, Kadife de ablasının mutluluğu bozulmasın diye onurunu zedelemeyecek
münasip bir şekilde oyunda yerini aldı; sözlerini tutup beni serbest
bırakacakları ne malum?"
"Bunu söyleyeceğini biliyordum!" dedi Ka heyecanla. Bir an sustu. Parmağını
dudaklarına götürüp Lacivert'e "sus ve dikkat" anlamında bir işaret yaptı.
Ceketinin düğmelerini çözdü, kazağının üzerinden göstere göstere ses kayıt
aracını durdurdu. "Ben kefil olurum, önce seni bırakırlar," dedi. "Kadife de sen
saklandığın yerden kendisine serbest bırakıldığın haberini gönderdikten sonra
çıkar sahneye. Ama durumu Kadife'ye kabul ettirebilmek için önce senin bu
anlaşmaya razı olduğunu söyleyen bir mektubu yazıp bana teslim etmen gerek."
Bütün bu ayrıntıları o anda düşünüyordu. "İstediğin koşullarda ve istediğin
yerde bırakılmanı sağlayacağım," diye fısıldadı. "Yollar açılıncaya kadar
kimsenin bulamayacağı bir yerde gizlenirsin. Bunun için de bana güven."
Lacivert masanın üzerindeki kâğıtlardan birini uzattı. "Buraya Kadife'nin
şerefini lekelemeden başını açıp sahneye çıkması karşılığında benim serbest
bırakılmam ve Kars şehrinden salimen çıkabilmem için sen Ka'nın arabulucu ve
kefil olduğunu yaz. Sözünü tutmazsan ve ben de oyuna getirilirsem kefilin cezası
ne olsun?"
"Senin başına ne gelirse, benim başıma da o gelsin!" dedi Ka.
"Öyle yaz o zaman."
Ka da ona bir kâğıt uzattı. "Sen de bu söylediğim anlaşmaya razı olduğunu,
Kadife'ye anlaşma haberinin benim tarafımdan iletileceğini, kararı Kadife'nin
vereceğini yaz. Kadife razı olursa, olduğunu bir kâğıda yazıp imzalar ve sen de
o başını açmadan önce uygun bir şekilde serbest bırakılırsın. Bunları yaz.
Nerede ve nasıl serbest bırakılacağını ise benimle değil, bu iş için daha çok
güveneceğin bir başkasıyla çöz. Bu konuda rahmetli Necip'in kankar-deşi Fazıl'ı
öneririm."
"Kadife'ye âşık olup mektuplar yollayan çocuk mu?"
"O Necip'ti, öldü. Allah'ın yolladığı özel bir insandı," dedi Ka. "Fazıl da onun
gibi iyi bir insan."
325
-Ka ile Lacivert Hücrede -
"Sen öyle diyorsan güvenirim," dedi Lacivert ve önündeki kâğıda yazmaya başladı.
İlk Lacivert bitirdi yazısını. Ka kendi kefalet yazısını bitirince Lacivert'in o
hafif alaycı bakışıyla gülümsediğini gördü ama aldırmadı. İşleri yoluna koyduğu,
şehirden İpek ile çıkabileceği için olağanüstü mutluydu. Sessizce kâğıtları
değiştirdiler. Ka verdiği kâğıdı Lacivert'in okumadan katlayıp cebine koyduğunu
gördüğü için kendisi de öyle yaptı ve Lacivert'in göreceği bir hareketle
düğmesine basıp ses kayıt aletini yeniden çalıştırdı.
Bir sessizlik oldu. Ka teybi kapamadan en son söylediği sözleri hatırladı. "Bunu
söyleyeceğini biliyordum," dedi. "Ama taraflar birbirlerine karşı bir güven
beslemezlerse hiçbir anlaşma yapılamaz. Devletin sana vereceği söze sadık
kalacağına inanman lazım."
Birbirlerinin gözlerinin içine bakarak gülümsediler. Daha sonra, yıllar boyunca
o ânı her düşünüşünde Ka kendi mutluluğunun Lacivert'in öfkesini görmesine engel
olduğunu pişmanlıkla hissedecek, bu öfkeyi sezseydi şu soruyu sormayacağını
düşünecekti:
"Kadife bu anlaşmaya uyar mı?"
"Uyar," diye cevap verdi Lacivert gözlerinden hiddet fışkırarak.
Biraz daha sustular.
"Madem beni hayata bağlayacak bir anlaşma yapmak istiyorsun, bana mutluluğundan
söz et," dedi Lacivert.
"Hayatta hiç kimseyi böyle sevmedim," dedi Ka. Sözlerini saf ve budalaca
buluyordu ama gene de söyledi. "Benim için hayatta lpek'ten başka mutluluk
imkânı da yoktur."
"Mutluluk nedir?"
"Bütün bu yokluğu, ezikliği unutabileceğin bir dünya bulmak. Birisini bütün bir
dünya gibi tutabilmek..." dedi Ka. Daha söyleyecekti ama Lacivert ayağa kalktı
birden.
"Satranç" adlı şiir Ka'nın aklına o an gelmeye başladı. Ayaktaki Lacivert'e bir
bakış attı, cebinden defterini çıkardı ve hızla yazmaya başladı. Şiirin mutluluk
ve iktidardan, bilgelik ve hırstan söz eden mısralarını kaleme alırken Lacivert
ne olup bittiğini anlamaya çalışarak Ka'nın omuzunun üzerinden kâğıda bakıyordu.
Ka bu bakışı içinde hissetti, daha sonra bu bakışın ima ettiği şeyi şiire
326
ue Lacivert Hucredekoymakta
olduğunu gördü. Şiiri yazan kendi eline bir başkasının eli gibi
bakıyordu. Lacivert'in bunu fark edemeyeceğini anladı; hiç olmazsa elini hareket
ettiren bir başka güç olduğunu hissetsin istedi. Ama Lacivert, yatağın kenarına
oturmuş, gerçek bir idam mahkûmu gibi, asık suratla sigara içiyordu.
Daha sonra sık sık düşüneceği, anlayamadığı bir çekime kapılarak Ka ona gene
yüreğini açmak istedi.
"Yıllardır şiir yazamadım," dedi. "Şimdi Kars'ta şiire giden bütün yollar
açıldı. Burada içimde hissettiğim Allah sevgisine bağlıyorum bunu."
"Seni kırmak istemem ama seninkisi Batı romanlarından çıkma bir Allah sevgisi,"
dedi Lacivert. "Burada Allah'a bir Avrupalı gibi inanırsan gülünç olursun. O
zaman inandığına da inanamaz insan. Bu ülkeye ait değilsin, sanki Türk değilsin.
Önce herkes gibi olmayı dene, sonra inanırsın Allah'a."
Ka sevilmediğini derinden hissetti. Masadaki kâğıtlardan birkaç tanesini
katlayıp aldı. Kadife'yi ve Sunay'ı bir an önce görmesi gerektiğini söyleyerek
hücrenin kapısını vurdu. Kapı açılınca Lacivert'e dönüp Kadife'ye özel bir
mesajı olup olmadığını sordu. Lacivert gülümsedi: "Dikkat et," dedi. "Kimse
öldürmesin seni."
327
36
Gerçekten ölmeyeceksiniz değil mi efendim?
HAYAT İLE OYUN, SANAT İLE SİYASET ARASINDA PAZARLIK
Yukarı kattaki MİT görevlileri kayıt cihazını göğsüne yapıştıran bandajları
kıllarını kopararak ağır ağır gözerlerken Ka bir içgüdüyle onların alaycı ve
işbilir havalarına uydu ve Lacivert'i kü-çümsedi. Böylelikle onun kendisine
karşı takındığı düşmanca tavır üzerinde durmadı hiç.
Askerî kamyonun şoförüne otele gidip kendisini beklemesini söyledi. Yanında iki
koruma eri, garnizonu boydan boya yürüyerek geçti. Subay lojmanlarının açıldığı
karlar altındaki geniş meydanda, kavak ağaçlarının altında gürültücü erkek
çocukları kartopu oynuyorlardı. Kenarda Ka'ya ilkokul üçteyken alman kırmızı
siyah yünlü paltoyu hatırlatan bir palto giymiş incecik bir kız, az ötede iri
bir kartopunu yuvarlayan iki arkadaşıyla kardan adam yapıyordu. Hava pırıl
pırıldı ve güneş yorucu fırtınadan sonra ilk defa etrafı biraz olsun ısıtmaya
başlamıştı.
Otelde hemen İpek'i buldu. Mutfaktaydı, üzerinde bir zamanlar Türkiye'deki bütün
liseli kızların giydiği bir jile ve önlük vardı. Ka mutlulukla baktı ona,
sarılmak istedi ama yalnız değillerdi: Sabahtan beri olup bitenleri özetledi,
hem kendileri için, hem de Kadife için işlerin iyi gittiğini anlattı. Gazete
dağıtılmıştı, ama öldürülmekten korkmadığını söyledi! Daha da konuşacaklardı ki
Zahide mutfağa girdi ve kapıdaki iki koruma erinden söz etti.
328
_----------------naycu ne uyun, janaı ne iıyaset Arasında Pazarlık--------------
-----
ipek onları içeri almasını ve çay vermesini söyledi. Ka ile kaşla göz arasında
yukarıda odasında buluşmak için sözleştiler.
Ka odasına çıkar çıkmaz paltosunu asıp, tavana bakarak İpek'i beklemeye başladı.
Konuşmaları gereken pek çok şey olduğundan İpek'in hiç naz yapmadan geleceğini
çok iyi bilmesine rağmen kısa süre içinde kötümserliğe kaptırdı kendini. Önce
ipek'in babasıyla karşılaştığı için gelemediğini hayal etti; daha sonra gelmek
istemediğini korkuyla düşünmeye başladı. Kamından bütün gövdesine zehir gibi
yayılan o ağrıyı gene duydu. Başkalarının aşk acısı dediği şey buysa eğer,
mutluluk verici hiçbir şey yoktu onda. İpek'e olan aşkı derinleştikçe bu
güvensizlik ve kötümserlik buhranlarının daha da çabuk başladığının farkındaydı.
Aşk diye sözünü ettikleri şeyin bu güvensizlik duygusu, bu aldatılma ve hayal
kırıklığına uğrama korkusu olduğunu düşündü, ama herkes bundan bir yenilgi ve
sefalet gibi değil de, olumlu, hatta zaman zaman gurur duyulan bir şey gibi söz
ettiğine göre kendi durumu biraz değişik olmalıydı. Daha kötüsü, bekledikçe
paranoyakça düşüncelere (ipek gelmiyor, İpek aslında zaten gelmek istemiyor,
İpek bir dolap çevirmek ya da gizli bir amaç için geliyor, hepsi -Kadife, Turgut
Bey ve ipek- aralarında konuşuyorlar ve Ka'yı dışlanması gereken bir düşman gibi
görüyorlar) kapılması kadar, bu düşüncelerin hastalıklı ve paranoyakça olduğunu
da düşünüyor olmasıydı. Aynı anda hem paranoyakça bir düşünceye kendini
kaptırıyor, mesela şimdi İpek'in bir başkasının sevgilisi olduğunu karnı
ağrıyarak düşünüp, gözünün önünden acıyla geçiriyor, hem de aklının bir başka
yanıyla düşündüğü şeyin hastalıklı olduğunu biliyordu. Bazan acısı dinsin,
gözünün önündeki kötü sahneler (mesela İpek şimdi Ka'yı görmekten ve Frankfurt'a
gelmekten caymış olabilirdi) şilinsin diye bütün gücüyle aklının aşkla dengesizleşmemiş
en mantıklı yanını harekete geçirip (beni seviyor tabii, sevmese
niye öyle coşkulu olsun ki) güvensizlikten ve korkutucu düşüncelerden
kurtuluyor, ama bir süre sonra yeni bir endişeyle tekrar zehirleniyordu.
Koridordaki ayak seslerini duyunca bunun ipek değil, İpek'in gelemeyeceğini
söylemeye gelen biri olduğunu düşündü. Kapıda İpek'i görünce hem mutlulukla hem
de düşmanca baktı ona. Tam
329
• Hayat ile Oyun, Sanat ile Siyaset Arasında Pazarlık ¦
on iki dakika beklemişti ve beklemekten yorgundu. İpek'in makyaj yaptığını, ruj
sürdüğünü mutlulukla gördü.
"Babamla konuştum, ona Almanya'ya gideceğimi söyledim," dedi İpek.
Ka aklındaki kötümser resimlere kendini öylesine kaptırmıştı ki ilk anda bir
kırgınlık duydu; İpek'in söylediklerine kendini veremedi. Bu da İpek'te
getirdiği haberlerin sevinçle karşılanmadığı şüphesini doğurdu; dahası bu hayal
kırıklığı ipek'in geri çekilmesine yol açtı. Ama aklının bir başka yanıyla da,
Ka'nm kendisine çok âşık olduğunu, şimdiden kendisine annesinden asla
ayrılamayacak beş yaşında çaresiz bir çocuk gibi bağlandığını biliyordu. Ka'nın
kendisini Almanya'ya götürmek istemesinin bir nedeninin artık kendini mutlu
hissettiği evin Frankfurt'ta olması kadar, hatta daha çok, orada bütün gözlerden
uzakta İpek'e bütünüyle ve güvenle sahip olabilme umudu olduğunu da biliyordu.
"Canım, senin neyin var?"
Ka daha sonraki yıllarda aşk acısıyla kıvranırken İpek'in bu soruyu soruşundaki
yumuşaklığı ve tatlılığı binlerce defa hatırlayacaktı. Aklındaki bütün
endişeleri, terk edilme korkusunu, gözünün önünden geçirdiği en korkunç
sahneleri İpek'e tek tek anlattı. "Aşk acısından peşinen bu kadar korktuğuna
göre bir kadm sana çok acı çektirmiş olmalı."
"Biraz acı çektim, ama senin bana çektirebileceğin acı şimdiden korkutuyor."
"Hiç çektirmeyeceğim sana acı," dedi İpek. "Sana âşığım, seninle Almanya'ya
geleceğim, her şey çok iyi olacak."
Bütün gücüyle Ka'ya sarıldı ve Ka'ya inanılmaz gelen bir rahatlıkla seviştiler.
Ka ona sert davranmaktan, bütün gücüyle ona sarılmaktan ve teninin narin
beyazlığından zevk aldı, ama ikisi de sevişmelerinin dün geceki kadar derin ve
şiddetli olmadığının farkındaydılar.
Ka'nm aklı arabuluculuk planlarındaydı. Hayatında ilk defa mutlu olabileceğine,
biraz akıllı davranır Kars'tan sevgilisiyle sağ salim çıkarsa bu mutluluğun
sürekli olabileceğine inanıyordu. Aklı hesap kitapta, pencereden bakıp sigara
içerken yeni bir şiirin gelmekte olduğunu hissedince şaşırdı. İpek sevgi ve
hayretle iz-
330
• Hayat ile Oyun, Sanat ile Siyaset Arasında Pazarlık •
lerken şiiri aklına geldiği gibi hızla yazdı. "Aşk" adlı bu şiiri Ka daha sonra
Almanya'da yaptığı okumalarda altı kere okumuştu. Dinleyenler, bana şiirde
anlatılan aşkın sevgiden çok huzur ve yalnızlık ya da güven ve korku arasındaki
gerilimlerden, bir kadına duyulan özel ilgi kadar (bu kadının kim olduğunu daha
sonra yalnızca bir kişi sordu bana) Ka'nın hayatının anlayamadığı
karanlıklarından kaynaklandığını söylediler. Oysa Ka'nın daha sonra bu şiiri
hakkında tuttuğu notlann çoğu İpek ile hatıralarından, ona duyduğu özlemden,
onun kıyafetleri ve hareketlerinin küçük yan anlamlarından söz ediyordu. Onu ilk
görüşümde İpek'ten bu kadar etkilenmemin bir nedeni de bu notlan defalarca
okumuş olmamdır.
İpek aceleyle giyinip kardeşini yollayacağını söyleyip çıktıktan hemen sonra
Kadife geldi. Ka iri gözleri açılmış Kadife'nin telaşını yatıştırmak için merak
edilecek bir şey olmadığını, Lacivert'e kötü davranılmadığını anlattı.
Lacivert'i anlaşmaya ikna edebilmek için çok dil döktüğünü, onun çok cesur biri
olduğuna inandığını söyledi ve daha önceden hazırladığı bir yalanın
ayrıntılarını ani bir ilhamla geliştirmeye başladı: Daha zorunun Lacivert'i
Kadife'nin bu anlaşmayı kabul ettiğine ikna etmek olduğunu söyledi ilk.
Lacivert'in kendisiyle yapılan anlaşmanın Kadife'ye yapılmış bir saygısızlık
olduğunu, ilk Kadife ile konuşulması gerektiğini söylediğini anlattı, ve
Kadifecik kaşlarını kaldırırken bu yalana derinlik ve hakikilik verebilmek için
Lacivert'in bu sözünün samimi olmadığını düşündüğünü söyledi. Bu noktada,
numaradan da olsa Kadife'nin onuru için Lacivert'in kendisiyle uzun bir süre
çekiştiğini, "anlaşmayı yan cebime koy" havasıyla yapıyor bile olsa bunun (yani
bir kadının kararına gösterdiği saygının) Lacivert için olumlu bir şey olduğunu
ekledi. Ka hayatta tek gerçeğin mutluluk olduğunu geç de olsa öğrendiği bu aptal
Kars kentinde, kendilerini saçmasapan siyasi kavgalara vermiş bu bahtsız
insanlara bu yalanları zevkle kıvırdığı için şimdi memnundu. Ama bir yandan da
kendisinden çok cesur ve fedakâr bulduğu Kadife'nin bu yalanlan yuttuğunu,
sonunda mutsuz olacağını sezdiği için de kederleniyordu. Bu yüzden son bir
zararsız yalanla hikâyesini kesti: Lacivert'in Kadife'ye fısıldayarak selam
331
---------------------Hayat ile uyun, ianat lie iıyaset Arasınaa Kazarım
söylediğini ekledi ve anlaşmanın ayrıntılarını ona bir kere daha tekrarlayıp
fikrini sordu.
"Başımı bildiğim gibi açacağım," dedi Kadife. Ka bu konuya hiç değinmezse yanlış
yapacağını hissederek La-civert'in Kadife'nin peruk takması ya da benzeri
yollara başvurmasını makul karşıladığını söyledi, ama Kadife'nin öfkelendiğini
görünce sustu. Anlaşmaya göre önce Lacivert salıverilecek, emin bir yere
saklanacak, bundan sonra da Kadife kendi üslubunda başını açacaktı. Kadife
bunları bildiğine ilişkin bir kâğıdı hemen yazıp imzalayabilir miydi? Ka,
dikkatle okusun ve örnek alsın diye Lacivert'ten aldığı kâğıdı Kadife'ye uzattı.
Lacivert'in el yazısını görmenin bile Kadife'yi duygulandırdığını görünce bir
sevgi geçti ona içinden. Kadife mektubu okurken bir an Ka'ya göstermemeye
çalışarak kâğıdı kokladı. Onun bir kararsızlık geçirdiğini hissettiği için Ka
kâğıdı Sunay'ı ve çevresindeki askerleri Lacivert'i serbest bırakmaya ikna etmek
için kullanacağını söyledi. Askerler ve devlet türban meselesi yüzünden
Kadife'ye öfkeliydiler belki, ama bütün Kars gibi onun mertliğine ve sözüne
inanırlardı. Ka'nm uzattığı temiz kâğıda Kadife hevesle yazmaya başlayınca Ka
bir an onu seyretti. Kasaplar mevkiinde birlikte yürüyerek yıldız falından söz
ettikleri önceki geceden beri Kadife yaşlanmıştı.
Kadife'den aldığı kâğıdı cebine indirdikten sonra Ka Sunay'ı ikna ederse
önlerindeki sorunun serbest bırakılınca Lacivert'in güvenle saklanacağı bir yer
bulmak olduğunu söyledi. Lacivert'i saklamak için Kadife yardıma hazır mıydı?
Kadife vakur bir "evet" işareti yaptı.
"Merak etme," dedi Ka. "Sonunda hepimiz mutlu olacağız." "Doğru olanı yapmak her
zaman insanı mutlu etmiyor!" dedi Kadife.
"Doğru bizi mutlu edecek olandır," dedi Ka. Yakın zamanda Kadife'nin Frankfurt'a
gelip ablasıyla kendisinin mutluluğunu göreceğini hayal ediyordu. İpek,
Kaufhof'tan Kadife'ye şık bir parde-sü alacak, hep birlikte sinemaya gidecekler,
sonra da Kaiserstras-se'deki lokantalardan birinde sosis yiyip bira içeceklerdi.
Kadife'nin hemen arkasından Ka paltosunu giyip aşağı indi, askerî araca bindi.
İki koruma eri htmen arkasında oturuyordu. Ka
332
kiyaset Arasında Pazarlık ¦
tek başına yürürse bir saldırıya uğrayacağını düşünmenin fazla korkaklık olup
olmadığını sordu kendine. Kamyonun şoför yerinden seyrettiği Kars sokakları hiç
de korkutucu değildi. Ellerinde fileleri çarşıya çıkmış kadınları gördü; kartopu
oynayan çocuklara, kaymamak için birbirlerine tutunarak yürüyen ihtiyarlara
bakıp İpek ile Frankfurt'ta sinemada elele tutuşarak film seyredeceklerini hayal
etti.
Sunay, darbeci arkadaşı Albay Osman Nuri Çolak ile birlikteydi. Ka onlarla
mutluluk hayallerinin verdiği iyimserlikle konuştu: Her şeyi ayarladığını,
Kadife'nin oyunda rol almaya ve başını açmaya razı olduğunu, Lacivert'in de
bunun karşılığında serbest bırakılmaya can attığını söyledi. Sunay ve albay ile
aralarında gençliklerinde aynı kitapları okumuş makul insanlara özgü bir anlayış
olduğunu hissetti. Dikkatli, ama hiç de çekingen olmayan bir dille eldeki
meselenin çok kırılgan olduğunu söyledi. "Önce Kadife'nin gururunu okşadım,
sonra da Lacivert'in," dedi. Onlardan aldığı kâğıtları Sunay'a verdi. Sunay
kâğıtları okurken Ka onun daha öğlen olmadan içmiş olduğunu sezdi. Bir an başını
Sunay'ın ağzına yaklaştırarak rakı kokusundan emin oldu.
"Bu herif Kadife sahneye çıkıp başını açmadan önce serbest bırakılmak istiyor,"
dedi Sunay. "Çok uyanık."
"Kadife de aynı şeyi istiyor," dedi Ka. "Çok uğraştım, ama pazarlığı buraya
kadar getirebildim."
"Devlet olarak biz niye inanalım ki onlara?" dedi Albay Osman Nuri Çolak.
"Onlar da devlete inançlarını kaybetmişler," dedi Ka. "Bu güvensizlik sürerse
hiçbir şey olmaz."
"İbret olsun diye aşılabileceği, sonra bunun bir sarhoş tiyatrocu ile kırgın bir
albayın darbesi diye bizlerin üzerine yıkılabileceği Lacivert'in hiç aklına
gelmiyor mu?" dedi albay.
"Ölümden korkmuyormuş gibi davranmayı çok iyi biliyor. Bu yüzden gerçek
düşüncesinin ne olduğunu anlayamıyorum. Asılarak bir aziz, bir bayrak insan
olmak istediğini de ima etti."
"Diyelim ki önce Lacivert'i serbest bıraktık," dedi Sunay. "Kadife'nin sözünü
tutup oyunda oynayacağına nasıl güvenelim?"
"Bir zamanlar hayatını onur ve bir davaya bağlılık üzerine ku-
333
¦ nayax lie uyun,
ı Arasınaa HazarMK -
rup berbat etmiş Turgut Bey'in kızı olduğu için Kadife'nin sözüne en azından
Lacivert'in sözünden daha çok inanabiliriz. Ama şimdi ona Lacivert'i serbest
bıraktığını söylesen, akşam sahneye çıkıp çıkmayacağını kendisi bile
bilmeyebilir. Anlık öfke ve kararlarla yaşayan bir yanı var." "Ne öneriyorsun?"
"Bu askerî darbeyi yalnızca siyaset için değil, güzelliği ve sanatı için de
yaptığınızı biliyorum," dedi Ka. "Sunay Bey'in sanat için siyaset yaptığını da
bütün hayatından çıkarıyorum. Şimdi yalnızca sıradan siyaset yapmak istiyorsanız
Lacivert'i serbest bırakıp tehlikeye girmemeniz gerekir. Ama Kadife'nin bütün
Kars'ın önünde başını açmasının hem sanat hem de çok derin bir siyaset olacağını
da hissediyorsunuzdur."
"Başını açacaksa Lacivert'i bırakırız," dedi Osman Nuri Çolak. "Akşamki oyun
için de bütün şehri toparlarız."
Sunay sarılarak eski askerlik arkadaşını öptü. Albay çıktıktan sonra "Bütün
bunları karıma da söylemeni istiyorum!" diyerek Ka'yı elinden tutup içerideki
bir odaya götürdü. Bir elektrik soba-sıyla ısıtılmaya çalışılan soğuk ve eşyasız
odada Funda Eser gösterişli bir tavırla elindeki metni okuyordu. Ka ile Sunay'm
açık kapıdan kendisini seyrettiklerini gördü, ama istifini hiç bozmadan okumaya
devam etti. Gözlerinin çevresine sürdüğü boyalar, kalın ve ağır ruju, iri
göğüslerinin üstünü gösteren açık kıyafeti ve abartılı jestlerine takılan Ka,
söylediklerine hiç dikkat edemedi onun.
"Kyd'ın İspanyol TrajedisVnde. ırzına geçilen intikamcı kadının trajik nutku!"
dedi Sunay gururla. "Brecht'in Sezuariın îyi tnsa-nı'ndan ve daha çok da benim
hayal gücümden katkılarla değiştirilmiştir. Funda akşam bunu okurken Kadife
Hanım, henüz çıkarmaya cesaret edemediği başörtüsünün kenarıyla gözlerindeki
yaşları silecektir."
"Kadife Hanım hazırsa hemen provalarımıza başlayalım," dedi Funda Eser.
Kadının istekli sesi yalnız bir tiyatro aşkını değil, bir zamanlar Sunay'ın
elinden Atatürk rolünü almak isteyenlerin tekrarladığı lezbiyenlik iddiasını da
hatırlattı Ka'ya. Sunay ihtilalci bir askerden çok, gururlu bir tiyatro
prodüktörü havasıyla Kadife'nin "ro-
334
lü almasının" henüz çözüme kavuşmadığını belirttikten sonra içeriye giren
emireri Serhat Şehir Gazetesi sahibi Serdar Bey'in getirildiğini söyledi. Adamı
karşısında görünce Ka en son yıllar önce Türkiye'deyken kapıldığı bir dürtüye
kapıldı ve yüzüne bir yumruk atmak geçti bir an içinden. Ama çok daha önceden
özenle hazırlandığı belli olan rakıh beyaz peynirli bir sofraya buyur edildiler
ve başkalarının kaderine hükmetmeyi doğal bir şey olarak görmeyi başarmış
iktidar sahiplerine bulaşan bir güven, iç rahatlığı ve acımasızlıkla içki içip
yemek yiyerek dünya işlerinden söz ettiler.
Sunay'ın isteği üzerine Ka, az önce sanat ve siyaset üzerine söylediklerini
Funda Eser'e tekrarladı. Gazeteci Funda Eser'in heyecanla karşıladığı bu sözleri
gazetesinde yazmak için not almak isteyince Sunay kabaca azarladı onu. Önce
gazetesinde Ka hakkında çıkan yalanları düzeltmesini istedi. Serdar Bey de bir
an önce Ka hakkındaki yanlış izlenimini unutkan Kars okuruna unutturacak çok
olumlu bir haber hazırlayıp birinci sayfadan yayımlamaya söz verdi.
"Ama manşette bu akşam oynanacak oyunumuz yer almalı," dedi Funda Eser.
Serdar Bey gazetesinde haberi istenildiği gibi yazıp, istenildiği boyutta
elbette vereceğini söyledi. Ama klasik ve modern tiyatro konusunda bilgisi kıt
biriydi. Bu akşam oyunda neler olacağını, yani haberi Sunay Bey'in kendisi şimdi
yazdırırsa yarınki birinci sayfanın yanlışsız olacağını söyledi. Gazetecilik
hayatı boyunca pek çok haberi, daha gerçekleşmeden kaleme almayı bildiği için en
doğru şekilde verebildiğini kibarca hatırlattı. Gazetenin maki- neye veriliş
saati ihtilal koşulları yüzünden öğleden sonra dörde alındığına göre bu iş için
daha dört saat vardı.
"Bu akşam olacaklar için çok bekletmeyeceğim seni," dedi Sunay. Ka onun sofraya
oturur oturmaz bir kadeh rakıyı yuvarladığını fark etmişti. Bir yenisini daha
hızla içerken gözlerinde bir acı ve tutku gördü.
"Gazeteci, yaz!" diye bağırdı sonra Sunay, Serdar Bey'e tehdit eder gibi
bakarken. "Manşet: SAHNEDE ÖLÜM. (Biraz düşündü.) Alt manşet: (Biraz düşündü)
ÜNLÜ OYUNCU SUNAY ZAİM
335
¦ Hayat He uyun, ianai ııe kiyaset Arasınaa
DÜN GECEKİ GÖSTERİ ESNASINDA VURULARAK ÖLDÜRÜLDÜ. Bir alt manşet daha."
Ka'da hayranlık uyandıran bir yoğunlukla konuşuyordu. Ka hiç gülümsemeden
saygıyla Sunay'ı dinlerken, anlamadığı yerlerde gazeteciye yardım etti.
-
aysyzgije
12 years ago
- Sunay'm manşetlerle birlikte haberin tamamını yazdırabilmesi kararsızlık ve rakı
aralanyla birlikte bir saate yakın zaman aldı. Yıllar sonra gittiğim Kars'ta
haberin tamamını Serhat Şehir Gaze-tesi'nin sahibi Serdar Bey'den aldım:
SAHNEDE ÖLÜM
ÜNLÜ OYUNCU SUNAY ZAİM
DÜN GECEKİ GÖSTERİ ESNASINDA
VURULARAK ÖLDÜRÜLDÜ
Dün Gece Millet Tiyatrosu'ndaki Tarihî Gösteri Sırasında Türbana Kız Kadife
Aydınlanma Ateşiyle Önce Başını Açtı, Sonra da Kötü Adamı Canlandıran Sunay Zaim'e
Doğrulttuğu Silahını Ateşledi. TV'deki Canlı Yayından Olayı İzleyen
Karslılar Dehşet İçinde Kaldılar.
Şehrimize üç gün önce gelerek sahneden hayata geçen ihtilalci ve yaratıcı
oyunlarıyla bütün Kars'a aydınlanma ışığı ve düzen getiren Sunay Zaim ve tiyatro
kumpanyası dün geceki ikinci oyunlarında Karslılan bir kere daha şaşırttı. Shakespeare'i
bile etkilemiş, ama hakkı yenmiş ingiliz yazar Kyd'den uyarladığı bu
eserinde Sunay Zaim yirmi yıldır Anadolulnun unutulmuş kasabalannda, boş
sahnelerinde ve çayhanelerinde canlandırmaya çalıştığı aydınlanmacı tiyatro
aşkını en sonunda mutlak bir sonuca ulaştırdı. Fransız Jako-benlerinden ve
ingiliz Jacobean tiyatrosundan izler taşıyan bu modern ve sarsıcı dramın
heyecanıyla türbancı kızların inatçı lideri Kadife ani bir kararla sahnede
başını açtı ve bütün Kars'ın hayret dolu bakışları arasında elindeki silahı kötü
adamı oynayan, tıpkı Kyd gibi hakkı yenmiş büyük tiyatro insanı Sunay Zaim'in
üzerine boşalttı, iki gün önceki
336
- Hayat ile Oyun, Sanat ile Siyaset Arasında Pazarlık -
gösteride ateşlenen silahların hakiki olduğunu hatırlayan Karslılar bu sefer de
Sunay Zaim'in gerçekten vurulduğu duygusunu dehşetle yaşadılar. Büyük Türk
tiyatrocusu Sunay Zaim'in sahnede ölümü böylece hayatın kendisinden de büyük bir
şiddetle yaşandı. Piyeste insanın gelenekten ve dinin baskılanndan kurtuluşunu
çok iyi kavrayan Kars seyircisi, vücuduna kurşunlar saplanırken bile, kanlar
içinde oynadığı oyuna sonsuz inanan Sunay Zaim'in gerçekten ölüp ölmediğini bir
türlü kavrayamadı. Ama tiyatrocunun ölmeden önceki son sözlerini, sanatına
hayatını verişini asla unutmayacaklarını anladılar.
Serdar Bey Sunay'ın düzeltmeleriyle son şeklini alan haberi sof-radakilere bir
kere daha okudu. "Ben bunu emriniz üzerine yarınki gazetede olduğu gibi
yayımlarım elbette," dedi. "Ama gerçekleşmeden önce yazıp yayımladığım onca
haberin içinde ilk defa birinin doğru çıkmaması için dua edeceğim! Gerçekten
ölmeyeceksiniz değil mi efendim?"
"Gerçek sanatın en sonunda ulaşması gereken yere, efsaneye varmaya çalışıyorum,"
dedi Sunay. "Ayrıca yarın sabah karlar eriyip yollar açılınca benim ölümümün
Karslılar için hiçbir önemi kalmayacak."
Bir an karısıyla gözgöze geldi. Karı koca öyle derin bir anlayışla birbirlerinin
gözlerinin içine baktılar ki Ka kıskandı onları. Kendisi de İpek ile aynı derin
anlayışı paylaşarak mutlu bir hayat sürecek miydi?
"Gazeteci bey, siz artık gidiniz ve gazetenizi yayıma hazırlayınız," dedi Sunay.
"Emirerim bu tarihî sayı için bir de fotoğrafımın klişesini versin size."
Gazeteci gider gitmez Ka'nın aşırı rakıya yorduğu alaycı dili bıraktı. "Lacivert
ve Kadife'nin şartlarım kabul ediyorum," dedi. Kaşını kaldıran Funda Eser'e
Kadife'nin oyunda başını açacağı yolundaki sözü üzerine önce Lacivert'in
bırakılacağını açıkladı.
"Kadife Hanım çok mert biri. Provalarda onunla hemen anlaşacağımızı biliyorum,"
dedi Funda Eser.
"Ona birlikte gidersiniz," dedi Sunay. "Ama önce Lacivert'in
337
- Hayat ile Oyun, Sanat ile Siyaset Atasında Pazarlık •
serbest bırakılıp bir yere saklanması ve izini kaybettirdiğini Kadife Hanım'a
duyurması gerekir. Bu da vakit alır."
Sunay böylece Funda Eser'in Kadife ile hemen provalara başlama isteğini fazla
ciddiye almadan Lacivert'in serbest bırakılmasının yollarını Ka ile tartışmaya
başladı. Bu noktada, Ka'nın notlarından Sunay'ın samimiyetine bir ölçüde
inandığını çıkarıyorum. Yani Ka'ya göre Sunay'ın Lacivert'i serbest bıraktıktan
sonra izletmek, gizleneceği yeri belirlemek, Kadife sahnede başını açtıktan
sonra da yeniden yakalatmak gibi bir planı yoktu. Bu sağa sola yerleştirdikleri
mikrofonlar ve iki taraflı casuslarıyla olup biteni anlamaya, Albay Osman Nuri
Çolak'ı kendi yanlarına çekmeye çalışan istihbaratçıların, olaylardan haberdar
oldukça geliştirdikleri bir düşünceydi. İstihbaratçıların Sunay, küskün albay ve
beraberindeki birkaç subay arkadaşından ihtilali devralacak askerî güçleri
yoktu; ama her yerdeki adamları aracılığıyla Sunay'ın "sanatsal" çılgınlıklarına
bir sınır getirmeye de çalışıyorlardı. Serdar Bey rakı masasında not aldığı
haberi gazetesinde dizdirmeden önce MiT'in Kars şubesindeki dostlarına telsizle
okuduğu için Sunay'ın akıl sağlığı ve güvenilmezliği konusunda telaşlanmışlardı.
Sunay'ın Lacivert'i serbest bırakma niyetinden ne kadar haberdar olduklarını ise
son ana kadar kimse bilmiyordu.
Ama bugün bu ayrıntıların hikâyemizin sonucunda çok önemli bir etkisi olmadığını
düşünüyorum. Bu yüzden Lacivert'in serbest bırakılması planının uygulamadaki
ayrıntılarına uzun uzun girmeyeceğim. Sunay ile Ka bu işin Sunay'ın Sivaslı
emireri ile Fazıl arasında halledilmesine karar verdiler. Adresini
istihbaratçılardan aldıktan on dakika sonra Sunay'ın yolladığı askerî kamyon
Fazıl'ı getirdi. Biraz korkuyor gibi gözüken ve bu sefer Necip'i hatırlatmayan
Fazıl, Sunay'ın emireriyle birlikte merkez garnizonuna giderken peşlerindeki
hafiyelerden kurtulmak için terzihanenin arka kapısından çıktı. Milli
İstihbaratçılar Sunay'ın bir saçmalık yapabileceğinden kuşkulanmalarına rağmen,
her yere adamlarını dikecek kadar hazırlıklı değillerdi. Daha sonra Lacivert'in
merkez garnizonundaki hücresinden alınıp Sunay'ın "bir numara olmasın" uyarısı
eşliğinde askerî bir kamyona bindirildiğini, Sivaslı emirerinin kamyonu Fazıl'ın
daha önce belirlediği gibi Kars çayı
338
¦ Hayat ile Oyun, Sanat ile Siyaset Arasında Pazarlık ¦
üzerindeki demir köprünün kenarında durdurduğunu, Lacivert'in kamyondan inip ona
söylenildiği gibi vitrininde plastik toplar, deterjan kutuları ve sucuk
reklamları sergilenen bir bakkala girdiğini, hemen arkasından bakkalın yanına
gelen at arabasının üzerindeki Aygaz tüplerini örten brandanın altına yatarak
başarıyla gizlendiğini öğrenecekti Ka. At arabasının Lacivert'i nereye götürdüğü
konusunda ise Fazıl dışında kimsenin bilgisi yoktu.
Bütün bu işin ayarlanıp yapılması bir buçuk saat sürmüştü. Saat üç buçuk
civarında iğde ve kestane ağaçlarının gölgeleri belir-sizleşir, boş Kars
sokaklarına akşamın ilk karanlığı hayaletler gibi çökerken Fazıl Kadife'ye
Lacivert'in güvenli bir yerde saklandığı haberini getirdi. Otelin arkaya açılan
mutfak kapısında Kadife'ye uzaydan gelmiş birine bakar gibi bakıyordu, ama
Kadife tıpkı Necip'i fark etmediği gibi onu da fark etmedi. Kadife bir an
sevinçle irkildi ve odasına koştu. Bu sırada ipek bir saattir yukarıda Ka'nın
odasındaydı ve dışarı çıkıyordu. Sevgili arkadaşımın daha sonra mutluluğun
vaadiyle mutlu olduğunu düşündüğü bu bir saati yeni bir bölümün başında ele
almak istiyorum.
339
37
Bu akşamki tek metin Kadife'nin saçlarıdır
SON OYUN İÇİN HAZİRLİKLAR
Ka'nm daha sonra acı çekebilirim diye mutluluktan korkan insanlardan olduğuna
değinmiştim. Bu yüzden mutluluğu yaşadığı anda değil kaybolmayacağına inandığı
zamanlarda daha çok hissettiğini biliyoruz. Sunay'ın rakı masasından kalkıp
arkasında iki koruma eriyle yürüyerek Karpalas Oteli'ne geri dönerken Ka hâlâ
her şeyin yolunda gittiğine inandığı ve lpek'i yeniden göreceği için mutluydu
ama içinde bu mutluluğu kaybetme korkusu da güçle kıpırdanıyordu. Öyleyse
arkadaşımın perşembe günü otel odasında saat üç civarında yazdığı şiirden söz
ederken bu iki ruh halini gözönünde bulundurmalıyım. "Köpek" adını verdiği şiiri
Ka terzihaneden dönüş yolunda bir kere daha gördüğü kömür renkli köpek ile
ilişkilendirmisti. Köpeği gördükten dört dakika sonra odasına girmiş, büyük bir
mutluluk beklentisiyle kaybetme korkusu arasında gövdesine zehir gibi aşk acısı
yayılırken şiiri yazmıştı. Çocukluğunda köpeklerden nasıl korktuğundan, daha
altı yaşındayken Maçka Parkı'nda kendini kovalayan bir boz köpekten, köpeğini
herkesin üzerine salıveren berbat bir mahalle arkadaşından izler vardı şiirde.
Ka köpek korkusunu çocukluğun mutlu saatlerine verilen bir ceza gibi gördüğünü
düşünmüştü daha sonra. Ama buradaki bir paradoks da ilgisini çekmişti: Sokak
arasında futbol oynamak, dut toplamak ya da çikletten çıkan fut-
340
bolcu resimlerini biriktirip kumar oynamak gibi çocukluk zevkleri, onlan tattığı
yerleri cehennem eden köpekler yüzünden daha çekiciydi.
İpek Ka'nın otele geldiğini öğrendikten yedi sekiz dakika sonra onun odasına
çıkmıştı. İpek'in kendisinin döndüğünü bilip bilmediğini çıkaramadığı, ona haber
yollamayı kurduğundan bu Ka için çok makul bir süreydi ve ilk defa onun geç
kaldığını, belki de kendisini terk etmeye karar verdiğini düşünmeye fırsat
bulamadan buluşabildikleri için daha da mutlu oldu. Üstelik ipek'in yüzünde
kolayca bozguna uğramayacak bir mutluluk ifadesi vardı. Ka ona her şeyin yolunda
gittiğini söyledi, o da Ka'ya. İpek'in sorması üzerine bir süre sonra
Lacivert'in salıverileceğini de söyledi Ka. Bu da başka her şey gibi lpek'i
memnun etti. Başkalarının üzülmesinden, mutsuz olmasından, bu kötülükler kendi
mutluluklarını zedeler diye bencilce korkan aşırı mutlu çiftler gibi bir anda
kendilerini yalnız her şeyin yoluna gireceğine inandırmakla kalmadılar, kendi
mutlulukları gölgelenmesin diye çekilen onca acıyı ve dökülen kanı da hemen
unutmaya hazır olduklarını utan-masızca hissettiler. Pek çok kere birbirlerine
sarılıp sabırsızca öpüştüler, ama yatağa devrilip sevişmediler. Ka İstanbul'da
Ipek'e bir günde Almanya vizesi alabileceklerini, konsoloslukta bir tanıdığı
olduğunu, vize için hemen evlenmelerine gerek olmadığını, Frankfurt'ta
istedikleri gibi evlenebileceklerini söyledi. Kadife ve Turgut Bey'in de
buradaki işlerini ayarlayıp Frankfurt'a gelmesinden, onların orada hangi otelde
kalabileceklerine kadar söz ettiler. Fazla hayal olduğu için düşünmekten bile
utandığı kimi ayrıntıları gemi azıya almış bir mutluluk açlığı ve başdönmesiyle
konuşuyorlardı ki İpek babasının siyasi endişelerinden, intikam için birilerinin
bir yere bomba atıverebileceğinden, artık Ka'nın sokağa hiç çıkmaması
gerektiğinden söz etti, şehirden ayrılan ilk araçla birlikte gitmeye
birbirlerine söz verdiler. Ele! e tutuşup pencereden karlı dağ yollarına
bakacaklardı.
