Kapkaranlık bir gündü. Etraftan dumanlar yükseliyor, kasaba halkı sağa sola kaçışıp duruyorlardı. Ahşap evin etrafındaki çalılıklarda çıkan yangın tüm kasabayı sarmış, her taraf ana baba gününe dönmüştü. Kimse ne yapacağını bilemiyor, herkes birbirinden yardım bekliyordu.
Neden çıkmıştı yangın, bunu kimse bilmiyordu. Ancak, şu kesindi. O ahşap ev garipliklerin yaşandığı bir yerdi.
O ahşap evde bir anne ve iki çocuk yaşıyordu. Nerden gelmişti o aile, niçin başka bir yer değil de yıkılmaya yüz tutmuş ahşap evde yaşamaya başlamışlardı.
Ahşap ev iki katlı, etrafı çitlerle çevrili bahçeli bir evdi. Bu bahçenin ortasında da koskocaman bir meşe ağacı vardı. Meşe ağacının altında da karıncalar yuva yapmış gidip geliyorlardı. Bu ahşap evde de anne ve iki çocuk yaşıyordu.
Ahşap evde yaşayan anne ve çocukları kasabaya ilk geldiklerinde kasabanın halkı birbirlerine düşman gibiydiler. Hiç kimse birbirini çekemiyor, kuyusunu kazmaya çalışıyorlardı. Biri fazla kazansa diğerleri arkasından konuşup nereden kazandıklarını tartışıyorlardı. Biri yere düşse herkes onun üstüne gülüyor, yardım etmek yerine bir de kendileri tekme vuruyorlardı.
Kasabada hiç kimsenin can güvenliği yoktu. Gece oldu mu herkes pencereyi açıyor, dışarıya rast gele ateş açıyorlardı. Bu yüzden ölenler çok olmasına rağmen kimse önlem almıyor, ateş açmaya devam ediyorlardı. Kısacası kasabada her türlü kötülük yapılıyor, hiç kimse de ‘Biz ne yapıyoruz böyle’ demiyordu.
Anne ve çocukları kasabaya geldiklerinde hiç kimseyi tanımıyor, onların nasıl bir insan olduklarını bilmiyorlardı. Bu yüzden ilk geldiklerinde hiç kimseden yüz görmediler, nereye gitseler itilip kakıldılar. Hor görüldüler, hatta ilk kaldıkları evi taşlanıp kasabadan kovulmaya bile çalışıldılar. Bütün bu olanlara rağmen anne ve çocukları kasabada kaldılar. Hiçbir yere gitmeyip direndiler. Kasaba halkı, onların bütün yaptıklarına rağmen gitmediklerini görünce yıkılmaya yüz tutmuş o ahşap evde kalmaya zorlandılar.
Kasaba halkı, o kadar kötü olmasına rağmen kasabaya sığınan anne ve çocukları sabredip onlara karşı beddua etmediler. Çünkü biliyorlardı ki beddua iki başlı. Beddua ettiklerinde karşılarındaki kişi eğer hak etmiyorsa kendilerini bulma ihtimali vardı. Bu yüzden beddua etmeyip sabrettiler.
Anne ve çocukları kendilerine yapılan kötülüklere rağmen neden kasabayı terk etmeyip gitmemişlerdi? Aslında bütün bu sorunun cevabı geçmişte saklıydı. Çocukların annesi Zehra, ilk yaşadığı kasabada mutlu bir yuvası vardı. Kocası ile çok iyi geçiniyor, kıt kanaat geçinmeye çalışıyorlardı. Ne var ki bu mutluluk kocasının çalıştığı iş yerinde iftiraya uğrayıp hapse düşmesiyle bozuldu. Kocası Akif, hapse düştükten sonra kahrından hastalanıp bir müddet sonra hapiste öldükten sonra hayatları büsbütün kahroldu. Çocuklarının nafakasını kazanmak için başvurmadığı yer kalmadı. Nereye gittiyse bütün kapılar yüzüne kapandı. Bir müddet sonra bulunduğu kasabada geçinemeyeceğini anlayınca, kasabayı terk etme kararı aldı.
Bu kararı almasına rağmen nereye gidecek, ne yapacaktı. Bu kafa karışıklığı içerisinde hazırlıklara başlayıp yola çıkacağı zaman iki kişi gelip eline bir mektup verdiler ve bu mektuba göre hareket etmelerini söylediler.