İpek bavulunu yapmaya başladığını da anlattı. Ka önce hiçbir şey almamasını
söyledi ona, ama İpek'in çocukluğundan beri yanında taşıdığı ve onlardan uzak
düşerse kendini eksik hissedeceği pek çok eşya vardı. Pencerenin önünde dikilip
karlı sokağa ba-
341
karlarken (şiirin ilham kaynağı köpek bir gözüküp bir kaybolmuştu) Ka'nın
ısrarıyla İpek vazgeçemediği bu eşyaların bazılarını saydı: Annesinin,
İstanbul'dayken kızlarına aldığı ve Kadife kendisininkini kaybettiği için
Ipek'in gözünde daha da önemli olan oyuncak kol saati; bir zamanlar Almanya'da
bulunan rahmetli dayısının getirdiği, esnek ve çok dar olduğu için Kars'ta bir
türlü giyemediği iyi cins angora yünden buz mavisi kazak; annesinin onun çeyizi
için yaptırdığı ve daha ilk kullanışta Muhtar üzerine reçel damlattığı için bir
daha hiç sermediği gümüş telkari işlemeli masa örtüsü; amaçsızca biriktirmeye
başladığı ve sonra kendisini koruyan bir çeşit nazar boncuğu dizisine dönüştüğü
için vazgeçemeyeceği on yedi küçük içki ve parfüm şişesi, babasının ve annesinin
kucağındayken çekilmiş (ve Ka'nın o anda çok görmek istediği) çocukluk
fotoğrafları; İstanbul'da birlikte aldıkları ama sırtı çok açık olduğu için
Muhtar'm yalnızca evde giymesine izin verdiği iyi kadifeden siyah gece
elbisesiyle elbisenin dekoltesini örter de Muhtar'ı ikna eder diye aldığı
kenarları iğne oyalı ipek saten şal; Kars'ın çamuru bozar diye kıyıp giyemediği
süet ayakkabılar ve o sırada yanında olduğu için çıkarıp gösterdiği iri, yeşim
bir gerdanlık.
O günden dört yıl sonra, Kars belediye başkanının verdiği bir akşam yemeğinde
İpek tam karşımda otururken, boynundaki siyah saten kordonda bu iri yeşim taşı
asılıydı dersem konu dışına çıktığım sanılmasın. Tam tersi, konunun kalbine asıl
şimdi giriyoruz: İpek o âna kadar ne benim, ne de benim aracılığımla bu hikâyeyi
izleyen sizlerin hayal edemeyeceği kadar güzeldi. Onu ilk defa o yemekte
karşımda gördüm ve içimi bir kıskançlık, şaşkınlık sardı, aklım karıştı. Sevgili
arkadaşımın kayıp şiir kitabının bölük pörçük hikâyesi bir anda gözümde derin
bir tutkuyla ışıldayan bambaşka bir hikâyeye dönüştü. Elinizdeki bu kitabı
yazmaya o sarsıcı anda karar vermiş olmalıyım. Ama o an ruhumun bu kararı
verdiğinden habersiz, Ipek'in inanılmaz güzelliğine kapılmış bir yerlere doğru
sürükleniyordum. Olağanüstü güzel bir kadının karşısında insanın içini saran o
çaresizlik, eriyip gitme ve gerçeküstülük duygusu bütün gövdemi sarmıştı.
Sofradaki kalabalığın, şehirlerine gelmiş romancıyla bir iki laf ya da bu baha-
342
neyle aralarında dedikodu etmek isteyen Karslılann hepsinin numara yaptıklarını,
bütün o boş konuşmaların asıl ve tek konu olan Ipek'in güzelliğini kendilerinden
ve benden gizleyebilmek için yapıldığını çok iyi anlıyordum. Bir yandan da bir
aşka dönüşmesinden korktuğum yoğun bir kıskançlık kemiriyordu içimi: Kısa bir
süre için de olsa ben de böyle güzel bir kadınla ölen arkadaşım Ka gibi bir aşk
yaşayabilmek isterdim! Ka'nın hayatının son yıllarının boşa gittiğine ilişkin
gizli inancım bir anda "insan ancak Ka gibi derin bir ruha sahip olursa böyle
bir kadının aşkını kazanır!" düşüncesine dönüşmüştü. İpek'i kandırıp İstanbul'a
götürebilir miydim? Evleneceğimizi söylerdim, her şey berbat olana kadar gizli
sevgilim olurdu, ama ben onunla birlikte ölmek isterdim! Geniş, kararlı bir alnı
vardı, iri, buğulu gözleri, Melinda'nın-kine tıpatıp benzeyen, bakmaya
kıyamadığım zarif bir ağzı... Benim hakkımda acaba ne düşünüyordu? Ka ile hiç
benden konuşmuşlar mıydı? Daha bir kadeh içmeden kalbim alıp başını gitmişti.
Bir an az ötede oturan Kadife'nin hırslı bakışlarının üzerimde olduğunu gördüm.
Hikâyeme dönmeliyim.
Pencerenin önünde dururlarken Ka yeşim gerdanlığı alıp Ipek'in boynuna asmış,
onu güzelce öpmüş, Almanya'da çok mutlu olacaklarını düşüncesizce tekrarlamıştı.
İpek Fazıl'm hızla avlu kapısından girdiğini bu sırada gördü, bir an bekleyip
aşağı indi ve mutfak kapısında kızkardeşine rastladı: Kadife orada ona Lacivert'in
salıverilmiş olduğu müjdesini vermiş olmalıydı. İki kardeş odalarına
çekildiler. Aralarında ne konuştuklarını, ne yaptıklarını bilmiyorum. Ka
yukarıda odasında yeni şiirleri ve artık güven duyduğu mutluluğuyla öylesine
doluydu ki iki kızkardeşin Kar-palas Oteli'ndeki trafiğini aklının bir köşesiyle
izlemeyi ilk defa ' bıraktı.
Daha sonra meteoroloji kayıtlarından bu sıralarda havanın belirgin bir şekilde
yumuşadığım öğrendim. Güneş bütün gün boyunca saçaklardan, dallardan sarkan
buzları gevşetmiş, havanın kararmasından çok daha önce şehirde bu gece yolların
açılacağı, tiyatrocu ihtilalinin sona ereceği söylentileri yayılmıştı. Yıllar
sonra olayların ayrıntılarını unutmayanlar aynı dakikalarda Serhat Kars
Televizyonu'nun Karslıları bu akşam Millet Tiyatrosu'nda Su-
343
nay Zaim Topluluğu'nun oynayacağı yeni piyese çağırmaya başladığını bana
hatırlattılar. İki gün önceki kanlı hatıraların Karslıları yeni oyundan uzak
tutacağını düşündükleri için seyircilere yönelik hiçbir taşkınlığa izin
verilmeyeceği, güvenlik güçlerinin sahnenin kenarında tedbir alacağı, bilet
kesilmeyeceği ve Karslıların ailece bu öğretici oyuna gelebilecekleri
televizyonun en sevilen genç sunucusu Hakan Özge tarafından duyuruluyordu, ama
şehirde korkulan arttırmaktan, sokakların erkenden tenhalaşmasından başka bir
sonuç vermedi bu. Herkes Millet Tiyatrosu'nda gene bir şiddet ve çılgınlık
olacağını hissediyor, ne olursa olsun orada olup olaylara tanık olmak isteyecek
kadar gözü dönmüşlerin dışında (işsiz güçsüz gençlerin, şiddete eğilimli içi
sıkılan solcuların, adam öldürülürken ne olursa olsun seyretmek isteyen tutkulu
ve takma dişli ihtiyarların ve televizyonda çok izledikleri Su-nay'a hayran
Atatürkçülerin oluşturduğu bu kalabalığın küçümsenemeyeceğini söylemeliyim
burada) Karslılar geceyi yapılacağı duyurulan canlı yayından izlemek
istiyorlardı. Bu saatlerde Sunay ile Albay Osman Nuri Çolak yeniden buluştular
ve Millet Tiyatro-su'nun gece boş kalabileceğini hissederek imam hatipli
öğrencilerin toplanıp askerî kamyonlarla getirilmesini, liselerden, öğret-menevi
ve devlet dairelerinden belirli sayıda öğrenci ve memurun kravat ve ceketle
tiyatro binasına gelmelerinin mecbur tutulmasını emrettiler.
Daha sonra Sunay'ı görenler terzihanedeki küçük ve tozlu bir odada kumaş
kırpıntıları, paket kâğıtları ve boş karton kutular üzerine serilip sızdığına
tanık olmuşlar. Ama içkiden değildi bu, Sunay yumuşak yatakların gövdesini
yozlaştıracağına inandığı için çok önem verdiği büyük oyunlardan önce kendini
sert ve kaba bir döşeğe atıp uyumayı yıllardır alışkanlık edinmişti. Uyumadan
önce oyunun hâlâ son şeklini veremediği metni konusunda karısıyla bağıra bağıra
konuşmuş, sonra provalara başlasınlar diye onu askerî kamyonla Karpalas Oteli'ne
Kadife'ye yollamıştı.
Funda Eser'in Xarpalas Oteli'ne girer girmez bütün dünyayı kendi evi bilmiş bir
hanımefendi edasıyla doğrudan iki kızkarde-şin odasına çıkmasını, çın çın
sesiyle çabucak senli-benli bir kadın muhabbeti tutturmasını onun sahne dışında
daha da gelişen
344
oyun yeteneğiyle açıklayabiliyorum. Kalbi ve gözü elbette ki İpek'in duru
güzelliğindeydi, ama aklı Kadife'nin bu akşamki rolüne takılmıştı. Bu rolün
önemini kocasının ona verdiği değerden çıkardığına hükmediyorum. Çünkü yirmi
yıldır Anadolu'da mazlum ve ırzına geçilmiş kadın rollerine çıkan Funda Eser'in
sahnede tek bir hedefi vardı: Kurban pozuyla erkeklerin cinselliğine seslenmek!
Kadının evlenmesini, boşanmasını, başını açması ya da kapatmasını onu ezik ve
çekici duruma düşürmek için sıradan bir araç olarak gördüğünden, oynadığı
Atatürkçü ve aydınlanma-cı rolleri bütünüyle anladığı da söylenemez belki ama,
bu basmakalıp rollerin erkek yazarları da aslında kadın kahramanlarının erotizmi
ve toplumsal görevleri konusunda ondan daha derin ve ince fikirlere sahip
değillerdi. Funda Eser erkek yazarların bu roller için nadiren tasarladığı bir
duygusallığı içgüdüyle sahne dışı yaşamına katardı. Nitekim, odaya girişinden
çok geçmeden Kadife'ye güzel saçlarını açıp akşam için prova yapmayı önerdi.
Kadife fazla nazlanmadan saçlarını açınca önce bir çığlık attı, sonra saçlarının
çok parlak ve canlı olduğunu, onlardan gözlerini alamadığını söyledi. Kadife'yi
aynanın karşısına oturtup fildişi taklidi mika bir tarakla uzun uzun saçlarını
tararken tiyatroda asıl konunun kelimeler değil görüntüler olduğunu açıkladı.
"Bırak saçların istediği gibi konuşsun, erkekler çıldırsın!" dedi ve kafası
iyice karışık olan Kadife'nin saçlarını öperek rahatlattı onu. Bu öpücüğün
Kadife'nin içindeki gizli kötülük tohumlarını hareketlendirdiğini görecek kadar
zeki ve bu oyuna İpek'i de çekecek kadar tecrübeliydi: Çantasından bir cep
konyağı çıkarıp Zahide'nin getirdiği çay fincanlarına dökmeye başladı. Kadife
karşı çıkınca "Ama bu akşam başını da açıyorsun!" diyerek kışkırttı onu. Kadife
ağlamaya başlayınca da yanaklarına, boynuna, ellerine ısrarla küçük öpücükler
kondurdu. Sonra iki kızkardeşi eğlendirmek için "Su-nay'ın bilinmeyen şaheseri"
dediği Masum Hostesin Tiradı'nı okudu, ama kızkardeşleri eğlendirmekten çok
hüzünlendirdi bu. Kadife "Metin üzerinde çalışmak istiyorum," deyince, bu
akşamki tek metnin Kars'ın bütün erkeklerinin hayranlıkla bakacakları Kadife'nin
uzun ve güzel saçlarının ışıltısı olacağını söyledi. Daha önemlisi, kadınlar
kıskançlık ve aşkla Kadife'nin saçlarına dokun-
345
mak isteyeceklerdi. Bir yandan da İpek'in ve kendi fincanına az az konyak
dolduruyordu. İpek'in yüzünde bir mutluluk okuduğunu, Kadife'nin bakışlarında
ise cesaret ve hırs gördüğünü söyledi, iki kızkardeşten hangisinin daha güzel
olduğunu ise çıkaramıyordu. Funda Eser'in bu coşkusu Turgut Bey'in alı al moru
mor odaya girmesine kadar sürdü.
"Televizyon az önce, türbancı kızların lideri Kadife'nin bu akşamki oyun
sırasında başını açacağını duyurdu," dedi Turgut Bey. "Doğru mu bu?"
"Bakalım şuna televizyonda!" dedi İpek.
"Efendim, kendimi tanıtayım," dedi Funda Eser. "Ben ünlü tiyatrocu ve yeni
devlet adamı Sunay Zaim'in hayat arkadaşı Funda Eser. Bu iki seçkin harika kızı
yetiştirdiğiniz için sizi önce kutluyorum. Kadife'nin cesur kararından dolayı da
hiç korkmamanızı öğütlüyorum."
"Bu şehrin yobaz dincileri kızımı asla affetmez!" dedi Turgut Bey.
Hep birlikte televizyona bakmak için yenıek odasına geçtiler. Burada Funda Eser,
Turgut Bey'in elini tüttü ve bütün şehire hakim kocası adına her şeyin yolunda
gideceğine ilişkin söz verdi ona. Yemek salonundaki gürültüyü duyan Ka işte bu
sırada aşağıya indi ve Lacivert'in serbest bırakılmış olduğunu mutlu Kadi-fe'den
öğrendi. Ka sormadan Kadife ona sabah verdiği söze bağlı kalacağını, Funda
Hanımla akşamki oyun için çalışacaklarını söyledi. Funda Eser kızının akşam
sahneye çıkmasına engel olmasın diye Turgut Bey'i tatlılıkla tavlarken,
odadakilerin açık televizyona bakıp hep bir ağızdan konuştukları sonraki sekizon
dakikayı Ka hayatının en mutlu dakikaları arasında sayıp defalarca
hatırlayacaktı. Mutlu olacağına hiçbir şüphe duymadan iyimserlikle inanıyor ve
kendini kalabalık ve eğlenceli bir ailenin parçası olarak hayal ediyordu. Saat
daha dört değildi, ama duvarları eski ve koyu renk kâğıtlarla kaplı yüksek
tavanlı yemek odasına huzur verici bir çocukluk hatırası gibi inerken Ka ipek'in
gözlerinin içine bakıp bakıp gülümsüyordu.
Mutfağa açılan kapıda işte tam bu sıralarda Fazıl'ı görünce Ka kimsenin neşesini
kaçırmadan onu mutfakta sıkıştırıp ağzından lafı almak istedi. Ama delikanlı
Ka'nın onu tutup sürüklemesine izin
346
vermedi: Açık televizyondaki bir görüntüye dalmış gitmiş pozu yaparak mutfak
kapısının aralığında dikildi ve içerideki neşeli kalabalığı yan hayret yarı
tehdit eden bakışlarla süzdü. Ka daha sonra onu mutfağa sürebildiğinde ipek de
görmüş, arkadan gelmişti.
"Lacivert sizinle bir kere daha konuşmak istiyor," dedi Fazıl belirgin bir
oyunbozan zevkiyle. "Bir konuda fikir değiştirmiş."
"Hangi konuda?"
"Onu size söyleyecek. Sizi götürecek at arabası on dakika sonra avluya gelecek,"
deyip mutfaktan avluya çıktı.
Ka'nın yüreği hızla atmaya başladı: Yalnız bugün artık otelden dışarı adım atmak
istemediği için değil, korkaklığı yüzünden de korkuyordu.
"Sakın gitme!" dedi ipek, Ka'nın da düşüncelerini seslendirerek. "Zaten artık
arabayı belirlemişlerdir. Her şey berbat olur."
"Hayır, gideceğim," dedi Ka.
Hiç de gitmek istemediği halde neden gideceğini söylemişti? Hocanın cevabını
bilmediği sorusuna parmak kaldırdığı, asıl almak istediği kazağı değil, aynı
paraya bile bile daha kötüsünü aldığı çok olmuştu hayatında. Meraktan belki,
mutluluk korkusundan belki. Durumu Kadife'den gizleyip birlikte odaya çıkarken
İpek öyle bir şey söylesin, öyle yaratıcı bir şey yapsın ki vazgeçip gönül
rahat; «ğıyla otelde kalabilsin istedi Ka. Ama odada beraber pencereden
bakarlarken ipek aşağı yukarı aynı fikri, aşağı yukarı aynı kelimelerle
tekrarladı yalnızca: "Gitme, artık bugün otelden çıkma, mutluluğumuzu tehlikeye
atma, vs. vs."
Ka düşlere dalmış bir kurban gibi onu dinleyerek dışarı baktı. At arabası avluya
girince, talihsizliğine kalbi ezilerek şaştı. Ipek'i öpmeden, ama sarılıp
vedalaşmayı da ihmal etmeden odadan çık-' ti, lobide gazete okuyan iki "koruma
erine" görünmeden mutfaktan geçip nefret ettiği at arabasının üstündeki
brandanın altına girip yattı.
Bu girişle, okuyucuları Ka'nın çıktığı araba yolculuğunun bütün hayatını geri
dönüşsüz bir şekilde değiştireceğine, Lacivert'in çağrısını kabul etmesinin onun
için bir dönüm noktası olduğuna hazırladığım sanılmasın. Hiç de bu düşüncede
değilim: Ka'nın önünde Kars'ta başına gelenleri tersine çevirebileceği ve
"mutlu-
347
luk" dediği şeyi bulabileceği pek çok fırsat daha belirecekti. Ama olaylar
kaçınılmaz ve son şeklini aldıktan sonra olup biteni yıllarca ve pişmanlıkla
kendi kendine değerlendirirken eğer İpek Ka'nın odasında, pencerenin önünde
doğru sözü söyleyebilseydi Lacivert'e gitmekten cayacağını yüzlerce defa
düşünmüştü. İpek'in söylemesi gereken sözü konusunda ise hiçbir fikri yoktu.
Bu da at arabasında gizlendiği yerde Ka'yı kaderine boyun eğmiş biri gibi
düşünmemizin yerinde olacağını gösteriyor. Orada olmaktan pişmandı ve kendine ve
dünyaya kızgındı. Üşüyor, hasta olmaktan korkuyor ve Lacivert'ten iyi hiçbir şey
beklemiyordu. İlk araba yolculuğundaki gibi aklını sokakların ve insanların
seslerine iyice açmıştı ama arabanın kendisini Kars'ın neresine gö-türdüğüyle
hiç ilgili değildi.
At arabası durunca arabacının dürtmesiyle brandanın altından çıktı, nerede
olduğunu hiç fark etmeden eskilik ve yıpranmışlık-tan renksizleşmiş ve
benzerlerini çok gördüğü berbat bir binaya girdi. Daracık ve eğri büğrü
merdivenlerden iki kat yukarı çıktıktan sonra (önünde ayakkabılar dizili bir
kapının aralığından cingöz bir çocuğun gözlerini gördüğünü hatırlayacaktı neşeli
bir zamanında) açılan bir kapıdan içeri girdi ve karşısında Hande'yi gördü.
"Kendim olan o kızdan hiç kopmamaya karar verdim," dedi . Hande gülümseyerek.
"Mutlu olman önemli."
"Burada istediğimi yapmak mutlu ediyor beni," dedi Hande. "Artık rüyalarımda bir
başkası oldum diye korkmuyorum."
"Burada olman biraz tehlikeli değil mi?" dedi Ka.
"Evet ama insan ancak tehlike olduğu zaman hayata konsantre olabiliyor," dedi
Hande. "Ben inanmadığım şeye, başımı açmaya konsantre olamayacağımı anladım.
Şimdi Lacivert Bey ile burada bir davayı paylaşmaktan çok mutluyum. Siz burada
şiir yazabiliyor musunuz?"
İki gün önce onunla tanışıp konuştukları yemek sofrası belleğinde şimdi o kadar
uzaklara gitmişti ki, Ka bir an her şeyi unutmuş biri gibi baktı ona. Hande,
Lacivert ile aralarındaki yakınlığı ne kadar vurgulamak istiyordu? Kız
bitişikteki odanın kapısını
348
-Son Oyun İçin Hazırlıklar -
açtı, Ka içeri girdi ve siyah beyaz bir televizyona bakan Lacivert'i gördü.
"Geleceğinden şüphem yoktu," dedi Lacivert memnuniyetle.
"Neden geldiğimi bilmiyorum," dedi Ka.
"içindeki huzursuzluk yüzünden," dedi Lacivert çok bilmiş bir havayla.
Birbirlerine nefretle baktılar. Lacivert'in belirgin bir şekilde memnun, Ka'nın
da pişman olduğu ikisinin de gözünden kaçmadı. Hande odadan çıkıp kapıyı
kapattı.
"Kadife'ye bu akşamki rezaletlere çıkmamasını söylemeni istiyorum," dedi
Lacivert.
"Bu haberi Fazıl aracılığıyla da yollayabilirdin?" dedi Ka. Lacivert'in yüzünden
Fazıl'ın kim olduğunu çıkaramadığını anladı. "Beni buraya getiren imam hatipli
çocuk."
"Ha," dedi Lacivert. "Kadife onu ciddiye almazdı. Senden başka kimseyi ciddiye
almazdı. Kadife benim bu konuda ne kadar kararlı olduğumu ancak senden işitirse
anlar. Belki de başını açmaması gerektiğine kendisi karar vermiştir. En azından
bunu televizyonda iğrenç bir şekilde kullanıp ilan ettiklerini gördükten sonra."
"Ben otelden ayrılırken Kadife provalara başlamıştı bile," dedi Ka saklayamadığı
bir zevkle.
"Buna çok karşı olduğumu söylersin ona! Kadife başını açma kararını kendi özgür
iradesiyle değil benim hayatımı kurtarmak için aldı. Siyasi tutukluyu rehin alan
bir devletle pazarlık yaptı, ama artık o söze bağlı kalmak zorunda değil."
"Söylerim bunları," dedi Ka. "Ama o ne yapar bilemem." "Kadife kendi bildiğini
okursa bundan senin sorumlu olmayacağını söylüyorsun, değil mi?" Ka sustu.
"Kadife akşam tiyatroya çıkar da başını açarsa bundan sen de sorumlu olacaksın.
Bu pazarlığı yapan da sensin."
Kars'a geldiğinden beri vicdanında ilk defa bir haklılık ve huzur hissetti Ka:
Kötü adam en sonunda kötü adamlar gibi kötü kötü konuşuyordu ve bu kafasını hiç
karıştırmıyordu artık. Lacivert'i yatıştırmak için "Seni rehin aldıkları doğru!"
dedi Ka ve onu öfkelendirmeden buradan çıkıp gitmek için nasıl davranması
gerektiğini çıkartmaya çalıştı.
1
349
-Son Oyun için Hazırlıklar -
"Bu mektubu da ver ona," diyerek bir zarf uzattı Lacivert. "Belki Kadife benim
mesajıma inanmaz." Ka zarfı aldı. "Bir gün yolunu bulur da Frankfurt'una geri
dönersen, onca insanın o kadar tehlikeye girerek imzaladığı o bildiriyi de Hans
Hansen'e mutlaka yayımlatacaksın."
"Tabii."
Lacivert'in bakışında bir doymamışlık, bir tatminsizlik gördü. Sabah idamlık
mahkûm gibi hücredeyken daha huzurluydu. Şimdiyse hayatını kurtarmıştı, ama bu
hayatın geri kalanında öfkelenmekten başka hiçbir şey yapamayacağını bilmenin
peşin mutsuzluğu vardı üzerinde. Ka bu mutsuzluğu fark ettiğini Lacivert'in
sezdiğini geç gördü. ,.
"İster burada, ister sevgili Avrupa'nda, onları taklit ederek bir sığıntı gibi
yaşayacaksın," dedi Lacivert.
"Mutlu olmak bana yetiyor."
"Git hadi, git," diye bağırdı Lacivert. "Mutlu olmakla yetinen mutlu olamaz, bil
bunu."
ORHAN KEMAL İ44LK KÜTÜPHANESİ
İL HALK Ki
350
38
Niyetimiz sizi üzmek asla değil
ZORUNLU BİR MİSAFİRLİK
Ka, Lacivert'ten uzaklaşmaktan memnun oldu ama, hemen sonra onu kendine bağlayan
lanet bir bağ olduğunu hissetti: Basit bir merak ve nefretten daha derin bir
bağdı bu ve Ka odadan çıkar çıkmaz Lacivert'i özleyeceğini pişmanlıkla anladı.
İyiliksever ve pek düşünceli bir havayla kendisine yaklaşan Hande'yi şimdi
düpedüz saf ve akılsız buluyordu ama bu gurur hali çok sürmedi. Hande gözlerini
kocaman açmış Kadife'ye selam söylüyor, bu akşam televizyonda (evet tiyatro
değil, doğrudan televizyon demişti) başını ister açsın ister açmasın kalbinin
hep onunla birlikte olduğunu bilmesini istiyor, ayrıca apartman kapısından
çıktıktan sonra sivil polislerin dikkatini çekmemek için Ka'nın nasıl bir yol
izlemesi gerektiğini de anlatıyordu.
' Ka alelacele ve telaşla daireden çıktı, bir kat aşağıda bir şiir gelince sıra
sıra ayakkabıların dizildiği giriş kapısının önündeki ilk basamağa oturdu,
cebinden defterini çıkarıp yazdı.
Ka'nın Kars'ta yazmaya başladığı on sekizinci şiirdi bu ve hayatında bu türden
aşk ve nefret ilişkilerine girdiği çeşitli adamlara göndermeler olduğunu onun
kendi kendine yazdığı notlar olmasa kimse anlayamazdı: Şişli Terakki Lisesi'nde
ortaokuldayken çok zengin müteahhit bir ailenin konkurhipiklerde Balkan
şampiyonu olan şımarık, ama Ka'yı cezbedecek kadar bağımsız bir oğlu vardı;
351
-Zorunlu Bir Misafirlik -
-Zorunlu Bir Misafirlik -
annesinin Beyaz Rus bir lise arkadaşının babasız, kardeşsiz büyümüş ve
lisedeyken uyuşturucu kullanmaya başlamış, hiçbir şeyi iplemeyen ve bir şekilde
her şeyi bilen beyaz yüzlü esrarengiz bir oğlu vardı; Tuzla'da askerlik
eğitimini yaparken yan bölükteki sırasından çıkıp Ka'ya küçük zalimlikler
(kasketini saklamak) yapan yakışıklı, sessiz ve kendi kendine yeterli bir herif
vardı. Bütün bu insanlara gizli bir aşk ve açık bir nefret ile bağlı olduğunu,
bu iki duyguyu birleştiren ve şiirin adı olan "Kıskançlık" kelimesiyle aklındaki
karmaşayı yatıştırmaya çalıştığını, ama sorunun daha derin olduğunu çözümlüyordu
şiirde: Bu insanların ruhunun, seslerinin, bir zamandan sonra kendi içine
girdiğini hissederdi Ka.
Apartmandan çıkarken Kars'ın neresinde olduğunu anlayamadı ama bir süre bir
yokuştan inince Halitpaşa Caddesi'ne geldiğini gördü ve içgüdüyle geri dönüp
Lacivert'in saklandığı yere bir bakış attı.
Otele dönerken yanında koruma erleri olmadığı için bir huzursuzluk hissetti.
Belediye binasının önünde kendisine sokulan bir sivil arabanın kapısı açılınca
durdu.
"Ka Bey, korkmayın biz emniyetteniz, binin sizi otelinize bırakalım."
Ka polis denetiminde otele dönmenin mi, şehrin ortasında bir polis arabasına
bindiğinin görülmesinin mi daha güvenli olduğunu hesaplamaya çalışıyordu ki
arabanın kapısı açıldı. Ka'nın bir an bir yerden gözünün ısırdığı (İstanbul'daki
uzak amca, evet Mahmut Amca) iri yarı bir adam az önceki nezaketine hiç uymayan
kaba ve güçlü bir hamleyle Ka'yı arabanın içine çekti. Araç hemen hareket
ederken Ka'nın kafasına iki yumruk indi. Yoksa arabaya girerken kafasını mı
vurmuştu? Çok korkuyordu; arabanın içinde de tuhaf bir karanlık vardı. Mahmut
Amca değil, önde oturan bir tanesi, çok fena küfür ediyordu. Çocukken, Şair
Nigâr Sokak'ta bir adam vardı, bahçesine top kaçınca böyle küfür ederdi
çocuklara.
Ka sustu ve bir çocuk olduğunu düşündü. Araba da (hatırlıyordu şimdi: Kars'taki
sivil polis arabaları gibi bir Renault değil, gösterişli ve geniş bir Chevrolet
56 idi) küskün çocuğa bir ceza ver-
352
mek için Kars'ın karanlık sokaklarına daldı, çıktı, şöyle bir gezindi ve bir iç
avluya girdi. "Önüne bak," dediler. Kolundan tutup iki merdiven çıkardılar.
Yukarıya vardıklarında Ka şoförle birlikte bu üç kişinin islamcı olmadıklarından
(onlar böyle bir arabayı nereden bulsunlar) emindi. MiT'ten de değildiler, çünkü
onlar -en azından bir kısmı- Sunay ile işbirliği içindeydiler. Bir kapı açıldı,
bir kapı kapandı, Ka kendini yüksek tavanlı eski bir Ermeni evinin Atatürk
Caddesi'ne bakan pencerelerinin önünde buldu. Odada açık bir televizyon gördü,
kirli tabaklar, portakallar ve gazetelerle dolu bir masa; daha sonra elektrikli
işkence yapmak için kullanıldığını anlayacağı bir manyeto, bir-iki telsiz,
tabancalar, vazolar, aynalar... Özel timin eline düştüğünü anlayıp korktu ama
odanın öbür ucundaki Z. Demirkol ile gözgöze gelince rahatladı: Katil de olsa
aşina bir yüz.
Z. Demirkol iyi polis rolündeydi. Ka'yı buraya böyle getirdikleri için çok
üzgündü. Ka iriyan Mahmut Amca'nın da kötü polis olacağını tahmin ettiği için Z.
Demirkol'a ve sorularına kulak kesildi.
"Sunay ne yapmak istiyor?"
Kyd'in İspanyol Trajedisi dahil en hurda ayrıntılara kadar Ka ballandırarak
anlattı.
"O çatlak Lacivert'i niye serbest bıraktı?"
Kadife'nin canlı yayında ve oyunda başını açtırmak için, diye anlattı Ka. Bir
ilhama kapılıp ukalaca bir satranç terimi kullandı: Belki bir ünlem gerektiren
fazla cesur bir "feda"ydı bu. Ama, Kars'taki siyasal İslamcıların da
maneviyatını bozacak bir hamleydi de! * ''Kızın sözünü tutacağı ne malum?"
Ka, Kadife'nin sahneye çıkacağını söylediğini, ama bundan kimsenin emin
olamayacağım söyledi.
"Lacivert'in yeni saklandığı yer neresi?" diye sordu Z. Demirkol. Ka bir fikri
olmadığını söyledi.
Araba onu aldığında Ka'nın yanında neden koruma erlerinin olmadığını ve nereden
döndüğünü de sordular.
"Akşam yürüyüşünden," dedi Ka ve bu cevapta ısrar edince beklediği gibi Z.
Demirkol sessizce odayı terk etti ve Mahmut
353
-Zorunlu Bir Misafirlik-
Amca kötü bakışlarıyla karşısına geçti. O da arabada önde oturan adam gibi
yakası açılmadık pek çok küfür biliyordu. Bu küfürleri Ka'nm yabancısı olmadığı
siyasi çözümlemelerin, ülkenin yüksek çıkarlarının ve tehditlerin arasına, tıpkı
çocukların tatlı-tuzlu aldırmadan her lokmanın üzerine düşüncesizce döktükleri
ketçap gibi bol bol döküyordu.
"İran'dan para alan eli kanlı bir İslamcı teröristin yerini saklayarak ne
yaptığını sanıyorsun?" dedi Mahmut Amca. "İktidara gelirlerse senin gibi Avrupa
görmüş yufka yürekli liberallere neler yapacaklarını biliyorsun değil mi?" Ka
aslında bildiğini söyledi, ama Mahmut Amca gene de İran'da mollaların iktidara
gelmeden önce işbirliği yaptıkları demokratları ve komünistleri sonra nasıl
yakıp kebap ettiklerini ballandırarak anlattı: Götlerine dinamit sokup onları
havaya uçurduklarını, orospuları, ibneleri kurşuna dizdiklerini, din kitapları
dışında bütün kitapları yasakladıklarını, Ka gibi züppe entellerin önce
saçlarını kazıdıklarını, sonra da saçmasapan şiir kitaplarını alıp .... edepsiz
şeyler söyledi gene burada ve bıkkın bir yüzle Ka'ya Lacivert'in saklandığı
yeri, akşam vakti nereden döndüğünü bir daha sordu. Ka aynı yavan cevapları
verince Mahmut Amca aynı bıkkın ifadeyle Ka'nm ellerine bir kelepçe taktı. "Bak
şimdi ne yapacağım sana," dedi ve tutkusuz ve öfkesiz bir şekilde yüzüne yumruk
ve tokat atarak biraz dövdü onu.
Daha sonra tuttuğu notlarda bu dayağın Ka'yı çok üzmediğini gösteren beş önemli
neden bulduğumu dürüstçe yazmam umarım okurlarımı öfkelendirmez.
1. Ka'nın kafasındaki mutluluk kavramına göre başına gelebilecek iyilik ve
kötülüğün toplam miktarı aynıydı ve şu an yediği dayak, İpek ile Frankfurt'a
gidebilecekleri anlamına geliyordu.
2. Hakim sınıflara özgü yerinde bir sezgiyle Ka, özel tim sorgu-cularının
kendisini Kars'taki ayaktakımı, suçlu ve garibanlardan ayırdığını, üzerinde
kalıcı izler ve öfkeler bırakacak daha fazla dayak ve işkenceye maruz
kalmayacağını tahmin ediyordu.
3. Yediği dayağın İpek'in kendisine duyduğu şefkati arttıracağını haklı olarak
düşünüyordu.
4. tki gün önce, salı akşamüstü emniyet müdürlüğünde Muh-tar'ın kanlar içindeki
yüzünü gördüğünde polisten yenilen dayak-
354
Q,r Misalırlikların
insanı ülkesinin sefaleti için çektiği suçluluk duygusundan
anndırabileceğini budalaca hayal etmişti.
5. Dayağa rağmen sorguda saklanan kişinin yerini söylemeyen siyasi tutuklu
durumunda bulunmak içini gururla dolduruyordu. Bu son neden, yirmi sene önce
daha fazla memnun ederdi Ka'yı, şimdiyse modası geçtiğinden durumunun biraz
aptalca olduğunu seziyordu. Burnundan sızan kan da dudağının kenarındaki tuzlu
tadıyla çocukluğunu hatırlatıyordu. Burnu en son ne zaman kanamıştı? Mahmut
Amca, ötekiler, kendisini odanın bu yarı karanlık köşesinde unutup televizyonun
başında toplanırlarken Ka çocukluğunda burnunun üzerine kapanan pencereleri,
çarpan futbol toplarını, askerde bir itiş kakış esnasında burnuna inen bir
yumruğu hatırladı. Hava kararırken Z. Demirkol ve arkadaşları televizyonun
çevresinde toplanmış Marianna'yı izliyorlardı ve Ka orada burnunda kan,
dövülmüş, aşağılanmış, bir çocuk gibi unutulmuş olmaktan memnundu. Bir ara
üzerini ararlar da Lacivert'in notunu bulurlar diye telaşlandı. Uzun bir süre,
ötekilerle birlikte, sessizce ve suçluluk duygularıyla ve Turgut Bey ve
kızlarının da aynı anda seyrettiğini düşünerek Marianna'yı seyretti.
Bir reklam arasında Z. Demirkol sandalyesinden kalktı, masanın üzerinden
manyetoyu aldı, Ka'ya gösterdi ve ne işe yaradığını bilip bilmediğini sordu,
cevap alamayınca söyledi ve çocuğunu sopayla korkutan bir baba gibi sustu biraz.
"Marianna'yı niye seviyorum biliyor musun?" diye sordu dizi yeniden başlayınca.
"Çünkü ne istediğini biliyor. Senin gibi aydınlar ise ne istediklerini hiç
bilmedikleri için beni hasta ediyorlar. Demokrasi diyorsunuz, sonra
şeriatçılarla işbirliği yapıyorsunuz. İnsan hakları diyorsunuz, terörist
katillerin pazarlıklarını yürütüyorsunuz... Avrupa diyorsunuz, Batı düşmanı
islamcılara yağ çekiyorsunuz... Feminizm dersiniz, kadınların başlarını örten
erkekleri desteklersiniz. Kendi fikrinle vicdanınla davranmı-yorsun da, burada
bir Avrupalı nasıl davranırdı onun gibi yapayım diyorsun! Ama Avrupalı bile
olamıyorsun! Avrupalı ne yapar biliyor musun? Sizin o aptal bildirinizi Hans
Hansen yayımlasa, Avrupalılar da ciddiye alıp Kars'a bir heyet yollasalar,
ülkeyi siyasal islamcıların eline teslim etmediler diye o heyet önce askerlere
355
- Zorunlu Bir Misafirlik -
Misafırlikteşekkür
eder. Ama tabii Avrupa'ya dönünce de Kars'ta demokrasi yok diye şikâyet
eder ibneler. Sizler de hem ordudan şikâyet edersiniz, hem de İslamcılar sizi
kıtır kıtır kesmesin diye askere güvenirsiniz. Bunları gördüğün için işkence
etmeyeceğim sana."
Ka artık sıranın "iyiliğe" geldiğini, birazdan serbest bırakılacağını, Turgut
Bey ve kızlarına yetişip Marianna'nın sonunu onlarla seyredeceğini düşünüyordu.
"Ama seni oteldeki sevgiline geri yollamadan önce pazarlığını yürüttüğün,
koruduğun o terörist katil hakkında kulağına küpe olsun diye bir-iki şey
söylemek istiyorum," dedi Z. Demirkol. "Ama önce şunu sok aklına: Bu yazıhaneye
hiç gelmedin. Biz de zaten bir saate kadar boşaltıyoruz burayı. Yeni yerimiz
imam hatip lisesi yatakhanesinin en üst katıdır. Seni oraya bekleriz. Lacivert'in
nerede gizlendiğini, az önce nerede 'akşam yürüyüşü' yaptığını belki
hatırlarsın da bu bilgiyi bizimle paylaşmak istersin. Senin o yakışıklı,
lacivert gözlü kahramanının Peygamberimiz'e dil uzatan kuş beyinli bir
televizyon spikerini acımasızca öldürdüğünü, eğitim enstitüsü müdürünün kendi
gözlerinle görmek zevkine eriştiğin vuruluşunu da onun örgütlediğini aklı daha
başındayken Sunay sana söylemiştir. Ama MiT'in çalışkan dinleme memurlarınca
ayrıntılı olarak belgelenmiş ve belki de kalbin kırılmasın diye şimdiye kadar
sana söylenmemiş bir şey var, bunu da bilsen iyi olur diye düşündük."
Daha sonraki dört yıl boyunca Ka'nın tıpkı bir sinema filmini geri saran
makinist gibi, hayatını geri geri akıtıp, bundan sonrası başka türlü olsaydı
dediği noktaya geldik şimdi.
"Birlikte Frankfurt'a kaçıp mutlu olmayı kurduğun İpek Hanım, bir zamanlar
Lacivert'in de metresiydi," dedi Z. Demirkol yumuşacık bir sesle. "Bu önümdeki
dosyaya göre ilişkileri bundan dört yıl önce başladı. O zamanlar İpek Hanım,
önceki gün belediye başkan adaylığından kendi isteğiyle çekilen Muhtar Bey ile
evliydi ve o yarım akıllı, eski solcu ve şair -afedersin- Kars'taki genç
İslamcıları örgütleyecek diye hayranlıkla evinde ağırladığı Lacivert'in, kendisi
beyaz eşya dükkânında elektrik sobası satarken karısıyla evde çok sıkı bir
ilişki yaşadığının ne yazık ki hiç farkında değildi."
356
"Daha evvel hazırlamış bu cümleleri, doğru değil," diye düşündü Ka.
"Bu gizli aşkın farkına ilk -tabii istihbaratın dinleme memurlarından sonra-
Kadife Hanım vardı. Kocasıyla arası iyi olmayan İpek Hanım da, üniversiteye yeni
başlayacak kızkardeşinin gelişini bahane ederek onunla ayrı eve çıkmıştı.
Lacivert gene arada bir 'genç İslamcıları örgütlemek' için şehre geliyor, gene
ona hayran Muhtar'da kalıyor, Kadife okula gidince de gözü dönmüş âşıklar bu
yeni evde buluşuyorlardı. Turgut Bey'in şehre gelmesine, baba ve iki kızının
Karpalas'a yerleşmesine kadar sürdü bu. Ondan sonra ablasının yerini türbancı
kızlara katılan Kadife aldı. Bu arada lacivert gözlü Kazanova'mızın iki
kızkardeşi aynı anda idare ettiği bir geçiş dönemi olduğuna ilişkin kanatlar da
var elimizde." Ka sulanan gözlerini bütün iradesini kullanarak Z. Demir-kol'un
gözlerinden kaçırıp oturduğu yerden boylu boyunca görebildiğini şimdi fark
ettiği karlar altındaki Atatürk Caddesi'nin hüzünlü ve titrek sokak lambalarına
dikti.
"Bunları, bu canavar katilin yerini -sırf yufka yürekliliğinden dolayısaklamanın
ne kadar yanlış olduğuna seni ikna etmek için söylüyorum," dedi bütün
özel timciler gibi kötülük ettikçe dili açılan Z. Demirkol. "Niyetim asla seni
üzmek değil. Ama buradan çıktıktan sonra, bütün bu söylediklerimin son kırk
yılda Kars'ı mikrofonlarla donatan dinleme servisinin emeğiyle elde edilmiş
bilgiler değil, benim uydurduğum saçmalıklar olduğunu düşüneceksin belki. Belki
Frankfurt'taki mutluluğunuza leke düşmesin diye ipek Hanım hepsinin yalan
olduğuna inanmaya zorlayacak seni. Yufka yüreklisin, kalbin dayanmayabilir, ama
bu söylediklerimin doğruluğundan hiç şüphen olmasın diye, devletimizin onca
masrafla kaydedip sonra kâtiplere daktilo ettirdiği aşk konuşmalarından da
inandırıcı bir miktar okuyacağım izninle."
"'Canım, canım, sensiz geçen günler yaşamak değil,' demiş mesela İpek Hanım,
dört yıl önce 16 Ağustos'ta sıcak bir yaz günü, belki de ilk ayrılıklarında...
İki ay sonra 'İslam ve Mahrem' konulu bir konferans vermek için şehre geldiğinde
Lacivert onu bakkallardan, çayhanelerden, bir günde tam sekiz kere aramış,
birbirlerini ne kadar sevdiklerini söylemişler. İki ay sonra ipek Hanım
357
--------------------------------------Zorunlu Bir Misafirlik--------------------
------------------
onunla kaçmayı düşünüp karar veremediği bir ara ona 'hayatta herkesin aslında
tek sevgilisi olduğunu ve kendisininkinin de o olduğunu' söylüyor. Bir başka
sefer İstanbul'daki karısı Merzu-ka'yı kıskandığı için babası evdeyken
sevişemeyeceğini belirtiyor Lacivert'e. Bir de son olarak şu son iki günde üç
kere daha telefon etmiş! Belki bugün de etmiştir. Bu son konuşmaların dökümü yok
şimdi, ama önemli değil, ne konuştuklarını sen sorarsın İpek Hanım'a. Çok özür
diliyorum, bu kadarının kafi olduğunu görüyorum, lütfen ağlamayın, arkadaşlar
kelepçenizi çözsünler, yüzünü yıka, istersen seni oteline bıraksınlar."
358
39
Birlikte ağlamanın zevkleri
Ka İLE İPEK OTELDELER
Ka dönüş yolunu yürümek istedi. Burnundan dudaklarına ve çenesine akan kanı,
bütün yüzünü bol suyla yıkamış, kendi rızasıyla misafirliğe gelmiş biri gibi
dairedeki haydutlara ve katillere iyi niyetle bir "Allahaısmarladık" deyip
çıkmış, Atatürk Caddesi'nin ölgün ışıkları altında bir sarhoş gibi yalpalayarak
yürümeye başlamış, Halitpaşa Caddesi'ne düşüncesizce sapıp tuhafiyeci dükkânında
Peppino di Capri'nin "Roberta"sının gene çaldığını işittikten hemen sonra hüngür
hüngür ağlamaya başlamıştı. Üç gün önce Erzurum-Kars otobüsünde yanına oturduğu
ve uyurken kafasının kucağına düştüğü ince yakışıklı köylüyle işte bu sırada
karşılaştı. Bütün Kars hâlâ Marianna'yı seyrederken Ka Halitpaşa Cad-desi'nde
önce avukat Muzaffer Bey ile, daha sonra saptığı Kâzım Karabekir Caddesi'nde de
Şeyh Saadettin Tekkesi'ne ilk gidişinde gördüğü otobüs şirketi yöneticisi ve
yaşlı arkadaşıyla burun buruna geldi. Gözlerinden hâlâ yaşlar aktığını bu
insanların bakışlarından anlıyor, günlerdir bu sokaklarda bir aşağı bir yukan
yürürken önünden geçtiği buzlu vitrinleri, ağzına kadar dolu çayhaneleri, şehrin
bir zamanlar güngördüğünü hatırlatan fotoğrafçı dükkânlarını, titrek sokak
lambalarını, kaşar peyniri tekerleri sergilenen bakkal vitrinlerini, Kâzım
Karabekir Caddesi'yle Karadağ Caddesi'nin köşesindeki sivil polisleri artık
görmese de tanıyordu.
359
Otele girmeden hemen önce karşılaştığı iki koruyucu eri her şeyin yolunda
olduğunu söyleyerek yatıştırdı. Kimselere görünmemeye çalışarak odasına çıktı.
Kendini yatağa atar atmaz hıçkırarak ağlamaya başladı. Çok uzun bir süre
ağladıktan sonra kendiliğinden sustu. Şehrin seslerini dinleyerek yattığı ve
çocukluğun bitip tükenmeyen bekleyişleri kadar uzun gelen bir-iki dakika sonra
kapı vuruldu; Ipek'ti. Kâtip çocuktan Ka'da bir tuhaflık olduğunu öğrenmiş,
hemen gelmişti. Bunu söylerken yaktığı lambanın ışığında Ka'nm suratını görünce
korkup sustu. Uzun bir sessizlik oldu.
"Lacivert ile ilişkini öğrendim," diye fısıldadı Ka.
"Kendi mi söyledi?"
Ka lambayı söndürdü. "Z. Demirkol ve arkadaşları beni kaçırdılar," diye
fısıldadı. "Dört yıldır telefon konuşmalarınız dinleni-yormuş." Kendini tekrar
yatağa attı. "Ölmek istiyorum," dedi ve ağlamaya başladı.
İpek'in saçlarını okşayan eli daha da ağlattı onu. Bir kayıp duygusuyla birlikte
zaten hiçbir zaman mutlu olamayacağına karar verenlerin rahatlığı da vardı
içinde. İpek yatağa uzanıp ona sarıldı. Bir süre birlikte ağladılar ve bu onları
birbirlerine daha da bağladı.
İpek odanın karanlığında Ka'nın sorularıyla birlikte hikâyesini anlattı. Her
şeyin Muhtar'ın kabahati olduğunu söyledi: Lacivert'i Kars'a çağırıp evinde
ağırlamakla kalmamış, karısının ne harika bir yaratık olduğunu hayran olduğu
siyasal İslamcı onaylasın istemişti. Üstelik o sıralarda Muhtar İpek'e çok kötü
davranır, çocukları olmadığı için onu suçlardı. Ka'nın da bildiği gibi, ağzı laf
yapan Lacivert'te mutsuz bir kadını oyalayacak, başını döndürecek pek çok şey
vardı. İlişkileri başladıktan sonra İpek kötü duruma düşmemek için çok
uğraşmıştı! Önce, çok sevgi duyduğu ve üzülmesini hiç istemediği Muhtar durumu
fark etmesin diye. Sonra, gittikçe alevlenen aşkından kurtulmak için. İlk
başlarda, Lacivert'i çekici yapan şey Muhtar'a olan üstünlüğüydü; hiç bilmediği
siyasi konularda Muhtar abuk subuk konuşmaya başlayınca İpek utanırdı ondan.
Lacivert'in yokluğunda da durmadan onu över; Kars'a daha sık gelmesi gerektiğini
söyler, ona daha iyi
360
I
ne i[jck uıeıaelerve
daha candan davranması için İpek'i azarlardı. Kadife ile ayrı eve çıktıktan
sonra da Muhtar durumu fark etmemişti; eğer Z. Demirkol gibiler hâlâ ona bir şey
söylememişse hiçbir zaman da fark etmeyecekti. Oysa cingöz Kadife her şeyi daha
Kars'a geldiği ilk günden anlamış, sırf Lacivert'e yakın olabilmek için de
türbana kızlara yanaşmıştı, ipek, Kadife'nin ta çocukluğundan beri çok iyi
tanıdığı hırsı yüzünden Lacivert'e ilgi duyduğunu sezmişti. Lacivert'in de bu
ilgiden hoşlandığını görünce soğumuştu ondan. Lacivert Kadife ile ilgilenirse
ondan kurtulacağını düşünmüş, babası geldikten sonra ise ondan uzak durmayı
başarmıştı. Ka, Lacivert ile İpek arasındaki ilişkiyi geçmişte kalmış bir hataya
indirgeyen bu hikâyeye inanacaktı belki, ama İpek bir ara coşup "Lacivert
aslında Kadife'yi değil, beni seviyor!" demişti. Ka hiç duymak istemediği bu
sözden sonra bu "berbat herif hakkında şimdi ne düşündüğünü sormuş, İpek artık
bu konuda konuşmak istemediğini, her şeyin geride kaldığını, Ka ile Almanya'ya
gitmek istediğini söylemişti. Lacivert ile bu son gelişinde de telefonla
konuştuğunu Ka o zaman hatırlamış, İpek de böyle bir konuşma olmadığını,
Lacivert'in telefon ederse yerinin belli olacağını düşünecek kadar siyasi
tecrübesi olduğunu söylemişti. "Hiçbir zaman mutlu olamayacağız!" demişti o
zaman Ka. "Hayır, Frankfurt'a gideceğiz ve orada mutlu olacağız!" demişti İpek
ona sarılarak, ipek'e göre Ka o an bu sözlere inanmış, sonra gene ağlamaya
başlamıştı.
İpek de ona daha sıkı bir şekilde sarıldı ve birlikte ağladılar. Daha sonra Ka
sarılarak ağlamanın, yenilgi ile yeni bir hayat arasındaki bu kararsızlık
bölgesinde birlikte gezinmenin insana acı kadar zevk de verdiğini o sırada belki
ipek'in de hayatında ilk defa keşfettiğini yazacaktı. Birbirlerine sarılarak
ağlayabildikleri için ona daha da âşık olmuştu. Ka bir yandan bütün gücüyle
İpek'e sarılıp ağlarken, bir yandan da aklının bir köşesiyle, bundan sonra
yapması gereken şeyi bulmaya çalışıyor, içgüdüyle otelin içinden ve sokaktan
gelen seslere dikkat ediyordu. Saat altıya geliyordu: Serhat Şehir Gazetesi'nin
yarınki sayısının basılması tamamlanmış, Sarıkamış yolunda kar makineleri yolu
açmak için öfkeyle çalışmaya koyulmuş, Funda Eser'in tatlılıkla askerî kamyona
361
uıeıucıeı
bindirip Millet Tiyatrosu'na götürdüğü Kadife orada Sunay ile provalara
başlamıştı.
Lacivert'in Kadife'ye bir mesajı olduğunu Ka İpek'e yarım saat sonra
söyleyebildi ancak. Bu süre boyunca birbirlerine sarılarak ağlamışlar ve Ka'nın
başlattığı bir sevişme denemesi korkular, kararsızlıklar ve kıskançlık nöbetleri
arasında yarıda kalmıştı. Ka bu sırada ipek'e Lacivert'i en son ne zaman
gördüğünü sormaya, onun her gün Lacivert'le gizlice konuştuğunu, buluştuğunu,
her gün onunla seviştiğini saplantılı bir şekilde tekrarlamaya başlamıştı. Bu
sorulara ve iddialara Ipek'in ilk başta kendisine inanıl-madığı için öfkeli
cevaplar verdiğini, daha sonra Ka'nın sözlerinin mantıksal içeriğini değil,
duygusal etkisini hesaba katarak daha şefkatli davrandığını, kendisinin de bir
yandan bu şefkatten zevk alırken, bir yandan da iddiaları ve sorularıyla Ipek'in
canını yakmaktan hoşlandığını hatırlayacaktı Ka. Hayatının son dört yılında
pişmanlık ve kendini suçlamakla çok vakit geçiren Ka, sözle can yakma huyunu bir
kimsenin ona duyduğu sevginin gücünü ölçmenin bir yolu olarak bütün ömrünce
kullandığını da kendi kendine itiraf edecekti. İpek'e, Lacivert'i daha çok
sevdiğini, aslında Lacivert'i istediğini takıntılı bir şekilde söylerken ve
sorarken, Ka aslında Ipek'in vereceği cevaplardan çok, kendisine ne kadar sabır
gösterebileceğini merak ediyordu.
"Onunla bir ilişkim olduğu için bu sorularınla beni cezalandırıyorsun!" dedi
İpek.
"Beni onu unutabilmek için istiyorsun!" dedi Ka ve Ipek'in yüzünden bunun doğru
olduğunu korkuyla gördü, ama ağlamadı. Belki de fazlasıyla ağladığından içinde
bir güç toplandığını hissetti. "Lacivert'in saklandığı yerden Kadife'ye bir
mesajı var," dedi. "Kadife'nin verdiği sözden dönmesini, sahneye çıkmamasını,
başını açmamasını istiyor. Çok ısrarlı."
"Biz bunu Kadife'ye söylemeyelim," dedi İpek.
"Niye?"
"Hem böylece Sunay bizi sonuna kadar korur. Hem de Kadife için iyi olur.
Kardeşimi Lacivert'ten uzaklaştırmak istiyorum çünkü."
"Hayır," dedi Ka. "Onların arasını açmak istiyorsun." Kıskanç-
362
•i\a ııe ipek Oteldelerlığının
onu Ipek'in gözünde daha da düşürdüğünü görüyor, ama gene de kendini
tutamıyordu.
"Benim Lacivert ile hesabım çoktan kesildi."
Ka Ipek'in dilindeki kabadayı havanın içten olmadığını düşündü. Ama kendini
tuttu ve bunu ipek'e söylememeye karar verdi. Ama bir an sonra bunu da söylerken
ve pencereden dışarı bakarken buldu kendini. Kıskançlığının ve öfkesinin
denetimi dışında, kendine rağmen harekete geçtiğini görmek daha da kederlendirdi
Ka'yı. Ağlayabilirdi, ama aklı Ipek'in vereceği cevaptaydı.
"Evet, bir zamanlar ona çok âşıktım," dedi İpek. "Ama şimdi çoğu geçti, iyiyim
artık. Seninle Frankfurt'a gelmek istiyorum."
"Ona nasıl çok âşıktın?"
"Çok âşıktım," dedi İpek ve kararlılıkla sustu.
"Anlat nasıl çok âşık olduğunu." Soğukkanlılığını kaybetmiş olmasına rağmen Ka,
Ipek'in doğruyu söylemek ile Ka'yı avutmak, içindeki aşk acısını paylaşmak ile
Ka'yı hak ettiği kadar üzmek arasında kararsızlık geçirdiğini hissetti.
"Ona kimseye âşık olmadığım kadar âşıktım," dedi sonra İpek gözlerini kaçırarak.
"Belki de kocan Muhtar'dan da başka birini tanımadığın için," dedi Ka.
Daha söylerken pişman olmuştu. Yalnız onu kıracağını bildiği için değil, Ipek'in
sert bir cevap vereceğini sezdiği için de.
"Belki bir Türk kızı olduğum için erkeklerle fazla yakınlaşma imkânım olmadı
hayatta. Ama herhalde sen Avrupa'da pek çok özgür kız tanımışsındır. Onların
hiçbirini sormuyorum sana. Ama onlar sevgilinin eski sevgililerini kaldırmayı
sana öğretmişlerdir zannediyordum."
"Ben Türk'üm," dedi Ka.
"Türk olmak çoğu zaman kötülük için ya bir özür olur, ya da bahane.."
"Bu yüzden Frankfurt'a döneceğim," dedi Ka dediğine inanmadan.
"Ben de seninle geleceğim ve orada mutlu olacağız."
"Frankfurt'a onu unutmak için gelmek istiyorsun."
"Birlikte Frankfurt'a gidebilirsek bir süre sonra sana âşık olaca-
363
UlCIUCICI
ğımı hissediyorum. Ben senin gibi değilim; iki günde kimseye âşık olamam. Bana
sabredersen, Türk kıskançlıklarınla kalbimi kırmazsan seni çok severim."
"Ama şimdi sevmiyorsun," dedi Ka. "Hâlâ Lacivert'e âşıksın. Onu o kadar özel
yapan şey nedir?"
"Bunu gerçekten bilmek istemen hoşuma gidiyor, ama vereceğim cevaba tepkinden
korkuyorum."
"Korkma," dedi Ka dediğine inanmadan. "Seni çok seviyorum."
"Ben de bu söylediklerimi dinledikten sonra beni hâlâ sevebilecek bir erkekle
yaşayabilirim ancak." İpek bir an sustu ve bakışlarını Ka'dan karlı sokağa
dikti. "Çok şefkatlidir Lacivert, çok düşünceli ve cömerttir," dedi sımsıcak bir
sesle. "Kimsenin kötülüğünü istemez. Bir keresinde annesi ölen iki köpek yavrusu
için bütün bir gece gözyaşı dökmüştü. İnan bana, hiç kimseye benzemez."
"O bir katil değil mi?" dedi Ka umutsuzlukla.
"Onu benim tanıdığımın onda biri kadar tanıyan biri bile bunun ne kadar saçma
bir düşünce olduğunu anlar, gülerdi. Kimseye kıyamaz o. Bir çocuktur. Bir çocuk
gibi oyundan, hayallerden hoşlanır, taklitler yapar, Şehname'den, Mesnevi'den
hikâyeler anlatır, içinden arka arkaya çeşit çeşit insan çıkar. Çok iradelidir,
akıllıdır, kararlıdır, çok güçlüdür; çok da eğlencelidir... Ah, özür dilerim,
ağlama canım, yeter artık ağlama."
Ka bir ara ağlamayı kesti ve birlikte Frankfurt'a gidebileceklerine artık
inanmadığını söyledi. Odada arada bir Ka'nın hıçkırıklarıyla kesilen uzun, tuhaf
bir sessizlik oldu. Ka yatağına yattı, pencereye sırtını dönüp bir çocuk gibi
iki büklüm kıvrıldı. Az sonra İpek de yanma yattı, arkasından sanldı ona.
Ka önce "bırak" demek istedi lpek'e. Sonra "daha sıkı sarıl!" diye fısıldadı.
Yastığın gözyaşlarıyla ıslandığını yanaklarında hissetmek Ka'nın hoşuna
gidiyordu. İpek'in kendisine sarıldığını hissetmek de güzeldi. Uyuyakaldı.
Uyandıklarında saat yediydi ve ikisi de bir an mutlu olabileceklerini
hissettiler. Birbirlerinin yüzüne bakamıyorlardı, ama ikisi de yeniden uzlaşmak
için bahane arıyordu.
364
•ı\a ne ipek Oteldeler -
"Boşver canım, hadi, boşver," dedi İpek.
Ka bir an bunun umutsuzluğun mu, yoksa geçmişin unutulacağına duyulan bir
güvenin mi işareti olduğunu çıkaramadı. İpek'in gitmekte olduğunu sandı.
Kars'tan Frankfurt'a İpek'siz dönerse eski mutsuz günlük hayatına bile
başlayamayacağını çok iyi biliyordu.
"Gitme, biraz daha otur," dedi telaşla.
Tuhaf, huzursuz edici bir sessizlikten sonra birbirlerine sarıldılar. "Allahım,
Allahım, ne olacak!" dedi Ka. "Her şey iyi olacak," dedi İpek. "İnan, güven
bana." Ka bu kâbustan ancak ipek'in sözlerini bir çocuk gibi dinleyerek
çıkabileceğini hissediyordu.
"Gel sana Frankfurt'a götüreceğim çantaya koyacağım şeyleri göstereyim," dedi
ipek.
Odadan çıkmak Ka'ya iyi geldi. Merdivenlerden inerken tuttuğu ipek'in elini,
Turgut Beyler'in dairesine girmeden önce bıraktı, ama lobiden geçerken, ikisine
bir "çift" gibi baktıklarını hissederek gururlandı. Doğrudan ipek'in odasına
gittiler. İpek. Kars'ta gi-yemediği buz mavisi dar kazağı çekmecesinden çıkardı,
açıp naftalinlerini silkeledi, aynanın karşısına geçip gövdesine yasladı.
"Üstüne giy," dedi Ka.
İpek üzerindeki yünlü ve bol kazağı çıkardı, bluzunun üzerine dar kazağı giyince
Ka onun güzelliğine yeniden hayran oldu. "Hayatının sonuna kadar beni sevecek
misin?" dedi Ka. "Evet."
"Şimdi Muhtar'ın yalnızca evde giymene izin verdiği kadife gece elbisesini giy."
İpek dolabı açtı, siyah kadife elbiseyi askıdan çıkardı, naftalinlerini
silkeledi, özenle açtı ve giymeye başladı.
"Bana öyle bakman çok hoşuma gidiyor," dedi aynada Ka ile gözgöze gelince.
Ka kadının uzun güzel sırtına, ensesinde saçların seyreldiği o hassas yere ve az
aşağıda omuriliğin izine, poz vermek için ellerini saçlarının üzerinde
birleştirince omuzlarında beliren gamzelere içini coşkuyla dolduran bir heyecan
ve kıskançlıkla baktı. Hem çok mutlu, hem de çok kötü hissediyordu kendini.
365
---------------------------------------ı\a ııe ipek uteıaeler-------------------
--------------------
"Ooo, bu elbise nedir!" diyerek odaya girdi Turgut Bey. "Bu hangi baloya
hazırlık?" Ama yüzünde neşe yoktu hiç. Ka bunu baba kıskançlığıyla açıkladı ve
hoşuna gitti.
"Kadife gittikten sonra televizyondaki duyurular daha da sal-dırganlaştı," dedi
Turgut Bey. "Kadife'nin bu oyuna çıkması çok yanlış olacak."
"Babacığım, Kadife'nin başını açmasını neden istemediğinizi bana da anlatın
lütfen."
Hep birlikte salona, televizyonun karşısına geçtiler. Az sonra ekranda beliren
spiker gece canlı yayında toplumsal ve manevi hayatımızı kötürüm eden bir
trajediye son verileceğini, bizi modernlikten ve kadın erkek eşitliğinden uzak
tutan dinî önyargılardan Karslıların bu akşam dramatik bir hareketle
kurtulacağını duyurdu. Sahnede hayat ile tiyatroyu birleştiren o büyüleyici ve
eşsiz tarihî anlardan biri daha yaşanacaktı. Karslıların bu sefer
endişelenmesine hiç gerek yoktu, çünkü girişin bedava olduğu oyun sırasında
Emniyet Müdürlüğü ve Sıkıyönetim Komutanlığı tiyatroda her türlü önlemi almıştı.
Daha önceden yapıldığı belli olan bir röportajda Emniyet Müdür Yardımcısı Kasım
Bey belirdi ekranda. İhtilal gecesinde darmadağınık olan saçları taranmıştı,
gömleği ütülü, kravatı yerli yerindeydi. Karslıların bu akşamki büyük sanat
gösterisine hiç çekinmeden gelebileceklerini söyledi. Gece için şimdiden pek çok
imam hatip öğrencisinin Emniyet Müdürlüğü'ne geldiğini ve medeni ülkelerde ve
Avrupa'da olduğu gibi oyunun gerekli yerlerinde disiplin ve coşkuyla alkışlamak
için emniyet güçlerine söz verdiklerini, "bu sefer" hiçb
-
aysyzgije
12 years ago
- "bu sefer" hiçbir taşkınlığa, kabalığa,
bağırıp çağırmaya izin verilmeyeceğini, binlerce yıllık bir kültür birikimini
temsil eden Karslıların bir tiyatro eserinin nasıl seyredileceğini elbette
bildiklerini söyleyip yok oldu.
Arkasından beliren aynı spiker bu akşam oynanacak trajediden söz etti, başoyuncu
Sunay Zaim'in bu oyun için nasıl yıllarca hazırlandığını anlattı. Sunay'ın
yıllar önce oynadığı Napoleon'lu, Robespierre'li, Lenin'li Jakoben oyunların
buruşuk afişleri, Sunay'ın siyah beyaz fotoğrafları (Funda Eser bir zamanlar ne
kadar zayıftı!), Ka'nın oyuncu çiftin bir bavulda taşıdığını sandığı diğer
366
¦ Ka ile İpek Oteldelerbaşka
bazı tiyatro hatıraları ile birlikte (eski biletler, programlar, Sunay'ın
Atatürk rolünü oynamayı düşündüğü günlerden kalma gazete kesikleri ve Anadolu
kahvelerinden acıklı görüntüler) ekranda beliriyordu. Bu tanıtma filminin devlet
televizyonlarında gösterilen sanat belgesellerini andıran sıkıcı bir yanı vardı,
ama Sunay'ın ekranda ikide bir beliren ve yeni çekildiği anlaşılan havalı bir
fotoğrafı demirperde ülkelerinin başkanlarının, Afrika ve Ortadoğu
diktatörlerinin kırık dökük ama iddialı havasını veriyordu. Kars'ta oturanlar
şimdiden sabahtan akşama kadar televizyonda görüntülerini seyrettikleri Sunay'ın
şehirlerine huzur getirdiğine inanmışlar, kendilerini onun vatandaşı gibi
hissetmeye ve geleceklerine esrarlı bir şekilde güven duymaya başlamışlardı.
Seksen yıl önce Osmanlı ve Rus orduları şehirden çekildikten sonra Ermenilerin
ve Türklerin birbirlerini katlettikleri günlerde şehirde Türklerin ilan ettiği
devletin nereden bulunduğunu kimsenin bilmediği bayrağı da artık arada bir
ekranda beliriyordu. Güve yeniği dolu, bu lekeli bayrağın ekranda görünmesi
Turgut Bey'i her şeyden çok huzursuz etti.
"Deli bu adam. Hepimizin başına bela getirecek, Kadife sakın sahneye çıkmasın!"
"Çıkmasın, evet," dedi İpek. "Ama bunu sizin fikriniz olarak söylersek,
Kadife'yi biliyorsunuz babacığım, bu sefer inadına çıkıp açar başını.
"Ne olacak peki?"
"Ka hemen tiyatroya gitsin ve Kadife'yi sahneye çıkmaması için ikna etsin!" dedi
İpek Ka'ya dönüp kaşlarını kaldırarak.
Uzun bir süredir televizyonu değil, İpek'i seyreden Ka, bu fikir değişikliğinin
neyin sonucunun olduğunu anlayamadan telaşlandı.
"Başını açmak istiyorsa olaylar yatıştıktan sonra evde açsın," dedi Turgut Bey
Ka'ya. "Sunay mutlaka bu akşam tiyatroda bir kışkırtma daha yapacak. Funda
Eser'e kanıp Kadife'yi o delilere teslim ettiğim için çok pişmanım."
"Ka tiyatroya gider ve Kadife'yi ikna eder babacığım."
"Kadife'ye artık bir tek siz ulaşabilirsiniz, çünkü Sunay size güveniyor.
Burnunuza ne oldu kuzum?"
367
- i\a ne ipex uieıaeıer -
"Buzda düştüm," dedi Ka suçlulukla.
"Alnınızı da vurmuşsunuz. Orası da morarmış."
"Ka bütün gün sokaklarda yürümüş," dedi İpek.
"Sunay'a belli etmeden Kadife'yi bir kenara çekin..." dedi Turgut Bey. "Bu fikri
bizden aldığınızı söylemeyin Kadife'ye, Kadife de sizden böyle bir fikir
geldiğini kaçırmasın ağzından. Sunay ile tartışmasın hiç, bir mazeret uydursun.
En iyisi 'hastayım' desin, 'başımı yarın evde açacağım' desin, söz versin.
Söyleyin ona hepimiz çok seviyoruz Kadife'yi. Yavrum benim."
Turgut Bey'in gözleri bir anda yaşlandı.
"Babacığım ben bir de yalnız konuşabilir miyim Ka ile?" diyerek ipek Ka'yı yemek
masasına çekti. Zahide'nin yalnızca örtüsünü serdiği akşam sofrasının bir
kenarına oturdular.
"Kadife'ye Lacivert'in zorda kaldığı, güç durumda olduğu için böyle bir şey
istediğini söyle."
"Fikrini niye değiştirdiğini anlat önce bana," dedi Ka.
"Ah canım, kuşkulanacak hiçbir şey yok, inan bana,- yalnızca babamın
söylediklerine hak verdim, o kadar. Kadife'yi bu akşamki beladan uzak tutmak,
şimdi bana da her şeyden önemli geliyor."
"Hayır," dedi Ka dikkatle. "Bir şey oldu ve fikrini değiştirdin."
"Korkacak bir şey yok. Kadife başını açacaksa, sonra evde de açar."
"Kadife başını bu akşam açmazsa," dedi Ka dikkatle, "evde babasının yanında hiç
açmaz. Bunu sen de biliyorsun."
"Kızkardeşimin önce sağ salim eve dönmesi daha önemli."
"Bir şeyden korkuyorum," dedi Ka. "Benden sakladığın bir şey olduğundan."
"Canım, yok böyle bir şey. Seni çok seviyorum. Beni istiyorsan, seninle
Frankfurt'a geleceğim hemen. Orada zaman içinde sana ne kadar bağlanıp âşık
olduğumu görünce bugünleri unutacak, beni güvenle seveceksin."
Elini Ka'nm nemli ve sıcak elinin üzerine koydu. Ka Ipek'in büfenin aynasında
yansıyan güzelliğine, askılı kadife elbise içerisinde sırtının olağanüstü
çekiciliğine, iri gözlerinin kendi gözlerine bu kadar yakın olmasına inanamadan
bekliyordu.
368
• r\a ne ipek Oteldeler -
"Kötü bir şey olacağından eminim sanki," dedi sonra. "Niye?"
"Çünkü çok mutluyum. Hiç beklemediğim bir şekilde, Kars'ta on sekiz tane şiir
yazdım. Bir yenisini daha yazarsam kendiliğinden bir kitap yazmış olacağım.
Benimle birlikte Almanya'ya gelmek istemene de inanıyorum ve önümde daha da
büyük bir mutluluk olduğunu hissediyorum. Mutluluğun bu kadarı bana fazla
geliyor ve mutlaka bir kötülük olacağını da seziyorum." "Ne gibi bir kötülük?"
"Kadife'yi ikna etmek için ben buradan çıkar çıkmaz senin Lacivert ile
buluşmandan."
"Ah, çok saçma," dedi ipek. "Yerini bile bilmiyorum onun." "Onun yerini
söylemediğim için dayak yedim." "Kimseye de sakın söyleme," dedi İpek kaşlarını
çatarak. "Korkularının saçmalığını da anlayacaksın."
"Ee ne oldu, Kadife'ye gitmiyor musunuz?" diye seslendi Turgut Bey. "Bir saat on
beş dakika sonra oyun başlıyor. Televizyon yolların da açılmak üzere olduğunu
duyurdu."
"Tiyatroya gitmek istemiyorum, buradan çıkmak istemiyorum," diye fısıldadı Ka.
"Arkamızda Kadife'yi mutsuz bırakarak kaçamayız, inan," dedi ipek. "O zaman biz
de mutlu olamayız. Hiç olmazsa git ve ikna etmeye çalış, içimiz rahat olsun."
"Bir buçuk saat önce Fazıl Lacivert'ten bana haber getirdiğinde," dedi Ka, "bana
dışarı çıkma diyordun sen."
"Sen tiyatroya gittiğinde buradan kaçmayacağımı nasıl kanıtlayabilirim, çabuk
söyle," dedi ipek.
Ka gülümsedi. "Yukarıya benim odama gelirsin, kapını kilitler, yarım saatliğine
anahtarı da yanıma alırım."
"Peki," dedi İpek neşeyle. Ayağa kalktı. "Babacığım, ben yanm saatliğine
yukarıya odama çıkacağım, Ka da, merak etmeyin, şimdi tiyatroya Kadife'yle
konuşmaya gidiyor... Hiç kalkmayın yerinizden, yukarıda da bir işimiz ve
acelemiz var."
"Hay Allah razı olsun," dedi Turgut Bey ama telaşlıydı. İpek Ka'yı elinden
tuttu, lobiden geçerken de hiç bırakmadan merdivenlerden yukarı çıkardı onu.
369
¦ ı\a lie ipek uteiaeıer-
"Cavit bizi gördü," dedi Ka. "Ne düşünmüştür?"
"Boşver," dedi İpek neşeyle. Yukarıda Ka'dan aldığı anahtarla odanın kapısını
açtı, içeri girdi. İçeride geceki sevişmelerinin hâlâ belli belirsiz bir kokusu
vardı. "Burada seni bekleyeceğim. Dikkat et kendine. Sunay ile takışma."
"Sahneye çıkmamasını Kadife'ye babasının ve bizim isteğimiz olarak mı
söyleyeyim, Lacivert'in isteği olarak mı?"
"Lacivert'in isteği olarak."
"Niye?" diye sordu Ka.
"Kadife Lacivert'i çok seviyor da ondan. Kızkardeşimi tehlikeden korumak için
gidiyorsun oraya. Lacivert'i kıskanmayı unut."
"Unutabilirsem."
"Almanya'da çok mutlu olacağız," dedi İpek. Kollarını Ka'nın boynuna doladı.
"Hangi sinemaya gideceğiz, söyle bana."
"Film Müzesi'nde cumartesi akşamları geç saatte dublajsız Amerikan sanat
filmleri gösteren bir sinema vardır," dedi Ka. "Oraya gideceğiz. Gitmeden önce
istasyon civarındaki lokantalarda döner ve tatlı turşu yiyeceğiz. Sinemadan
sonra evde televizyon karıştırıp eğleneceğiz. Sonra da sevişeceğiz. Benim
siyasal sürgün maaşım ve bu son şiir kitabım için yapacağım okumalarda alacağım
para ikimize de yeteceği için ikimizin de birbirimizi sevmekten başka bir işi
olmayacak."
İpek ona kitabının adını sordu, Ka söyledi.
"Güzel," dedi İpek. "Hadi canım, git artık, yoksa babam meraklanacak ve kendi
düşecek yollara."
Ka paltosunu giydikten sonra İpek'e sarıldı.
"Artık korkmuyorum," diye yalan söyledi. "Ama ne olur ne olmaz bir karışıklık
çıkarsa şehirden ayrılan ilk trende seni bekleyeceğim."
"Bu odadan çıkabilirsem," diye güldü İpek.
"Ben köşeden kaybolana kadar pencereden bak olur mu?"
"Olur."
"Seni bir daha görememekten çok korkuyorum," dedi Ka kapıyı kaparken.
Kapıyı kilitleyip anahtarı paltosunun cebine koydu.
Sokakta geri dönüp İpek'in penceresine rahatça bakabilmek
370
-Ka ile ipekOteldeleriçin
kendim koruyan iki eri birkaç adım önden yollamıştı. Ipek'i Karpalas
Oteli'nin birinci katındaki 203 numaralı odanın penceresinden hiç kıpırdamadan
kendisine bakarken gördü. Kadife elbisesinin içinde artık soğuktan ürperen bal
rengi omuzlarına küçük masa lambasından Ka'nın bir daha hiç unutmayacağı ve
hayatının geri kalan dört yılında kafasında mutlulukla ilişkilendire-ceği
turuncumsu bir ışık vuruyordu. Ka bir daha Ipek'i hiç görmedi.
371
40
İki taraflı casusluk zor olmalı
YARIM KALAN BÖLÜM
Ka Millet Tiyatrosu'na yürürken sokaklar boşalmış, bir iki lokanta dışında bütün
kepenkler indirilmişti. Çayhanelerin son müşterileri sigara ve çayla
geçirdikleri uzun günün sonunda yerlerinden kalkarlarken televizyondan gözlerini
hâlâ alamıyorlardı. Millet Tiyat-rosu'nun önünde ışıkları yanıp sönen üç polis
aracını ve yokuşun aşağılarındaki iğde ağaçlarının altında bir tankın gölgesini
gördü Ka. Akşam ayazı bastırmıştı, saçaklardan sarkan buzların ucundan
kaldırımlara sular akıyordu. Atatürk Caddesi'nin bir yanından öteki yanına
gerilmiş naklen yayın kablosunun altından geçip tiyatro binasına girerken
cebindeki anahtarı avucunun içine aldı.
Kenarlarda düzenle sıralanmış polisler ve askerler sahnede yapılan provanın boş
salonda yankılanışmı dinliyorlardı. Ka da koltuklardan birine oturdu ve gür
sesli Sunay'ın tane tane söylediği kelimeleri, başı örtülü Kadife'nin kararsız
ve zayıf cevaplarını ve sahnedeki dekoru (bir ağaç, aynalı bir makyaj masası)
yerleştirirken arada bir provaya karışan (daha içten söyle, Kadifeciğim!) Funda
Eser'in sözlerini izledi.
Funda Eser ile Kadife bir ara kendi aralarında prova yaparlarken Ka'nın
sigarasının ışığını gören Sunay gelip yanma oturdu. "Hayatımın en mutlu saatleri
bunlar," dedi. Ağzı rakı kokuyordu, ama sarhoş değildi hiç. "Ne kadar prova
yapsak da her şey sahne-
372
İ
de o an hissettiklerimizle belirlenecek. Zaten Kadife'nin de tuluata yeteneği
var."
"Babasından ona bir mesaj ve bir de nazar boncuğu getirdim," dedi Ka. "Bir
kenarda onunla konuşabilir miyim?"
"Bir ara korumalarını atlatıp kaybolduğunun farkındayız. Karlar eriyormuş,
demiryolu açılmak üzereymiş. Ama tüm bunlardan önce biz oyunumuzu
sahneleyeceğiz," dedi Sunay. "Lacivert iyi bir yere gizlenmiş mi bari?" diye
sordu gülümseyerek. "Bilmiyorum."
Sunay Kadife'yi yollayacağını söyleyerek gitti ve sahnedeki provaya katıldı.
Aynı anda sahne ışıkları yandı. Ka sahnedeki üç kişi arasında yoğun bir çekim
olduğunu hissetti. Kadife'nin başında örtüyle bu dışa dönük dünyanın
mahremiyetine hızla girivermesi Ka'yı korkuttu. Başı açık olsa, örtülü kızların
giydiği o berbat par-desülerden birini giymeyip ablasmınki gibi uzun
bacaklarının birazını sergileyen bir etek giyse Kadife'ye daha çok yakınlık
duyacağını hissetti, ama Kadife sahneden inip yanına oturunca bir an Lacivert'in
niye İpek'i bırakıp ona âşık olduğunu da sezdi.
"Kadife, Lacivert'i gördüm. Onu bırakmışlar, o da bir yere gizlenmiş. Bu gece
çıkıp sahnede başını açmanı istemiyor. Bir de mektup yolladı sana."
Ka'nın Sunay'ın dikkatini çekmemek için, sınavda kopya verir gibi el altından
uzattığı mektubu Kadife göstere göstere açıp okudu. Bir kere daha okudu ve
gülümsedi.
Ka sonra Kadife'nin öfkeli gözlerinde yaş gördü. "Baban da böyle düşünüyor
Kadife. Başını açmaya karar vermen ne kadar doğruysa, bunu bu akşam öfkeli imam
hatip öğrencilerinin önünde yapman o kadar saçma. Sunay gene herkesi
kışkırtacak. Bu akşam burada durmana hiç gerek yok. Hasta olduğunu söylersin."
"Bahaneye gerek yok. Sunay istersem eve dönebileceğimi söyledi zaten."
Kadife'nin yüzünde gördüğü öfke ve hayal kırıklığının okul piyesine çıkmasına
son anda izin verilmeyen genç kızınkinden çok daha derin olduğunu Ka kavradı.
"Burada mı kalacaksın Kadife?"
373
"Burada kalıp oyunda oynayacağım."
"Bu babanı çok üzecek biliyor musun?"
"Bana yolladığı nazar boncuğunu ver."
"Seninle yalnız konuşabilmek için boncuğu ben uydurdum."
"İki taraflı casusluk zor olmalı."
Kadife'nin yüzünde bir hayal kırıklığı da gördü Ka, ama kızın aklının bambaşka
bir yerde olduğunu acıyla hissetti hemen. Omuzundan çekip Kadife'ye sarılmak
istedi, ama hiçbir şey yapamadı.
"İpek bana Lacivert ile eski durumlarını anlattı," dedi Ka.
Kadife sessizce çıkardığı paketten bir sigarayı ağır hareketlerle ağzına
yerleştirip yaktı.
"Sigaranı ve çakmağını ona verdim," dedi Ka beceriksiz bir havayla. Biraz
sustular. "Bunu Lacivert'i çok sevdiğin için mi yapıyorsun? Onda bu kadar çok
sevdiğin şey ne Kadife, söyle bana."
Ka boşuna konuştuğunu, konuştukça da battığını anladığı için sustu.
Funda Eser sahneden Kadife'ye seslenerek sırasının geldiğini söyledi.
Kadife yaşlı gözlerle Ka'ya bakıp kalktı. Son anda birbirlerine sarıldılar.
Kadife'nin varlığını ve kokusunu hissederek bir süre sahnedeki oyunu seyretti
Ka, ama aklı orada değildi; hiçbir şey anlayamıyordu. İçinde kendine olan
güvenini, mantığını darmadağın eden bir eksiklik, kıskançlık ve pişmanlık vardı.
Neden acı çektiğini aşağı yukarı çıkarıyordu da, acının neden bu kadar yıkıcı ve
şiddetli olduğunu anlayamıyordu.
İpek'le Frankfurt'ta geçireceği yılların -tabii eğer onunla Frankfurt'a gitmeyi
başarırsa- bu ezici, kahredici acıyla damgalanacağını hissederek bir sigara
içti. Aklı karmakarışıktı. İki gün önce Necip ile buluştukları tuvalete gitti,
aynı küçük bölmeye girdi. Yüksekteki pencereyi açıp karanlık göğe sigara içerek
baktı.
Dışarıda yeni bir şiirin gelmekte olduğuna inanamadı ilk. Bir teselli ve umut
olarak gördüğü şiiri heyecanla yeşil defterine geçirdi. Aynı kahredici duygunun
hâlâ bütün gücüyle içine yayıldığını anlayınca telaşla Millet Tiyatrosu'ndan
çıktı.
Karlı kaldırımlarda yürürken soğuk havanın kendisine iyi ge-
374
leceğini düşündü bir an. İki koruma eri yanındaydı ve aklı daha da karışıktı. Bu
noktada hikâyemizin daha iyi anlaşılabilmesi için bu bölümü bitirip bir yenisine
başlamalıyım. Ama bu, Ka'nın bu bölümde anlatılması gereken başka şeyler
yapmadığı anlamına gelmiyor. Önce Ka'nın üzerinde durmadan defterine yazdığı
"Dünyanın Bittiği Yer" adlı bu son şiirin Kar adlı kitaptaki yerine bakmalıyım.
375
41
Herkesin bir kar tanesi vardır
KAYIP YEŞİL DEFTER
"Dünyanın Bittiği Yer" Ka'ya Kars'ta gelen on dokuzuncu ve son şiirdi. Ka'nın bu
şiirlerin on sekizini -bazı eksiklerle de olsa- yanında hep taşıdığı yeşil bir
deftere aklına gelir gelmez yazdığını biliyoruz. İhtilal gecesi sahnede okuduğu
şiiri yazamamıştı bir tek. Ka daha sonra Frankfurt'tan İpek'e yazdığı ve
hiçbirini postalamadığı mektupların ikisinde "Allah'ın Olmadığı Yer" adını
verdiği bu şiirini bir türlü hatırlayamadığım, kitabını bitirebilmek için bu
şiiri mutlaka bulması gerektiğini, bunun için İpek Serhat Kars Televizyonu'ndaki
video kayıtlarına bir bakarsa çok mutlu olacağını yazmıştı. Frankfurt'taki otel
odamda okuduğum bu mektubun havasından Ka'nın İpek'in video ve şiir bahanesiyle
kendisine aşk mektubu yazdığını düşünebileceğini hayal edip huzursuz olduğunu da
hissetmiştim.
Aynı gece elimde Melinda kasetleriyle döndüğüm odamda hafifçe kafayı bulduktan
sonra gelişigüzel açtığım bir defterde gördüğüm kar tanesini bu romanın yirmi
dokuzuncu bölümünün sonuna koydum. Daha sonraki günlerde defterleri okudukça
Ka'nın Kars'ta kendisine gelen şiirleri kar tanesinin üzerindeki on dokuz
noktaya yerleştirerek ne yapmak istediğini biraz olsun anladığımı sanıyorum.
Ka daha sonra okuduğu kitaplardan altı kollu bir yıldız biçi376
ıc>ıı uenermindeki
kar tanesinin gökte kristalleşmesiyle yeryüzüne inip biçimini kaybederek
yok olması arasında ortalama sekiz on dakika geçtiğini, her kar tanesinin
rüzgâr, soğukluk, bulutların yüksekliği gibi etkenlerin yanında anlaşılamayan
esrarengiz pek çok nedenle de biçimlendiğini öğrenince kar taneleriyle insanlar
arasında ilişki olduğunu sezmişti. "Ben, Ka" adlı şiirini bir kar tanesini
düşünerek Kars Kütüphanesi'nde yazmış, daha sonra Kar adlı şiir kitabının
merkezinde de aynı kar tanesinin yattığını düşünmüştü.
Daha sonra aynı mantıkla hareket ederek "Cennet", "Satranç", "Çikolata Kutusu"
adlı şiirlerinin de hayali kar tanesinin üzerinde bir yeri olduğunu göstermişti.
Bunun için kar tanelerinin şekillerini yayımlayan kitaplardan yararlanarak kendi
kar tanesini çizmiş, Kars'ta kendisine gelen şiirlerin hepsini bu tanenin
üzerine yerleştirmişti. Böylece yeni şiir kitabının yapısı kadar, kendisini Ka
yapan her şeyi de bir kar tanesi üzerinde işaretlemiş oluyordu. Her insanın
bütün hayatının içsel bir haritası olan böyle bir kar tanesi olmalıydı.
Şiirlerin kar tanesinin üzerinde yerleştiği hafıza, hayal ve mantık dallarını
Ka, Bacon'ın insan bilgisini sınıflandırdığı ağaçtan almış, altıgen kar
yıldızının dalları üzerindeki noktaların ne anlama geldiğini Kars'ta yazdığı
şiirleri yorumlarken uzun uzun tartışmıştı.
Bu yüzden Kars'ta yazdığı şiirler üzerine Frankfurt'ta tuttuğu üç defter dolusu
notun büyük çoğunluğunu kar tanesinin anlamı kadar Ka'nın kendi hayatının anlamı
üzerine bir tartışma olarak da görmek gerekir. Söz gelimi, "Vurularak Ölmek"
adlı şiirin kar tanesi üzerindeki yerini tartışıyorsa önce şiirde ele aldığı
korkuyu açıklıyor, bu şiirin ve korkunun neden hayal dalma yakın yerleştirilmesi
gerektiğini irdeliyor, neden hafıza dalının tam üzerindeki "Dünyanın Bittiği
Yer" adlı şiirin yakınında ve çekim alanında olduğunu yorumlarken, esrarlı pek
çok şeyin de malzemesini verdiğine inanıyordu. Ka'ya göre herkesin hayatının
arkasında böyle bir harita ve bir kar tanesi vardı ve uzaktan birbirlerine
benzeyen insanların aslında ne kadar değişik, tuhaf ve anlaşılmaz olduğu
herkesin kendi kar yıldızının çözümlemesi yapılarak kanıtlanabilirdi.
Ka'nın şiir kitabının ve kendi kar yıldızının yapısı hakında tuttuğu sayfalar
dolusu ("Çikolata Kutusu" adlı şiirin hayal dalında
377
olmasının anlamı neydi? "Bütün İnsanlık ve Yıldızlar" şiiri Ka'nın yıldızını
nasıl biçimlendirmişti? vs.) not hakkında romanımızın gerektirdiğinden fazla söz
söylemeyeceğim. Kendilerini aşırı önemseyen, yazdıkları her saçmalığın ileride
bir araştırma konusu olacağına inandığı için kasıla kasıla daha yaşarken kendi
kendilerinin kimsenin bakmadığı bir heykeli haline gelen şairlerle Ka
gençliğinde alay ederdi.
Modernist efsanelere kanarak zor anlaşılır şiirler yazan şairleri yıllarca
küçümsedikten sonra hayatının son dört yılında kendi yazdığı şiirleri kendi
kendine yorumluyor olmasının gene de birkaç hafifletici özürü var. Notlarını
dikkatli okuyunca anlaşıldığı gibi, Kars'ta kendisine gelen şiirleri Ka
bütünüyle kendi yazmış gibi hissetmiyordu. Bu şiirlerin kendi dışında bir yerden
"geldiğini", kendisinin onların yazılması -bir örnekte olduğu gibi söylenmesiiçin
yalnızca bir araç olduğuna inanıyordu. Ka notlarını kendisinin bu
"edilgenlik" durumunu değiştirmek, yazdığı şiirlerin anlamını ve gizli
simetrisini çözmek için tuttuğunu birkaç yerde yazmıştı. Ka'nın kendi
şiirlerinin yorumunu yapmasının ikinci özürü de buradaydı: Ka ancak Kars'ta
yazdığı şiirlerin anlamını çözerse kitabının eksikliklerini, yarım kalan
dizeleri ve kaydetmeden unuttuğu "Allah'ın Olmadığı Yer" adlı şiiri
tamamlayabilirdi. Çünkü Frankfurt'a döndükten sonra hiç şiir "gelmemişti" Ka'ya.
Ka'nın dört yılın sonunda gelen şiirlerin mantığını çözüp kitabını bitirmiş
olduğu notlarından ve mektuplarından anlaşılıyor. Bu yüzden dairesinden aldığım
kâğıtları, defterleri Frankfurt'taki otelde içki içerek sabaha kadar
karıştırırken, arada bir Ka'nın şiirlerinin buralarda bir yerde olması
gerektiğini hayal edip kendi kendime heyecanlanıyor, elimdeki malzemeyi yeniden
karıştırmaya başlıyordum. Sabaha karşı arkadaşımın defterlerini karıştıra
karıştıra onun eski pijamaları, Melinda kasetleri, kravatları, kitapları,
çakmakları (Kadife'nin Lacivert'e yolladığı ama Ka'nın ona vermediği çakmağı da
daireden almış olduğumu böyle fark ettim) arasında kâbuslar ve özlemlerle dolu
düşler ve hayaller görerek (rüyamda Ka bana "yaşlanmışsın" diyordu, korkuyordum)
uyu-yakaldım.
378
Ancak öğle vakti uyandım ve günün geri kalanını karlı ve ıslak Frankfurt
sokaklarında Tarkut Ölçün'ün yardımı olmadan Ka hakkında bilgi toplamakla
geçirdim. Ka'nın Kars'a gelişinden önceki sekiz yılda ilişki kurduğu iki kadın
da benimle görüşmeye -arkadaşımın biyografisini yazdığımı söylemiştim- hemen
razı oldu. Ka'nın ilk sevgilisi Nalan, değil son şiir kitabından, Ka'nın şiir
yazdığından bile haberdar değildi. Evliydi, kocasıyla birlikte iki dönerci
dükkânı ve bir seyahat bürosu işletiyordu. Başbaşa konuşurken bana Ka'nın zor,
kavgacı, huysuz ve aşırı alıngan biri olduğunu söyledikten sonra biraz ağladı.
(Ka'dan çok, solcu hayallere feda ettiği gençliği için üzülüyordu.)
Bekâr olan ikinci sevgili Hildegard'ın da tahmin ettiğim gibi Ka'nın ne yazdığı
son şiirlerinde ne de Kar adlı şiir kitabından haberi vardı. Ka'yı ona
Türkiye'de olduğundan çok daha ünlü bir şairmiş gibi tanıtmaktan duyduğum
suçluluğu hafifleten oyuncu, flörtçü bir havayla bana Ka'dan sonra yaz
tatillerinde Türkiye'ye gitmekten vazgeçtiğini, Ka'nın çok sorunlu, çok zeki,
yapayalnız bir çocuk olduğunu, aradığı anne-sevgiliyi huysuzluğu yüzünden hiçbir
zaman bulamayacağını, bulursa bile kaçıracağını, ona âşık olmak ne kadar
kolaysa, onunla birlikte olmanın o kadar zor olduğunu anlattı. Ka ona benden hiç
söz etmemişti. (Bu soruyu ona niye sorduğumu ve burada niye bahsettiğimi
bilmiyorum.) Bir saat on beş dakika süren görüşmemiz sırasında fark etmediğim
şeyi, ince bilekli uzun parmaklı güzel sağ elinin işaret parmağının ilk
ekleminin olmadığını Hildegard son anda el sıkışırken bana gösterdi ve Ka'nın
bir öfke ânında bu eksik parmakla alay ettiğini gülümseyerek ekledi.
Kitabını bitirdikten sonra Ka, bir deftere el yazısıyla yazdığı şi-/ irleri
daktilo edip çoğaltmadan önce, bundan önceki kitaplarında da yaptığı gibi bir
okuma turuna çıkmıştı: Kassel, Braunschweig, Hannover, Osnabrück, Bremen,
Hamburg. Ben de, beni çağıran halkevinin ve Tarkut Ölçün'ün yardımıyla, bu
şehirlerde alelacele "okuma geceleri" düzenlettim. Tıpkı Ka'nın bir şiirinde
anlattığı gibi ben de dakikliğine, temizliğine ve Protestan konforuna hayran
olduğum Alman trenlerinde pencerenin kenarına oturur, camda yansıyan ovalan,
uçurumların dibinde uyuklayan küçük ki-
379
liseli şirin köyleri ve küçük istasyonlardaki sırt çantalı, renk renk
yağmurluklu çocukları hüzünle seyreder, ağızlarında sigara istasyonda beni
karşılayan dernekli iki Türk'e Ka'nın yedi hafta önce buraya okuma için
geldiğinde yaptığı şeylerin aynısını yapmak istediğimi söyler ve her kentte,
tıpkı Ka'nın yaptığı gibi küçük ucuz bir otele kaydımı yaptırdıktan, beni
çağıranlarla bir Türk lokantasında siyasetten ve Türklerin ne yazık ki kültürle
ilgilenmediğinden konuşup ıspanaklı börek ve döner yedikten sonra şehrin soğuk
ve boş sokaklarında gezer, İpek'in acısını unutmak için bu sokaklarda yürüyen Ka
olduğumu hayal ederdim. Akşam siyasete, edebiyata ya da Türklere meraklı on beşyirmi
kişinin katıldığı "edebi" toplantıda, en son romanımdan ruhsuzca bir-iki
sayfa okuduktan sonra birden konuyu şiire getirir, kısa zaman önce Frankfurt'ta
öldürülen büyük şair Ka'nın çok yakın arkadaşım olduğunu açıklar, "acaba yakın
zaman önce burada okuduğu son şiirlerinden birşeyler hatırlayan var mı" diye
sorardım.
Toplantıya katılanların büyük çoğunluğu Ka'nın şiir gecesine gelmemiş olurdu,
gelenlerin ise siyasi sorular sormak için veya rastlantıyla geldiklerini,
şiirlerini değil üzerinden hiç çıkarmadığı kül rengi paltosunu, soluk tenini,
dağınık saçlarını, sinirli hareketlerini hatırlamalarından anlardım. Kısa bir
süre içinde arkadaşımın en ilgi çeken yanı, hayatı ve şiirleri değil, ölümü
olmuştu. Onu İslamcıların, Türk gizli servislerinin, Ermenilerin, Alman
dazlaklarının, Kürtlerin veya Türk milliyetçilerinin öldürdüğüne dair pek çok
kuram dinledim. Yine de kalabalık içinde Ka'ya gerçekten dikkat etmiş, akıllı,
zeki, duyarlı birileri her zaman çıkardı. Edebiyatsever ve dikkatli bu
kişilerden Ka'nın yeni bir şiir kitabını bitirdiğinden, "Rüya Sokaklar",
"Köpek", "Çikolata Kutusu" ve "Aşk" adlı şiirlerini okuduğundan ve bu şiirleri
çok, çok tuhaf bulduklarından başka pek fazla yararlı bir şey öğrenemedim. Ka
şiirleri Kars'ta yazdığını birkaç yerde belirtmiş, bu da memleket hasreti çeken
dinleyicilere de seslenmek istediği şeklinde yorumlanmıştı. Okuma gecesinden
sonra Ka'ya (sonra da bana) sokulan tek çocuklu, dul, otuz yaşlarında esmer bir
kadın Ka'nın "Allah'ın Olmadığı Yer" adlı bir şiirinden de bahsettiğini
hatırlıyordu: Ona göre büyük ihtimalle Ka tepki çekmemek için
380
-ısayıp Yejil Defterbu
uzun şiirden yalnızca bir dörtlük okumuştu. Ne kadar zorla-dıysam da bu
dikkatli şiirsever okur "çok korkunç bir manzara" demekten başka bir şey
hatırlayamadı. Hamburg'taki toplantıda ön sırada oturan bu kadın Ka'nın
şiirlerini yeşil defterden okuduğundan emindi.
Gece Hamburg'tan Frankfurt'a Ka'nın döndüğü trenle döndüm. Banhoftan çıkıp onun
gibi Kaiserstrasse'de yürüdüm ve sex shop-larda oyalandım. (Bir haftada
Melinda'nın yeni bir kaseti gelmişti.) Arkadaşımın vurulduğu yere gelince durdum
ve farkında olmadan kabul ettiğim şeyi ilk defa açıkça kendi kendime söyledim. O
yere düştükten sonra katili Ka'nın çantasından yeşil defteri ahp kaçmış
olmalıydı. Bir haftalık Almanya seyahatimde her gece saatlerce Ka'nm bu şiirler
için tuttuğu notları, Kars anılarını okumuştum. Şimdi tek avuntum kitaptaki uzun
şiirlerden bir tanesinin Kars'ta bir televizyon stüdyosunun video arşivinde beni
beklediğini hayal etmekti.
İstanbul'a döndükten sonra bir süre her gece devlet televizyonunun kapanış
haberlerinde Kars'ta havanın nasıl olduğunu dinledim, şehirde nasıl
karşılanabileceğimi hayal ettim. Ka'nınkine benzer bir buçuk günlük bir otobüs
yolculuğundan sonra bir akşam üstü Kars'a geldiğimi, elimde çanta, ürkek ürkek
Karpalas Oteli'nde bir odaya yerleştiğimi (ne esrarlı kızkardeşler vardı
ortalıkta ne de babaları), Ka'nın dört yıl önce yürüdüğü karlı kaldırımlarda
onun gibi uzun uzun yürüdüğümü (dört yılda Yeşilyurt Lokantası sefil bir
birahaneye çevrilmişti) söylemem, bu kitabın okurlarına benim de ağır ağır onun
bir gölgesi olmaya doğru gittiğimi düşündürmesin. Ka'nın da arada bir ima ettiği
gibi bendeki şiir ve hüzün eksikliği yalnız bizi birbirimizden değil, onun
kederli Kars şehrini, benim gördüğüm yoksul Kars şehrinden de ayırıyordu. Ama
bizi birbirimize benzeten ve bağlayan kişiden söz etmeliyim şimdi.
Ipek'i o akşam belediye başkanının benim için verdiği yemekte ilk gördüğümde
duyduğum başdönmesinin rakıdan kaynaklandığına, ipin ucunu kaçırıp ona âşık olma
ihtimalimin bir abartı, Ka'ya o gece hissetmeye başladığım kıskançlığın da
gereksiz olduğuna gönül rahatlığıyla inanabilmeyi ne çok isterdim! Ka'nm an-
381
-l\ayıp Yeşil uetterlattığından
çok daha az şiirsel olan sulu bir kar, gece yarısı Karpa-las
Oteli'ndeki penceremin önünden çamurlu kaldırımlara yağarken arkadaşımın tuttuğu
notlardan İpek'in bu kadar güzel olduğunu neden çıkaramadığımı kendime kimbilir
kaç kere sordum. Bir içgüdüyle ve o günlerde içimden sık sık geçen ifadeyle
"tıpkı Ka gibi", çıkardığım bir deftere yazdıklarım okuduğunuz kitabın
başlangıcı olabilir: Ka'dan ve onun Ipek'e duyduğu aşktan kendi hikâyemmiş gibi
söz etmeye çalıştığımı hatırlıyorum. Dumanlı aklımın bir köşesiyle de kendimi
bir kitabın ya da yazının iç sorunlarına kaptırmanın aşktan uzak durmanın
tecrübeyle edinilmiş bir yolu olduğunu düşünüyordum. Sanıldığının aksine, insan
isterse aşktan uzak durabilir.
Ama bunun için hem aklınızı çelen kadından, hem de sizi o aşka kışkırtan üçüncü
kişinin hayaletinden kurtulmanız gerekir. Oysa ben ipek ile ertesi gün öğleden
sonra Yeni Hayat Pastane-si'nde Ka'dan söz etmek için çoktan sözleşmiştim.
Ya da Ka'dan söz etmek istediğimi ona açtığımı sanıyordum. Bizden başka kimsenin
oturmadığı pastanede aynı siyah beyaz televizyon Boğaz Köprüsü'ne karşı
kucaklaşan iki âşığı gösterirken, İpek bana Ka'dan söz etmesinin hiç de kolay
olmadığını anlattı. İçindeki acıyı ve hayal kırıklığını ancak onu sabırla
dinleyecek birisine açabilirdi ve bu kişinin Ka'nın şiirleri için ta Kars'a
gelecek kadar yakın bir dostu olması içini rahatlatıyordu. Çünkü Ka'ya haksızlık
etmediğine beni ikna ederse içindeki huzursuzluktan biraz olsun kurtulacaktı.
Ama benim anlayışsızlığımın onu üzeceğini de ihtiyatla söyledi. Üzerinde
"ihtilal" sabahı Ka'ya kahvaltı verirken giydiği kahverengi uzun etek ve yine
kazağın üstünden takılmış eski moda kalın kemer (Ka'nın şiir notlarında okuduğum
için onları hemen tanıyordum), yüzünde ise Melinda'yı hatırlatan yarı hırçın,
yarı kederli bir ifade vardı. Onu dikkatle, uzun uzun dinledim.
382
42
Bavulumu hazırlayacağım
İPEK'İN GÖZÜNDEN
iki koruma erinin arkasından Millet Tiyatrosu'na giderken Ka'nın durup son bir
kere daha kendisine baktığı sırada İpek onu çok seveceğine iyimserlikle
inanıyordu, ipek için bir erkeği sevebileceğine inanmak, onu gerçekten
sevmekten, hatta âşık olmaktan da olumlu bir duygu olduğu için, kendini yeni bir
hayatın ve uzun sürecek bir mutluluğun eşiğinde hissediyordu.
Bu yüzden Ka'nın gidişinden sonraki ilk yirmi dakikada hiç endişelenmedi:
Kıskanç sevgili tarafından bir odaya kilitlendiği için huzursuz olmaktan çok,
memnundu. Aklı bavulundaydı; onu bir an önce hazırlar, hayatının sonuna kadar
yanından ayırmak istemediği eşyalarıyla oyalanırsa hem babasını ve kızkardeşini
daha kolay bırakabilir, hem de bir an önce Kars'tan Ka ile birlikte kazasız
belasız çıkabilirmiş gibi geliyordu ona.
Gittikten yarım saat sonra Ka hâlâ dönmeyince İpek bir sigara yaktı. Her şeyin
yolunda gideceğine kendini inandırdığı için budala gibi hissediyordu kendini:
Bir odaya kilitlenmiş olmak bu duyguyu arttırıyor, kendine ve Ka'ya içerliyordu.
Resepsiyona bakan Cavit'in otelden çıkıp bir yere doğru koştuğunu görünce bir an
pencereyi açıp ona seslenmek istedi, ama kararını verene kadar delikanlı koşup
gitti, ipek, Ka'nın her an geri gelebileceğini düşünerek oyaladı kendini.
383
Ka'nın gitmesinden kırk beş dakika sonra İpek odanın donmuş penceresini
zorlayarak açtı ve kaldırımdan geçmekte olan bir gence -Millet Tiyatrosu'na
götürülmemiş imam hatipli şaşkın bir öğrenciye- 203 no.lu odada kilitli
kaldığını, aşağıya otelin girişine haber vermesini rica etti. Delikanlı onu
şüpheyle karşıladı, ama içeri girdi. Az sonra da odadaki telefon çaldı:
"Ne işin var orada?" dedi Turgut Bey. "Kilitli kaldıysan niye telefon
etmiyorsun?"
Bir dakika sonra babası yedek anahtarla kapıyı açtı. İpek, Turgut Bey'e
kendisinin de Ka ile birlikte Millet Tiyatrosu'na gitmek istediğini, ama Ka'nın
onu tehlikeye atmamak için odasına kilitlediğini, şehirdeki telefonlar kesildiği
için oteldekilerin de çalışmadığını sandığını söyledi.
"Şehirde telefonlar çalışıyor artık," dedi Turgut Bey.
"Ka gideli çok oldu, merak ediyorum," dedi İpek. "Tiyatroya gidelim, Kadife ile
Ka'ya ne oldu bakalım."
Bütün telaşına rağmen Turgut Bey'in otelden çıkması vakit aldı. Önce
eldivenlerini bulamadı, sonra da kravat takmazsa bunun Sunay tarafından yanlış
anlaşılabileceğini söyledi. Yolda hem gücü yetmediği, hem de öğütlerini daha
dikkatli dinlemesi için lpek'e yavaş yürümesini söylüyordu.
"Sunay ile sakın zıtlaşma," dedi İpek. "Onun eline çok özel bir güç geçmiş bir
Jakoben olduğunu unutma!"
Turgut Bey tiyatronun kapısında meraklıların, otobüslerle getirilen
öğrencilerin, uzun zamandır bu tür kalabalığa hasret kalmış satıcıların ve
polislerle askerlerin oluşturduğu kalabalığı görünce gençliğinde bu tür siyasal
toplantılarda duyduğu heyecanı hatırladı. Kızının koluna daha bir güçle
sarılırken, çevresine kendisini bu hareketin bir parçası yapacak bir tartışma
fırsatı, ucundan tutacağı bir hareket arayarak yan mutluluk yan korkuyla
bakındı. Kalabalığın fazlasıyla yabancı olduğunu hissedince, itişerek kapıyı
tıkayan gençlerden birini kabaca itti ve yaptığından hemen utandı.
Salon henüz tam dolmamıştı ama bütün tiyatronun az sonra ana-baba günü
olacağını, tanıdık herkesin kalabalık bir rüyadaki gibi orada olduğunu hissetti
İpek. Kadife ile Ka'yı göremeyince huzursuz olmuştu. Bir yüzbaşı onları kenara
çekti.
384
"Başroldeki Kadife Yıldız'in babasıyım," diye atıldı Turgut Bey şikâyetçi bir
sesle. "Onunla bir an önce görüşmem gerek."
Turgut Bey lise piyesinde başrol oynayacak kızına son anda müdahale eden baba
gibi davranmış, yüzbaşı da babaya hak veren yardımcı öğretmen gibi
-
aysyzgije
12 years ago
- telaşlanmıştı. Duvarlarında Atatürk'ün ve Sunay'ın resimleri asılmış bir odada
biraz bekledikten sonra İpek Kadife'nin içeriye tek başına girdiğini görünce ne
yaparlarsa yapsınlar, kızkardeşinin bu akşam sahneye çıkacağını hemen anladı.
ipek Ka'yı sordu. Kadife onun kendisiyle konuştuktan sonra otele döndüğünü
söyledi. İpek yolda rastlaşmadıklarını söyledi, ama bu konunun üzerinde
durulmadı. Turgut Bey yaşlı gözlerle sahneye çıkmaması için Kadife'ye yalvarmaya
başlamıştı çünkü.
"Bu saatten, bu iş bu kadar ilan edildikten sonra sahneye çıkmamak, çıkmaktan
daha tehlikeli babacığım," dedi Kadife.
"Başını açınca imam hatiplilerin nasıl öfkeleneceğini, herkesin ne kadar
kinleneceğini biliyorsun değil mi Kadife?"
"Açıkçası babacığım, yıllar sonra, sizin bana 'başını açma' demeniz, bir
şakaymış gibi geliyor."
"Bunun şakası yok Kadifeciğim," dedi Turgut Bey. "Onlara hasta olduğunu söyle."
"Hasta değilim ki..."
Turgut Bey ağladı biraz. İpek babasının, bir konunun duygusal yanını bulup ona
yoğunlaşabildiği zamanlarda hep yaptığı gibi, aklının bir yanıyla döktüğü
gözyaşlarına kendisinin de inanmadığını hissetti. Turgut Bey'in acısını
yaşayışında öyle yüzeysel ve içten bir yan vardı ki İpek onun tam tersi bit
nedenle de içtenlikle gözyaşı dökebileceğini hissedebiliyordu. Babalarını iyi ve
sevimli yapan bu özellik şimdi iki kardeşin asıl konuşmak istedikleri konu
yanında utanılacak kadar "hafif kalıyordu. "Ka ne zaman çıktı?" diye sordu İpek
fısıldar gibi. "Çoktan otele dönmüş olmalıydı!" dedi Kadife aynı dikkatle.
Birbirlerinin gözlerinin içine korkuyla baktılar. İpek dört yıl sonra, Yeni
Hayat Pastanesi'nde bana o an ikisinin de Ka'yı değil, Lacivert'i
düşündüklerini, birbirlerinin bakışlarından bunu anlayıp korktuklarını,
babalarına ise hiç mi hiç aldırmadıklarını söyledi. Ipek'in bu itiraflarını bana
gösterilmiş bir ya-
385
kınlık olarak yorumluyor, hikâyemin sonunu artık kaçınılmaz olarak onun bakış
açısından göreceğimi hissediyordum.
İki kızkardeş arasında bir sessizlik olmuştu.
"Lacivert'in de istemediğini söyledi değil mi?" dedi İpek.
Kadife "babam duydu," diyen bir bakışla baktı ablasına. İkisi babalarına bir göz
attılar ve Turgut Bey'in gözyaşları arasında kızlarının fısıldaşmalarını
dikkatle izlediğini ve Lacivert sözünü işittiğini anladılar.
"Babacığım biz şurada abla kardeş iki dakika konuşsak."
"Sizin ikinizin aklı benimkinden her zaman üstündür," dedi Turgut Bey. Odadan
dışarı çıktı ama arkasından kapıyı kapamadı.
"İyi düşündün mü Kadife?" dedi İpek.
"İyi düşündüm," dedi Kadife.
"Biliyorum iyi düşünmüşsündür," dedi İpek. "Ama onu bir daha göremeyebilirsin."
"Sanmıyorum," dedi Kadife dikkatle. "Ona çok da kızıyorum."
İpek, Kadife ile Lacivert arasında öfkeler, barışmalar, kızgınlıklar, iniş
çıkışlarla dolu uzun ve mahrem bir tarih olduğunu gözünün önüne acıyla getirdi.
Kaç yıldır? Bunu tam çıkaramıyor, Lacivert'in kendisiyle Kadife'yi birlikte
idare ettiği sürenin ne kadar olduğunu kendine artık bir daha hiç sormak
istemiyordu. Ka'yı Almanya'da kendisine Lacivert'i unutturacağı için bir an
sevgiyle düşündü.
Kadife de iki kardeş arasındaki gelişen o özel sezgi anlarından birinde
ablasının ne düşündüğünü hissetti. "Ka, Lacivert'i çok kıskanıyor," dedi. "Sana
çok âşık."
"Bu kadar kısa sürede beni böyle sevebileceğine inanmıyordum," dedi İpek. "Ama
şimdi inanıyorum."
"Onunla Almanya'ya git." '
"Eve döner dönmez bavulumu hazırlayacağım," dedi İpek. "Ka ile Almanya'da mutlu
olabileceğimize gerçekten inanıyor musun?"
"İnanıyorum," dedi Kadife. "Ama geçmişteki şeyleri Ka'ya söyleme artık. Şimdiden
çok fazla biliyor, daha fazlasını da seziyor."
ipek Kadife'nin hayatı ablasından daha çok tanıyan o muzaffer havasından nefret
etti. "Sanki oyundan sonra eve hiç dönmeye-cekmişsin gibi konuşuyorsun," dedi.
386
"Ben döneceğim tabii," dedi Kadife. "Ama sen hemen gidiyorsun sanıyordum."
"Ka'nın nereye gitmiş olabileceği hakkında bir fikrin var mı?"
Birbirlerinin gözlerine bakarlarken İpek ikisinin de akıllarından geçen şeyden
korktuklarını hissetti.
"Artık gitmeliyim," dedi Kadife. "Makyaj yapmam lazım."
"Başını açmandan çok, mor yağmurluğundan kurtulacağın için seviniyorum," dedi
İpek.
Ta ayaklarına kadar bir çarşaf gibi inen eski yağmurluğunun eteklerini Kadife
iki dans hareketiyle havalandırdı. Bunun kapı aralığından kızlarını seyreden
Turgut Bey'i gülümsettiğini görünce iki kızkardeş birbirlerine sarılıp
öpüştüler.
Turgut Bey Kadife'nin sahneye çıkmasını çoktan kabullenmiş olmalıydı. Bu sefer
ne gözyaşı döktü, ne de öğüt verdi. Sarılıp kızını öptü ve tiyatro salonundaki
kalabalığın içinden bir an önce çıkmak istedi.
Tiyatronun kalabalık kapısında ve dönüş yolunda ipek Ka'ya veya onu sorabileceği
birisine rastlarım diye gözlerini dört açmıştı, ama kaldırımlarda hiçbir şey
dikkatini çekmedi. Daha sonra bana "Ka, olur olmaz nedenlerle nasıl kötümser
olabiliyorsa, ben de galiba aynı saçmalıktaki başka nedenlerle ondan sonraki
kırk beş dakika boyunca çok iyimserdim," dedi.
Turgut Bey doğrudan televizyonun başına geçip artık sürekli canh yayımlanacağı
duyurulan oyunu beklerken ipek Almanya'ya götüreceği bavulunu hazırladı. Ka'nın
nerede olduğunu düşüneceğine Almanya'da nasıl mutlu olacaklarını hayal etmeye
çalışarak dolabından eşyalar, elbiseler seçiyordu. Daha önceden yanına almayı
kurduklarından başka bavuluna "Almanya'da çok daha iyilerinin" olduğunu tahmin
etmesine rağmen alacaklarını, belki de Almanya'dakilere hiç alışamayacağım
düşünerek çoraplarını ve iç çamaşırlarını da tıkıştırırken içgüdüyle bir an
pencereden baktı ve Ka'yı almak için birkaç kere gelen askerî kamyonun otele
yanaştığını gördü.
Aşağı indi, babası da kapıdaydı, ilk defa gördüğü iyi tıraşlı, gaga burunlu
sivil bir memur "Turgut Yıldız," dedi ve babasının eline kapalı bir zarf
tutuşturdu.
387
Turgut Bey kül gibi bir yüz ve titreyen ellerle zarfı açınca bir anahtar çıktı
içinden. Okumaya başladığı mektubun kızına olduğunu anlayınca sonuna kadar
okuyup İpek'e verdi.
İpek dört yıl sonra hem kendini savunmak hem de benim Ka hakkında yazacaklarımın
gerçeği yansıtmasını dürüstçe istediği için bu mektubu bana verdi.
Perşembe, saat sekiz
Turgut Bey, bu anahtarla İpek'i odamdan çıkarıp bu mektubu ona lütfen verirseniz
hepimiz için çok iyi olacak, efendim. Kusuruma bakmayın. Saygıyla.
Canım. Kadife'yi ikna edemedim. Askerler beni korumak için buraya istasyona
getirdiler. Erzurum yolu açılmış, beni dokuz buçuktaki ilk trenle buradan zorla
uzaklaştınyorlar. Senin de, benim çantamı yapıp, kendi bavulunu alıp gelmen
lazım. Askerî araba dokuzu çeyrek geçe seni alacak. Sokaklara sakın çıkma. Gel.
Seni çok seviyorum. Mutlu olacağız.
Gaga burunlu adam saat dokuzdan sonra tekrar geleceklerini söyleyip gitti.
"Gidecek misin?" diye sordu Turgut Bey.
"Ona ne olduğunu çok merak ediyorum," dedi ipek.
"Askerler koruyor, ona bir şey olmaz. Sen bizi bırakıp gidecek misin?"
"Onunla mutlu olacağıma inanıyorum," dedi İpek. "Kadife de öyle dedi."
Mutluluğunun kanıtı da oradaymış gibi elindeki mektubu yeniden okumaya,
arkasından da ağlamaya başladı. Ama neden g*öz-yaşı döktüğünü de tam
çıkaramıyordu. "Belki de babamla kızkar-deşimi bırakmak bana ağır geldiği için,"
dedi bana yıllar sonra. Ipek'in o an hissettiği her şeye bütün ayrıntılarıyla
ilgi duymamın onu kendi hikâyesine bağladığını görüyordum. "Belki de aklım-daki
öteki şeyden korkuyordum," dedi sonra.
Ipek'in gözyaşları dindikten sonra babasıyla birlikte odasına gitmişler ve
birlikte bavuluna konacak şeyleri son bir kere daha göz-
388
-Ipek'in Gözünden -
den geçirmişler, sonra Ka'nın odasına girip bütün eşyalarını vişne rengi büyük
el çantasına doldurmuşlardı. Bu sefer ikisi de gelecekten umutla söz ediyor,
ipek gittikten sonra Kadife'nin okulu inşallah artık çabucak bitireceğini,
Turgut Bey'in de kızıyla birlikte Frankfurt'a İpek'i ziyarete geleceğini
anlatıyorlardı birbirlerine.
Bavul tamamlanınca ikisi de aşağıya indiler ve Kadife'yi seyretmek için
televizyonun başına geçtiler.
"İnşallah oyun kısadır da trene binmeden önce işin kazasız belasız bittiğini
görürsün!" dedi Turgut Bey.
Başka bir şey konuşmadan televizyonun karşısına oturdular ve Marianna
seyrederlerken yaptıkları gibi birbirlerine iyice sokuldular, ama İpek aklını
televizyonda gördüklerine veremedi hiç. Canlı yayımlanan oyunun ilk yirmi beş
dakikası boyunca seyrettiklerinden yıllar sonra aklında bir tek Kadife'nin başı
örtülü ve kıpkırmızı bir uzun elbise içerisinde sahneye çıkıp "Siz nasıl
isterseniz babacığım!" demesi kalmıştı. O sırada ne düşündüğünü içtenlikle merak
ettiğimi anladığı için "Aklım tabii başka yerlerdeydi," dedi. Bu yerlerin
nereleri olduğunu defalarca sorunca Ka ile yapacakları tren yolculuğundan söz
etti. Sonra da korktuğundan. Ama neden korktuğunu kendine tam söyleyemediği
gibi, yıllar sonra bana da tam açıklayamayacaktı. Aklının pencereleri bütünüyle
açılmış, karşısındaki televizyon ekranı dışında her şeyi derinden algılıyor,
uzun bir yolculuktan geri dönünce evlerini, eşyalarını, odalarını çok tuhaf,
küçük, değişik ve eski bulan gezginler gibi, çevresindeki eşyalara, sehpaya,
perdelerin kıvrılışına şaşarak bakıyordu. Hayatının o geceden itibaren bambaşka
bir yere gitmesine izin verdiğini, kendi evine bir yabancı gibi bakmasından
anladığını söyledi bana. Bu, bana Yeni Hayat Pastanesi'nde dikkatle anlattığı
gibi, İpek'e göre o akşam Ka ile Frankfurt'a gitmeye karar verdiğinin kesin bir
kanıtıydı.
Otelin kapısı çalınca İpek koşup açtı. Onu istasyona götürecek askerî araç erken
gelmişti. Korkuyla kapıdaki sivil memura birazdan geleceğini söyledi. Koşa koşa
gidip babasının yanına oturdu ve bütün gücüyle sarıldı ona.
"Araba mı geldi?" dedi Turgut Bey. "Bavulun hazırsa daha vakit
var.
389
- Ipek'in Gözünden -
İpek ekrandaki Sunay'a bir süre boş boş baktı. Yerinde duramayıp içeri koştu,
terliklerini ve pencerenin içinde duran fermuarlı küçük dikiş çantasını da
bavulunun içine attıktan sonra birkaç dakika yatağının kenarına oturup ağladı.
Daha sonra bana anlattığına göre, geri döndüğünde artık Ka ile Kars'ı terk etme
kararını kesinlikle vermişti. Şüphenin ve kararsızlıkların zehirini içinden
attığı için içi rahattı ve şehirdeki son dakikalarını sevgili babacığı ile
televizyon seyrederek geçirmek istiyordu.
Resepsiyona bakan Cavit kapıda birinin olduğunu söyleyince İpek telaşlanmamıştı
hiç. Turgut Bey de kızına buzdolabından bir şişe Coca-Cola getirmesini, bölüşmek
için de iki bardak çıkarmasını söylemişti.
İpek mutfak kapısında gördüğü Fazıl'ın suratını hiçbir zaman unutamayacağını
söyledi bana. Bakışları hem bir felaket olduğunu söylüyor, hem de Ipek'in daha
önceden hiç hissetmediği bir şeyi, Fazıl'ın kendisini aileden biri, çok yakın
bir kişi olarak gördüğünü anlatıyordu.
"Lacivert'i ve Hande'yi öldürdüler!" dedi Fazıl. Zahide'nin verdiği bir bardak
suyun yarısını içti. "Onu bir tek Lacivert caydırabilirdi."
İpek hiç kıpırdamadan seyrederken Fazıl biraz ağladı. İçinden gelen bir sese
uyarak oraya gittiğini, Lacivert'in Hande ile saklandığını, bir ihbar üzerine
baskın düzenlendiğini bir takım askerin katılmasından anladığını söyledi. Bir
ihbar olmasa askerler bu kadar kalabalık gitmezlerdi. Hayır, kendisini izlemiş
olamazlardı, çünkü Fazıl oraya vardığında her şey çoktan olup bitmişti. Fazıl
çevre evlerden gelen çocuklarla birlikte askerî projektörlerin ışığında
Lacivert'in cesedini de gördüğünü söyledi.
"Burada kalabilir miyim?" dedi sonra. "Başka bir yere gitmek istemiyorum."
İpek bir bardak da ona çıkarttı. Yanlış çekmeceleri, ilgisiz dolapları açıp
kapayarak şişe açacağını aradı. Lacivert'i ilk görüşünü, o gün giydiği çiçekli
bluzunu bavula koyduğunu hatırladı. Fazıl'ı içeri aldı, Ka'nın salı gecesi
sarhoş olduktan sonra herkesin bakışları altında şiir yazmak için oturduğu
mutfak kapısının ya-
390
¦ıpek'ın Gözünden -
mndaki sandalyeye oturttu. Sonra içine zehir gibi yayılan acıyı bir an durup bir
hasta gibi dinledi: Fazıl uzaktan sessizce ekrandaki Kadife'yi seyrederken İpek
önce ona, sonra babasına birer bardak Coca-Cola verdi. Kafasının bir yanı bütün
bu yaptıklarını bir kamera gibi dışarıdan görüyordu.
Odasına geçti. Karanlıkta bir dakika durdu.
Yukarıdan Ka'nın çantasını aldı. Sokağa çıktı. Soğuktu dışarısı. Kapı önünde
beklemekte olan askerî araçtaki sivil memura şehirden ayrılmayacağını söyledi.
"Sizi alıp trene yetiştirecektik," dedi memur.
"Vazgeçtim, gelmiyorum, teşekkür ederim. Bu çantayı Ka Bey'e verin lütfen."
İçeride, babasının yanına oturduktan hemen sonra giden askerî aracın gürültüsünü
duydular.
"Onları ben yolladım," dedi İpek babasına. "Gitmiyorum."
Turgut Bey sarıldı ona. Bir süre daha ekrandaki oyunu pek bir şey anlamadan
seyrettiler. Birinci perdenin sonu yaklaşıyordu ki "Kadife'ye gidelim!" dedi
İpek. "Ona anlatacaklarım var."
391
43
Kadınlar gurur için intihar eder
SON PERDE
Sunay Thomas Kyd'ın İspanyol Trajedisi adlı oyunundan ilhamla ve başka pek çok
etkiyle yazıp sahnelediği şeyin adını da son anda Kars'ta Trajedi'ye çevirmiş,
bu yeni adı televizyonda sürekli yapılan duyuruların ancak son yarım saatine
yetiştirmişti. Bir kısmı asker denetiminde otobüslerle getirilen, bazıları
televizyondaki duyurulara, askerî yönetimin güvencesine inanan ya da her ne
pahasına olursa olsun olacakları kendi gözleriyle görmek isteyen (çünkü "canlı"
yayının aslında banttan verildiği, bu bandın da Amerika'dan geldiği söylentileri
de vardı şehirde) meraklılarla çoğu mecburiyet üzerine gelen memurlardan (bu
sefer ailelerini getirmemişlerdi) oluşan seyirci kalabalığı bu adın farkında
değildi. Farkında olsalar bile bütün şehir gibi, hiç kimsenin pek bir şey
anlamadan seyrettiği "oyun" ile ilişkisini kurmaları da zordu zaten.
İlk ve son oynanışından dört yıl sonra Serhat Kars Televizyo-nu'nun video
arşivinden çıkartıp seyrettiğim Kars'ta Trajedi'nin ilk yarısının konusunu
özetlemek güç. "Geri, yoksul ve akılsız" bir kasabada bir kan davası söz
konusuydu ama insanların neden birbirlerini öldürmeye başladığı, paylaşılamayan
şeyin ne olduğu hiç anlatılmıyor, ne katiller ne de sinek gibi ölenler bu konuda
bir soru soruyordu. Bir tek Sunay halkının kan davası gibi geri bir şeye
392
¦---------------------------------------------------Son Perde-------------------
---------------------------------
kapılmasına öfkeleniyor, bu konuda karısıyla tartışıyor ve anlayışı ikinci ve
genç bir kadında (Kadife) arıyordu. Sunay zengin ve aydın bir iktidar sahibi
görünümündeydi ama yoksul halkla da dans ediyor, şakalaşıyor, hayatın anlamını
bilgece tartışıyor ve bir çeşit oyun içinde oyun havasıyla onlara Shakespeare,
Victor Hugo ve Brecht'ten sahneler oynuyordu. Ayrıca şehir trafiği, sofra adabı,
Türklerin ve Müslümanların vazgeçemedikleri özellikleri, Fransız ihtilalinin
coşkusu, aşının, prezervatifin ve rakının faydaları, zengin orospunun göbek
dansı, şampuan ve kozmetiklerin boyalı sudan başka bir şey olmayışı gibi
konularda öğretici ve kısa sahneler de oyunun şurasına burasına doğal bir
düzensizlik içerisinde serpiştirilmişti.
Sık sık tuluat ve doğaçlamanın araya girmesiyle iyice karışan bu oyunu toplayan,
Karslı seyirciyi sahneye bağlayan tek şey Su-nay'ın tutkulu oyunculuğuydu.
Oyunun ağırlaştığı yerlerde sahne hayatının en iyi anlarından hatırladığı
jestlerle birden öfkeleniyor, ülkeyi, halkı bu hale düşürenlere verip
veriştiriyor, trajik bir edayla topallayarak sahnenin bir kenarından diğerine
yürürken gençlik hatıralarını, Montaigne'in arkadaşlık üzerine yazdıklarını ya
da Atatürk'ün aslında ne kadar yalnız olduğunu anlatıyordu. Yüzü ter içindeydi.
Tiyatroya ve tarihe düşkün, iki gece önceki oyunda da onu hayranlıkla izleyen
öğretmen Nuriye Hanım yıllar sonra bana Sunay'ın ağzından gelen rakı kokusunun
en ön sıradan çok iyi alındığını anlattı. Ona göre bu büyük sanatçının sarhoş
değil, coşkulu olduğu anlamına geliyordu. İki gün içinde, onu yakından
görebilmek için her türlü tehlikeyi göze alacak kadar ona hayran olan Kars'ın
orta yaşlı devlet memurları, dul kadınlar, televizyondaki görüntülerini şimdiden
yüzlerce kere seyretmiş genç Atatürkçüler, maceraya ve iktidara meraklı erkekler
ön sıralara ondan bir ışık, bir ışın yayıldığını, uzun bir süre onun gözlerinin
içine bakmanın imkânsız olduğunu söylemişlerdi.
Askerî kamyonlarla zorla Millet Tiyatrosu'na götürülen imam hatipli
öğrencilerden Mesut (ateistlerin müminlerle aynı mezarlığa gömülmesine karşı
olan) da yıllar sonra bana Sunay'dan gelen bu çekimi hissettiğini söyledi. Dört
yıl Erzurum'da silahlı eylem-
393
• son Kerae ¦
ler yapan küçük İslamcı bir grup içinde çalışıp hayal kırıklığına uğradıktan
sonra Kars'a dönüp bir çayhanede çalışmaya başladığı için itiraf edebiliyordu
belki bunu. Ona göre imam hatipli gençleri Supay'a bağlayan açıklanması zor bir
şey vardı. Sunay'm onların istediği mutlak iktidara sahip olmasıydı belki bu. Ya
da koyduğu yasaklarla onları isyan etme gibi tehlikeli bir dertten kurtarmasıydı.
"Bütün askerî darbelerden sonra aslında herkes gizlice sevinir," dedi
bana. Ona göre Sunay'ın o kadar güç sahibi olmasına rağmen sahneye çıkıp kendini
bütün içtenliğiyle kalabalığa sunması da gençleri etkilemişti.
Yıllar sonra Serhat Kars Televizyonu'nda o gecenin video kaydını izlerken ben de
salonda baba ile oğul, iktidar ile suçlu arasındaki gerilimin unutulup herkesin
derin bir sessizlik içinde kendi korkulu anılarına ve hayallerine gömüldüğünü ve
ancak baskı dolu aşırı milliyetçi ülkelerde yaşayanların anlayabileceği o
büyüleyici "biz" duygusunun varlığını hissettim. Sunay sayesinde sanki salonda
"yabancı" kimse kalmamış, herkes ortak bir hikâyeyle birbirine umutsuzca
bağlanmıştı.
Bu duyguyu Karslıların bir türlü sahnedeki varlığına alışamadıkları Kadife
bozuyordu. Naklen yayın kameramanı da bunu hissetmiş olmalı ki coşku anlarında
Sunay'a odaklanıp Kadife'ye hiç sokulmuyor, Kars seyircisi onu bulvar
komedilerindeki hizmetçiler gibi olayları yapan güçlere hizmet ederken
görebiliyordu ancak. Oysa öğle saatlerinden itibaren Kadife'nin akşamki oyun
sırasında başını açacağı duyurulduğu için seyirci onun ne yapacağını çok merak
ediyordu. Kadife'nin bu işi asker zoruyla yaptığı, sahneye çıkmayacağı ya da
benzeri pek çok dedikodu yayılmış, türbancı kızların mücadelesini işitmiş ama
onun adını hiç duymamış olanlar bile yarım günde Kadife'yi tanımışlardı. Bu
yüzderf ilk başlarda da sahnedeki silikliği, kırmızı ve uzun bir elbiseyle de
olsa başı örtülü çıkması hayal kırıklığına yol açmıştı.
Kadife'den birşeyler bekleneceği oyunun yirminci dakikasında Sunay ile
aralarında gelişen bir diyalogdan anlaşıldı ilk: Sahnede yalnız kaldıkları bir
ara, Sunay ona "kararlı olup olmadığını" sormuş, "Başkalarına kızıp kendini
öldürmeni kabul edilmez buluyorum," demişti.
394
---------------------------------------------Son Perde--------------------------
--------------------
¦¦Kadife "Bu şehirde erkekler birbirlerini hayvanlar gibi öldürür Ve'bunu şehrin
mutluluğu için yaptıklarını söylerlerken-benim kendimi öldürmeme kim
karışabilir?" deyip sahneye giren Funda Eser'den kaçar gibi sıvışmıştı.
Dört yıl sonra Kars'ta o akşam olup bitenleri konuşabildiğim herkesten dinler,
elimde saat, olayları dakika dakika sıralamaya çalışırken Kadife'nin bunu
söylediği sahnede Lacivert'in onu son defa gördüğünü hesaplamıştım. Çünkü baskım
bana anlatan komşuların ve hâlâ Kars'ta görev yapan emniyet görevlilerinin
söylediğine göre evin kapısı çalındığında Lacivert ile Hande televizyon
seyrediyorlardı. Yapılan resmi açıklamaya göre Lacivert karşısında emniyet
güçlerini ve askerleri görünce içeri koşup silahını almış, ateş etmeye başlamış,
komşuların ve kısa zamanda onu bir efsane yapan genç İslamcılardan bazılarının
anlattığına göre ise "ateş etmeyin!" diye bağırarak Hande'yi kurtarmak istemiş,
ama daireye dalan Z. Demirkol komutasındaki özel tim bir dakika içinde yalnız
Lacivert ile Hande'yi değil, bütün daireyi delik deşik etmişti. Kopan büyük
gürültüye rağmen komşu evlerdeki birkaç meraklı çocuktan başka kimse olayla
ilgilenmemişti. Bu yalnızca Karslılar geceleri bu tür baskınlara alışık
oldukları için değil, o sırada şehirde kimsenin Millet Tiyatrosu'ndan verilen
canlı yayından başka bir şeyle ilgilenecek'hali kalmadığı içindi de. Bütün
kaldırımlar boş, bütün kepenkler inik, birkaç tanesi dışında bütün çayhaneler
kapalıydı.
Şehirde bütün gözlerin kendisinin üzerinde olduğunu bilmek Sunay'a olağanüstü
bir güven ve güç vermişti. Kadife sahnede ancak Sunay'ın izin verdiği kadar yer
bulabileceğini hissettiği için ona daha fazla sokuluyor, yapmak istediği şeyi
ancak Sunay'ın sunacağı fırsatlardan yararlanarak gerçekleştirebileceğini
hissediyordu. Daha sonra, ablasının aksine, benimle o günler hakkında
konuşmaktan kaçındığı için aklından ne geçirdiğini bilmem imkânsız. Kadife'nin
intihar etme ve başını açma konusundaki kararlılığını oyunun bundan sonraki kırk
dakikasında kavrayan Karslılar yavaş yavaş ona hayran olmaya başlamışlardı.
Oyun, Kadife'nin öne çıkmaya başlamasıyla birlikte Sunay ile Funda Eser'-in yarı
eğitici yarı gırgır öfkesinden daha ağır bir drama doğru ev-
395
riliyordu. Seyirci Kadife'nin erkeklerin baskısından yıldığı için her şeyi
yapmaya hazır gözüpek birini canlandırdığını hissetmişti. "Türbana kız Kadife"
kimliği tamamen unutulmamasına rağmen o gece sahnede canlandırdığı yeni
kişiliğin de Karslıların yüreğinde kabul gördüğünü sonradan konuştuğum, yıllarca
Kadife için üzülmüş pek çok kişiden dinledim. Artık Kadife sahneye çıkınca derin
bir sessizlik oluyor, evlerde çoluk çocuk televizyon izleyenler o konuştuktan
sonra "ne dedi ne dedi?" diye birbirlerine soruyorlardı.
Bu sessizliklerin birinde dört gün sonra şehirden ayrılacak ilk trenin düdüğü
işitildi. Ka askerlerin onu zorla bindirdiği bir vagondaydı. Geri gelen askerî
araçtan İpek'in çıkmadığını, yalnızca çantasının geldiğini gören sevgili
arkadaşım, kendisini koruyan askerlere onunla görüşebilmek için çok ısrar etmiş,
bu izni alamayınca askerî aracı otele bir kere daha yollamaya onları ikna etmiş,
araç yeniden ve bomboş gelince subaylara treni beş dakika daha tutmaları için
yalvarmış, ipek yine gözükmeyip kalkış düdüğü çalınca Ka ağlamaya başlamıştı.
Tren hareket ederken yaşlı gözleri hâlâ perondaki kalabalığın içinde, istasyon
binasının Kâzım Karabekir heykeline bakan öteki kapısında, kendisine doğru
yürürken göreceğini hayal ettiği eli çantalı uzunca boylu bir kadını arıyordu.
Hızlanmakta olan tren, düdüğünü bir kere daha öttürdü. O sırada ipek ile Turgut
Bey Karpalas Oteli'nden, Millet Tiyatrosu'na doğru yürümeye başlamışlardı. "Tren
gidiyor," dedi Turgut Bey. "Evet," dedi İpek. "Yollar yakında açılır. Vali ve
alay komutanı şehre döner." Bu saçma askerî darbenin böylece sona ereceği, her
şeyin normale döneceği konusunda da birşeyler söyledi, ama bu sözleri önemli
bulduğu için değil, susarsa babasının onun K'a'yı düşündüğünü sanacağını
hissettiği için söylemişti. Aklı ne kadar Ka'da, ne kadar Lacivert'in
ölümündeydi, bunu kendisi de tam bilmiyordu, içinde kaçırılmış bir mutluluk
fırsatından çok güçlü bir acı, Ka'ya karşı da yoğun bir öfke vardı. Duyduğu
öfkenin nedenlerinden pek az şüpheleniyordu. Dört yıl sonra Kars'ta bu nedenleri
benimle isteksizce tartışırken sorularım ve kuşkularım üzerine huzursuz olacak
ve o geceden sonra Ka'yı bir daha sev-
396
• Son Perde •
meşinin neredeyse imkânsız olduğunu hemen anladığını bana söyleyecekti. Ka'yı
götüren tren düdüğünü çalıp Kars'ı terk ederken Ipek'te ona karşı yalnızca bir
kalp kırıklığı vardı; belki biraz da hayret duyuyordu. Asıl derdi şimdi acısını
Kadife ile paylaşmaktı.
Turgut Bey kızının sessizlikten rahatsız olduğunu hissetmişti. "Bütün şehir
sanki terk edilmiş," dedi.
"Hayalet şehir," dedi ipek bir şey söylemiş olmak için.
Üç askerî araçlık bir konvoy köşeyi dönerek önlerinden geçti. Turgut Bey bu
araçların yollar açıldığı için gelebildiklerini söyledi. Baba kız önlerinden
geçip karanlıkta kaybolan konvoyun ışıklarına oyalanmak için baktılar. Daha
sonra yaptığım araştırmalara göre, ortadaki cemsenin içinde Lacivert ve
Hande'nin cesetleri vardı.
Turgut Bey az önce en arkadan gelen jipin çarpık lambalarının ışığında Serhat
Şehir Gazetesi bürosunun vitrinine yarınki gazetenin asıldığını görmüştü; durup
okudu: "Sahnede Ölüm. Ünlü Türk oyuncusu Sunay Zaim dün geceki gösteri esnasında
vurularak öldürüldü."
Haberi iki kere okuduktan sonra hızlı hızlı Millet Tiyatrosu'na yürüdüler.
Tiyatronun kapısında gene aynı polis araçları ve aşağıda, uzakta aynı tankın
gölgesi vardı.
içeri girerlerken üstleri arandı. Turgut Bey "baş kadın oyuncunun babası"
olduğunu söyledi, ikinci perde başlamıştı, en arka sırada iki boş yer bulup
oturdular.
Bu perdede Sunay'ın geliştirmek için yıllarını verdiği şakalardan, eğlenceli
sahnelerden hâlâ birşeyler vardı: Funda Eser kendi yaptığıyla alay eder bir
havayla biraz göbek bile attı. Ama oyunun havası iyice ağırlaşmış, tiyatroya bir
sessizlik çökmüştü. Kadife ile Sunay artık sık sık yalnız kalıyorlardı.
"Gene de bana ne için intihar edeceğinizi açıklamalısınız?" dedi Sunay.
"insan bunu tam bilemez," dedi Kadife.
"Nasıl?"
"İnsan tam neden intihar ettiğini bilebilse, o nedeni açıkça ortaya koyabilseydi
intihar etmezdi," dedi Kadife.
397
"Yoo, hiç de öyle değil," dedi Sunay. "Bazıları aşk yüzünden öldürüyor kendini,
bazıları kocasının dayağına dayanamıyor ya da yoksulluk bıçak gibi kemiğe
dayanıyor."
"Hayata çok basit bakıyorsunuz," dedi Kadife. "Aşk yüzünden kendini
öldüreceğine, insan biraz bekler ve aşkın etkisi azalır. Yoksulluk da intihar
için yeterli neden değildir. İnsan kendini öldüreceğine kocasını terk eder ya da
önce gider bir yerden para çalmayı dener."
"Peki nedir asıl neden?"
"Tabii ki bütün intiharlarda asıl neden gururdur. En azından kadınlar bunun için
intihar eder!"
"Aşkta gururu kırıldığı için mi?"
"Hiç anlamıyorsunuz!" dedi Kadife. "Bir kadın gururu kırıldığı için değil, ne
kadar gururlu olduğunu göstermek için intihar eder."
"Arkadaşlarınız bu yüzden mi intihar ediyor?"
"Onlar adına konuşamam. Herkesin kendi nedenleri vardır. Ama kendimi öldürmeyi
her düşünüşümde onların da benim gibi düşünmüş olacaklarını hissediyorum.
İntihar ânı kadınların yalnız olduklarını ve kadın olduklarını en iyi
anladıkları zamandır."
"Arkadaşlarınızı bu sözlerle mi intihara sürüklediniz?"
"Onlar kendi özgür kararlarıyla intihar ettiler."
"Burada Kars'ta hiç kimsenin özgür kararı olmadığını, herkesin dayaktan kaçmak,
bir cemaate girip korunmak için hareket ettiğini herkes biliyor. Onlarla gizlice
anlaşarak kadınları intihara sürüklediğinizi itiraf edin Kadife."
"Ama nasıl olur?" dedi Kadife. "Onlar intihar ederek daha da yalnız kaldılar.
İntihar etti diye bazılarının babalan onları reddetti, bazılarının cenaze namazı
bile kılınmadı."
"Yalnız olmadıklarını, bunun toplu bir hareket olduğunu kanıtlamak için mi şimdi
siz de kendinizi öldüreceksiniz? Kadife, susuyorsunuz... Ama neden öyle
yaptığınızı söylemeden kendinizi öldürürseniz, vermek istediğiniz mesaj yanlış
anlaşılmayacak mı?"
"İntiharımla bir mesaj vermek istemiyorum," dedi Kadife.
398
"Gene de bu kadar kişi sizi seyrediyor, merak ediyor. Hiç olmazsa şu an aklınıza
gelen bir şeyi söyleyin."
"Kadınlar kazanma umuduyla intihar eder," dedi Kadife. "Erkekler ise kazanma
umudu kalmadığını görünce."
"Bu doğru," dedi Sunay ve cebinden Kırıkkale bir tabanca çıkardı. Bütün salon
silahın ışıltısına dikkat kesildi. "Tamamen yenildiğimi anlayınca bununla beni
vurur musunuz?"
"Hapsi boylamak istemem."
"Ama nasıl olsa sonra siz de intihar etmeyecek misiniz?" dedi Sunay. "Kendinizi
öldürünce zaten Cehennem'e gideceğinize göre artık ne bu, ne de öteki dünyadaki
cezadan korkmuyor olmanız gerekir."
"İşte bir kadın tam da bunun için öldürür kendini," dedi Kadife. "Her türlü
cezadan kaçabilmek için."
"Yenildiğimi anladığım an sonumun böyle bir kadının elinden olmasını isterim!"
dedi Sunay gösterişli bir havada seyircilere dönerek. Biraz sustu. Atatürk'ün
çapkınlıklarıyla ilgili bir hikâye anlatmaya başladı, seyircinin sıkılmaya
başladığını tam zamanında sezmişti.
İkinci perde sona erdiğinde Turgut Bey ile İpek kulise çıkıp Ka-dife'yi
buldular. Bir zamanlar Moskova'dan, Petersburg'dan gelen cambazların, Moliere
oynayan Ermeni oyuncuların, Rusya turnesine çıkmış dansözlerle müzisyenlerinin
hazırlandığı geniş oda şimdi buz gibiydi.
"Senin gideceğini sanıyordum," dedi Kadife İpek'e.
"Seninle iftihar ediyorum canım, harikaydın!" diyerek Turgut Bey Kadife'yi
kucakladı. "'Beni vur' diye eline silahı verseydi, ben ayağa kalkıp oyunu kesip
'Kadife, sakın ateş etme' diye bağıracaktım."
"Niye?"
"Silah dolu olabilir de ondan!" dedi Turgut Bey. Serhat Şehir Gazetesi'nin
yarınki sayısında okuduğu haberi anlattı. "Serdar'ın gerçekleşir umuduyla
önceden yazdığı haberler doğru çıktığı için korkuyor değilim," dedi. "Çoğu
yanlış çıkar o haberlerin. Ama böyle iddialı bir haberi Sunay'ın onayı olmadan
Serdar'ın asla yazamayacağını bildiğim için endişeleniyorum. Belli ki haberi Su-
399
nay yazdırmış. Bu bir reklam olmayabilir. Belki de sahnede kendini sana
öldürtmek istiyor. Canım kızım, sakın boş olduğundan emin olmadan silahını sıkma
ona! Sakın bu adam yüzünden de başını açma. İpek gitmiyor. Bu şehirde daha çok
yaşayacağız, dincileri boşu boşuna öfkelendirme."
"İpek niye gitmekten vazgeçti?"
"Babasını, seni, ailemizi daha çok sevdiği için," dedi Turgut Bey Kadife'nin
ellerini tutarak.
"Babacığım, biz yalnız konuşabilir miyiz gene!" dedi İpek. Bunu söyler söylemez
de Kadife'nin yüzünü bir korkunun kapladığını gördü. Turgut Bey yüksek tavanlı,
toz içindeki odanın diğer ucundan içeri giren Sunay ile Funda Eser'e sokulurken
İpek bütün gücüyle sarılıp Kadife'yi kucakladı. Bu hareketinin kızkarde-şinde
bir korku uyandırdığını gördü ve onu elinden tutup perdeyle ayrılmış bir özel
bölüme çekti. Elinde bir konyak şişesi ve bardaklarla Funda Eser çıktı buradan.
"Çok iyiydin Kadife," dedi. "Rahatınıza bakın siz."
İpek gittikçe umutsuzlaşan Kadife'yi oturttu. Gözlerini gözlerinin içine çekip
kötü bir haberim var diyen bir bakışla baktı. "Hande ile Lacivert baskında
öldürülmüşler," dedi sonra.
Kadife'nin bakışları bir an içine çekildi. "Aynı evde miymişler? Kim söyledi?"
dedi. Ama İpek'in yüzündeki kararlı ifadeyi görünce sustu.
"İmam hatipli çocuk Fazıl söyledi, hemen inandım. Kendi gözleriyle görmüş
çünkü..." Yüzü şimdiden bembeyaz olan Kadife haberi kabul etsin diye bir an
bekleyip aceleyle devam etti. "Ka Lacivert'in yerini biliyordu, seni en son
gördükten sonra otele dönmedi. Lacivert ile Hande'nin saklandığı yeri özel
timcilere Ka'nın söylediğini sanıyorum. Bu yüzden onunla Almanya'ya gitmedim."
"Ne biliyorsun?" dedi Kadife. "Belki de o değil, başkası bildirmiştir."
"Olabilir, bunu düşündüm. Ama yüreğimle Ka'nın ihbar ettiğini o kadar iyi
hissediyorum ki, ihbar etmediğine aklımla kendimi inandıramayacağımı anladım.
Onu sevemeyeceğimi anladığım için gitmedim Almanya'ya." ORHAN KEMAL
400 İL HALK KÜTÜPHANESİ
Kadife İpek'i dinlemek için harcadığı gücün sonuna gelmişti artık. İpek
kızkardeşinin Lacivert'in ölümünü ancak şimdi bütünüyle algılayabildiğim gördü.
Kadife ellerini yüzüne kapayıp hıçkırarak ağlamaya başladı. İpek de sarıldı ona,
o da ağladı. İpek sessizce ağlarken aklının bir köşesiyle kızkardeşiyle aynı
nedenden ağlamadığını hissediyordu. İkisinin de Lacivert'ten vazgeçemediği,
birbirleriyle kıyasıya rekabet edip utandıkları zamanlarda da bir iki kere böyle
ağlamışlardı. İpek şimdi bütün kavganın bittiğini hissediyordu: Kars'tan
ayrılmayacaktı. Bir an yaşlanmış hissetti kendini. Uzlaşarak yaşlanmak, dünyadan
bir şey istemeyecek kadar akıllı olmak: Bunları yapabileceğini hissetti.
Şimdi şiddetle ağlayan Kadife için endişeleniyordu daha çok. Kızkardeşinin
kendisinden derin, yıkıcı bir acı çektiğini görüyordu. Onun durumunda olmadığı
için bir şükran duygusu -ya da intikam tadı- geçti içinden ve hemen utandı.
Millet Tiyatrosu'nu işletenler film aralarında gazoz-leblebi satışını arttırıyor
diye seyircilere hep dinlettikleri aynı müzik kasetini koymuşlardı: İlk gençlik
yıllarında İstanbul'da dinledikleri "Baby come closer, closer to me" adlı şarkı
çalıyordu. O zamanlar ikisi de iyi İngilizce öğrenmek isterlerdi; ikisi de
yapamamışlardı bunu. İpek kızkardeşinin müziği duyunca daha da çok ağladığını
hissetti. Perdenin aralığından babasıyla Sunay'ın yarı karanlık odanın diğer
ucunda bir sohbet tutturduklarını, elinde küçük bir konyak şişesi onlara sokulan
Funda Eser'in kadehleri doldurduğunu gördü.
"Kadife Hanım ben Albay Osman Nuri Çolak," dedi perdeyi kabaca aralayan orta
yaşlı bir asker, filmlerden çıkma bir hareketle yerlere kadar eğilerek bir selam
verdi. "Hanımefendi, üzüntünüzü nasıl hafifletebilirim? Sahneye çıkmak
istemiyorsanız size şu müjdeyi verebilirim: Yollar açılmış, askeri kuvvetler
şehre birazdan girer."
Daha sonra askerî mahkemede Osman Nuri Çolak bu sözlerini şehri bu saçma askerî
darbecilerden korumaya çalıştığına kanıt olarak kullanacaktı.
"Her bakımdan iyiyim, teşekkür ederim efendim," dedi Kadife.
İpek, Kadife'nin hareketlerine Funda Eser'in yapmacıklı hava-
. 401
smdan birşeylerin şimdiden bulaşmış olduğunu hissetti. Bir yandan da onun
toparlanmak için gösterdiği çabaya hayran oluyordu. Kadife kendini zorlayarak
ayağa kalktı; bir bardak su içti, geniş kulis odasında aşağı yukarı bir hayalet
gibi yürüdü.
Üçüncü perde başlarken İpek babasını Kadife ile görüştürmeden uzaklaştıracaktı
ama Turgut Bey son anda sokuldu: "Korkma," dedi Sunay ve arkadaşlarını
kastederek, "onlar modern insanlar."
Üçüncü sahnenin başında Funda Eser ırzına geçilmiş kadının türküsünü söyledi. Bu
da oyunu yer yer fazla "entellektüel" ve anlaşılmaz bulan seyirciyi sahneye
bağladı. Funda Eser her zaman yaptığı gibi, bir yandan gözyaşı döker, erkek
milletine söverken, bir yandan da başına gelenleri ballandırarak anlatmıştı. İki
şarkı ve daha çok çocukları güldüren bir küçük reklam parodisinden (Ay-gaz'ın
osurukla yapıldığı gösteriliyordu) sonra sahne karartıldı, iki gün önceki oyunun
sonunda sahneye silahlarıyla çıkan askerleri hatırlatan iki er belirdi. Sahnenin
ortasına bir idam sehpası getirip koydular, bütün tiyatroda sinirli bir
sessizlik oldu. Belirgin bir şekilde topallayan Sunay ile Kadife idam sehpasının
altına yürüdüler.
"Olayların hiç bu kadar çabuk gelişeceğini sanmıyordum," dedi Sunay.
"Bu yapmak istediğiniz şeyi başaramadığınızın itirafı mı, yoksa artık
yaşlandınız da şık bir şekilde ölmek için bahane mi arıyorsunuz?" dedi Kadife.
İpek, rolünü oynayabilmek için Kadife'nin büyük bir çaba sar-fettiğini hissetti.
"Çok zekisiniz siz Kadife," dedi Sunay.
"Bu sizi korkutuyor mu?" dedi Kadife gerilimli, öfkeli bir havayla.
"Evet!" dedi Sunay çapkınca.
"Zekâmdan değil, bir kişilik sahibi olmamdan korkuyorsunuz," dedi Kadife.
"Şehrimizde erkekler kadınların zekâsından değil, başlarına buyruk olmalarından
korkarlar çünkü."
"Tam tersi," dedi Sunay. "Siz kadınlar, Avrupalılar gibi kendi başınıza buyruk
olun diye yaptım bu ihtilali. Bu yüzden şimdi başınızı açmanızı istiyorum."
402
"Başımı açacağım," dedi Kadife. "Bunu ne sizin zorunuzla ne de Avrupalıları
taklit etmek için yapmadığımı kanıtlamak için de sonra kendimi asacağım."
"Ama bir birey gibi davranıp intihar ettiğiniz için Avrupalıların sizi
alkışlayacağını da çok iyi biliyorsunuz değil mi Kadife? Asya Oteli'ndeki o
sözüm ona gizli toplantıda da Alman gazetesine demeç vermek için pek hevesli
davrandığınız gözlerden kaçmamış. İntihar eden kızları, tıpkı başörtülü kızlar
gibi, sizin örgütlediğiniz söyleniyor."
"Başörtüsü mücadelesi yapan ve intihar eden tek bir kız vardır, o da
Teslime'dir."
"Şimdi siz de ikincisi olacaksınız..."
"Hayır, ben kendimi öldürmeden önce başımı açacağım."
"İyi düşündünüz mü?"
"Evet," dedi Kadife. "Çok iyi düşündüm."
"O zaman şunu da düşünmüş olmalısınız. İntihar edenler Ce-hennem'e gider. Beni,
nasıl olsa sonra Cehennem'e gidiyorum diye mi gönül rahatlığıyla
öldüreceksiniz."
"Hayır," dedi Kadife. "İntihar edince Cehennem'e gideceğime inanmıyorum. Seni de
millet, din ve kadın düşmanı bir mikrop temizlensin diye öldüreceğim!"
"Cesur ve açıksözlüsünüz Kadife. Ama intihar dinimizde yasaktır."
"Kuran-ı Kerim'in Nisa suresi 'kendinizi öldürmeyiniz' buyurmuştur, evet," dedi
Kadife. "Ama bu intihar eden genç kızları her şeye kadir Allah'ın affetmeyeceği
ve onları Cehennem'e yollayacağı anlamına gelmez."
"Demek ki böyle bir tevil yoluna gidiyorsunuz."
"Hatta tam tersi doğrudur," dedi Kadife. "Kars'taki bazı genç kızlar başlarını
istedikleri gibi örtemedikleri için öldürdüler kendilerini. Yüce Allah adildir
ve onların çektiği çileyi görür. Yüreğimde bu Allah sevgisi varken bu Kars
şehrinde bir yerim olmadığı için ben de onlar gibi, kendimi yok edeceğim."
"Bunun yoksul Kars şehrinin çaresiz kadınlarını intihardan caydırmak için karda
kışta buraya gelip vaaz veren din büyüklerimizi kızdıracağını da biliyorsunuz
değil mi Kadife... Oysa Kuran..."
403
"Ne ateistlerle ne de korkudan inanıyormuş gibi yapanlarla dinimi tartışmam.
Ayrıca bu oyunu bitirelim artık."
"Haklısınız. Ben de sizin maneviyatınıza katışmak için değil, Cehennem
korkusundan beni gönül rahatlığıyla vuramazsınız diye konuyu açmıştım."
"Hiç merak etmeyin, sizi gönül rahatlığıyla öldüreceğim."
"Güzel," dedi Sunay alıngan bir havayla. "Ben de yirmi beş yıllık tiyatro
hayatımdan çıkardığım en önemli sonucu söyleyeyim size. Bizim seyircimiz hiçbir
eserde bundan uzun bir diyaloga sıkılmadan tahammül edemez. İsterseniz lafı
uzatmadan harekete geçelim."
"Peki."
Sunay aynı Kırıkkale tabancayı çıkarıp hem Kadife'ye hem de seyircilere
gösterdi. "Şimdi siz başınızı açacaksınız. Sonra bu silahı size vereceğim ve
beni vuracaksınız... İlk defa canlı yayında böyle bir şey olduğu için bunun
anlamını seyircilerimize bir kere daha..."
"Uzatmayalım," dedi Kadife. "İntihar eden genç kızların neden intihar
ettiklerini söyleyen erkeklerin sözlerinden bıktım."
"Haklısınız," dedi Sunay elindeki silahla oynayarak. "Gene de iki şey söylemek
istiyorum. Gazetelerde yazan haberleri okuyup dedikodulara kananlar ve bizi
canlı yayından izleyen Karslılar korkmasınlar diye. Bakın Kadife, bu tabancamın
şarjörü. Gördüğünüz gibi boştur." Şarjörü çıkarıp Kadife'ye gösterdi ve yerine
taktı. "Boş olduğunu gördünüz mü?" dedi usta bir gözbağcı gibi.
"Evet."
"Gene de iyice emin olalım!" dedi Sunay. Şarjörü bir daha çı-karduve şapkayla
tavşan gösteren gözbağcı gibi seyirciye de bir kere daha gösterip taktı. "Son
olarak kendi hesabıma konuşuyorum: Demin beni gönül rahatlığıyla vuracağınızı
söylediniz. Askerî darbe yapıp, Batılılara benzemiyorlar diye halka ateş eden
biri olduğum için benden iğreniyorsunuz herhalde, ama bunu millet için yaptığımı
da bilmenizi isterim."
"Peki," dedi Kadife. "Şimdi ben de başımı açacağım. Herkes baksın lütfen."
404
Bir an yüzünde bir acı belirdi ve başındaki örtüyü çok basit bir el hareketiyle
çıkardı.
Salonda çıt yoktu şimdi. Bu hiç beklenmedik bir şeymiş gibi Sunay bir an alık
alık Kadife'ye baktı. İkisi de bundan sonraki sözlerini bilemeyen acemi
oyuncular gibi seyircilere döndüler.
Bütün Kars uzun bir süre hayranlıkla Kadife'nin uzun, kumral, güzel saçlarını
seyretti. Kameraman bütün cesaretini toplayıp ilk defa objektifini Kadife'ye
odaklayarak yaklaştı. Kadife'nin yüzünde kalabalık içinde elbisesi açılmış bir
kadının utancı belirdi. Çok acı çektiği her halinden belli oluyordu.
"Silahı verin lütfen!" dedi Kadife sabırsızlıkla.
"Buyrun," dedi Sunay. Namlusundan tutarak tabancayı Kadife'ye uzattı. "Tetiği
buradan çekeceksiniz."
Kadife tabancayı eline alınca Sunay gülümsedi. Bütün Kars konuşmanın daha
uzayacağını sanıyordu. Galiba Sunay da bu inançla, "Saçlarınız çok güzel Kadife.
Ben de onları öteki erkeklerden kıskanırdım," demişti ki Kadife tetiği çekti.
Bir silah sesi işitildi. Bütün Kars sesten çok Sunay'm gerçekten vurulmuş gibi
sarsılarak yere düşmesine şaştı.
"Hepsi ne kadar aptalca!" dedi Sunay. "Modern sanattan anladıkları yok, modern
olamazlar!"
Seyirci Sunay'dan uzun bir ölüm monologu bekliyordu ki Kadife tabancayı iyice
yaklaştırarak dört el daha ateş etti. Her seferinde Sunay'm gövdesi bir an
titreyip yükseldi ve sanki daha da ağırlaşmış olarak yere düştü. Bu dört el çok
hızlı atıldı.
Ondan ölüm taklidinden öte, anlamlı bir ölüm tiradı bekleyen seyirci dördüncü
atıştan sonra Sunay'ın yüzünün kan içinde kaldığını görerek umudunu kesti.
Tiyatroda metin kadar olayların ve efektlerin sahiciliğine önem veren Nuriye
Hanım yerinden kalkmış Sunay'ı alkışlamak üzereyken kanlar içindeki yüzden
korktu ve yerine oturdu.
"Onu öldürdüm galiba!" dedi Kadife seyircilere.
"İyi ettin," diye bağırdı arka sıralardan bir imam hatip öğrencisi.
Güvenlik güçleri sahnedeki cinayete kendilerini o kadar kaptırmışlardı ki
sessizliği bozan öğrencinin ne yerini belirlediler, ne
405
---------------------------------------------ion Herde--------------------------
--------------------
peşinden gittiler. İki gündür Sunay'ı televizyonda hayranlıkla seyreden ve her
ne pahasına olursa olsun onu yakından görmek için en ön sıraya oturan öğretmen
Nuriye Hanım hıçkırarak ağlamaya başlayınca yalnız salondakiler değil, bütün
Kars sahnedeki olayların fazla gerçek olduğunu sezdi.
Tuhaf ve gülünç adımlarla birbirlerine doğru koşan iki er sahnenin perdesini
çeke çeke kapattılar.
İı
406
44
Bugün burada kimse Ka'yı sevmez
DÖRT YIL SONRA KARS'TA
Perde kapandıktan hemen sonra Z. Demirkol ve arkadaşları Kadi-fe'yi tutukladılar
ve "kendi güvenliği için" onu Küçük Kâzımbey Caddesi'ne açılan arka kapıdan
kaçırarak askerî bir araca koyup Lacivert'in de son gün misafir edildiği merkez
garnizonundaki eski sığınağa götürdüler. Birkaç saat sonra Kars'a ulaşan yollar
bütünüyle açılınca, şehirdeki bu küçük "askerî darbe"yi bastırmak için harekete
geçen ordu birlikleri Kars'a, hiçbir direnme görmeden girdiler. Olaylarda ihmali
görülen vali muavini, tümen komutanı ve diğer yöneticiler hemen açığa alındı,
"darbecilerle" işbirliği yapan bir avuç asker ve MİT görevlisi de -bu işi
"devlet ve millet" için yaptıkları yolundaki itirazlarına rağmen- tutuklandılar.
Turgut Bey ile İpek Kadife'yi ancak üç gün sonra ziyaret edebildiler. Turgut Bey
olay sırasında Sunay'ın sahnede gerçekten öldüğünü anlamış, kahrolmuş, gene de
Kadife'ye bir şey olmaz umuduyla daha o akşam kızını alıp eve dönmek için
harekete geçmiş, başarılı olamayınca gece yarısından çok sonra büyük kızının
kolunda boş sokaklardan eve dönmüş, o ağlarken İpek de bavulunu açıp
içindekileri dolaplara geri koymuştu.
Sahnede olup bitenleri izleyen Karslıların çoğu Sunay'm pek az can çekiştikten
sonra hemen gerçekten öldüğünü olayı ertesi sabah Serhat Şehir Gazetesi'nde
okuyunca anladılar. Millet Tiyatro-
407
¦ uon yiı bonra Kars'ta •
su'nu dolduran kalabalık perde kapandıktan sonra şüphe içinde ama sessiz sedasız
dağılmış, televizyon ise son üç günde olup bitenlere bir daha değinmemişti.
Devletin ya da özel timlerin sokaklarda "terörist" kovalamasına, baskınlar
düzenleyip duyurular yapmasına sıkıyönetim zamanlarından alışkın Karslılar kısa
bir süre sonra o üç günü çok özel bir zaman olarak düşünmeyi bıraktılar. Zaten
ertesi sabahtan itibaren Genelkurmay Başkanlığı idari soruşturma başlatmış,
Başbakanlık Teftiş Kurulu harekete geçmiş, bütün Kars da "tiyatro darbesi"ni
siyasal yönüyle değil, sahne ve sanat olayı boyutuyla tartışmaya başlamıştı.
Sunay Zaim herkesin gözü önünde tabancasına boş bir şarjör takmasına rağmen
Kadife onu aynı tabancayla nasıl vurup öldürebilmişti?
Hayatın normale dönmesinden sonra Kars'taki "tiyatro darbesini soruşturmak için
Ankara'dan yollanan müfettiş binbaşının ayrıntılı raporu, kitabımın pek çok
yerinde olduğu gibi, elçabuk-luğu değil gözbağcılık gibi gözüken bu konuda da
bana yardımcı oldu. O geceden sonra Kadife olayları ne kendisini ziyarete gelen
ablası ve babasıyla, ne savcılarla, ne de -mahkemede kendisini savunmak için
bile olsa- avukatıyla tartışmayı reddettiğinden müfettiş binbaşı gerçeği
bulabilmek için tıpkı dört yıl sonra benim de yapacağım gibi pek çok kişiyle
konuşmuş (daha doğru bir deyişle ifadesini almış), böylece bütün ihtimalleri ve
söylentileri gözden geçirmişti.
Müfettiş binbaşı, Kadife'nin Sunay Zaim'i, Sunay Zaim'e rağmen, bilerek ve
isteyerek öldürdüğü yolundaki görüşleri çürütmek için ilk olarak genç kadının
kaşla göz arasında cebinden çıkardığı başka bir silahla, ya da silaha
yerleştirdiği dolu bir şarjörle ateş ettiği yolundaki söylentilerin gerçeğe
uymadığını göstermişti. Her ne kadar vurulunca Sunay'ın yüzünde bir hayret
ifadesi belirmişse de, daha sonra emniyet güçlerince yapılan aramalar,
Kadife'nin üzerinden çıkanlar ve gecenin video kaydı olay sırasında tek bir
silah ve şarjör kullanıldığını doğruluyordu. Aynı anda Sunay Zaim'e bir başkası
tarafından başka bir açıdan ateş edildiği yolundaki Karslılarca da pek sevilen
görüş de, Ankara'dan yollanan balistik raporunda, yapılan otopsi sonucu aktörün
vücudundaki kurşunların Kadife'nin elindeki Kırıkkale tabancadan
408
¦ Dört Yıl Sonra Kars'ta -
çıktığının belirtilmesiyle çürütülmüştü. Kadife'nin Karslıların çoğu tarafından
hem bir kahraman hem de bir kurban olarak efsaneleştirilmesine yol açan son
sözlerini (onu öldürdüm galiba!) müfettiş binbaşı onun cinayeti taammüden
işlemediğinin bir kanıtı olarak görmüş, bu noktada daha sonra davayı açac^c
savcıya yol gösterir bir havayla, taammüden cinayet ve kötü niyet gibi hukuki ve
felsefi iki kavramı ayrıntılarıyla irdelemiş, oyun sırasında daha önceden
kendisine ezberlettirilen ya da çeşitli manevralarla söylettirilen sözlerin
aslında Kadife'nin değil, bütün olayın planlayıcısı olan müteveffa aktör Sunay
Zaim'in olduğunu anlatmıştı. Şarjörü boş olduğunu iki kere söyledikten sonra
silaha takan Sunay Zaim hem Kadife'yi hem de bütün Karslıları aldatmıştı. Yani,
üç yıl sonra erken emekli edilen ve Ankara'daki evinde görüşürken raflardaki
Agatha Christie'leri işaret etmem üzerine bana kitapların özellikle adlarını çok
beğendiğini söyleyen binbaşının ifadesiyle "şarjör doluydu!" Dolu şarjörü boş
gibi göstermek de bir tiyatro adamının incelikle yaptığı bir gözbağcılık örneği
değildi: Üç gündür Batıcılık ve Atatürkçülük bahanesiyle Sunay Zaim ve
arkadaşlarının uyguladığı acımasız şiddet (ölü sayısı Sunay ile birlikte yirmi
dokuzdu) Karslıları o kadar yıldır-mıştı ki, boş bir bardağı dolu sanmaya hepsi
hazırdı. Bu bakımdan yalnız Kadife değil, Sunay'ın kendi ölümünü daha önceden
ilan etmesine rağmen onun sahnede kendisini öldürtmesini, bunun bir oyun olduğu
bahanesiyle ve zevkle seyreden Karslılar da olayın bir parçasıydılar. Binbaşı
raporunda Kadife'nin, Sunay'ı Lacivert'in intikamını almak için öldürdüğü
yolundaki bir başka dedikoduyu da, eline boş diye dolu silah verilen kişinin
başka bir bahaneyle suçlanamayacağını, Kadife'yi kurnaz davranıp Sunay'ı
öldürdüğü ama kendisi tabii ki intihar etmediği için öven İslamcıların ve
suçlayan cumhuriyetçi laiklerin iddialarını da, sanatla gerçeğin
karıştırılmaması gerektiğini belirterek cevaplamıştı. Kadife'nin Sunay Zaim'i
intihar bahanesiyle kandırıp öldürdükten sonra intihardan vazgeçtiği yolundaki
görüş, sahnedeki sehpanın karton olduğunun hem Sunay hem Kadife tarafından
bilindiğinin kanıtlanmasıyla çürütülmüştü.
Genelkurmay'ın yolladığı çalışkan müfettiş binbaşının ayrıntılı
409
¦ uort Yıl sonra Kars'ta ¦
raporunu Kars'taki askerî savcı ve hakimler de aşırı saygıyla değerlendirdiler.
Böylece Kadife siyasal nedenlerle adam öldürmekten değil, tedbirsizlik ve
dikkatsizlikten ölüme sebebiyet vermekten üç yıl bir ay ceza aldı, yirmi ay
hapis yatıp çıktı. Albay Osman Nuri Çolak ise Türk Ceza Kanunu'nun 313 ve 463.
maddelerinde belirtilen adam öldürmek için çete kurmak ve faili belli olmayan
adam öl#ürme suçlarından çok büyük cezalara çarptırıldı ve altı , ay sonra
çıkarılan bir af yasasıyla tahliye oldu. Olayları kimseye anlatmaması için gözü
korku tulmasına rağmen sonraki yıllarda orduevlerinde eski askerlik
arkadaşlarıyla buluşup iyice içtiği gecelerde kendisinin her Atatürkçü askerin
içinde yatan şeyi yapmaya "hiç olmazsa" cesaret ettiğini söyler, fazla ileri
gitmeden arkadaşlarını dincilerden korkmakla, hımbıllık ve korkaklıkla suçlardı.
Olaylara karıştırılan diğer subaylar, erler ve başka bazı memurlar -emir kulu ve
vatansever oldukları yolundaki itirazlarına rağmen- askerî mahkemede aynı
şekilde çete kurmaktan, adam öldürmekten devlet malını izinsiz kullanmaya kadar
çeşitli suçlardan hüküm giydikten sonra aynı aftan yararlanıp tahliye oldular.
Bunlardan, daha sonra İslamcı olacak genç ve aklı havada bir asteğmenin hapisten
çıktıktan sonra İslamcı Ahit gazetesine tefrika ettiği hatıralarının ("Ben de
bir Jakoben idim") yayımı, orduya hakaretten durduruldu. Kaleci Vural'ın zaten
ihtilalden hemen sonra yerel MİT için çalışmaya başladığı ortaya çıkmıştı. Öteki
tiyatrocuların "basit sanatçı" olduklarını mahkeme de kabul etti. Funda Eser
kocasının öldürüldüğü gece sinir krizi geçirip öfkeyle herkese saldırdığı,
herkesi herkese şikâyet ve ihbar ettiği için An-kara'daki askerî hastanenin
psikiyatri bölümünde dört ay müşa-hade altında tutuldu. Taburcu olduktan yıllar
sonra, sesinin popüler bir çocuk dizisinde seslendirdiği cadı karakteriyle bütün
ülkede tanındığı günlerde, bir iş kazasında sahnede vefat eden kocasının
kıskançlıklar ve iftiralar yüzünden Atatürk rolünü alamamasına hâlâ üzüldüğünü,
tek tesellisinin son yıllarda pek çok Atatürk heykelinde model olarak kocasının
duruş ve pozlarının alınması olduğunu söyledi bana. Müfettiş binbaşının
raporunda olaylardaki payı belirtildiği için askerî hakim -haklı olarak- Ka'yı
410
• Dört Yıl Sonra Kars'ta -
da tanık olarak davaya çağırmış, gelmediği ilk iki celseden sonra ifadesinin
alınabilmesi için hakkında bir tutuklama kararı çıkarılmıştı.
Turgut Bey ile İpek cezasını Kars'ta çeken Kadife'yi her cumartesi ziyarete
gittiler. Havaların güzel olduğu bahar ve yaz günleri hoşgörülü müdürün izniyle
hapisanenin geniş avlusundaki büyük dut ağacının altına beyaz bir örtü serip
Zahide'nin yaptığı zeytinyağlı biber dolmalarını yer, kadınbudu köftelerden
birer tane öteki mahkûmlara ikram eder, kabuklarını soymadan önce lop
yumurtalarını tokuştururlarken Turgut Bey'in tamir ettirdiği Philips portatif
kasetçalarda Chopin'in prelüdlerini dinlerlerdi. Turgut Bey kızının
mahkûmiyetini bir utanç olarak yaşamamak için hapisaneye her onurlu vatandaşın
gitmesi gereken bir yatılı okul gibi bakıyor, arada bir gazeteci Serdar Bey gibi
bir tanıdığı da getiriyordu. Bir ziyaretlerinde onlara katılan Fazıl'ı Kadife
başka seferler de görmek istedi ve tahliye olduktan iki ay sonra kendinden dört
yaş küçük bu gençle evlendi.
İlk altı ay, Fazıl'ın resepsiyonunda çalıştığı Karpalas Oteli'nin bir odasında
kaldılar. Ben Kars'a geldiğimde ise bebekleriyle birlikte ayrı bir yere
taşınmışlardı. Kadife her sabah altı aylık çocuğu Örnercan'la Karpalas Oteli'ne
gidiyor, İpek ve Zahide bebeği besler, Turgut Bey de torunuyla oynarken kendisi
biraz otel ile uğraşıyor, Fazıl ise kayınpederinden bağımsız olmak için hem
Aydın Foto Sarayı'nda çalışıyor, hem de Serhat Kars Televi^yonu'nda bana
gülümseyerek "adı program asistanlığı ama aslında ayak işleri" dediği bir iş
yapıyordu.
Şehre gelişimin ve belediye başkanının benim için verdiği yemeğin ertesi günü,
öğle vakti, Hulusi Aytekin Caddesi'ndeki yeni dairelerinde Fazıl ile buluştuk.
Ben kaleye ve Kars çayına büyük tanelerle ağır ağır yağan kara bakarken Fazıl
iyiniyetle Kars'a niye geldiğimi sorunca belediye başkanının dün akşam verdiği
yemekte başımı döndüren İpek konusunu açtığını zannederek telaşlanıp, ona Ka'nm
Kars'ta yazdığı şiirleri ve belki bu şiirler hakkında bir kitap yazmak
-
aysyzgije
12 years ago
- istediğimi abartarak anlattım.
"Şiirleri ortada yoksa onlar hakkında nasıl bir kitap yazabilirsin ki?" dedi
dostça.
411
- uuıı tu >um ta -
"Nasıl, iyi mi?" diye sordu Fazıl yalnızca bir kere ve özür diler gibi.
"Sıkıldıysan bırakalım."
"Hayır, iyi," dedim ve istekle okudum.
Daha sonra kar altındaki Kâzım Karabekir Caddesi'nde birlikte yürürken romanı
çok hoş bulduğumu bir kere daha içtenlikle söyledim.
"Belki de beni sevindirmek için böyle söylüyorsun," dedi Fazıl mutlulukla. "Ama
bana bir iyilik yaptın. Ben de sana yapmak istiyorum. Bir roman yazmak
istiyorsan benden de bahsedebilirsin. Okurlarına benim de doğrudan bir şey
söylemem şartıyla."
"Nedir o?"
"Bilmiyorum. O sözü sen Kars'tayken bulabilirsem söylerim."
Serhat Kars Televizyonu'nda akşamüstü buluşmak üzere sözleşip ayrıldık. Fazıl
koşa koşa Aydın Foto Sarayı'nın dükkânına giderken arkasından baktım. İçindeki
Necip'i ne kadar görüyordum? Ka'ya dediği gibi Necip'i hâlâ içinde hissediyor
muydu? İnsan bir başkasının sesini ne kadar duyabilir içinde?
Sabah sokak sokak Kars'ı gezer, Ka'nın konuştuğu insanlarla konuşur, aynı
çayhanelerde otururken, kendimi Ka gibi hissettiğim çok olmuştu. Erkenden onun
"Bütün İnsanlık ve Yıldızlar" adlı şiirini yazdığı Talihli Kardeşler
Çayhanesi'nde oturmuş, sevgili arkadaşım gibi ben de âlemdeki yerimi hayal
etmiştim. Karpa-las'ın resepsiyonundaki Cavit de anahtarımı "tıpkı Ka Bey gibi"
aceleyle aldığımı söylemişti bana. Ara sokaklardan birinde yürürken
"İstanbul'dan gelen yazar siz misiniz?" diye beni içeri çağıran bakkal, kızı
Teslime'nin dört yıl önceki intiharı ile ilgili gazetelerde çıkan haberlerin
hepsinin yanlış olduğunu yazmamı isterken benimle Ka ile konuştuğu gibi
konuşmuş, bir Coca-Cola da bana ikram etmişti. Bunların ne kadarı rastlantı, ne
kadarı benim kur-gumdu? Bir ara Baytarhane Sokağı'nda yürüdüğümü anlayınca Şeyh
Saadettin'in tekkesinin pencerelerine bakmış, Ka'nın tekkeye gelişinde ne
hissettiğini anlamak için Muhtar'm şiirinde anlattığı dik merdivenleri
çıkmıştım.
Muhtar'ın ona verdiği şiirleri Frankfurt'taki kâğıtları arasında bulduğuma göre
Ka bunları Fahir'e yollamamıştı. Oysa Muhtar tanışmamızın daha beşinci
dakikasında Ka'nm "ne muhterem bir in-
413
san!" olduğunu söyledikten sonra Kars'tayken şiirlerini çok beğendiğini ve
istanbul'daki burnu büyük bir yayımcıya övgüyle yolladığını anlatmıştı,
işlerinden memnundu, gelecek seçimlerde yeni kurulan islamcı partiden (eskisi
Refah Partisi kapatılmıştı) belediye başkanı seçileceğinden umutluydu. Muhtar'ın
herkesle iyi geçinen, yumuşak, uzlaşmacı kişiliği sayesinde emniyet müdürlüğüne
(en alt kata inmemize izin vermediler) ve Ka'nın Necip'in cesedini öptüğü Sosyal
Sigortalar Hastanesi'ne kabul edildik. Muhtar Millet Tiyatrosu'ndan geri kalan
ve beyaz eşya deposuna çevirdiği odaları bana gösterirken yüz yıllık binanın
yıkımından "biraz" sorumlu olduğunu kabul etti ama "Türk değil, Ermeni yapısıydı
zaten," diyerek beni teselli etmeye çalıştı. Bana Ka'nın bir gün Ipek'i ve
Kars'ı yeniden görme özlemiyle hatırladığı bütün o yerleri, kar altındaki sebze
halini, Kâzım Karabekir Caddesi'ndeki sıra sıra nalburları tek tek gösterdi ve
beni Halitpaşa Işhanı'ndaki siyasi muhalifi avukat Muzaffer Bey'le tanıştırıp
gitti. Eski belediye başkanının, tıpkı Ka'ya yaptığı gibi bana da anlattığı
cumhuriyetçi bir Kars tarihini dinledikten sonra hanın karanlık ve kasvetli
koridorlarında yürürken Hayvanseverler Derneği'nin kapısındaki zengin bir
mandıra sahibi, "Orhan Bey," diyerek beni içeri aldı ve şaşırtıcı ha-fızasıyla
dört yıl önce eğitim enstitüsü müdürünün vurulduğu sıralarda Ka'nın nasıl buraya
girdiğini, horoz dövüşü salonunda nasıl bir köşede oturup düşüncelere daldığını
anlattı.
Ipek'i görmeden önce Ka'nm ona âşık olduğunu anladığı ânın ayrıntılarını
dinlemek bana iyi gelmedi. Yeni Hayat Pastanesi'ndeki buluşmamıza gitmeden önce
üzerimdeki gerginliği alsın, beni bir aşka sürüklenme korkusundan kurtarsın diye
Yeşilyurt Birahane-si'ne girip bir rakı içtim. Ama pastanede Ipek'in karşısına
oturur oturmaz tedbirlerimin beni daha da korumasız bıraktığını anladım hemen.
Aç karnına içtiğim rakı beni rahatlatmaktan çok kafamı karıştırmıştı. Kocaman
gözleri, sevdiğim gibi uzunca bir yüzü vardı. Dünden beri sürekli hayal
ettiğimden de derin bulduğum güzelliğini anlamaya çalışırken, aklımı başımdan
alan şeyin onun Ka ile yaşadığı ve bütün ayrıntılarını bildiğim aşk olduğuna bir
daha umutsuzca inandırmak istedim kendimi. Ama bu da bana başka bir zayıf
yanımı, Ka'nın içinden geldiği gibi, kendi olarak yaşayabi-414
len gerçek bir şair olmasına karşılık, benim her sabah, her gece belirli
saatlerde bir katip gibi çalışan daha basit ruhlu bir romancı olduğumu acıyla
hatırlatıyordu. Belki de bu yüzden Ka'nın Frankfurt'ta pek düzenli bir günlük
hayatı olduğunu, her sabah aynı saatte kalkıp, aynı sokaklardan geçip, aynı
kütüphanenin, aynı masasında oturup çalıştığım sevimli renkleriyle hikâye ettim.
"Onunla Frankfurt'a gitmeye ben zaten karar vermiştim," dedi ipek ve bu kararını
kanıtlayan pek çok küçük ayrıntıyı, bavulunu hazırlayışına kadar açıkladı. "Ama
şimdi Ka'nm ne kadar hoş bir insan olduğunu hatırlamak bana zor geliyor," dedi.
"Oysa, dostluğunuza saygı duyduğum için yazacağınız kitaba yardım da etmek
istiyorum."
"Ka sizin sayenizde Kars'ta harika bir kitap yazdı," diye onu kışkırtmak
istedim. "Bu üç günü dakika dakika hatırlayıp defterlerine yazmış, bir tek
şehirden ayrılmadan önceki son saatler eksik."
Şaşırtıcı bir açıklıkla, hiçbir şeyi saklamadan, mahremiyetini ortaya döktüğü
için zorlanarak ve beni hayran bırakan bir dürüstlükle Ka'nın Kars'tan
ayrılmadan önceki son saatlerini dakika dakika yaşadığı ve tahmin ettiği gibi
anlattı.
"Frankfurt'a gitmekten vazgeçmek için sağlam hiçbir kanıt yoktu elinizde," dedim
onu suçlamamaya çalışarak. "Bazı şeyleri insan kalbiyle hemen anlar." "Kalpten
ilk siz söz ettiniz," dedim ve özür diler gibi, kendisine yollamadığı ama benim
kitabım için okumak zorunda kaldığım mektuplarında Ka'nın onu düşünmekten
uyuyamadığı için Almanya'da ilk bir yıl boyunca her gece iki uyku hapı aldığını,
zil-zurna oluncaya kadar içtiğini, Frankfurt sokaklarında yürürken her beş on
dakikada bir, uzaktaki bir kadını İpek sandığını, onunla yaşadığı mutluluk
anlarını hayatının sonuna kadar her gün saatlerce ağır çekim bir film izler gibi
gözünün önünde yeniden canlandırdığını, onu beş dakikacık olsun unutabildiği
zamanlarda kendini çok mutlu hissettiğini, ölümüne kadar başka hiçbir kadınla
ilişki kurmadığını, onu kaybettikten sonra kendini "gerçek bir insan gibi değil,
bir hayalet gibi" gördüğünü anlattım ve yüzündeki şefkatli, ama "lütfen yeter!"
diyen bakışı ve kaşlarının es-
415
rarlı bir soru karşısındaymış gibi kalktığını fark edince bütün bunları, İpek
arkadaşımı değil, evet, beni kabul etsin diye naklettiğimi korkuyla anladım.
"Arkadaşınız beni çok seviyordu belki," dedi. "Ama Kars'a bir kere daha gelmeyi
deneyecek kadar değil."
"Hakkında tutuklama karan vardı."
"O önemli değildi. Mahkemeye gelir konuşurdu, başı da derde girmezdi. Yanlış
anlamayın, gelmemekle iyi etti, ama Lacivert yıllarca hakkında 'vur emri'
olmasına rağmen beni görmek için pek çok kereler gizlice Kars'a geldi."
"Lacivert" derken elâ gözlerinde bir ışıltı, yüzünde hakiki bir keder
belirdiğini içim burkularak gördüm.
"Ama arkadaşınızın korkusu mahkemeden değildi," dedi beni teselli eder gibi.
"Asıl suçunu bildiğimi, bu yüzden istasyona gelmediğimi çok iyi anlamıştı."
"Bu suçu hiçbir zaman kanıtlayamadınız," dedim.
"Onun yüzünden sizin suçluluk duymanızı çok iyi anlıyorum," dedi zekice ve
görüşmemizin sona erdiğini göstermek için sigarasını ve çakmağım çantasına
koydu. Zekice: Çünkü bu sözü söyler söylemez Ka'yı değil, asıl Lacivert'i
kıskandığımı bildiğini bir yenilgi duygusuyla anlamıştım. Ama sonra İpek'in bunu
imâ etmediğine, yalnızca benim suçluluk duygusuna fazlaca batmış olduğuma karar
verdim. Ayağa kalktı, boyu uzuncaydı, güzeldi her şeyi, paltosunu giydi.
Aklım karmakarışıktı. "Bu akşam yine görüşeceğiz değil mi?" dedim telaşla. Hiç
gerek yoktu bu söze.
"Tabii, babam bekliyor," deyip gitti kendine özgü tatlı yürüyüşüyle.
Ka'nın "suçlu" olduğuna kalpten inanması üzüyor beni dedim kendi kendime. Ama
kendimi kandırıyordum. Asıl istediğim şey "öldürülmüş sevgili dost" söylemiyle
Ka'dan tatlı tatlı söz etmek, yavaş yavaş onun zayıflıklarını, saplantılarını ve
"suçunu" ortaya çıkarmak, böylece onun aziz hatırasına karşı aynı gemiye binip
birlikte ilk yolculuğumuza çıkmaktı. İlk gece kurduğum İpek'i benimle İstanbul'a
getirmek düşü şimdi çok uzaklardaydı ve içimde arkadaşımın "suçsuz" olduğunu
kanıtlama dürtüsü vardı. 416
Bu, iki ölüden Ka'yı değil, Lacivert'i kıskandığım anlamına ne kadar geliyordu?
Hava kararırken karlı Kars sokaklarında yürümek beni daha da kederlendirdi.
Serhat Kars Televizyonu Karadağ Caddesi'ndeki benzincinin karşısında yeni bir
binaya taşınmıştı. Karslıların bir kalkınma işareti olarak gördükleri üç katlı
bu beton işhanının koridorlarına şehrin kirli, çamurlu, karanlık ve eskimiş
havası iki yıl içinde fazlasıyla işlemişti.
İkinci kattaki stüdyoda beni neşeyle karşılayan Fazıl, televizyonda çalışan
sekiz kişiyle tek tek ve iyimserlikle tanıştırdıktan sonra "Arkadaşlar bu
akşamki haberler için küçük bir söyleşi istiyorlar," deyince bunun Kars'ta
işlerimi kolaylaştırabileceğini düşündüm. Banda alınan beş dakikalık çekim
sırasında benimle röportaj yapan gençlik programları sunucusu Hakan Özge, belki
de Fazıl bunu ona söylediği için, "Kars'ta geçen bir roman yazıyor-muşsunuz!"
deyiverince şaşırıp birşeyler geveledim. Ka hakkında tek bir söz konuşmadık.
Müdürün odasına girip duvarlardaki raflarda kanun gereğince saklanan video
kasetlerin üzerlerindeki tarihlerden Millet Tiyat-rosu'ndan yapılan ilk iki
canlı yayının kaydını bulup çıkardık. Küçük, havasız bir odadaki eski bir
televizyonun karşısına geçip, çay içerek önce Kadife'nin sahneye çıktığı Kars'ta
Trajedi'yi izledim. Sunay Zaim ile Funda Eser'in "eleştirel vinyetlerine", dört
yıl önce pek sevilen bazı reklam klipleriyle alay edişlerine hayranlık duydum.
Kadife'nin başını açıp güzel saçlarını gösterdiği ve hemen sonra Sunay'ı vurduğu
sahneyi ise geri alıp birkaç kere dikkatle seyrettim. Sunay'ın ölümü gerçekten
oyunun bir parçası gibi gözüküyordu. Şarjörün dolu ya da boş olduğunu ön
sıradaki-ler dışında seyircinin görmesine imkân yoktu.
Öteki kasedi seyrederken Vatan yahut Türkan'daki pek çok sah-neciğin, taklidin,
kaleci Vural'ın maceralarının, sevimli Funda Eser'in göbek danslarının, tiyatro
grubunun her oyunda tekrarladığı eğlencelikler olduğunu anladım ilk. Salondaki
bağırışlar, atılan sloganlar ve uğultu, bu eskimiş kayıttaki konuşmaları iyice
anlaşılmaz hale getirmişti. Ama gene de bandı defalarca geri sarıp dinleyerek
Ka'nın okuduğu ve daha sonra "Allah'ın Olmadığı Yer"
417
j we
adını vereceği şiirin büyük bir bölümünü elimdeki kağıda yazdım. Fazıl, Ka o an
gelen şiiri okurken Necip'in neden ayağa kalkıp birşeyler söylediğini soruyordu
ki, kâğıda geçirebildiğim kadarını okuması için şiiri ona verdim.
Askerlerin seyircilere ateş etmesini iki kere izledik.
"Kars'ı çok gezdin," dedi Fazıl. "Ben de sana bir yer göstermek istiyorum
şimdi." Hafif utangaç, ama biraz da esrarlı bir havayla, belki kitabıma Necip'i
de koyacağımı, onun hayatının son yıllarını geçirdiği şimdi kapatılmış olan imam
hatip lisesi yatakhanesini bana göstermek istediğini söyledi.
Gazi Ahmet Muhtarpaşa Caddesi'nde kar altında yürürken kömür renkli bir köpeğin
alnındaki yusyuvarlak beyaz bir lekeyi görüp bunun Ka'nın hakkında şiir yazdığı
köpek olduğunu anlayınca bir bakkaldan ekmek ve lop yumurta alıp çabucak soyup
ucu kıvrık kuyruğunu mutlulukla sallayan hayvana verdim.
Köpeğin peşimizden ayrılmadığını gören Fazıl, "Bu istasyonun köpeğidir," dedi.
"Belki gelmezsin diye demin söylemedim. Eski yatakhane boştur, ihtilal
gecesinden sonra terör ve irtica yuvası diye kapatıldı. O zamandan beri kimse
yoktur içeride, onun için televizyondan bu feneri aldım." Bir el fenerini yakıp
peşimizdeki kara köpeğin hüzünlü gözlerine tutunca hayvan kuyruğunu salladı. Bir
zamanlar bir Ermeni konağı, daha sonra Rus konsolosunun köpeğiyle birlikte
yaşadığı konsolosluk binası olan eski yatakhanenin bahçe kapısı kilitliydi.
Fazıl elimden tutup beni alçak duvardan atlattı. "Geceleri biz buradan
kaçardık," diyerek gösterdiği kırık camlı yüksek bir pencereden içeri hünerle
girdi ve fene-riyle etrafı aydınlatıp beni içeri çekti. "Korkmayın, kuşlardan
başka kimse yoktur," dedi. Camları kirden ve buzdan ışık geçirmeyen, bazı
pencereleri de tahtalarla kapatılmış binanın içi zifiri karanlıktı, ama Fazıl
buraya daha önce de geldiğini gösteren bir rahatlıkla merdivenleri çıkıyor,
sinemalardaki yer göstericiler gibi arkaya tuttuğu lambasıyla benim yolumu
aydınlatıyordu. Toz ve küf kokuyordu her yer. Dört yıl önceki ihtilal gecesinden
kalma kırık kapılardan geçtik, duvarlardaki kurşun izlerine, üst katm yüksek
tavanlarının köşelerine, soba borusunun dirseklerine yuva yapmış güvercinlerin
telaşlı kanat vuruşlarına dikkat ederek
418
boş ve paslı demir ranzaların arasından yürüdük. "Bu benimkisi, bu da
Necip'inki," dedi Fazıl yanyana iki ranzanın üst yataklarını işaret ederek.
"Fısıltımızdan uyanmasınlar diye geceleri bazan aynı yatakta yatıp gökyüzünü
seyrederek konuşurduk."
Yukarıdaki kırık bir camın aralığından, bir sokak lambasının ışığında, ağır ağır
yağan karın iri taneleri gözüküyordu. Saygıyla, dikkatle seyrettim.
Çok sonra, "Bu da Necip'in ranzasından gözüken manzara," dedi Fazıl, aşağıdaki
daracık bir dehlizi işaret ederek. Bahçenin hemen dışında Ziraat Bankası
binasının kör yan duvarıyla bir başka yüksek apartmanın penceresiz arka duvarı
arasına sıkışmış iki metre genişliğinde sokak bile denemeyecek bir geçit gördüm.
Çamurlu zeminine bankanın ilk katından mor bir fluoresans ışık vuruyordu.
Dehlizi kimse sokak sanmasın diye ortasına bir yere kırmızı bir "girilmez"
işareti konmuştu. Fazü'ın Necip'ten ilhamla "bu dünyanın sonu" dediği sokağın
ucunda ise yapraksız ve karanlık bir ağaç vardı ve tam biz bakarken bir an yanar
gibi kıpkırmızı kesildi. "Aydın Foto Sarayı'nın kırmızı ilan lambası yedi yıldır
bozuktur," diye fısıldadı Fazıl. "Kırmızı ışığı arada bir yanar söner ve her
seferinde oradaki iğde ağacı Necip'in ranzasından bakınca sanki alev alıp
tutuşmuş gibi gözükür. Necip bazan bu manzarayı sabaha kadar hayaller içinde
seyrederdi. Gördüğü şeye 'bu dünya' adını vermişti ve uykusuz gecelerinin
sabahında bazan bana 'bütün gece bu dünyayı seyrettim!' derdi. Arkadaşın şair Ka
Bey'e anlatmış demek ki, o da şiirine koymuş. Kaseti seyrederken anladığım için
seni getirdim buraya. Ama arkadaşının şiirine 'Allah'ın Olmadığı Yer' demesi
Necip'e saygısızlık."
"Rahmetli Necip bu gördüğü manzarayı Ka'ya 'Allah'ın Olmadığı Yer' diye
anlatmış," dedim. "Bundan eminim."
"Necip'in bir ateist olarak öldüğüne inanmıyorum," dedi Fazıl dikkatle. "Böyle
kuşkuları vardı yalnızca."
"İçinde Necip'in sesini duymuyor musun artık?" diye sordum. "Bunlar sende
hikâyedeki adam gibi yavaş yavaş ateist olduğun korkusunu uyandırmıyor mu hiç?"
Ka'ya dört yıl önce anlattığı kuşkularından benim de haberdar olmam Fazıl'ın
hoşuna gitmedi. "Ben artık evliyim, çocuğum
419
ucuı.
___ du Konularla eskisi gibi ilgili değilim." Bana Batı'dan
gelen ve kendisini ateizme çekmeye çalışan biriymişim gibi davrandığı için
üzüldü hemen. "Sonra konuşuruz," dedi tatlı bir sesle. "Kayınpederim bizi yemeğe
bekliyor, geç kalmayalım olmaz mı?"
Gene de aşağı inmeden önce bir zamanlar Rus konsolosunun yazıhanesi olan geniş
odanın bir köşesindeki masayı, rakı şişesi kırıklarını, sandalyeleri gösterdi.
"Z. Demirkol ve özel tim yollar açıldıktan sonra burada birkaç gün daha kalıp
Kürt milliyetçilerini ve islamcıları öldürmeye devam ettiler."
O ana kadar unutmayı başardığım bu ayrıntı korkuttu beni. Ka'nın Kars'taki son
saatlerini hiç düşünmek istemedim.
Bahçe kapısında bizi bekleyen kömür renkli köpek otele dönerken peşimize
takıldı.
"Senin neşen kaçtı," dedi Fazıl. "Neden?" "Yemekten önce odama gelir misin? Sana
bir şey vereceğim." Cavit'ten anahtarımı alırken Turgut Bey'in dairesinin açık
kapısından, içerideki ışıl ışıl havayı, hazırlanmış sofrayı gördüm, misafirlerin
konuşmalarını işittim ve İpek'in orada olduğunu hissettim. Bavulumda Necip'in
Kadife'ye dört yıl önce yazdığı aşk mektuplarının Ka'nın Kars'ta çektirdiği
fotokopileri vardı, onlan odada Fazıl'a verdim. Bunu, onun da ölmüş arkadaşının
hayaletinden benim kadar huzursuz olmasını istediğim için yaptığımı çok sonra
düşündüm.
Yatağımın kenarında oturan Fazıl mektupları okurken bavuldan Ka'nın
defterlerinden birini çıkardım ve Frankfurt'ta ilk defa gördüğüm kar yıldızına
bir daha baktım. Böylece aklımın bir kö-şesiyle çoktan bildiğim şeyi bir de
gözlerimle gördüm. Ka "Allah'ın Olmadığı Yer" adlı şiirini hafıza dalının tam
üstüne yerleştirmişti. Z. Demirkol'un kullandığı boşaltılmış yatakhaneye
gittiği, Necip'in penceresinden baktığı ve Necip'in "manzarasının" gerçek
kaynağını Kars'tan ayrılmadan önce keşfettiği anlamına geliyordu bu. Hafıza dalı
etrafına yerleştirdiği şiirler Ka'nın yalnızca Kars'ta ya da çocukluğunda
yaşadığı kendi hatıralarını anlatıyordu. Böylece bütün Kars'ın bildiği şeyden,
arkadaşımın Millet Tiyatro-su'nda Kadife'yi ikna edemeyince, ipek otel odasında
kilitliyken, 420
• uort Yıl Sonra Kars'ta ¦
Lacivert'in yerini söylemek için Z. Demirkol'un kendisini beklediği yatakhaneye
gittiğinden emin oldum.
Yüzümde o sırada Fazıl'ın allak bullak yüzünden daha iyi bir ifade yoktu
herhalde. Aşağıdan misafirlerin belli belirsiz konuşmaları, sokaktan da hüzünlü
Kars şehrinin iç çekmeleri geliyordu. Fazıl da ben de bizden daha tutkulu, daha
karmaşık ve daha gerçek asıllarımızın karşı çıkılmaz varlığıyla hatıralarımız
arasında sessizce kaybolup gitmiştik.
Pencereden dışarıya, yağan kara baktım ve Fazıl'a artık yemeğe gitmemiz
gerektiğini söyledim. Önce Fazıl bir suç işlemiş gibi süklüm püklüm gitti.
Yatağa uzanıp dört yıl önce Ka'nın Millet Tiyatrosu kapısından yatakhaneye
yürürken neler düşündüğünü, Z. Demirkol'la konuşurken gözlerini nasıl
kaçırdığını, bilmediği adresi tarif edebilmek için nasıl baskıncılarla aynı
arabaya binip, nasıl "işte şurası" diyerek Lacivertle Hande'nin saklandığı
binayı uzaktan gösterdiğini acıyla hayal ettim. Acıyla? Şair arkadaşımın
düşüşünden ben "katip yazar" gizli, çok gizli bir zevk alıyorum diye kendime
kızıp bu konulan düşünmemeye çalıştım.
Aşağıda Turgut Bey'in davetinde ipek'in güzelliği beni daha da perişan etti.
Telefon idaresinin kitap ve hatıra okumaya meraklı kültürlü müdürü Recai Bey'in,
gazeteci Serdar Bey'in, Turgut Bey'in, herkesin bana çok iyi davrandığı ve benim
aşın sarhoş olduğum bu uzun geceyi kısaca geçiştirmek istiyorum. Karşımda oturan
İpek'e her bakışımda içimde birşeyler yıkılıyordu. Haberlerde benimle yapılan
röportajı, sinirli el kol hareketlerimi utançla seyrettim. Kars'ta hep yanımda
taşıdığım küçük ses kayıt cihazına Kars tarihi, Kars'ta gazetecilik, dört yıl
önceki ihtilal gecesi hatıraları gibi konularda ev sahipleri ve konuklarla
yaptığım konuşmala-n işine inanmayan uykulu bir gazeteci gibi kaydettim.
Zahide'nin mercimek çorbasını içerken kendimi 1940'larda geçen eski bir taşra
romanının parçası gibi hissettim! Hapisanenin Kadife'yi olgun-laştırıp
sakinleştirdiğine hükmettim. Kimse Ka'dan -ölümünden bile- bahsetmiyordu; bu
içimi daha parçalıyordu. Kadife ile ipek bir ara içerideki odada uyuyan küçük
Ömercan'a bakmaya gittiler. Ben de peşlerinden gitmek istedim ama "sanatçılar
gibi çok içtiği" söylenen yazannız ayakta duramayacak kadar sarhoştu.
421
• Dört Yıl Sonra Kars'ta ¦
Gene de geceden çok iyi hatırladığım bir şey var. Çok geç bir saatte İpek'e
Ka'nın kaldığı 203 numaralı odayı görmek istediğimi söyledim. Herkes susup bize
döndü.
"Peki," dedi ipek. "Buyrun."
Resepsiyondan anahtarı aldı. Peşinden yukarı çıktım. Açılan oda. Perdeler,
pencere, kar. Uyku, sabun ve hafif bir toz kokusu. Soğuk. İpek kuşku ve
iyimserlikle beni süzerken arkadaşımın hayatının en mutlu saatlerini onunla
sevişerek geçirdiği yatağın kenarına oturdum. Burada ölsem mi, ipek'e ilan-ı aşk
mı etsem, pencereden dışarı mı baksam? Herkes, evet, masada bizi bekliyor.
İpek'i eğlendiren bir iki saçma söz söyleyip onu gülümsetmeyi başardım. Bana bir
an tatlı tatlı gülümseyince de daha önceden hazırlamış olduğumu söylerken
hatırladığım o utanç verici sözleri söyledim.
Hiçbirşeymutluetmiyorduinsanıhayattaaşktanbaşkaneyazdığıromanlarnegördüğüşehirlerçokyalnızımhayattaburadabuşehirdesizinyakını
nızdahayatımınsonunakadaryaşamakistiyorumdesem-nedersinizbana?
"Orhan Bey," dedi İpek. "Muhtar'ı sevmeyi çok istedim, olmadı; Lacivert'i çok
sevdim, olmadı; Ka'yı sevebileceğime inandım, olmadı; bir çocuğum olsun çok
istedim, olmadı. Bundan sonra kimseyi aşkla sevebileceğimi sanmıyorum. Artık
yeğenim Ömer-can'a bakmak istiyorum yalnızca. Teşekkür ederim, ama zaten siz de
ciddi değilsiniz."
Ona "arkadaşınız" değil, ilk defa "Ka" dediği için çok teşekkür ettim. Yarın
öğle vakti yalnızca Ka'dan söz etmek için gene Yeni Hayat Pastanesi'nde
buluşabilir miydik?
Ne yazık ki meşguldü. Ama iyi bir ev sahibesi olarak, beni üzmemek için yarın
akşam herkesle birlikte istasyona gelip beni geçirmeye söz veriyordu.
Çok teşekkür ettim, yemek masasına dönecek gücümün kalmadığını itiraf ettim
(ağlamaktan da korkuyordum) ve kendimi yatağa atıp hemen sızdım.
Sabah kimseciklere gözükmeden sokaklara çıkıp önce Muh-tar'la sonra gazeteci
Serdar Bey ve Fazılla bütün gün Kars'ı gezdim. Akşam haberlerinde televizyonda
gözükmüş olmam Karslı-422
lan biraz olsun rahatlattığından hikâyemin sonu için gerekli pek çok ayrıntıyı
kolayca topluyordum. Muhtar beni Kars'ın 75 satışlı ilk siyasal İslamcı gazetesi
Mızrak'm sahibiyle ve gazetenin toplantıya biraz geç gelen başyazarı emekli bir
eczacıyla tanıştırdı. Onlardan Kars'taki İslamcı hareketin anti-demokratik
önlemler sonucunda gerilediğini, zaten imam hatip okuluna eskisi gibi rağbet
olmadığını öğrendikten az sonra Necip ile Fazıl'ın, Necip'i iki kere tuhaf bir
şekilde öptüğü için bu ihtiyar eczacıyı öldürmeyi planladıklarını hatırladım.
Sunay Zaim'e müşterilerini ihbar eden Şen Kars Oteli'nin sahibi de şimdi aynı
gazetede yazıyordu ve konu geçmiş olaylardan açıldığında bana neredeyse
unutmakta olduğum bir ayrıntıyı da o hatırlattı: Dört yıl önce eğitim enstitüsü
müdürünü öldüren kişi şükür ki Karslı değildi. Tokatlı bu çayhane işletmecisinin
kimliği, cinayet sırasında kaydedilen banttan başka aynı silahla başka bir
cinayet işlendiği ve silahın asıl sahibi yakalandığı için Ankara'da yapılan
balistik incelemelerden anlaşılmış, Lacivert'in kendisini Kars'a davet ettiğini
itiraf eden adam mahkeme esnasında akli dengesinin bozuk olduğu yolunda bir
rapor alınca üç yıl Bakırköy Akıl Hastanesi'nde yatıp çıkmış, daha sonra
yerleştiği İstanbul'da Şen Tokat Kahvehanesi'ni açmış ve Ahit gazetesinde
türbancı kızların haklarını savunan bir köşe yazarı olmuştu. Başörtülü kızların
dört yıl önce Kadife'nin başım açmasıyla kınlan direnişi yeniden başlar gibi
olmuşsa da, davalarına bağlı olanların okuldan atılmaları ya da başka
şehirlerdeki üniversitelere gitmeleri yüzünden bu hareket Kars'ta İstanbul'da
olduğu kadar kuvvetli değildi artık. Hande'nin ailesi benimle görüşmeyi
reddetti. Gür sesli itfaiyeci ihtilal sonrası söylediği türkülerin çok
sevilmesinden sonra Serhat Kars Teievizyonu'ndaki haftalık "Serhat Türkülerimiz"
programının yıldızı olmuştu. Yakın dostu, Şeyh Saadettin Efendi'nin
müdavimlerinden, Kars Hasta-nesi'nin müziksever kapıcısı, her salı gecesi banda
alınıp, cuma akşamları yayınlanan programda ritm sazla ona eşlik ediyordu.
Gazeteci Serdar Bey beni ihtilal gecesi sahneye çıkan küçükle de tanıştırdı.
Babasının o günden sonra okul piyeslerinde bile sahneye çıkmasına izin vermediği
"gözlük" artık yetişkin koca bir adamdı, ve hâlâ gazete dağıtıyordu. Onun
sayesinde Kars'ın Istan-
423
bul'da çıkan gazeteleri okuyan sosyalistlerinin ne yaptığını öğrenebildim: Hâlâ
islamcılarla Kürt milliyetçilerinin devletle ölümüne çatışmasına kalben saygı
duyuyor, kimsenin okumadığı kararsız bir bildiri yazmakla, geçmişlerindeki
kahramanlıklar ve fedakârlıklarla övünmenin dışında etkili bir şey
yapamıyorlardı. İşsizlikten, yoksulluktan, yolsuzluklardan ve cinayetlerden
hepimizi kurtaracak kahraman ve fedakâr insan bekleyişi benimle konuşan herkeste
vardı ve biraz tanınan bir romancı olduğum için bütün şehir beni bir gün
geleceği hayal edilen bu büyük adamın hayali ölçüleriyle değerlendiriyor,
istanbul'da alışıp gittiğim pek çok kusurumdan, dalgınlık ve dağınıklığımdan,
aklımı kendi işime ve hikâyeme takmış olmamdan, aceleciliğimden
hoşlanmadıklarını hissettiriyorlardı. Birlik Çayhanesi'nde oturup bütün hayat
hikâyesini dinlediğim terzi Marufun bir de evine gidip yeğenleriyle tanışıp içki
içmeli, genç Atatürkçülerin çarşamba gecesi düzenledikleri konferans için
şehirde iki gün daha kalmalı, bana dostlukla sunulan bütün sigaraları
tüttürmeli, bütün çayları içmeliydim (çoğunu yaptım da). Fazıl'ın babasının
Vartolu askerlik arkadaşı bana dört yılda daha pek çok Kürt milliyetçisinin ya
öldürüldüğünü ya da hapse tıkıldığını anlattı: Kimse artık gerillaya da
katılmıyordu, Asya Oteli'ndeki toplantıya giden genç Kürtlerin de hiçbiri
şehirde değildi artık. Zahide'nin kumarbaz ve sevimli yeğeni pazar akşamüstü
yapılan horoz doğuşunun kalabalığına beni de soktu ve çay bardaklarında sunulan
rakıdan bir anda zevkle iki kadeh içtim.
Akşam ilerlemişti, kimseye görünmeden otelden çıkmak için tren saatinden çok
önce kar altında yapayalnız ve mutsuz bir yolcu gibi ağır ağır yürüyerek odama
döndüm, bavulumu yaptım. Mutfak kapısından çıkarken Zahide'nin hâlâ her akşam
çorba verdiği hafiye Saffet ile tanıştım. Emekli olmuştu, dün akşam televizyona
çıktığım için beni tanıyordu, bana anlatacakları vardı. Birlik Kıraathanesi'ne
oturduğumuzda emekliliğine rağmen hâlâ devlete parçabaşı iş yaptığını anlattı
bana. Kars'ta bir hafiye hiçbir zaman emekli olamazdı; şehirdeki istihbarat
servislerinin neleri kurcalamak için buraya geldiğimi pek merak ettiklerini
(eski "Ermeni" olayları, Kürt isyancıları, dinci gruplar, siyasal partiler?) ona
bu 424
bilgiyi verirsem üç beş kuruş kazanabileceğini dürüstçe gülümseyerek söyledi.
Çekinerek Ka'dan söz ettim, dört yıl önce arkadaşımı bir ara adım adım
izlediğini hatırlattım ve onu sordum.
"İnsanları, köpekleri seven çok iyi bir insandı," dedi. "Ama aklı Almanya'daydı,
çok içine kapanıktı. Bugün burada kimse onu sevmez."
Uzun bir süre sustuk. Belki bir bildiği vardır diye çekinerek ona Lacivert'i
sordum ve tıpkı benim Ka için gelmem gibi, bir yıl önce birilerinin İstanbul'dan
onu sormaya Kars'a geldiğini öğrendim! Saffet, devlet düşmanı bu genç
İslamcıların Lacivert'in mezarını bulmak için çok uğraştıklarını anlattı: Büyük
ihtimal mezar ziyaretgâh olmasın diye naaş bir uçaktan denize atıldığı için
elleri boş dönmüşlerdi. Masamıza oturan Fazıl da aynı söylentileri duyduğunu, o
genç İslamcıların Lacivert'in bir zamanlar "hicret" ettiğini hatırladıkları
Almanya'ya kaçıp, Berlin'de gittikçe büyüyen radikal İslamcı bir grup
kurduklarını ve Almanya'da çıkardıkları Hicret adlı derginin ilk sayısında
Lacivert'in ölümünden sorumlu olanlardan intikam alacaklarını yazdıklarını imam
hatipli eski arkadaşlarından duyduğunu anlattı. Ka'yı da onların öldürmüş
olduklarını tahmin ettik. Arkadaşımın Kar adlı şiir kitabının tek el-yazmasının
Berlin'deki Lacivertçi Hicretçilerin birinin elinde olduğunu bir an hayal ederek
dışarıda yağan kara baktım.
Bu sırada masamıza oturan başka bir polis, hakkında çıkarılan bütün
dedikoduların yalan olduğunu anlattı bana. "Ben maden gözlü değilim!" dedi.
Maden gözlünün de ne anlama geldiğini bilmiyordu. Rahmetli Teslime Hanım'ı aşkla
sevmişti ve intihar etmeseydi onunla elbette evlenecekti. Saffet'in de dört yıl
önce kütüphanede Fazıl'ın öğrenci kimliğine el koyduğunu ben o sırada
hatırladım. Ka'nın defterlerine yazdığı bu olayı belki onlar çoktan
unutmuşlardı.
Fazıl ile ben kar altındaki sokaklara çıkınca iki polis arkadaşlık mı, mesleki
merak mı olduğunu çıkaramadığım bir dürtüyle bizimle birlikte yürüyüp hayattan,
hayatın boşluğundan, aşk acılarından ve yaşlılıktan yakındılar. İkisinin de bir
şapkası bile yoktu ve kar taneleri ak ve seyrek saçlarının üzerinde hiç erimeden
kalı-
425
• Dört Yıl Sonra Kars'ta •
yordu. Dört yılda şehrin daha da mı yoksullaşıp boşaldığını sormam üzerine,
Fazıl son yıllarda herkesin daha çok televizyona baktığım, işsizlerin
çayhanelere gitmektense evlerinde oturup çanak antenden dünyanın bütün
filmlerini bedavaya seyrettiklerini söyledi. Herkes para biriktirip penceresinin
kenarına tencere büyüklüğündeki beyaz çanaklardan bir tane taktırmıştı ve dört
yılda şehrin dokusundaki tek yenilik buydu.
Yeni Hayat Pastanesi'nden eğitim enstitüsü müdürünün hayatına mal olan cevizli
harika ay çöreklerinden birer tane alıp akşam yemeği niyetine yedik, istasyona
yürüdüğümüzü anlayan polisler bizden ayrıldıktan sonra kapalı kepenklerin, boş
çayhanelerin, terk edilmiş Ermeni evlerinin, buz tutmuş aydınlık vitrinlerin
önünden, dallan karla kaplı kestane ve kavak ağaçlarının altından geçip, tek tük
neon lambalarının aydınlattığı hüzünlü sokaklarda ayak seslerimizi dinleyerek
yürüdük. Polisler peşimizde olmadığı için ara sokaklara saptık. Bir ara diner
gibi olan kar gene hızlanmıştı. Sokaklarda kimsecikler olmadığı ve Kars'tan
ayrıldığım duygusu acıyla içime işlediği için boş şehirde sanki Fazıl'ı tek
başına bırakarak gidiyormuşum gibi bir suçluluk hissediyordum. Uzakta kuru
dallarıyla, dallarından sarkan buzları birbirine karışmış iki iğde ağacının
yaptığı tül perdenin içinden bir serçe fırladı ve ağır ağır inen iri kar
tanelerinin arasından, üzerimizden geçip gitti. Yepyeni ve yumuşacık bir karın
örttüğü boş sokaklar o kadar sessizdi ki, ayak seslerimiz ve yoruldukça artan
soluk alış verişlerimiz dışında hiçbir şey işitmiyorduk. İki yanına evler ve
dükkânlar dizilmiş bir sokakta bu sessizlik insanda bir rüyada olduğu etkisi
bırakıyordu.
Bir an sokağın ortasında durdum ve yukarılarda bir yerde gözüme kestirdiğim bir
kar tanesini yere düşünceye kadar izledim. Aynı anda Fazıl, Nurol Çayhanesi'nin
girişinde, yüksekçe bir yere asıldığı için dört yıldır aynı yerde duran soluk
bir afişi işaret etti:
İNSAN ALLAH'IN BİR ŞAHESERİDİR
ve İNTİHAR BİR KÜFÜRDÜR
426
¦ Dört Yıl Sonra Kars'ta ¦
"Bu çayhaneye polisler geldiği için kimse afişe dokunamadı!" dedi Fazıl.
"Kendini bir şaheser gibi hissediyor musun?" diye sordum.
"Hayır. Bir tek Necip Allah'ın şaheseriydi. Allah onun canını aldıktan sonra ben
içimdeki ateizm korkusundan da, Allah'ımı daha çok sevme aşkımdan da uzaklaştım.
Allah beni affetsin artık."
Havada asılı gibi duran kar tanelerinin arasından hiç konuşmadan istasyona kadar
yürüdük. Kara Kitap'ta. sözünü ettiğim erken cumhuriyet yapısı, taştan güzelim
istasyon binası yıkılmış, yerine çirkin ve beton bir şey yapılmıştı. Muhtar'ı ve
kömür renkli köpeği bizi beklerken bulduk. Trenin kalkmasına on dakika kala
gazeteci Serdar Bey de geldi ve Serhat Şehir Gazetes i'nin Ka'nın haber olduğu
eski sayılarını verip benden kitabımda Kars'tan ve dertlerinden, şehri ve
insanlarını kötülemeden bahsetmemi rica etti. Onun hediyesini çıkardığını gören
Muhtar da plastik bir torba içinde bir şişe kolonya, bir küçük teker Kars kaşan
ve kendi parasıyla Erzurum'da bastırdığı ilk şiir kitabının imzalı bir nüshasını
suç işler gibi elime tutuşturdu. Sevgili arkadaşımın şiirinde anlattığı kömür
renkli köpekçiğe bir sandviç, kendime bir bilet aldım. Kıvrık kuyruğunu
dostlukla sallayan köpeği beslerken Turgut Bey ile Kadife koşarak geldiler.
Benim gittiğimi son anda Zahide'den öğrenmişler. Kısa cümlelerle biletten,
yoldan, kardan söz ettik. Turgut Bey hapisane yıllarında Fransızca'dan çevirdiği
bir Turgen-yev romanının (Hk Aşk) yeni baskısını utanarak uzattı. Kadife'nin
kucağındaki Ömercan'ı okşadım. Annesinin şık bir İstanbul eşar-bıyla örtülü
saçlarının kenarlanna kar taneleri düşüyordu. Karısının güzel gözlerinin içine
daha fazla bakmaktan korktuğum için Fazıl'a dönüp bir gün Kars'ta geçen bir
roman yazarsam okura ne demek isteyeceğini sordum.
"Hiçbir şey," dedi kararlılıkla.
Kederlendiğimi görünce zayıf davrandı, "Bir şey var aklımda ama
beğenmezsiniz..." dedi. "Beni Kars'ta geçen bir romana koyarsanız, benim
hakkımda, bizler hakkında söylediklerinize okuyucunun hiç inanmamasını söylemek
isterdim onlara. Kimse uzaktan bizi anlayamaz."
"Kimse de öyle bir romana inanmaz zaten."
427
- uuıı iıı juıiTd i\arsia
"Hayır, inanırlar," dedi heyecanla. "Kendilerini akıllı, üstün ve insancıl
görmek için bizim gülünç ve sevimli olduğumuza, bu halimizle bizi anlayıp bize
sevgi duyabildiklerine inanmak isteyeceklerdir. Ama benim bu sözümü koyarsanız
akıllarında bir şüphe kalır."
Sözlerini romanıma koymaya söz verdim.
Kadife bir an istasyonun giriş kapısına baktığımı görünce sokuldu. "Rüya adında
küçük, güzel bir kızınız varmış," dedi. "Ablam gelemedi, ama kızınıza selam
söylememi istedi. Ben de size yarıda kalmış tiyatro kariyerimden şu hatırayı
getirdim." Sunay Zaim ile kendisini Millet Tiyatrosu'nun sahnesinde gösteren
küçük bir fotoğraf verdi.
Hareket memuru düdüğünü öttürdü. Galiba trene benden başka binen yoktu. Hepsiyle
teker teker sarılıp kucaklaştım. Fazıl son anda elime içinde video kasetlerin
kopyalanyla, Necip'in tükenmez kalemi olan bir torba tutuşturdu.
Ellerim hediye paketleriyle dolu, hareket eden vagona zorlukla bindim. Hepsi
peronda durmuş bana el sallıyordu, ben de pencereden sarkıp onlara el salladım.
Kömür renkli köpeğin, pembemsi koca dili dışarıda, neşeyle hemen yanımda peron
boyunca koştuğunu son anda gördüm. Sonra gittikçe koyulaşarak yağan iri taneli
karın içerisinde hepsi kayboldular.
Oturdum, kar taneleri arasından gözüken kenar mahallelerdeki son evlerin
turuncumsu ışıklarına, televizyon seyredilen kırık dökük odalara, karla kaplı
damlardaki düşük bacalardan tüten ince, titrek ve narin dumanlara bakıp ağlamaya
başladım.
Nisan 1999-Aralık 2001
428
KARS'TA Ka'YA GELİŞ SIRASINA GÖRE ŞİİRLER
Şiir______________________________Bölüm_____________Sayfa
1.
Kar.............................................................................
..............10.................................................90
Z. Gizli
Simetri......................................................................11.
...............................................103
3. Yıldızların
Arkadaşlığı..............................................14.....................
...........................119
4. Çikolata
Kutusu..............................................................14..........
......................................129
5. Allah'ın Olmadığı
Yer.................................................16..........................
......................146
6. ihtilal
Gecesi................................................................L.19......
..........................................168
7. Rüya
Sokaklar..................................................................21....
............................................182
8. intihar ve
iktidar..............................................,............22............
....................................198
9. Çaresizlikler,
Zorluklar.............................................24........................
.........................Z11
10. Ben,
Ka..............................................................................
..24................................................214
11. Mutlu
Olacağım.............................................................27.........
......................................242
12. Bütün İnsanlık ve
Yıldızlar.....................................32................................
...............283
13.
Cennet..........................................................................
........32...............................................289
14. Vurularak
Ölmek............................................................33.............
..................................299
15.
Satranç.........................................................................
........35...............................................3Z6
16.
Ask.............................................................................
.............36................................................331
17.
Köpek...........................................................................
..........37...............................................340
18.
Kıskançlık......................................................................
....38................................................352
19. Dünyanın Bittiği
Yer..................................................40.........................
.......................375
KAR YILDIZINDAKİ YERLERİNE GÖRE ŞİİRLER
Mantık
Hafıza
Hayal
Merkez
(1) Kar (5) Allah'ın (4) Çikolata (10) Ben, Ka
(2) Gizli Simetri Olmadığı Yer Kutusu
(3) Yıldızların (6) ihtilal Gecesi (8) İntihar
Arkadaşlığı (7) Rüya Sokaklar ve iktidar
(9) Çaresizlikler, (14) Vurularak (11) Mutlu
Zorluklar Ölmek Olacağım
(12) Bütün İnsanlık (17) Köpek (13) Cennet
ve Yıldızlar (19) Dünyanıru .„..«
(15) Satranç Bittiği Y|r I (18) Kisfcariçlık '
429
PAMUK'UN DİĞER ROMANLARI DÜNYA BASININDA
Benim Adım Kırmızı
"Pamuk'un 1990'lar boyunca uğraştıran bu esaslı ve büyük kitap, Benim Adım
Kırmızı onu dünyanın en iyi yazarlarından biri olarak kabul ettirdi."
The Independent
"Yılın en iyi yabancı kitabı Türkiye'nin harika çocuğundan." The Observer
"Benim Adım Kırmızı çok büyük bir roman." Süddeutsche Zeitung
"Kitapları hem deneysel, hem de çok satan Pamuk'un ününün benzersiz bir ışıltısı
var." John Updike, The New
Yorker
"Büyük Türk yazan Pamuk'un Benim Adım Kirmizı'sı harika."
Le Nouvel Observateur
"Pamuk hiç tartışılmayacak kadar büyük yazar."
Spectator
"Hikâye örgüsünün ayrıntıları öyle bir incelikle örülmüş ki Batı'nın çoğu
yazarları Pamuk'un yanında sakar kalıyor." The Literary
Review
"Pamuk'un yeni romanı Benim Adım Kirmızı'nın bir cinayet hikâyesi olduğunu
söylemek, Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşlerinin bir cinayet hikâyesi olduğunu
söylemek kadar yetersiz kalır... Bu kitap 16. yüzyıl İstanbul'unun günlük
hayatından duygusal, zihinsel ve fiziksel dokusunu bütünüyle inan-dıncı bir
şekilde veriyor ve bunu çok büyük bir şefkat, merhamet ve insanlık ile
yapıyor... Biçimsel olarak çok parlak, çok şakacı ve çok da ciddi sorunlarla
ilgili olan bu kitap olağanüstü büyük bir basan."
The Times Literary Supplement
"Bu kitap kendi başına benzersiz bir edebi buluş.'
The Economist
İSTANBUL ORHAN KEMAL İl HALK KÜTÜPHANESİ ÖDÜNÇ VERME BÖLÜMÜ
Kayıt No :
Tasnif JVo :
Yeni Hayat
"Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti."
Orhan Pamuk'un benzersiz bir ilgiyle karşılanan coşkulu, lirik ve sihirli romanı
Yeni Hayat bu sözlerle başlıyor. Okuduğu bir kitaptan sarsılarak etkilenen,
sayfalardan neredeyse fışkıran ışığa bütün hayatını veren ve kitabın vaat ettiği
yeni hayatın peşinden koşan bir kahramanın bu olağanüstü hikâyesi Türkiye'de
hiçbir romanın ulaşmadığı bir hızla okundu ve yaygınlaştı. Bir yandan Hayat'ın,
Eşsiz Anlar'ın, Ölüm'ün, Yazı'nın, Kaza'nın sırlarına, bir yandan da çocukluğun
resimli romanlarına, bir belirip bir kaybolan bir meleğe ve Dante'nin, Rilke'nin
şiirlerine açılan bu sarsıcı roman, siyah beyaz televizyonlu kahvelere, video
seyredilen otobüslere, trafik kazalarına, siyasî kumpas ve cinayetlere, bayi
örgütlerine, paranoyakça kuramlara, saat kadar dakik muhbirlere, kaybolan eski
eşyaların şiirine ve taşranın öfkesine uzanıyor.
Yeni Hayat, Orhan Pamuk'un çağdaş dünya romanının en özgün yaratıcılarından biri
olduğunu bir kere daha kanıtlıyor.
'Teni Hayat insana Walter Benjamin'in, bütün büyük edebiyat eserleri bir biçimi
ya sona erdirir ya da bir yenisini başlatır, yani özel vakalardır, sözünü
hatırlatıyor. Yeni Hayat özel bir vaka."
The Guardian
"Pamuk, günümüzün en ilginç yazarlarından biri..."
The Times Literary Supplement
Kara Kitap
Galip, çocukluk aşkı, arkadaşı, amcasının kızı, sevgilisi ve kayıp karısı
Rüya'yı karlı bir kış günü İstanbul'da aramaya başlar. Çocukluğundan beri
yazılarını hayranlıkla okuduğu yakın akrabası gazeteci Celâl'in köşe yazıları,
bu arayışta ona işaretler yollayacak ve eşlik edecektir. Okuyucu, bir yandan her
bacası, her sokağı, her insanı başka bir esrarlı âlemin işaretine dönüşen
istanbul'da Galip'in araştırmalarını ve karşılaştığı kişileri izlerken, bir
yandan da bu araştırmaları değişik işaretler ve tuhaf hikâyelerle tamamlayan
Celâl'in köşe yazılarıyla karşılaşır. Eski cellatların hikâyelerinden Boğaz'ın
sularının çekileceği felaket günlerine, kılık değiştiren paşalardan kültür
tarihimizde kalmış esrarlı cinayetlere, karlı gecenin aşk hikâyelerinden
yüzlerimizin üzerindeki anlamın sırlarına, istanbul'un ücra ve karanlık
köşelerinden gülünç ve tuhaf kişilerine, yakın tarihimizden günlük hayatımızın
unutulmuş ve şaşırtıcı ayrıntılarına kadar uzanan bir arayış.
"Pamuk'un şaheseri." Times Literary
Supplement
"Zengin, yaratıcı, modern bir ulusal destan." The Sunday
Times
"Günümüz dünya edebiyatının çıkarabileceği en ilginç, en çarpıcı romanlardan
biri."
Aftenposten, Norveç
Beyaz Kale
17. yüzyılda Türk korsanlarınca tutsak edilen bir Venedikli, istanbul'a
getirilir. Astronomiden, fizikten ve resimden anladığına inanan bu köle, aynı
ilgilen paylaşan bir Türk tarafından satın alınır. Garip bir benzerlik vardır bu
iki insan arasında. Köle sahibi, kölesinden, Venedik'i ve 'Batı' bilimini
öğrenmek isteT. Bu iki kişi, efendi ile köle, birbirlerini tanımak, anlamak ve
anlatmak için, Halic'e bakan karanlık ve boş bir evde, aynı masanın iki ucuna
geçip oturur, konuşurlar. Hikâyeleri ve serüvenleri, onları, veba salgınının kol
gezdiği İstanbul sokaklarına, Çocuk Sultan'm düşsel bahçelerine ve hayvanlarına,
inanılmaz bir silâhın yapımına, 'ben neden benim' sorusuna götürecektir.
Hikâyelerin günden geceye doğru ilerlemesiyle, gölgeler yavaş yavaş yer
değiştirirler.
"Ustaca kurulmuş paradokslarla örülü, hayranlık uyandıran zarif bir postmodern
hikâye." The
Publishers Weekly
"Pamuk'un ustalığı bu kadar kısa ve yalın bir romana bu kadar çok düşünceyi
rahatlıkla sığdırabilmesinde."
The Guardian
Sessiz Ev
Biri tarihçi, biri devrimci, biri de zengin olmayı aklına koymuş üç toTun
istanbul yakınlarındaki Cennethisar kasabasındaki babaannelerini ziyaret eder,
dedelerinin yetmiş yıl önce siyaset yüzünden sürgün edildiğinde yaptırdığı evde
bir hafta kalırlar. Bu sürede, babaannelerinin doksan yıllık anılarla yüklü
geçmişi ağır ağır aralanırken, dedenin, Doğu ile Batı arasındaki uçurumu bir
çırpıda kapatacağını sandığı büyük bir ansiklopediyi yazışı hatırlanır. Evde
sessiz gözlemleriyle kuşaklar arasında köprü kuran tanıklar, bahçe duvarlarının
ötesinde ise aile ile ilgilenen tutkulu gençlerin hareketleri vardır.
1991 PRIX DE LA DECOUVERTE EUROPEENNE (AVRUPA KEŞİF ÖDÜLÜ)
"Bu güzel ve hüzünlü kitap, üç mutsuz kardeşin, İstanbul yakınlarındaki küçük
bir sahil kasabasında, doksan yaşındaki babaannelerinin evinde geçirdiği bir
haftayı anlatıyor... Şaşırtıcı bir başarı..."
The Times Literary Supplement
Cevdet Bey ve Oğulları
Orhan Pamuk bu ilk romanında istanbullu bir ailenin çevTesiiıde, Türkiye'nin son
yüzyıllık macerasını anlatıyor. Yüzyıl başında, Abdülhamit'in son günlerinde
istanbul'da, Vefa'daki bir evde açılan roman, ağır ağır ilerleyerek modernleşme
tarihimizi yaşanan anlar dizisi olarak ustalıkla canlandırıyor ve Nişantaşı'nda
bir apartman çevresinde sonuçlanıyor.
ORHAN KEMAL ROMAN ARMAĞANI / MİLLİYET YAYINLARI ROMAN ÖDÜLÜ
"Büyük bir başarı... Hiç duraksamadan en beğendiğim yirmi Türk romanı araşma
alırdım."
Fethi Naci
"Ne yazsa ilgiyle okunur."
Cemal Sûreya
Konu No:. Kayıt No:_
KİTAP CEBİ
JJ IŞ.III MJIS ŞCIIIIIIUC UUIUI K.C1IUIIII. Myif
ağır ve hiç durmadan yağan karın altında sokak sokak, dükkân dükkân bu hüzünlü
ve güzel şehri ve insanlarını tanımaya çalışır. Kars'ta ağzına kadar işsizlerle
dolu çayhaneler, dışarıdan gelmiş ve kardan mahsur kalmış gezgin bir tiyatro
kumpanyası, intihar eden ve türban direnişi yapan kızlar, çeşitli siyasal
gruplar, dedikodular, söylentiler, Karpalas Oteli ve sahibi Turgut Bey ile
kızları İpek ve Kadife ve Ka için bir aşk ve mutluluk vaadi vardır.
aysyzgije 12 years ago- karşı olmadığını söyledi ve onlarla konuşurken "intihar" kelimesini çok sık
kullanmamasını, olayı da Cumhuriyet gazetesinde abartarak vermemesini rica etti.
İntiharlar konusunda uzmanlaşmış psikolog, polis, savcı ve Diyanet İşleri
görevlilerinden oluşan bir heyet Batman'dan Kars'a gelmek için hazırlıklara
başlamış, Diyanet İşleri'nin bastırdığı "İnsan Allah'ın Bir Şaheseridir ve
İntihar Bir Küfürdür" yazan intihar karşıtı afişler şimdiden asılmış, aynı
başlıklı dinî broşür de dağıtılmak üzere valiliğe gelmişti. Ama vali muavini bu
önlemlerin Kars'ta yeni başlayan intihar salgınını durduracağından emin değildi;
"önlemlerin" tam tersi bir sonuç vermesinden korkuyordu. Çünkü pek çok kızın
intihar kararını intihar haberleri kadar, intihara karşı devletin, babalarının,
erkeklerin, vaizlerin sürekli verdikleri derslere tepkiyle aldığını düşünüyordu.
"Elbette ki intiharların sebebi bu kızlarımızın aşırı mutsuzluğu, bundan bir
şüphe yok," demişti vali muavini Ka'ya. "Ama mutsuzluk gerçek bir intihar nedeni
olsaydı Türkiye'deki kadınların yarısı intihar ederdi." Fırça bıyıklı, sincap
suratlı vali muavini, kendilerine "intihar etme!" telkini yapan devletin,
ailelerin ve dinin erkeksi sesine kadınların öfkelendiklerini söylemiş, bu
yüzden intihar karşıtı propaganda yapmak için yollanan heyetlere en
20
azından bir de kadın konulması gerektiğini Ankara'ya yazdığını Ka'ya gururla
açıklamıştı.
İntiharın tıpkı veba gibi bulaşıcı olduğu fikri intihar etmek için Batman'dan
Kars'a gelen bir kızdan sonra ortaya atılmıştı ilk. Kızın öğleden sonra Atatürk
Mahallesi'nde, karla kaplı iğde ağaçlarının altında bir bahçede (onları evlerine
almamışlardı) sigara içerek Ka'nm konuştuğu dayısı, yeğeninin iki yıl önce gelin
gittiği Batman'da sabahtan akşama kadar ev işi yaptığını, çocuğu olmuyor diye
kayınvalidesi tarafından sürekli azarlandığını Ka'ya anlatmış, ama bunların
yeterli intihar nedeni olmadığını, kızın bu fikri bütün kadınların kendini
öldürdüğü Batman'da kaptığını, hele burada Kars'ta ailesinin yanındayken
merhumenin çok mutlu gözüktüğünü, bu yüzden tam Batman'a döneceği sabah başucunda
iki kutu uyku hapı aldığı yazılı bir mektupla yatakta ölüsünü bulmalarının
kendilerini çok şaşırttığını açıklamıştı.
İntihar fikrini Batman'dan Kars'a getiren bu kadını bir ay sonra teyzesinin on
altı yaşındaki kızı taklit etmişti ilk. Ka'nm gözü yaşlı anne babaya olayı
gazeteye bütün ayrıntılarıyla yazmaya söz verdiği bu intiharın nedeni kızm bir
öğretmeninin sınıfta onun bakire olmadığını söylemesiydi. Söylentinin kısa
sürede bütün Kars'a yayılmasından sonra kızın sözlüsü nişandan vazgeçmiş, güzel
kızı istetmek için daha önceleri eve gelenlerin de ayağı kesilmişti. Kızın
anneannesi ona bu sırada "nasıl olsa sen evlenmeyeceksin," demeye başlamış, bir
akşam televizyondaki düğün sahnesini hep birlikte seyrederlerken sarhoş babası
ağlamaya başlayınca kız anneannesinin kutusundan çalıp biriktirdiği uyku
haplarını bir seferde yutup uyumuştu (intiharın fikri kadar, yöntemi de
bulaşıcıydı). İntihar eden kızının bakire olduğunun otopside anlaşılması üzerine
babası dedikoduyu yayan öğretmen kadar Batman'dan gelip intihar eden akraba
kızını da suçlamıştı. Ka'dan gazetede çıkacak haberinde suçlamanın asılsız
olduğunu duyurmasını ve bu yalanı çıkaran öğretmeni teşhir etmesini istedikleri
için kızlarının intiharını bütün ayrıntılarıyla anlatmışlardı.
Bütün bu hikâyelerde Ka'yı tuhaf bir umutsuzluğa düşüren şey intiharcı kızların
intihar için kendilerine gerekli mahremiyet ve zamanı ancak bulabilmeleriydi.
Uyku hapıyla intihar eden kızlar
21
gizlice ölürlerken bile odalarını bir başkalarıyla paylaşıyorlardı. Batı
edebiyatı okuyarak, İstanbul'da Nişantaşı'nda yetişen Ka, kendi intiharını her
düşünüşünde bunu yapmak için bolca zamanı, yeri, kapısını günlerce kimsenin
çalmayacağı bir odası olması gerektiğini hissederdi. Bu özgürlükle ve uyku hapı
ve viskiyle ağır ağır icra edeceği kendi intiharının hayallerine her dalışında
Ka oradaki sınırsız yalnızlıktan öyle korkardı ki, hiçbir zaman intiharı ciddi
olarak düşünmezdi bile.
Intihanyla Ka'da bu yalnızlık duygusunu uyandıran tek kişi bir ay bir hafta önce
kendini asan "türbana kız" oldu. Başlarındaki örtüyü çıkarmadıkları için önce
derslere, sonra Ankara'dan gelen bir emirle okul binalarına sokulmayan eğitim
enstitülü kızlardan biriydi bu. Ailesi Ka'nm konuştuğu aileler içinde en az
yoksul olanıydı. Kederli babanın sahibi olduğu küçük bakkal dükkânının
buzdolabından çıkarıp açıp uzattığı Coca-Cola'yı içerken Ka kızın kendini
asmadan önce intihar fikrini hem ailesine, hem de arkadaşlarına açtığını
öğrendi. Başörtüsü takmayı annesinden, ailesinden görmüştü belki kız, ama bunu
siyasal İslam'ın bir simgesi olarak benimsemeyi okuldaki yasakçı yöneticilerle
direnişçi arkadaşlarından öğrenmişti. Anne ve babasının baskılarına rağmen
başörtüsünü çıkarmayı reddettiği için polislerce kapısından geri çevrildiği
eğitim enstitüsünden devamsızlıktan atılmak üzereydi. Bazı arkadaşlarının
direnişten vazgeçip başlarını açtıklarını, bazılarının başörtüsünü çıkarıp peruk
taktıklarını gördükçe babasına ve arkadaşlarına "hayatta hiçbir şeyin anlamı
olmadığını", "yaşamak istemediğini" söylemeye başlamıştı. O günlerde hem devlete
bağlı Diyanet İşleri, hem İslamcılar intiharın en büyük günahlardan biri
olduğunu artık Kars'ta da el ilanları ve afişlerle durmadan tekrarlayıp
yaydıkları için bu dindar kızın kendisini öldürebileceği kimsenin aklının
ucundan geçmemişti. Teslime adlı kız, son gecesinde Marianna adlı diziyi
sessizce seyretmiş, çay yapıp anne ve babasına ikram etmiş, kendi odasına
çekilmiş, abdestini alıp, namazını kılıp, uzun bir süre kendi kendine
düşüncelere dalıp dua okuduktan sonra kendisini başörtüsüyle lamba kancasına
asmıştı.
22
Oyunuzu Allah'ın partisine verin
YOKSULLUK VE TARİH
Çocukluğunda Ka için yoksulluk, avukat baba, ev kadını anne, şeker kızkardeş,
sadık hizmetçi, mobilyalar, radyo ve perdelerin oluşturduğu Nişantaşı'ndaki
kendi orta sınıf hayatının ve "ev"in sınırlarının bitip dışarıdaki öteki
dünyanın başladığı yerdi. Elle dokunulmaz ve tehlikeli bir karanlığı olduğu için
bu öteki ülkenin Ka'nın çocukluk hayallerinde metafizik bir boyutu vardı. Bu
boyut hayatının geri kalan kısmında çok fazla değişmemesine rağmen, İstanbul'da
aniden karar verdiği Kars yolculuğuna çıkarken neden bir çeşit çocukluğa dönüş
dürtüsüyle hareket ettiğini açıklamak zor. Ka Türkiye'den uzak olmasına rağmen
Kars'ın son yıllarda ülkenin en yoksul, en unutulmuş bölgesi olduğunu biliyordu.
On iki yıl yaşadığı Frankfurt'tan dönünce çocukluğunu paylaştığı arkadaşlarıyla
yürüdüğü bütün o İstanbul sokaklarının, dükkânların, sinemaların baştan aşağı
değiştiklerini, yok olduklarını, ruhlarını kaybettiklerini görmenin kendisinde
çocukluk ve saflığı başka bir yerde arama isteği uyandırdığı, bu yüzden Kars
yolculuğuna, çocukluğunda bıraktığı sınırlı bir orta sınıf yoksul-luğuyla
karşılaşmak için çıktığı da söylenebilir. Nitekim çocukluğunda kullanıp bir daha
İstanbul'da hiç görmediği Gislaved marka jimnastik ayakkabılarıyla, Vezüv marka
sobalarla, Kars hakkında çocukluğunda öğrendiği ilk şey olan altı üçgen parçadan
23
oluşan yuvarlak Kars peyniri kutularıyla çarşıdaki dükkânların vitrinlerinde
karşılaşınca öylesine mutlu oluyordu ki, intihar eden kızları bile unutup
Kars'ta olduğu için bir huzur duyuyordu. Öğleye doğru, Ka gazeteci Serdar
Bey'den ayrılıp Halkların Eşitliği Partisi'nin ve Azerilerin önde gelenleriyle
görüştükten sonra iri taneli karın altında şehirde tek başına dolaştı. Atatürk
Cadde-si'nden yürüyüp köprüleri geçip, en yoksul mahallelere doğru kederle
yürürken, köpek havlamaları dışında hiç bozulmayan sessizlikte uzaktaki
gözükmeyen sarp dağlara, Selçuklular zamanından kalma kalenin ve tarihî
yıkıntılardan ayrılamayacak gecekonduların üzerine sanki sınırsız bir zamana
yayılarak yağan karı kendinden başka hiç kimse fark etmiyormuş gibi hissedince
gözleri doldu. Yusuf Paşa Mahallesi'nin salıncakları kopuk, kaydırakları kırık
parkının yanıbaşındaki boş bir alanda, bitişikteki kömür deposunu aydınlatan
yüksek lambaların ışığında futbol oynayan lise çağındaki gençleri seyretti.
Çocukların karda hızı kesilen ba-ğırışmalarını, küfürleşmelerini dinlerken,
yüksek lambaların soluk sarı ışığı ve yağan karın altında dünyanın bu köşesinin
her şeyden uzaklığını ve inanılmaz ıssızlığını öylesine güçle hissetti ki,
içinde Allah düşüncesi belirdi.
Bu ilk anda bir düşünceden çok bir resimdi, ama bir müzede aceleyle odaları
gezerken düşüncesizce bakıp, sonra hatırlamaya çalıştıkça gözlerinin önünde bir
türlü canlandıramayacağı bir resim gibi belirsizdi. Bir resimden çok bir an
belirip kaybolan bir duyumdu ve Ka'nm bunu ilk yaşayışı değildi.
Ka, İstanbul'da cumhuriyetçi laik bir ailede yetişmiş, ilkokuldaki din
derslerinin dışında hiçbir Islamî eğitim almamıştı. Son yıllarda ara ara içinde
şimdikine benzer hayaller belirince ne telaşa kapılıyor, ne de kıpırtının
peşinden gitmek için şairce bir dürtü duyuyordu. En fazla, dünyanın seyredilecek
güzel bir yer olduğu düşüncesi iyimserlikle içine doğuyordu.
İsınmak ve biraz kestirmek için döndüğü otel odasında İstanbul'dan getirdiği
Kars tarihiyle ilgili kitapları bu mutluluk duygusuyla karıştırdı ve gün boyunca
dinledikleriyle, çocukluğunun masallarını hatırlatan bu tarih aklında birbirine
karıştı.
Bir zamanlar Kars'ta, Ka'ya uzaktan da olsa kendi çocukluk yıl-
24
larını hatırlatan konaklarda balolar veren, günler süren davetler düzenleyen
zengin bir orta sınıf yaşamıştı. Bu insanlar güçlerini Kars'ın bir zamanlar
Gürcistan, Tebriz, Kafkaslar ve Tiflis yolu üzerinde olmasından, ticaretten,
şehrin son yüzyılda yıkılan iki büyük imparatorluğun Osmanlı Devleti'nin ve
Çarlık Rusyası'nm önemli bir uç noktası olmasından ve dağlar arasındaki bu yeri
korusunlar diye imparatorlukların yerleştirdiği büyük ordulardan alıyorlardı.
Osmanlı zamanında çeşit çeşit milletin, mesela bin yıl önce diktikleri
kiliselerin bazıları hâlâ bütün haşmetiyle duran Ermenilerin, Moğollardan ve
Iran ordularından kaçan Acemlerin, Bizans ve Pontus devletinden kalma Rumların,
Gürcülerin, Kürtlerin, her tür Çerkez kavminin yaşadığı bir yerdi burası.
1878'de beş yüz yıllık kalenin Rus ordularına teslim olmasından sonra
Müslümanların bir kısmı sürülmüş, ama şehrin zenginliği ve karmaşası sürmüştü.
Rus döneminde kale yamaçlarındaki Kaleiçi Mahalle-si'ndeki paşa konakları,
hamamlar ve Osmanlı yapıları gerilerken Kars çayının güneyindeki düzlükte çarın
mimarları birbirlerine paralel beş ana caddeyle onları hiçbir Doğu şehrinde
görülmeyecek bir düzenle dimdik kesen sokaklardan oluşan ve hızla zenginleşen
yeni bir şehir yapmışlardı. Çar III. Aleksandr'm gizli sevgilisiyle buluşup ava
çıkmak için geldiği bu şehir Rusların güneye, Akdeniz'e inme ve ticaret
yollarını ele geçirme tasarılarına uygun olarak büyük mali desteklerle yeniden
kurulmuştu. Yirmi yıl önce Kars'a geldiğinde Ka'yı büyüleyen; sokakları, iri
parke taşları ve Türkiye Cumhuriyeti'nce dikilmiş iğde ve kestane ağaçlarıyla bu
hüzünlü şehir olmuştu; milliyetçilik ve kabile savaşlarıyla ahşap yapıları
tamamen yakılıp yıkılmış olan Osmanlı şehri değil.
Bitip tükenmez savaşlar, kıyımlar, toplu katliamlar ve isyanlardan, şehrin
Ermeni, Rus ve hatta bir ara ingiliz ordularının eline geçmesinden, kısa bir
dönem Kars'ın bağımsız bir devlet olmasından sonra, istasyon Meydanı'na heykeli
dikilecek olan Kâzım Ka-rabekir yönetimindeki Türk ordusu 1920 Ekim'inde şehre
girmişti. Kars'ı kırk üç yıl sonra yeniden ele geçiren Türkler şehrin çar yapısı
bu yeni planını benimseyip buraya yerleşmişler, çarların şehre getirdiği kültürü
de Gumhuriyet'in Batılılaşmacı heyecanına uygun düştüğü için ilk başta
benimsemişler ve Rusların açtığı beş
25
caddeye, askerden başka büyük bilmedikleri için Kars tarihindeki beş büyük
paşanın adım vermişlerdi.
Halk Partili eski belediye başkanı Muzaffer Bey'in gururla ve öfkeyle anlattığı
Batılılaşmacı yıllardı bunlar. Halkevlerinde balolar verilir, Ka'nm sabah
üzerinden geçerken yer yer paslanıp çürüdüğünü gördüğü demir köprünün altında
buz pateni yarışmaları yapılır, Kral Oedipus'un trajedisini oynamak için
Ankara'dan gelen tiyatrocular -daha Yunanla savaşın üzerinden yirmi yıl
geçmemesine rağmen- Kars'ın cumhuriyetçi orta sınıfı tarafından coşkuyla
alkışlanır, kürk yakalı paltolar giyen eski zenginler güller, yaldızlarla
süslenmiş sağlıklı Macar atlarının çektiği kızaklarla gezintilere çıkar, futbol
takımına destek olmak için Millet Bahçesi'nde akasya ağaçlarının altında verilen
balolarda, piyano, akordeon ve klarnetler eşliğinde en son danslar yapılır,
yazlan kısa kollu elbiseler giyen Kars kızları şehrin içinde bisikletleriyle
rahatlıkla gezebilir, gençler kışları buz pateniyle liseye giderken ceketlerinin
içine cumhuriyet heyecanı taşıyan pek çok lise öğrencisi gibi papyon kravat
takarlardı. Avukat Muzaffer Bey lise yıllarında taktığı o papyon kravatı yıllar
sonra belediye başkan adayı olarak geri döndüğü Kars'ta seçim heyecanı sırasında
yeniden takmak isteyince partili arkadaşları bu "züppe" şeyinin oy kaybına neden
olacağını söylemişler, ama o dinlememişti.
Bitip tükenmez kışların çekip gitmesiyle şehrin çökmesi, fakirleşmesi,
mutsuzlaşması arasında bir ilişki vardı sanki. Eski belediye başkanı geçmiş
güzel kışlar hakkında bu yorumu yaptıktan ve Ankara'dan gelen ve Yunan oyunları
sahneleyen yüzleri pudralı yarı çıplak tiyatroculardan söz ettikten sonra sözü
1940'ların sonunda aralarında kendisinin de yer aldığı gençlerce Halkevi'nde
sahnelenen bir inkılapçı piyese getirmişti. "Bu eserde kara çarşaf içerisindeki
bir genç kızımızın uyanışı ve sonunda başını açıp sahnede çarşafını yakması
anlatılıyordu" demişti. 1940'ların sonunda piyes için gerekli bir kara çarşafı
bütün Kars'ta her yere haber saldıkları halde bulamadıkları için telefon edip
Erzurum'dan getirtmişlerdi. "Şimdiyse çarşaflılar, başörtülüler, türbanlılar
dolduruyor Kars sokaklarını," diye eklemişti Muzaffer Bey. "Başlarında siyasal
İslam'ın simgesi o bayrakla derslere giremedikleri için intihar ediyorlar."
26
Ka siyasal İslam'ın yükselişi ve tûrbancı kızlar konusuyla Kars'ta her
karşılaşmasında olduğu gibi içinde yükselen sorulan sormadan sustu. Tıpkı
1940'ta Kars'ta tek bir çarşaflı kadın olmamasına rağmen ateşli gençlerin çarşaf
karşıtı bir müsamere oynamasının üzerinde durmadığı gibi. Gün boyunca şehrin
sokaklannda gezerken gördüğü başörtülü ya da çarşaflı kadınlara da dikkat
etmemişti Ka, çünkü sokaklardaki başörtülü kadınların sıklığına bakıp hemen
siyasal sonuçlar çıkarabilen laik aydınlann bilgi ve alışkanlıklarını bir
haftada edinememişti. Üstelik çocukluğundan beri sokaklardaki başörtülü, kapalı
kadınlara dikkat etmezdi hiç. Ka'nm çocukluğunu geçirdiği İstanbul'un
Batılılaşmış çevrelerinde başörtüsü takan bir kadın ya mahalleye üzüm satmak
için İstanbul'un civarından, mesela Kartal'daki bağlardan gelen biri olurdu, ya
sütçünün karısı, ya da aşağı sınıflardan bir başkası.
Ka'nın yerleştiği Karpalas Oteli'nin eski sahipleri konusunda ise ben daha sonra
çok hikâye dinledim: Çann Sibirya yerine daha hafif bir sürgüne yolladığı Batı
hayranı bir üniversite profesörü, sığır ticareti yapan bir Ermeni, Rumlar için
yetimler evi... İlk sahibi kim olursa olsun, bu yüz on yıllık bina dönemin diğer
Kars yapıları gibi, duvar içlerine yerleştirilen ve dört cephesi aynı anda dört
odayı ısıtabilen peç denen sobalar kurularak yapılmıştı. Ama Cumhuriyet
döneminde Türkler bu Rus sobalannın hiçbirini ça-lıştıramadığı için evi otele
çeviren ilk Türk sahibi, avluya açılan giriş kapısının önüne kocaman pirinç bir
soba yerleştirmiş, daha sonra da odalara kalorifer takılmıştı.
Ka yatağına uzanıp hayallere dalmışken kapısı vuruldu, palto-suyla yattığı
yerden kalkıp açtı. Bütün gününü sobanın karşısında televizyon seyrederek
geçiren katip Cavit, Ka'ya anahtannı verirken unuttuğu şeyi söylüyordu.
"Demin unuttum, Serhat Şehir Gazetesi sahibi Serdar Bey acele sizi bekliyor."
Birlikte lobiye indiler. Ka tam çıkıyordu ki bir an durakladı: İpek tezgâhın
yanına açılan kapıdan içeri girmişti ve Ka'nın hayal ettiğinden çok daha
güzeldi. Ka kadının üniversite yıllarındaki güzelliğini hatırladı hemen. Bir
telaşa kapıldı. Evet, tabii, bu kadar güzeldi. İstanbullu birer Batılılaşmış
burjuva gibi önce el sıkıştılar
27
-Yoksulluk ve ların -
ve hafif bir kararsızlıktan sonra başlarını ileri uzatıp vücutlarının alt
kısımlarını birbirlerine yaklaştırmadan sarılıp öpüştüler.
"Geleceğini biliyordum," dedi İpek gövdesini biraz uzaklaştırıp "'" Ka'yı
şaşırtan bir açıklıkla. "Taner telefon edip söyledi." Gözlerinin içine doğrudan
bakıyordu Ka'nın.
"Belediye seçimleri ve intiharcı kızlar için geldim." "Ne kadar kalacaksın?"
dedi İpek. "Asya Oteli'nin yanında Yeni Hayat Pastanesi var. Babamla meşgulüm
şimdi. Bir buçukta orada oturup konuşalım."
İstanbul'da -mesela Beyoğlu'nda- değil de Kars'ta cereyan ettiği için bütün bu
sahnede bir tuhaflık olduğunu hissediyordu Ka. Telaşının ne kadan İpek'in
güzelliğindendi çıkaramadı. Sokağa çıkıp kar altında bir süre yürüdükten sonra
Ka, iyi ki bu paltoyu almışım, diye düşündü.
Gazeteye yürürken duyguların aynı şaşmaz kesinliğiyle yüreği, aklının asla
itiraf etmeyeceği iki şeyi daha söyledi ona: Birincisi: Ka Frankfurt'tan
İstanbul'a, annesinin cenazesine yetişebilmek kadar on iki yalnız yıldan sonra
evleneceği bir Türk kızı bulmak için de gelmişti. İkincisi: Ka İstanbul'dan
Kars'a bu evlenilecek kızın İpek olduğuna gizli gizli inandığı için gelmişti.
Bu ikinci düşünceyi sezgisi kuvvetli bir dostu ona söyleseydi Ka onu hiçbir
zaman affetmeyeceği gibi, bu ihtimalin doğruluğu yüzünden hayatı boyunca kendini
utançla suçlardı da. Ka kişisel mutluluğu için insanın hiçbir şey yapmamasının
en büyük mutluluk olduğuna kendini inandırmış ahlakçılardandı. Üstelik çok az
tanıdığı birisini evlenmek niyetiyle aramakla Batılı seçkin okuryazarlığını
bağdaştıramazdı hiç. Bunlara rağmen Serhat Şehir Gazetesine geldiğinde bir
huzursuzluk duymuyordu. Çünkü, İpek ile ilk karşılaşmaları, İstanbul'dan
gelirken otobüste kendine bile fark ettirmeden hayal ettiğinden de iyi geçmişti.
Serhat Şehir Gazetesi Ka'nın otelinden bir sokak aşağıda Faik-bey Caddesi'ndeydi
ve yazı işleri ve matbaanın kapladığı toplam alan Ka'nın küçük otel odasından
biraz büyüktü. Üzerine Atatürk resimleri, takvimler, kartvizit ve düğün
davetiyesi örnekleri, Kars'a gelmiş devlet büyükleri ve ünlü Türklerle Serdar
Bey'in çektirdiği fotoğraflar, ve gazetenin kırk yıl önce çıkarılmış ilk sa-
28
-Yoksulluk ve Tarih -
yısının çerçeveli resminin asıldığı bir tahta bölmeyle küçük oda ikiye
ayrılmıştı. Arkada yüz on yıl önce Leipzig'de Baumann firmasınca yapılmış,
Hamburg'da çeyrek yüzyıl çalışıp ikinci meşrutiyetten sonraki neşriyat özgürlüğü
döneminde 1910'da İstanbul'a satılmış, orada kırk beş yıl çalıştıktan sonra
hurdaya ayrılacakken 1955'te Serdar Bey'in rahmetli babasınca trenle Kars'a
getirilmiş sallama pedallı, elektrikli bir tipo makine hoş bir gürültüyle
çalışıyordu. Bir parmağını tükürüklediği sağ eliyle makineyi boş kâğıtla
besleyen Serdar Bey'in yirmi iki yaşındaki oğlu basılmış gazeteyi -toplama
sepeti on bir yıl önce bir kardeş kavgasında kırıldığı için- sol eliyle hünerle
topluyor, bu arada kaşla göz arasında Ka'ya bir selam bile verebiliyordu.
Kardeşi gibi babasına değil, Ka'nın ânında hayalinde canlandırdığı çekik gözlü,
ay yüzlü, kısa boylu ve şişman anneye benzeyen ikinci oğul boyadan simsiyah bir
tezgâha yüzlerce göze bölünmüş sayısız küçük çekmecenin başına boy boy kurşun
harfler, kalıplar, klişeler arasına oturmuş, üç gün sonrasının gazetesi için bu
dünyadan vazgeçmiş bir hattatın sabrı ve özeniyle elle reklam diziyordu.
"Doğu Anadolu basınının ne şartlarda yaşama mücadelesi verdiğini görüyorsunuz,"
dedi Serdar Bey.
Aynı anda elektrikler kesildi. Matbaa makinesi durup dükkân sihirli bir
karanlığa gömülünce Ka dışarıda yağan karın güzel beyazlığını gördü.
"Kaç tane olmuştu?" diye sordu Serdar Bey. Mumu yakıp Ka'yı ön kısımdaki
yazıhanenin bir sandalyesine oturttu.
"Yüz altmış baba."
"Elektrik gelince üç yüz kırk yap, bugün tiyatrocu misafirlerimiz var."
Serhat Şehir Gazetesi Kars'ta yalnızca bir yerde, Millet Tiyatro-su'nun
karşısında, günde yirmi kişinin uğrayıp aldığı bayide satılıyordu, ama Serdar
Bey'in gururla söylediği gibi aboneler sayesinde toplam satış üç yüz yirmiydi.
Bu abonelerin iki yüzü Serdar Bey'in arada bir başarıları yüzünden övmek zorunda
olduğu Kars'taki devlet daireleri ve işyerleriydi. Geri kalan seksen abone ise
Kars'ı terk edip İstanbul'a yerleştikleri halde şehirle ilgisini kesmemiş,
devlette sözleri dinlenir "önemli ve namuslu" kişilerdi.
29
- Yoksulluk ve Tarih -
Elektrikler geldi ve Ka, Serdar Bey'in alnında dışan fırlamış öfkeli bir damar
gördü.
"Bizden ayrıldıktan sonra yanlış insanlarla görüştünüz, serhat şehrimiz hakkında
yanlış bilgiler aldınız," dedi Serdar Bey. "Nerelere gittiğimi nasıl
biliyorsunuz?" dedi Ka. "Polis tabii sizi takip ediyordu," dedi gazeteci. "Biz
de meslek icabı bu telsizden polisin konuşmalarını dinleriz. Gazetemizde çıkan
haberlerin yüzde doksanını bize Kars Valiliği ve Emniyet verir. Herkese Kars'ın
neden bu kadar geri ve fakir kaldığım, kızlarımızın neden intihar ettiğini
sorduğunuzu bütün emniyet biliyor." Ka, Kars'ın neden bu kadar fakir düştüğü
konusunda pek çok açıklama dinlemişti. Soğuk savaş yıllarında Sovyetlerle olan
ticaretin azalması, gümrük kapılarının kapatılması, 1970'lerde şehre hakim olan
komünist çetelerin zenginleri tehdit edip kaçırması, biraz sermaye biriktiren
bütün zenginlerin İstanbul'a Ankara'ya gitmesi, devletin ve Allah'ın Kars'ı
unutması, Türkiye'nin Ermenistan ile bitip tükenmez kavgaları gibi...
"Ben size işin doğrusunu söylemeye karar verdim," dedi Serdar Bey.
Yıllardır hissetmediği bir akıl berraklığı ve iyimserlikle Ka asıl konunun utanç
olduğunu anladı hemen. Almanya'da kendisi için de yıllarca asıl konu bu olmuştu
hep, ama utancını kendinden saklamıştı. Ka şimdi içindeki mutluluk umudu
yüzünden bu gerçeği kabul edebiliyordu.
"Biz burada eskiden hepimiz kardeştik," dedi Serdar Bey bir sır verir gibi.
"Fakat son yıllarda herkes ben Azeriyim, ben Kürt'üm, ben Terekemeyim, demeye
başladı. Elbette burada her milletten insan vardır. Terekemeler, Karapapak da
deriz, Azerilerin kardeşidir. Kürtler, biz aşiret deriz, eskiden Kürtlüğünü
bilmezdi. Osmanlı'dan kalma yerli de 'ben yerliyim!' deyip gururlanmazdı.
Türkmenler, Posoflular, çarın Rusya'dan sürdüğü Almanlar, hepsi vardı da kimse
kim olduğuyla gururlanmazdı. Bütün bu gururu Türkiye'yi bölüp yıkmak isteyen
komünist Erivan ve Baku radyoları yaydı. Şimdi herkes daha fakir ve daha
gururlu."
Ka'nm etkilendiğine karar verince Serdar Bey bir başka konuya geçti. "Dinciler
kapı kapı dolaşıyorlar, takımlar halinde evinize mi-
30
¦Yoksulluk ve Tarih -
safir geliyorlar, kadınlara, kap kaçak, tencere, portakal sıkma makinesi,
kutularla sabun, bulgur, deterjan veriyorlar, yoksul mahallelerinde hemen
dostluklar, kadın kadına yakınlıklar kuruyorlar, çocuklann omuzlarına çengelli
iğneyle altın takıyorlar. Oyunuzu Allah'ın partisi dedikleri Refah Partisi'ne
verin, diyorlar, başımıza gelen bu yoksulluk, bu sefalet Allah'ın yolundan uzak
düştüğümüz içindir, diyorlar. Erkeklerle erkekler, kadınlarla kadınlar
konuşuyor. Gururu kınk, öfkeli işsizlerin güvenini kazanıyorlar, akşam tencerede
ne kaynatacağını bilmeyen işsiz karılarını sevindiriyor, sonra yeni hediyeler
vaat edip kendilerine oy vermeye yemin ettiriyorlar. Yalnız sabah akşam
aşağılanan en yoksullarla işsizlerin değil, karınlarına günde ancak bir sıcak
çorba giren üniversite öğrencilerinin, amelelerin, hatta esnafın bile saygısını
kazanıyorlar, çünkü herkesten daha çalışkan, dürüst ve alçakgönüllüler."
Serhat Şehir Gazetesi'nin sahibi, öldürülen eski başkanın "modern değil" diye
faytonları kaldırmaya kalktığı için değil, (öldürüldüğü için bu girişimi yarıda
kalmıştı sadece), asıl rüşvet ve yolsuzluk yüzünden herkesin nefretini çektiğini
söyledi. Ama eski kan davaları, etnik ayrımcılık ve milliyetçilik yüzünden
bölünen ve birbirleriyle yıkıcı bir rekabete giren sağ ve sol cumhuriyetçi
partilerin hiçbiri belediye başkanlığı için güçlü bir aday çı-karamıyordu. "Bir
tek Allah'ın partisinin adayının namusuna güveniliyor," dedi Serdar Bey. "O da
otelinizin sahibi Turgut Bey'in kızı İpek Hanım'ın eski kocası Muhtar Bey'dir.
Biraz akılsızdır, ama Kürt'tür. Kürtler burada nüfusun yüzde kırkı. Belediye
seçimini Allah'ın partisi kazanacak."
Daha da yoğunlaşarak yağan kar Ka'da gene bir yalnızlık duygusu uyandırıyor,
İstanbul'da yetişip yaşadığı çevrelerin ve Türkiye'deki Batılılaşmış hayatın
sonuna gelindiği korkusu bu yalnızlığa eşlik ediyordu. İstanbul'dayken bütün
çocukluğunu geçirdiği sokakların tahrip edildiğini, kiminde arkadaşlarının
oturduğu yüzyıl başından kalma bütün o eski ve zarif binaların yıkıldığını,
çocukluğunun ağaçlarının kuruyup kesildiğini, sinemaların on yılda kapatılıp
sıra sıra dar ve karanlık konfeksiyoncu dükkânlarına çevrildiğini de görmüştü.
Bu yalnız bütün çocukluğunun değil, bir gün tekrar İstanbul'da yaşama hayalinin
de sonu anlamına
31
-Yoksulluk ve Tarih ¦
geliyordu. Türkiye'ye kuvvetli bir şeriatçı iktidar yerleşirse kız-kardeşinin
başını örtmeden sokağa bile çıkamayacağı da geldi aklına. Ka Serhat Şehir
Ga?:etesi'nin neon lambalarından vuran ışığında bir masaldaki gibi iri tanelerle
yavaş yavaş yağan kara bakıp İpek ile Frankfurt'a döndüklerini hayal etti.
Sımsıkı sarındığı kül rengi paltoyu satın aldığı Kaufhof'ta kadm ayakkabılarının
olduğu ikinci katta birlikte alışveriş ediyorlardı.
"Her şey Türkiye'yi İran'a benzetmek isteyen uluslararası İslamcı hareketin bir
parçası..."
"İntiharcı kızlar da mı öyle?" dedi Ka.
"Onların da ne yazık ki kandırıldığı konusunda ihbarlar alıyoruz, ama kızlar
daha da tepki duyar da intiharlar daha da artar diye, sorumluluğumuz gereği
yazmıyoruz bunları. Namlı İslamcı terörist Lacivert şehrimizde diyorlar.
Türbancı, intiharcı kızlara akıl vermek için."
"İslamcılar intihara karşı değil mi?"
Serdar Bey cevap vermedi buna. Matbaa makinesi durup odada bir sessizlik
başlayınca Ka dışarıda yağan inanılmaz karı seyretti. Az sonra İpek'i göreceği
için gittikçe artan huzursuzluk ve korkuya karşı Kars'ın dertleriyle dertlenmek
birebirdi. Ama Ka şimdi artık yalnızca İpek'i düşünerek pastanedeki buluşmaya
kendini hazırlamak istiyordu, çünkü saat biri yirmi geçiyordu.
Serdar Bey büyük ve iri oğlunun getirdiği yeni basılmış gazetenin birinci
sayfasını özene bezene hazırladığı bir hediyeyi sunar gibi Ka'nın önüne serdi.
Ka'nm yıllarca edebi dergilerde kendi adını arayıp bulmaya alışık gözleri
kenardaki haberi hemen fark etti:
Ünlü Şairimiz KA Kars'ta
Bütün Türkiye'ce tanınan şairimiz KA dün serhat şehrimize geldi. Küller ve
Mandalina ve Akşam Gazeteleri adlı kitaplarıyla bütün ülkenin takdirini kazanmış
olan Behçet Neca-tigil Ödülü sahibi genç şairimiz Cumhuriyet gazetesi adına
belediye seçimini izleyecek. Şair KA uzun yıllardır Almanya'nın Frankfurt
şehrinde Batı şiirini tetkik ediyordu.
32
"Adım yanlış dizilmiş," dedi Ka. "A küçük olacak." Bunu der demez pişman oldu.
"Güzel olmuş," dedi bir borçluluk duygusuyla.
"Üstat, biz de adınızdan emin olmadığımız için sizi aradık," dedi Serdar Bey.
"Oğlum, bak oğlum, siz şairimizin adını yanlış dizmişsiniz," diye hiç de telaşlı
olmayan bir sesle oğullarını azarladı. Ka bunun dizgi yanlışının ilk fark
edilişi olmadığını sezdi. "Şimdi hemen düzeltin..."
"Ne gerek var," dedi Ka. Bu sefer adının doğru dizilmişini en büyük haberin son
satırında gördü:
MİLLET TİYATROSU'NDA SUNAY ZAİM GRUBUNUN ZAFER GECESİ
Halkçı, Atatürkçü ve aydınlanmacı piyesleriyle, bütün Türkiye'de tanınan Sunay
Zaim Tiyatro Kumpanyasının dün gece Millet Tiyatrosu'ndaki gösterisi büyük bir
ilgi ve heyecanla karşılandı. Gece yansına kadar süren ve vali muavini, belediye
başkan vekili ve Kars'ın diğer önde gelenlerinin katıldığı müsamereler yer yer
coşkulu tezahürat ve alkışlarla kesildi. Uzun zamandır böylesi bir sanat
şölenine susamış olan Karslılar, piyesi tıklım tıklım doldurdukları Millet Tiyatrosu'nun
yanısıra evlerinde de seyredebildiler. Çünkü Serhat Kars Televizyonu
iki yıllık tarihinin ilk canlı yayınını gerçekleştirerek bu şahane gösteriyi
bütün Karslılara ânında sundu. Böylece Kars'ta ilk defa Serhat Kars Televizyonu
stüdyolannın dışında canlı TV yayını yapılmış oldu. Henüz bir canlı yayın
arabası olmadığı için Serhat Kars Televizyonunun Halitpaşa Caddesi'ndeki
merkezinden Millet Tiyat-rosu'ndaki kameraya kadar iki sokak uzunluğunda bir
kablo döşendi. Kardan zarar görmesin diye yardımsever Karslılar kabloyu
evlerinin içlerinden de geçirdiler. (Mesela diş doktorumuz Fadıl Beyler, kordonu
ön balkon penceresinden alıp, ta arka bahçelerine vermişlerdir.) Karslılar bu
başanlı canlı yayının başka fırsatlarla da tekrarlanmasını istiyorlar. Serhat
Kars Televizyonu yetkilileri, stüdyo dışında yapılan bu ilk canlı yayın
sayesinde Kars'taki bütün işyerlerinin
33
- Yoksulluk ve Tarih •
kendilerine reklam verdiğini belirttiler. Bütün serhat şehrimizin hep birlikte
seyrettiği gösteride Atatürkçü piyeslerden, Batı aydınlanmasının ürünü tiyatro
eserlerinin en güzel sahnelerinden, kültürümüzü kemiren reklamların
eleştirildiği oyuncuklardan, ünlü milli kaleci Vural'ın maceralarından, vatan ve
Atatürk şiirlerinden, şehrimizi ziyaret eden meşhur şairimiz Ka'nın bizzat
okuduğu "Kar" adlı en son şiirinden başka bir de Cumhuriyet'in ilk yıllarından
kalma Vatan yahut Çarşaf adlı aydınlanmacı başeser yeni bir yorumla " Vatan
yahut Türban " adıyla sahnelenmiştir.
"Kar adlı bir şiirim yok, akşam da tiyatroya gitmeyeceğim. Haberiniz yanlış
çıkacak."
"O kadar emin olmayın. Daha olaylar gerçekleşmeden haberini yazdığımız için bizi
küçümseyen, yaptığımızın gazetecilik değil, kehanet olduğunu düşünen pek çok
kişi daha sonra olayların tamı tamına bizim yazdığımız gibi gelişmesi üzerine
hayretlerini gizleyememiştir. Pek çok olay sırf biz önceden haberini yaptığımız
için gerçekleşmiştir. Modern gazetecilik de budur. Siz de bizim Kars'ta modern
olma hakkımızı elimizden almamak, kalbimizi kırmamak için eminim önce 'Kar' diye
bir şiir yazacak, sonra gelip okuyacaksınız."
Seçim mitinglerinin duyurulan, Erzurum'dan gelen aşının liselerde tatbik
edilmeye başlandığı, belediyenin su borçlarının tahsilini iki ay erteleyerek
Karslıya bir kolaylık daha yaptığı gibi haberler arasında ilk anda fark
edemediği bir başka haberi okudu Ka.
KAR YOLLARI KESTİ
îki gündür sürekli yağan kar şehrimizin dünyayla bütün ulaşımını kesmiştir. Dün
sabah kapanan Ardahan yolundan sonra öğleden sonra da Sankamış yolu tıkandı.
Yolgeçmez mıntıkasında aşın kar ve buz nedeniyle ulaşıma kapanan yol yüzünden
Erzurum yönüne giden Yılmaz şirketinin otobüsü Kars'a geri döndü. Meteoroloji
Sibirya'dan gelen soğukla-
34
nn ve iri taneli karın üç gün daha dinmeyeceğini duyurdu. Kars, eski kışlarda
olduğu gibi üç gün kendi yağıyla kavrulacak. Bu kendimize çekidüzen vermek için
de bir fırsattır.
Ka kalkmış çıkıyordu ki Serdar Bey yerinden fırladı, son söyleyeceklerini
dinletebilmek için kapıyı tuttu.
"Turgut Bey ve kızları da kimbilir size kendilerine göre neler anlatacak!" dedi.
"Akşamları dostluk ettiğim gönülden insanlardır onlar, ama unutmayın: İpek
Hanım'ın eski kocası Allah'ın partisinin belediye başkan adayıdır. Burada okusun
diye babasıyla getirdikleri kızkardeşi Kadife için türbancı kızların en militanı
diyorlar. Babaları da eski komünist! Dört yıl önce Kars'ın en kötü günlerinde
buraya neden geldiklerini bugün bütün Kars'ta tek kişi anlayabilmiş değildir."
Kendisini huzursuz edecek pek çok yeni şeyi bir anda işitmesine rağmen Ka hiç
renk vermedi.
35
Gerçekten İmraya seçim ve intiharlar için mi geldin?
Ka İLE İPEK YENİ HAYAT PASTANESİ'NDE
Kar altında Faikbey Caddesi'nden Yeni Hayat Pastanesi'ne yürürken öğrendiği kötü
haberlere rağmen Ka'nın yüzünde belli belirsiz olsa da niye bir gülümseme vardı?
Kulaklarında Peppino di Capri'nin "Roberta"sı, kendini bir Turgenyev romanının
yıllardır hayalini kurduğu kadınla buluşmaya giden romantik ve kederli kahramanı
gibi görüyordu. Bitip tükenmez sorunlarından, ilkelliğinden yorulup küçümseyerek
terk ettiği ülkesini Avrupa'dan özlemle ve sevgiyle düşleyen Turgenyev'i ve
zarif romanlarını Ka severdi, ama doğruyu söyleyelim: İpek'in hayalini
Turgenyev'in romanında olduğu gibi yıllarca kurmamıştı. İpek gibi bir kadının
hayalini kurmuştu yalnızca; belki arada bir onu aklından geçirmişti. Ama
kocasından ayrıldığını öğrenir öğrenmez İpek'i düşünmeye başlamış, şimdi de
İpek'le daha derin ve gerçek bir ilişki kurabilmek için, onu yeterince hayal
etmemiş olmasının eksikliğini duyduğu müzik ve Turgenyev romanüzmiyle kapatmak
istiyordu. Ama pastaneye girip onunla aynı masaya oturur oturmaz kafasındaki
Turgenyev romantizmini kaybetti. İpek otelde gördüğünden de, üniversite
yıllarında gözüktüğünden de daha güzeldi. Güzelliğinin gerçek olması, hafifçe
boyanmış dudakları, teninin solgun rengi, gözlerinin parlaklığı ve insanda hemen
bir yakınlık uyandıran içten hali Ka'yı telaşlandırıyordu. İpek bir an o kadar
36
Ka ile İpek Yeni Hayat Pastanesinde
içten gözüktü ki Ka tabii olamamaktan korktu. Kötü şiirler yazmaktan sonra
Ka'nın hayattaki en büyük korkusu buydu.
"Yolda Serhat Kars Teievizyonu'ndan Millet Tiyatrosu'na çamaşır ipi gerer gibi
canlı yayın kordonu çeken işçileri gördüm," dedi bir konu açma endişesiyle. Ama
taşra hayatının eksikliklerini küçümser gözükmekten çekindiği için gülümsemedi
hiç.
Bir süre birbirleriyle anlaşmaya iyi niyetle kararlı çiftler gibi huzurla
konuşabilecekleri ortak konular aradılar. Bir konu bitince ipek yaratıcılıkla
gülümseyerek yenisini buluyordu. Yağan kar, Kars'ın yoksulluğu, Ka'nın paltosu,
birbirlerini karşılıklı pek az değişmiş bulmak, sigarayı bırakamamak, ikisinin
de uzak olduğu İstanbul'da Ka'nın gördüğü kişiler... İkisinin de annesinin ölmüş
ve İstanbul'da Feriköy Mezarlığı'na gömülmüş olması onları istedikleri gibi
birbirlerine yaklaştırdı. Aynı burçtan olduklarını anlayan kadınla erkeğin
birbirine -yapay da olsa- duyduğu yakınlığın verdiği geçici bir rahatlıkla
annelerinin hayatlarındaki yerinden (kısaca), Kars'ın eski tren istasyonunun
neden yıkıldığından (daha uzun bir süre); buluştukları pastanenin yerinde
1967'ye kadar bir Ortodoks kilisesi olduğundan ve yıkılmış kilisenin kapısının
müzede saklanmasından; müzedeki Ermeni katliamı özel bölümünden (bazı turistler
burasının Türklerin katlettiği Ermeniler hakkında olduğunu sanıp sonra tersi
olduğunu anlıyorlarmış); pastanenin yarı sağır, yarı hayalet tek garsonundan;
Kars çayhanelerinde işsizler pahalı diye içemedikleri için kahve satılmamasından;
Ka'yı gezdiren gazetecinin ve diğer yerel gazetelerin siyasi
görüşlerinden (hepsi askerleri ve mevcut hükümeti destekliyordu); Serhat Şehir
Gazetesi'nin Ka'nın cebinden çıkardığı yarınki sayısından söz ettiler.
İpek gazetenin birinci sayfasını pür dikkat okumaya başlayınca Ka tıpkı
İstanbul'da gördüğü eski arkadaşları gibi onun için de tek gerçeğin Türkiye'nin
içler acısı, sefil siyasal dünyası olmasından, Almanya'da yaşamayı aklının
ucundan bile geçirmeyeceğin-den korktu. Ka İpek'in küçük ellerine, kendisine
hâlâ şaşırtıcı derecede güzel gelen zarif yüzüne uzun uzun baktı.
"Sen hangi maddeden kaç yıla mahkûm olmuştun?" diye sordu daha sonra İpek
şefkatle gülümseyerek.
37
Ka ile ipek Yeni Haya* Pastanesi'nde
Ka söyledi. Yetmişlerin sonuna doğru Türkiye'de küçük siyasi gazetelerde her şey
yazılabiliyor, herkes yargılanıp ceza kanunundaki bu maddeden mahkûm olup bundan
gurur duyuyor, ama kimse hapise girmiyordu, çünkü polis işi sıkıya alıp
adreslerini değiştiren yazıişleri müdürlerini, yazarları, çevirmenleri
aramıyordu. Daha sonra askerî darbe olunca ev değiştirenler de yavaş yavaş
yakalanmaya başlamış, kendi yazmadığı ve aceleyle okumadan yayımladığı bir
siyasi makale yüzünden mahkûm olan Ka Almanya'ya kaçmıştı.
"Almanya'da zorlandın mı?" diye sordu İpek.
"Beni koruyan şey Almanca öğrenememem oldu," dedi Ka. "Vücudum Almanca'ya
direndi ve sonunda saflığımı ve ruhumu
korudum."
Birden her şeyi anlatıp gülünç olmaktan korkarak, ama İpek'in kendisini
dinlemesinden mutlu, Ka içine gömüldüğü sessizliğin, son dört yıldır şiir
yazamamasının kimsenin bilmediği hikâyesini
anlattı.
"Akşamları istasyona yakın ve Frankfurt'un damlarına bakan bir penceresi olan
küçük kira dairemde geride bıraktığım günü bir çeşit sessizlikle hatırlardım ve
bu bana şiir yazdırırdı. Daha sonra Türkiye'de şair olarak biraz ünlendiğimi
işiten Türk göçmenler ve Türkleri çekmek isteyen belediyeler, kütüphaneler,
üçüncü smıf okullar, çocuklarının Türkçe yazan bir şairle tanışmasını isteyen
cemaatler beni şiir okumaya çağırmaya başladılar." Ka Frankfurt'tan dakiklik ve
düzenlerine hep hayran olduğu Alman trenlerinden birine biner, pencerenin
dumanlı aynasından ücra kasabaların narin kilise kuleleri, kayın ormanlarının
kalbindeki karanlık ve sırtlarında okul çantalarıyla evlerine dönen sağlıklı
çocuklar geçerken gene aynı sessizliği duyar, bu ülkenin dilinden hiç anlamadığı
için kendini evinde hisseder, şiir yazardı. Eğer şiir okumak için başka bir
şehre gitmiyorsa her sabah sekizde evden çıkar, Kaiserstrasse boyunca yürüyüp,
Zeil Caddesi'nde-ki belediye kütüphanesine gider kitap okurdu. "Orada bana yirmi
ömür yetecek kadar İngilizce kitap vardı." Bayıldığı 19. yüzyıl romanlarını,
İngiliz romantik şairlerini, mühendislik tarihi ile ilgili kitapları, müze
kataloglarını, canının istediği her şeyi ölümün
38
Teni noyaı ra^vaııc^ı ııuc
çok uzak olduğunu bilen çocuklar gibi huzurla okurdu. Belediye kütüphanesinde
sayfaları çevirir, eski ansiklopedilere bakar, resimli sayfaların önünde
duraklar, Turgenyev'in romanlarını yeniden okurken kulaklarında bir şehir
uğultusu duymasına rağmen içinde trenlerdeki sessizliği işitirdi Ka. Akşamları
yolunu değiştirip Yahudi müzesinin önünden Main Nehri boyunca ilerlerken de,
hafta sonlarında şehrin bir ucundan öbür ucuna yürürken de aynı sessizliği
işitirdi.
"Bu sessizlikler bir süre sonra hayatımda o kadar çok yer tutmaya başladı ki
şiir yazmak için çarpışmam gereken o huzursuz edici gürültüyü artık duymaz
oldum," dedi Ka. "Almanlarla zaten hiç konuşmuyordum. Beni ukala, entellektüel
ve yarı deli bulan Türklerle de aram iyi değildi artık. Kimseyi görmüyor,
kimseyle konuşmuyor, şiir de yazmıyordum."
"Ama gazete bu akşam en son şiirini okuyacağını yazıyor."
"En son şiirim yok ki okuyayım."
Pastanede kendilerinden başka bir tek ta öbür uçta pencerenin kenarındaki
karanlık bir masada oturan ufak tefek gençten bir adamla ona sabırla birşeyler
anlatmaya çalışan orta yaşlı, ince ve yorgun biri vardı. Hemen arkalarındaki
kocaman pencereden karanlığın içine lapa lapa yağan kara, pastanenin neonla
yazılmış adından pembemsi bir ışık vuruyor, kendilerini pastanenin uzak bir
köşesinde yoğun bir sohbete kaptırmış diğer iki kişiyi siyah beyaz kötü bir
filmin parçasıymış gibi gösteriyordu.
"Kızkardeşim Kadife üniversite imtihanlarında ilk yıl başarılı olamadı," dedi
İpek. "İkinci yıl da buradaki eğitim enstitüsünü kazanabildi. Orada benim
arkamda en uçta oturan ince adam enstitünün müdürüdür. Kızkardeşimi çok seven
babam, annemin trafik kazasında ölümünden sonra yalnız kalınca bizlerin yanma
buraya gelmeye karar verdi. Babam üç yıl önce buraya geldikten sonra ben de
Muhtar'dan ayrıldım. Hep birlikte oturmaya başladık. Ölülerin iç çekmeleri ve
hayaletlerle kaynaşan otel binamız akrabalarımızla ortak. Üç odasında biz
yaşıyoruz."
Ka ile İpek arasında üniversite ve solcu örgüt yıllarında herhangi bir
yakınlaşma olmamıştı. On yedi yaşında edebiyat fakültesinin yüksek tavanlı
koridorlarında yürümeye başladığında Ka da
39
Ka ile İpek Yeni Hayat Pastanesi'nde
pek çokları gibi İpek'i güzelliği sayesinde hemen fark etmişti. Ertesi yıl onu
aynı örgütten şair arkadaşı Muhtar'ın karısı olarak görmüştü: ikisi de
Karslıydılar.
"Muhtar, babasının Arçelik ve Aygaz bayiliğini devraldı," dedi İpek. "Buraya
döndükten sonraki yıllarda çocuğumuz olmadığı için beni Erzurum'a, İstanbul'a
doktorlara götürmeye başladı, olmadığı için de ayrıldık. Ama Muhtar yeniden
evlenmek yerine dine verdi kendini."
"Niye herkes dine veriyor kendini?" dedi Ka. ipek bir cevap vermedi, bir süre
duvardaki siyah beyaz televizyona baktılar.
"Niye bu şehirde herkes intihar ediyor?" dedi Ka. "Herkes değil genç kızlar,
kadınlar intihar ediyor," dedi İpek. "Erkekler kendini dine veriyor, kadınlar
intihar ediyor." "Niye?"
İpek öyle bir baktı ki, Ka sorusunda ve acele bir cevap arayışında saygısız,
küstahça bir yan olduğunu hissetti. Biraz sustular. "Seçim röportajım için
Muhtar'la görüşmeliyim," dedi Ka. İpek hemen kalkıp kasanın yanına gitti, bir
telefon etti. "Saat beşe kadar partisinin il merkezinde," dedi dönüp otururken.
"Seni bekliyor."
Bir sessizlik olunca Ka telaşa kapıldı. Yollar kapanmamış olsaydı şimdi ilk
otobüsle buradan kaçardı. Kars şehrinin akşamüstle-rine ve unutulmuş insanlarına
derin bir acıma duydu. Gözleri kendiliğinden kara dönmüştü. İkisi uzun bir süre
karı seyrettiler ve bunu vakitleri olan ve hayata aldırmayan insanlar gibi
yaptılar. Ka kendini çok çaresiz hissediyordu.
"Gerçekten buraya bu seçim ve intihar yazısı için mi geldin?" diye sordu İpek.
"Hayır," dedi Ka. "Muhtar'dan ayrıldığını İstanbul'da öğrendim. Seninle evlenmek
için geldim buraya."
Bir an İpek bu hoş bir şakaymış gibi güldü ama çok geçmeden yüzü kıpkırmızı
kesildi. Uzun bir sessizlikten sonra Ipek'in gözlerinden onun her şeyi olduğu
gibi gördüğünü hissetti. "Niyetini biraz olsun saklayıp bana zarafetle
yaklaşacak ve benimle incelikle kırıştıracak kadar bile sabrın yok," diyordu
Ipek'in gözleri. "Be-
40
ı\a ne ipek Yeni Hayat Kastanesi'nde
ni sevdiğin ve özel olarak düşündüğün için değil, boşandığımı öğrendiğin,
güzelliğimi hatırladığın ve Kars'ta yaşıyor olmamı da bir zayıflık olarak
gördüğün için geldin buraya."
Artık iyice utandığı arsız mutluluk isteğini cezalandırma azmiyle Ka, Ipek'in
ikisi hakkında acımasız bir şey daha düşündüğünü hayal etti: "Bizi birleştiren
şey hayat hakkındaki beklentilerimizin düşmüş olması." Ama Ka'nın hayal
ettiğinden bambaşka bir şey söyledi ipek.
"Ben senin iyi bir şair olacağına hep inandım," dedi. "Kitapların için tebrik
ederim."
Kars'taki bütün çayhaneler, lokantalar ve otel salonlarında olduğu gibi burada
da duvarlara Karslılarm övündükleri kendi dağlarının değil, İsviçre Alpleri'nin
manzaraları asılmıştı. Az önce onlara çay getiren ihtiyar garson yağlan ve
yaldızlı kâğıtları soluk lambanın ışığında parlayan çörek ve çikolata dolu
tepsiler arasına, kasanın yanma, yüzü onlara, sırtı arkadaki masalara dönük
oturmuş duvara asılı siyah beyaz televizyonu mutlulukla seyrediyordu. Ka,
Ipek'in gözlerinden başka her şeye bakmaya hazır televizyondaki filme odaklandı.
Filmde sarışın ve bikinili bir Türk oyuncu bir kumsalda kaçıyor, iki bıyıklı
erkek onu kovalıyordu. Derken pastanenin ucundaki karanlık masadaki ufak tefek
adam ayağa kalktı ve elindeki silahı eğitim enstitüsünün müdürüne tutup Ka'nın
işi-temediği birşeyler söylemeye başladı. Müdür de ona cevap verirken tabancanın
ateş aldığını anladı sonra Ka. Bunu silahın belli belirsiz duyduğu sesinden çok,
müdürün gövdesine saplanan kurşunun şiddetiyle sarsılarak sandalyeden
düşmesinden anladı.
İpek de dönmüş Ka'nın seyrettiği sahneyi seyrediyordu şimdi.
Ka'nın demin onu gördüğü yerde ihtiyar garson yoktu. Ufak tefek adam yerinden
kalkmış ve yere düşen müdüre doğru silahını tutmuştu. Müdür de ona birşeyler
diyordu. Televizyonun sesi açık olduğu için ne dediği anlaşılmıyordu. Ufak tefek
adam müdürün gövdesine üç el daha ateş ettikten sonra bir anda arkasındaki bir
kapıdan çıkıp yok oluverdi. Ka onun yüzünü hiç görmemişti.
"Çıkalım," dedi İpek. "Durmayalım burada."
"Yetişin!" diye bağırdı Ka cılız bir sesle. "Polise telefon edelim," dedi sonra.
Ama yerinden kıpırdamamıştı. Hemen sonra Ipek'in
41
___Ka ile İpek Yeni Hayat Pastanest'nde
arkasından koştu. Yeni Hayat Pastanesi'nin iki kanatlı kapısında da, hızla
indikleri merdivenlerde de kimse yoktu.
Bir anda kendilerini karlı kaldırımda buldular ve hızla yürümeye başladılar. Ka
"oradan çıktığımızı kimse görmedi" diye düşünüyor, bu da onu rahatlatıyordu,
çünkü cinayeti kendisi işlemiş gibi hissediyordu. Dile getirdiği için utanç ve
pişmanlık duyduğu evlilik isteği sanki hak ettiği cezayı bulmuştu. Kimseyle
gözgöze gelmek istemiyordu.
Kâzım Karabekir Caddesi'nin köşesine geldiklerinde Ka pek çok şeyden korkuyordu
ama İpek ile paylaştıkları bir sırları olduğu için aralarında doğan sessiz
yakınlıktan mutluluk duyuyordu. Halitpaşa Işhanı'nın kapısındaki portakal ve
elma sandıklarını aydınlatan ve hemen bitişikteki berberin aynasında yansıyan
çıplak ampulün ışığında onun gözlerinde yaş görünce Ka telaşlandı.
"Enstitü müdürü türbanlı öğrencileri derslere sokmuyordu," dedi. "Onun için
öldürdüler zavallı adamcağızı."
"Polise anlatalım," dedi Ka bir zamanlar bunun solcuların nefret ettiği bir
cümle olduğunu hatırlayarak.
"Nasıl olsa her şeyi anlayacaklar. Belki de şimdiden biliyorlar-dır bile her
şeyi. Refah Partisi'nin il merkezi yukarıda ikinci katta." İpek hanın girişini
işaret etti. "Gördüklerini Muhtar'a anlat ki MİT üstüne gelince şaşırmasın.
Ayrıca şunu da söylemeliyim: Muhtar benimle yeniden evlenmek istiyor, bunu
unutma onunla konuşurken."
42
Hocam, bir soru sorabilir miyim?
KATİL İLE MAKTUL ARASINDA İLK VE SON KONUŞMA
Yeni Hayat Pastanesi'nde ufak tefek adamın Ka ve İpek'in bakışları arasında,
göğsüne ve başına ateş ettiği eğitim enstitüsü müdürünün üzerinde kalın
bantlarla bağlanmış gizli bir ses kayıt aracı vardı. Grundig marka bu ithal
cihazı eğitim enstitüsü müdürünün gövdesine Milli İstihbarat Teşkilatı'nm Kars
şubesindeki dikkatli memurlar yerleştirmişti. Başörtülü kızları üniversiteye ve
derslere sokmadığı için gerek müdürün son zamanlarda kişisel olarak aldığı
tehditler, gerek Kars'taki sivil istihbarat memurlarının dinci çevrelerden
edindiği bilgiler bir koruma tedbiri gerektirmiş, ama laik olmasına rağmen
kadere iyi bir dindar kadar inanan 'müdür, yanında ayı gibi dikilecek bir koruma
görevlisindense, kendisini tehdit eden kişilerin sesini kaydedip sonra onları
tutuklattırmanın daha caydırıcı olacağını hesaplamış, çok sevdiği cevizli
ayçöreklerinden yemek için hiç hesapta olmadan giriverdiği Yeni Hayat
Pastanesi'nde bir yabancının kendisine yaklaştığını görünce, bu gibi durumlarda
yaptığı gibi, üzerindeki ses kayıt aracını çalıştırmıştı. Üzerine isabet eden
iki kurşuna rağmen müdürün hayatını kurtaramayan cihazdan zarar görmeden
çıkarılan banttaki konuşmaların dökümünü rahmetli müdürün gözleri yıllar sonra
hâlâ yaşlı dul eşiyle ünlü bir manken olan kızından aldım. "Merhaba hocam, beni
tanıdınız mı?" / "Hayır, çıkaramadım." /
43
Katil ile Maktul Arasında ilk ve Son Konuşma ¦
"Ben de öyle düşünmüştüm hocam. Hiç tanışmadık çünkü. Dün akşam ve bu sabah
sizinle görüşebilmek için birer teşebbüste bulunmuştum. Dün okulun kapısından
polisler geri çevirdiler. Bu sabah içeri girmeyi başardıysam da sekreteriniz
beni sizinle görüştürmedi. Ben de dersaneye girmeden önce kapıda önünüze çıkmak
istedim. Beni o sırada gördünüz. Hatırlıyor musunuz hocam?" / "Hatırlayamadım."
/ "Beni gördüğünüzü mü hatırlamıyorsunuz, beni mi?" / "Ne görüşmek istiyordunuz
benimle?" / "Aslında sizinle saatlerce, günlerce, her konuda görüşmek isterim.
Çok muhterem, okumuş, münevver bir insan, bir ziraat profesörüsünüz. Biz
maalesef okuyamadık. Ama bir konuda çok okumuşumdur. Sizinle konuşmak istediğim
konu da odur. Hocam, afedersiniz, vaktinizi almıyorum değil mi?" /
"Estağfurullah." / "Afedersiniz, izninizle oturabilir miyim hocam? Etraflı bir
konudur çünkü." / "Buyrun, rica ederim." (Sandalye çekme ve oturma sesi.) /
"Cevizli çörek yiyorsunuz hocam. Bizim Tokat'ta çok büyük ceviz ağaçları vardır.
Hiç Tokat'a geldiniz mi?" / "Ne yazık ki hayır." / "Çok üzüldüm hocam.
Gelirseniz lütfen bende kalacaksınız. Bütün ömrüm, otuz altı yılım Tokat'ta
geçmiştir. Tokat çok güzeldir. Türkiye de çok güzeldir. (Bir sessizlik) Fakat ne
yazık ki memleketimizi tanımıyoruz, insanımızı sevmiyoruz. Hatta bu ülkeye, bu
millete saygısızlık etmek, ihanet etmek marifet bile sayılıyor. Hocam
afedersiniz, bir soru sorabilir miyim, siz ateist değilsiniz değil mi?" /
"Değilim." / "Öyle diyorlar, ama ben de sizin gibi okumuş bir adamın Allah'ı, -
hâşâ- inkâr edebileceğine hiç ihtimal vermiyorum. Söylemeye gerek yok, Yahudi de
değilsiniz değil mi?" / "Değilim." / "Müslümansmız." / "Müslümanım
elhamdülillah." / "Hocam gülüyorsunuz ama, o zaman lütfen şu sorumu ciddiye
alarak cevap verin bana. Çünkü bu soruma sizden bir cevap alabilmek için karda
kışta Tokat'tan geldim buraya." / "Tokat'ta beni nereden duydunuz?" / "Hocam
dinine, kitabına bağlı teset-türlü kızlarımızı Kars'ta okula sokmadığınızı
İstanbul gazeteleri yazmıyor. Onlar İstanbul'daki manken kızların rezaletleri
ile meşgul. Ama güzel Tokat'ta Bayrak diye Müslüman bir radyomuz vardır,
memleketin neresinde müminlere haksızlık ediliyor, haberini verir." / "Ben
müminlere haksızlık etmem, ben de korkarım Al-
44
iK vc ion r\onuşma -
lah'tan." / "Hocam, iki gündür karlı, fırtınalı yollardayım; otobüslerde hep
sizi düşündüm, inanın bana 'ben Allah'tan korkarım!' diyeceğinizi de çok iyi
biliyordum. O zaman aklımda size şu soruyu soracağımı da hep hayal ettim. Eğer
Allah'tan korkuyorsan sayın Profesör Nuri Yılmaz ve Kuran-ı Kerim'in Allah'ın
sözü olduğuna inanıyorsan sayın hocam, o zaman bana Nur suresinin o güzelim
otuzbirinci ayeti kerimesi hakkında ne düşündüğünü de söyle bakalım." / "Bu
ayette, evet, kadınlar başlannı örtsün, hatta yüzlerini de gizlesin diye çok
açık bir şekilde belirtilir." / "Çok güzel dürüstçe söyledin, sağol hocam! O
zaman bir soru sorabilir miyim. Allah'ın bu emrini başı örtülü kızlarımızı okula
almamakla nasıl bağdaştırıyorsun?" / "Başı örtülü kızların dersanelere ve hatta
okullara sokulmaması laik devletimizin emridir." / "Hocam, afedersiniz bir soru
sorabilir miyim: Devletin emri Allah'ın emrinden büyük müdür, hocam?" / "Güzel
bir soru. Ama bunlar laik bir devlette ayrı şeylerdir." / "Çok doğru söylediniz
hocam, elinizi öpeyim. Korkmayın hocam verin, verin, bakın doya doya öpeceğim
elinizi. Oh. Allah razı olsun. Size ne kadar saygı duyduğumu anladınız. Şimdi
hocam lütfen bir soru sorabilir miyim?" / "Buyrun, rica ederim." / "Hocam, peki
laiklik dinsizlik mi demektir?" / "Hayır." / "O halde dinlerinin gereğini yerine
getiren mümin kızlarımız niye laiklik bahanesiyle derslere alınmıyor?" /
"Vallahi oğlum, bu konulan tartışmakla bir yere varılmıyor. Bütün gün İstanbul
televizyonlarında bu konular konuşuluyor da ne oluyor? Ne kızlar başörtülerini
çıkarıyor, ne de devlet onları o haliyle derslere alıyor." / "Peki hocam, bir
soru sorabilir miyim? Af buyurun ama, başlarını örten kızların, bizim binbir
emekle yetişmiş o çalışkan, o terbiyeli, o itaatkâr kızlarımızın eğitim
haklarının ellerinden alınması Anayasamıza, eğitim ve din özgürlüğüne hiç uyuyor
mu? Sizin vicdanınıza sığıyor mu söyleyin lütfen hocam?" / "O kızlar o kadar
itaatkârsa başlarını da açarlar. Oğlum senin adın nedir, adresin, işin nedir?" /
"Hocam ben Tokat'ta meşhur Pervane Hamamı'nın hemen bitişiğinde Şenler
Çayevi'nde ocakçıyım. Ocaklar, demlikler orada benden sorulur. Adım önemli
değil. Bütün gün de Bayrak Radyosu'nu dinlerim. Müminlere işlenmiş bir haksızlık
bazan kafama takılır ve hocam demokratik bir ülkede
45
I ^znunısnuuos 3^,, / ( ^xjzissas jig) (c •EjjnEq numfnpjos 3^ ipuns 3unp5 f bX
Eucq dn>[jo>j UEpBOUEqEj_,, / «iunpjos au 'mnjSo zimsjapajy,, / ,,'uiipBuijos
nunq 'unsnui JoXrqnzn 'iui jea uızı>j uıusç,, / ^iXEoueqE] o Jipuı 'umifo uipap
3^,, / ^uiuisp unpap au uag uiqE^Eq J3A ciba3d euıoıos Ep eui}jıaı>[ uas ipun§
aj ezeuibu 'jEjnpjniJmj uEpuiJEpjquEijSqB njg>f isdaq 'uirua nsnfo^ urunq ;usq
uinpAop uiEps aXqo joXiuiEdE>j ıuızŞe
-S3 a}SldB]-J JEdo^ U1|IJ >[UJB IUI UJE Jiq UlSdsL JipUIIUIBpE iqESB
euib 'iuut|iq 1X1 >{o5 luisEUijni ıımpua>( uaq >(Eg,, / ,/uinJoXnjnzn uı5i
jejzdj nq \y\ uqEj 'uiipEjA3 uiiXEqBq sp usg,, / ltinm joXiui
-E|ZIS UlUBpDT/v,, / ^^BUnaOS iSuEH,, / ,C'-I3A dEA3D BUIOIOS !>{UIUI3p
Ep euiuej^bjjeX Eusq uiEDOH,, / ..unpninuo Bp uiub>[ uiiusg i§3j -si utu^iB^uy
JEjung iuin|Şo im 3|uiiŞ3jsi uiiusq ziujB^,, / j iui zi>[ iDUEqanj
uiBDoq iiEspj E|n>[o uejzi>j nq uaç,, / l(£nıi ip3iup§ nSnpjo uu3|5n§ sip
usXsjsi ^3uun§np jıAbz dn|oq aX Epuii[e uiuissuipS 3|Bq Jiq ıseXıs sjXoq
uıuısapsaui nq euib 'msip>[jo >[o5 'uinjŞo,, / »inui unXo ng ijia JBi{ -pui \y[
>jizeX au Bp zi>i Jiq UE|idE>[ BiuqBunq 'ubje>[ EpuisBJE nsnut -Eu BjXn|n>[o
'uiEDoq nunXo ajvj,, / ,/pia znsjnui sqEp ızıuıue]zı>[ isauqunaS auqEq unXo Jiq
isbXis 'aSuiis Jiq uiuisajasaui njjosEq iiqEx,, / ^unpnq uinjos 'unpaoXqiqEXnXn
EjuEpDiA iSuBq uas iuib§ ->jb ununS i§ip[E BuupzoS >[aaaXajijnjns ue]zı>j uisqoj
Busq auia| -Xos uejeX dn>jio>[ aXqo jba EDUEqBi apuiiqao 'uibdoh,, /
t,">lipBuuif -e5 ziq isqoj,, / ı("zıuipii§E5 sqod dıpa uojapı ua>[ja|>{aq
uEi^nŞos EpuısidB>{ jn>fo ui5i ^EuunXnp miaapjap zi[ q|
5nAB iiq ueXeuiSe iui§Bq 'uauaaiQ 'ziupja uEsip idB>j Ep uEpiopu -o>[ bjuos
'ziumB Bjopuo>[ diXBuqE ejiuis uejuo 3DUQ ajiiuia iiq m -aX uap§ uBp^JE^uy
ipaiujaX Ep ng ziumB|ŞB ue|zı^ uejiXes zmqaajsi Xe5 h|e ejbjuo uei>jedo diXss
>joX nXn|jrnja -mo BjXiSEDoq puajŞo ipaX njrijjo§Eq nig 'zmıpıjs aXip rqnuo§Bq
'essiuizbX mipE BpEuiEj>jq^ 'ziundEX isapuiBnui y\oA aoup a[jitua Jiq uapS
uEp^iB^uy EaE[zi>[ o ispuuiq uiuyiuis isdaq 'ue>j§i| -b5 o 'qji^B o 'ifaqaqzoS
uiuuEjEqEq uıuubıbub 'uajns jeijiX isaui -jun§paX 'IUedoj-i,, / tl'i>pd,, /
,/uinjoXiisi muauuaA dBAao euim -os Jiq edzIU|eX uapzis aA tuaioXnXo>i auiiqaD
luiEDUEqBj uapznX ng uiEuiuE|§oq 5iq uauappiâ aA uhXijiSXes BUUB^Eq ubsuj uiq
-if ap dnsuaui ainSao JiqiiH uinXnsnDnunAES ııq zıspE uue{ueuı -BJiqB>{ zispE
UEXBjfn Efqzıs>[Bq 3A uapa appEonui uii>i uEjUEtui [|n ]SI|eXj3ibui '>[tb| nq
uag 'uiBooq jba luisup au 'uıppuı uiqsc 'smznç uqB/^,, / (iijqDau zıuıpE uızıs
'umjŞo» / u'1111?^ 'uinpunsnp aXip a|iq ziuisz3raa|uq3 raaq i^pq 'uiinŞap uiq
|BidB 'uıısıuipS pX iEpB>[ nq uı5ı uızıs uaq 'uiXBui^Eq Bjnsn>j 'uiBooq 13A3,, /
,/EDUBqEX,, / ^iunsnui loXnioS uiBooq iipsu ng uuXEXBuiuEj|n>} nunq Ep anjo